Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Konferans / Gardiyanın ‘ehven-i şer’ olanını seçme süreçlerine katılanlar, zindandan asla çıkamazlar

Gardiyanın ‘ehven-i şer’ olanını seçme süreçlerine katılanlar, zindandan asla çıkamazlar

Ufku sistem dışına ulaşamayanlar, sistemi aşan bir gelecek tasavvuruna sahip olmayanlar, yani ufku gardiyanın en iyisini seçmekle sınırlı olanlar, zindanda olduklarını ve bu kuşatmayı aşmak gerektiği perspektifini yakalayamazlar, varsa da kaybederler… Müslüman, hiçbir şartta ve asla gardiyanlardan birini seçme zilletine razı olmamalıdır. Müslümana yakışan gardiyanlardan gardiyan seçmek değil, vahiyle inşa olan zihniyle zindan duvarlarını aşacak bir mücadeleyle, cezaevi duvarlarını, bâtıl sistemin kuşatma setlerini yıkıp içinde yaşadığı toplumlarda Kur’anî bir inkılâbı gerçekleştirmeye tâlip olmaktır.

İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı-İLKAV, bir Eğitim Konferansını daha online olarak youtube sayfasından gerçekleştirdi. Online konferansın bu haftaki misafiri, Mehmet PAMAK idi. Pamak’ın, iki bölüm halinde sunacağı “Kulluk Bütününü Parçalayıp Sosyal İnşâyı İhmal Eden Aşırı Siyasallaşma ve İslâm’ı İdeolojiye İndirgeyen İslâmcılık” başlıklı konferansının I. bölümü 24 Ocak 2021 Pazar günü saat 20.00’de gerçekleştirildi. Aynı konunun II. bölümünün ise inşaAllah 21 Şubat 2021 Pazar günü saat 20.00’de gerçekleştirilmesi planlanmış bulunmaktadır.

Pamak konuşmasında özetle şu hususlara değindi:

Tevhidi akıdede Kur’an, Din, Kulluk ve Hayat Bir Bütündür Parçalanamaz

Kur’an, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için indirilmiş bir kitap olarak, statükoya, tarihe ve topluma müdahale ederek vahyin evrensel ölçüleriyle yeniden inşa etmek tezini içermektedir. Önce akıl, zihin ve kalplerde, özlerde, nefislerde tevhidi bir inkılap yaratmayı, bilahare de zihinlere, kalplere ekilen vahye dayalı kavram, ölçü ve değerlerin istikametinde tezahür edecek davranışları, ahlakı yönlendirerek toplumsal alanda bir inkılap meydana getirmeyi hedeflemektedir.

-Hayatımız farklı alanlardan oluşan bir bütündür

-Ubudiyet/kulluk da, bütün hayat alanlarını kuşatan bir bütündür

-Din de, aynı şekilde bütün hayat alanlarını kuşatan bir bütünlüktedir

-Kitap da, bütün hayat alanlarını kuşatan bir bütünlük arz eder

Evet hayat, kulluk/ubudiyet, Kitap ve Din asla parçalanma kabul etmeyen bir bütünlük arz ederler. O halde öncelikle, Kitap hakkıyla okunacak, anlaşılıp öğüt alınarak Kitabın hükümlerinin bütününün hayatın bütününe hâkim kılınması için cehd içinde olunacak, ferdî ve toplumsal hayatı İslamlaştırmak için top yekun bir mücadele içinde olunacaktır. Ekonomik, sosyal, siyasî, hukuki, ahlaki ve ibadî boyutlarıyla bireysel ve toplumsal hayat da, kulluk, Kitap ve din de bir bütündür parçalanmaz ve bir parça gerektiğinden fazla öne çıkarılıp diğerleri ihmal edilemez.

Fert ve cemaatin vahiyle inşası sonucunda İslami bir toplum nüvesi oluşturularak dönüştürülecek topluma örnek olarak sunulmadan bir toplum asla İslamlaştırılamaz.

Ancak tebliğ, eğitim ve vahye şahidlik sonucunda ve model olacak İslam cemaatinin örnekliğinde ve önderliğinde gerçekleşecek sosyal değişimle toplum özündekini değiştirdiğinde siyasal değişim Allah’ın takdiriyle bir sonuç olarak gerçekleşecektir.

Bu sebeple Mekke’de daha çok ferdî ya da cemaat planında bütün hayat alanlarının akıdevi ilkeleri ortaya konuyor, bu bağlamda siyasetin de temel ilkeleri vaz edilerek tüm bu alanlarla ilgili iman ve tasavvur inşa ediliyordu.

Bugün insanlar geleneksel ve modern cahiliyenin kuşatması altında bulunuyorlar. Dünyevi hesaplar, sekülerleşme, çıkarlar, korkular, beklentiler, endişeler, rehavete ve konformizme teşvik eden unsurlar, iktidar ve rant kavgaları insanları sürekli kirletiyor, çözüyor, çürütüyor, yozlaştırıyor. Belli bir uyanış sürecini yaşamış, hatta belli bir bilgi ve bilince ulaşmış olanları bile kuşatıp savuruyor.

Bir toplumu tebliğ, eğitim ve şahidlik sorumluluklarını yerine getirerek ilmek ilmek dokuyarak cahiliyeden arındırıp vahiyle inşa etmek, uzun soluklu, emek ve sabır isteyen zorlu bir mücadeledir. İnsanlar aceleyle egemen olmak, iktidar olmak ve iktidarın nimetlerine ulaşmak istiyorlar.

Bu sebeple de ubudiyet bütünlüğünü dikkate alarak, fert ve toplumu inşa etmek suretiyle hal ve kal ile daveti topluma ulaştırmak, vahyin ahlakını kuşanmış güzel ve emin örneklerin sayısını arttırıp sosyal bir inşayı gerçekleştirmeden, siyasal değişime vesile olacak İslami toplumu inşa etme sorumluluğunu yerine getirmeden acele ve aşırı siyasallaşma eğilimleri içine giriveriyorlar.

İnsanlar, hatta çoğu Müslümanlar, uzun soluklu yürüyüşleri ve fedakârlık isteyen, bedel ödemeyi gerektiren mücadeleleri sabır ve azimle sürdürmekte zorlanıyorlar, çabuk yorulup, bıkıyorlar, acele sonuçlara, hemen karşılığını alacakları tercihlere yöneliyorlar.

Konjonktürel zenginleşme, refah, ikbal, iktidar ve görece de olsa zulmü azaltmak ihtiyacıyla, Allah’ı razı etmeye yönelik stratejik hedeflerini ve kulluk eksenli uzun soluklu yürüyüşlerini kolayca terk edebiliyorlar.

Şiddet ya da demokrasi yöntemini esas alan iktidar eksenli mücadelelerin cazibesi, daha meşakkatli, daha fazla fedakârlık isteyen, daha büyük sabrı gerektiren uzun soluklu tevhidi toplumsal dönüşüm yönteminden, Kur’an neslini/toplumunu inşa projesinden ayrılmaya ve sonuçta pragmatizmin çürütücü tesiriyle dünyevileşmeye, yozlaşmaya yol açıyor.

Öncelikle ifade etmeliyiz ki, tevhidi mücadele iktidar eksenli değil, kulluk eksenli bir mücadeledir.

Amaç, tevhidi bilince ulaşmış ve vahyin şahidliğini yapan davetçilerle ve örgütlü bir biçimde, insanları, yalnız Allah’a kul olmaya çağırmak, kula kulluktan kurtulmalarına, zincirlerinden boşanmalarına ve çevrelerine örülmüş duvarları yıkarak içine gömüldükleri zindanların karanlıklarından Kur’an’ın aydınlığına çıkmalarına ve sonuçta iki dünyada da saadete ulaşmalarına vesile olmaktır.

İktidar olmak ise, bu süreçte kulluk bütünü içinde yer alan ve ancak gerekli şartlar oluştuğunda tahakkuk edecek bir aşamadan ibarettir. O halde, bütüncül ibâdî sorumluluğun içindeki bir cüz’ü, ancak toplumsal tevhidi dönüşüm sonucunda gerçekleşebilecek (böyle bir dönüşüm olmadıkça da hiç ulaşılamayacak) bir aşamayı, İslami mücadelenin temel ekseni ve hedefi haline getirmek, kulluğu parçalamak ve dini siyasi iktidar mücadelesine indirgeyerek ideolojileştirmek, dünyevileştirmek, sekülerleştirmek sonucunu doğuracaktır.

Kulluk eksenli hayat ve gelecek tasavvuru içinde öncelikli mücadele olan ferdin ve Kur’an toplumu nüvesinin inşası ve Mekke’de Medineyi inşa edecek kadronun oluşturulması ve İslami iktidarı doğuracak İslami toplumun/ümmetin inşası ihmal edilerek İktidar ve içinde yaşanılan topluma hakimiyet kurmak öncelikli hedef haline getirilirse, ya Cemalettin Kaplan misali “oyuncak devlet” kurmak ya “sistem içi iktidarlara eklemlenmek” ya da “darbe ve silahla” iktidar olma aceleciliğine kapılmak kaçınılmaz olur.

İktidar eksenli mücadele faşist ve demokratik beşeri sistemlerin yöntemidir. Kimi Müslümanlar da bu tür sistemlerden etkilenerek, dünyevi beklentiler, hesaplar ve kimi endişelerle şiddeti esas alan darbeci ya da silahlı mücadeleyle bir an önce iktidarı ele geçirmeyi veya laik demokratik sistemlerle uzlaşıp bütünleşerek gayri İslami ilke ve ölçüleri benimseyerek seçimle bir an önce iktidar olmayı hedefleyen eğilimlere kapılabiliyorlar.

İslami Nebevi yöntem, ne zorla ve silahla tepeden bir topluma tahakküm etmeye çalışır, ne de batıl sistem içi taviz ve uzlaşmayla yönetime gelmeye çalışır.

Tebliğ, eğitim ve vahye şahidlik yaparak toplumun özündekini vahyi değerler istikametinde değiştirmesi için mücadele eder. Bu sosyal değişim ve Kur’ani, tevhidi inkılapın sonucu olacak sistemin değişimini hedef alır.

Zaten on yıllardır iktidar eksenli aceleci eğilimlerle, kendi sosyal değişim sorumluluğunu yerine getirmeden, silahlı-darbeci ya da sistem içi demokratik yöntemlerle iktidar arayışında oyalanıldı ve çok acılar çekildiği, bedeller ödendiği halde bir türlü Müslümanların İslami yönetimine ulaşılamadı.

Üstelik İslamî iktidar için acele edenler de bu emellerine ulaşmak yerine ancak nebevi yöntemle ulaşılabilecek olan hedefe giden yolun daha uzamasına yol açmışlardır. Rasûlullah (s) 13 yılda Medine’ye ulaştığı halde günümüz tevhidi uyanış süreci yarım asırlık bir süreçte henüz Mekke sorumluluklarını bile tam olarak yerine getirememiş durumda ve zillet içinde çırpınmaktadır.

Müslümanların savruldukları bir diğer iktidar eksenli yöntem de laik-demokratik yöntemdir. Türkiye’deki gibi laik demokratik mücadele sürecine eklemlenen iktidar eksenli arayışlar da, daha önce belli bir bilinci yakalamış olanları bile dünyevileştirip, bütüncül İslami mücadelenin ve kulluk eksenli hayat tasavvurunun dışına savurdu.

Buna rağmen biz, her şartta ve her durumda işimize bakmalıyız. Kulluk eksenli tevhit, adalet ve hürriyet mücadelemizi sürekli kılarak, kendimizden başlayarak, toplumumuzu ve ümmetimizi vahyin ölçüleriyle yeniden inşa etme projemizi sürdürmeliyiz. Bizim kulluk eksenli bir hayat tasavvurumuz ve yine kulluk eksenli bir mücadele yöntemimiz var. İktidar ve dünya eksenli hayat tasavvuru ve mücadele yöntemleri, pragmatizmin çürütücü etkisiyle ilkesizliğe yol açarak, insanların İslami kimlik ve ahlaki değerler alanında bile savrulmalarına, iktidar olma ya da iktidarda kalma uğruna büyük tavizler vermelerine sebep olmaktadır.

Bilmeliyiz ki, cahiliye kültür ve kavramlarıyla kuşatılmış zihinlerin, inzal edilmiş olanı geçici olarak da olsa ihmal edip erteleyerek, bâtıldan ödünç alınan fikir, kavram ve modellerle, özgün düşünce, siyaset ve gelecek tasavvuru inşa etmeleri mümkün değildir. Çünkü işgali kanıksamış zihinler, zindan duvarlarını yıkmayı ve zindandan çıkmayı tasavvur etmek ve bu hedefe kilitlenmek yerine, gardiyanların “ehven-i şerr“ini seçmeye odaklanırlar. Zindan duvarlarını yıkmak yerine, kendilerine zindanda görece daha iyi davranacak, bazı imkânlar sağlayacak gardiyanın peşine takılmakta bir beis görmezler.

Egemen bâtıl rejimlerin demokrasi adı altında sunduğu “gardiyanını seçme özgürlüğü“nü kullanarak bu tür seçim süreçlerine katılanlar, cahiliyenin zindanından çıkma hedefini kaybederler.

Gardiyanını seçme süreçlerine katılanlar, zindandan asla çıkamazlar. Çünkü hep görece daha iyi gardiyan beklentisi ve arayışı içinde, giderek zindanı daha çok kanıksarlar. Bu sebeple tüm çabalarının sonucunda sadece aynı zindan içinde görece bazı rahatlıklara kavuşabilirler. Nitekim son dönemde Türkiye’de İslami kesimler zaviyesinden bu durum birebir yaşanmıştır.

Ufku sistem dışına ulaşamayanlar, sistemi aşan bir gelecek tasavvuruna sahip olmayanlar, yani ufku gardiyanın en iyisini seçmekle sınırlı olanlar, zindanda olduklarını ve bu kuşatmayı aşmak gerektiği perspektifini yakalayamazlar varsa da kaybederler. Hatta bazen bu kuşatmayı aşmak adı altında bile, “zindandayız ve gardiyanın en iyisini seçmek mecburiyetindeyiz, başka çaremiz yok misali çaresizlikler üreterek “ehven-i şer fıkhı oluşturmakla oyalanırlar. Gardiyanını seçme imkânını hürriyet sanıp en iyi gardiyanı seçme girdabına kapılanlar, yaşadıkları kuşatmayı gerçekten aşacak, zindan duvarlarını yıkacak inkılapçı bir zihne ve iradeye sahip olmayanlardır. Bu kuşatılmışlığa ve zindanlara razı olmuş, işgal altındaki hür olmayan zihinler, özgün, inkılapçı, dönüştürücü, inşa edici düşünceler, fikirler, projeler üretemezler. Hep bâtıl sistem (zindan) içinde daha iyisini arar dururlar. Müslüman için, insanların önündeki tercih masasına egemenlerin koydukları ya da bu masaya gelmesine izin verdikleri tercihlerden birisini seçmeye razı olmak, sistemi değiştirecek olan asıl tercihi devre dışı bırakmaktır ve bu büyük bir zillettir.

Müslüman, hiçbir şartta ve asla gardiyanlardan birini seçme zilletine razı olmamalıdır. Müslümana yakışan gardiyanlardan gardiyan seçmek değil, vahiyle inşa olan zihniyle zindan duvarlarını aşacak bir mücadeleyle, cezaevi duvarlarını, bâtıl sistemin kuşatma setlerini yıkıp içinde yaşadığı toplumlarda Kur’anî bir inkılâbı gerçekleştirmeye tâlip olmaktır.

Hürriyetini kazanmış, egemen sistemden bağımsız düşünebilen zihinler, fizikî olarak ve bedenen zindana hapsedilseler ya da çok boyutlu baskı ve yasaklarla kuşatılmış olsalar bile, hür olan zihnin çabalarıyla zihnî planda inkılaplar yaşayıp özgün düşünceler üretebilirler. Yani bedeni zindanlarda olan hür zihinler, zindan duvarlarının engel olamadığı zihnî hürriyet alanlarında fıtratla vahyi bütünleştirip, Allah’a teslim olarak izzete kavuşurlar, sonuçta da, karşıtına sığınarak var olma zilletine sürüklenmeden, egemen cahiliyeden bağımsız, özgün düşünce ve projeler üretebilirler. Bu sebeple yapılması gereken ilk iş; coğrafî işgallerden önce zihnî işgalleri sonlandırmaktır. Bedenlerimizi zindanlardan ve fizikî alanlarımızı kuşatmalardan kurtarmadan önce, zihinlerimizi kuşatma ve zindanlardan kurtarmaktır.

Rasûlullah (s) ve ashabı, ekonomik ve sosyal boykotların, ambargoların, işkencede öldürmelerin yaşandığı ve bu haliyle “F Tipi” cezaevinin şartlarından çok daha ağır olan Mekke ortamında, gardiyanların görece daha iyisini tercihi bırakın, sistem içinde kalmak kaydıyla Mekke’nin en üst yöneticisi olmak imkânı sunulduğu halde, bir avuç denebilecek sayıdaki mü’minleri işkence ve katledilmekten kurtarmak maslahatı için bile bu imkânı kabul etmeyip reddettiler.

Kur’an’la büyük cihadı ikame ederek illa bu sistemi değiştirmeye ya da geçici olarak, hicretle bir nevi tünel kazıp cezaevinden kurtularak, dışarıda oluşturulan yeni imkânlarla her halükârda bu cezaevi sistemini yıkmayı hedeflemiş inkılâbî bir ruhu asla terk etmediler. Cezaevi gardiyanlarından görece daha iyisini tercih yerine, bu köklü inkılâba kilitlendiler ve bu hedefe aykırı düşecek, bu temel hedeften uzaklaştıracak, bu ilkesel stratejik yürüyüşe zarar verecek konjonktürel taktiklere asla tevessül etmediler. Allah da, bu uzlaşmaz, ilkeli ve tavizsiz mücadeleleri, adanmışlık ve fedakârlıkları sebebiyle onlara vadettiği yardımını ihsan edip çabalarını bereketlendirdi ve zindan duvarlarını yıkarak onları hedeflerine ulaştırdı.

“Demokrasiden başka çaremiz mi var? Bizim Kavramımız ve modelimiz yok, bu sebeple batıl kavram ve modelleri ödünç almak zorundayız” diyenler mağlubiyet psikolojisiyle karşıtına sığınarak var olmaya çalışanlardır

Çok daha zor şartlarda Rasûl’ün (s) ve ilk neslin kavram ve modeli var mıydı? Vahiy daha yeni inzal oluyor, siyasal kavram ve modelin temel taşları Mekke’de konsa da tamamlanması Medine’de gerçekleşiyordu. Çok daha rahat şartlardaki bugünkü Müslümanların dedikleri gibi, Rasûlullah ve arkadaşları Mekke’de ne yapalım bizim siyasal kavram ve modellerimiz yok, zaruret sebebiyle ve geçici olarak ödünç almak suretiyle bâtılın bazı kavram ve modellerini tercih edebiliriz” dediler mi? Hayır!

Tam tersine şirk sisteminin kendilerine yapacağı bütün uzlaşma tekliflerini bile akamete uğratacak şekilde en yüksek seviyeye oturttular hedef ve talep çıtalarını. “Göklerde ve yerde tek ilah ve hükümdarın Allah olduğunu”, (Zuhruf 84), “yaratmanın da, emretmenin de O’na ait olduğunu (Araf 54), “yalnızca O’na itaat edilip O’nun şeriatıyla hükmedilmesi gerektiğini (Casiye 18) ve “hevânın hakimiyetine, ilahlığına son verilmesi icap ettiğini” (Casiye 23), açıkça söylediler ve bundan asla taviz vermediler.

Şûra Sûresi 21. ayetteki hüküm gereğince, Allah’ın dinde izin vermediklerini şeriat/yasa yapan otoriteleri ve onların ilahlığını asla kabul etmeyeceklerini açıkça haykırıp en zor şartlarda bile tavize yanaşmadılar. Talep ve hedef çıtasını asla daha aşağıya indirmediler. Egemen statüko ve statükonun dini ile entegrasyona, uzlaşmaya asla ve hiçbir maslahatla yanaşmadılar. Ancak Allah’ın hükmüyle hükmedilmesi gerektiğine dair talep ve hedeflerini sürekli diri bir biçimde gündemde tuttular. İşte en üst seviyeye konulmuş olan bu çıtanın altındaki bütün tavizler ve uzlaşma teklifleri reddedildi. Bâtılla uzlaşmadan ve bâtıla tâbi olmadan, bağımsız ve hür zihinleriyle özgün bir ahlak ve alternatif bir yapı ortaya koydular. Başka düşünce ve modellerin peşinden gitmek yerine vahye dayalı özgün düşünce ve amellerle güzel örneklik oluşturup tüm insanlığı kurtaracak bir model oluşturdular.

Vahyin ilk şahidi olan Rasûlullah’ın (s) önderliğindeki ilk neslin bu güzel örnekliğini İslamî mücadele stratejisi olarak esas alıp “Nebevi Yöntem“de ısrar eden Müslümanlar bugün “romantik hayalcilikle nitelenip dışlanmaktadırlar.

Zihnen özgürleşmemiş olan ezilenler, ezenlerine öykünüp, onların kavram ve modellerinden başka çıkış olmadığı zannına kapılıp, daha fazlasına, özgün modeller oluşturmaya güçlerinin yetmeyeceğine inanırlar. Çaresizlikler üretip, “başka çaremiz mi var?” “ne yapalım bizim kavramlarımız modelimiz yok, batıl kavram ve modelleri ödünç alacağız” demeye başlarlar. İlkeli ve tavizsiz bir tevhidi duruşla Allah’ın yardımını hak ettiklerinde, normal şartlar altında olamayacak gelişmelerin Allah’ın yardımıyla gerçekleşebileceğine dair ilahi taahhüdü bile unutup, zihinlerini kuşatan seküler mantıkla verili sistem içi düşünmeye, sistem içi alternatifler aramaya daha yatkın hale gelirler. Zihinlerini kuşatan seküler paradigmanın düşünce kodlarını, kalıplarını taklitten kurtulup, özgün düşünce ve modeller üretme performansı gösteremezler. İşte bu yenilgi/mağlubiyet psikolojisidir.

Zihinsel esareti aşarak vahiyle arınmak suretiyle tam anlamıyla hür olmayı ve egemen sistemin sınırlarını aşan bir ufka, bir gelecek tasavvuruna sahip olmayı başaramayan zihinler, ne kadar Kur’an okurlarsa okusunlar özgün bir İslamî bakış açısına sahip olamamaktadırlar. Allah’ın “festekım kema umirte” “emrolunduğun gibi dosdoğru ol“(Hud:112) emrine ve “zalimlere meyletmeyin size ateş dokunur (Hud: 113) uyarısına rağmen, istikameti korumak konusunda sıklıkla zaafa düşülmekte ve “zalimlere meyletmek” yaygın biçimde yaşanan acı bir gerçeklik olarak ortaya çıkmaktadır.

Tevhidî uyanış süreci öbeklerinin büyük kısmı, söz konusu edilen Hak-bâtıl karşımı eklektik düşünce ve pratiklere, kitlelerin yer aldığı geleneksel ve modern cahiliyeye doğru dönüşüm geçirmeye 28 Şubat sürecinden itibaren başlamışlardı. AKP döneminde ise, darbe sürecinde istikameti koruyanların da çok büyük kısmı bu savrulma sürecine dâhil olmuşlardır. Böylece sistem içi siyasete “aktif destek” vermek ve sistem içi laik demokratik siyaseti sahiplenip savunmak, ona meşruiyet kazandırıcı açıklamalar yapmak zirve yapmıştır.

Sistemin belirlediği gündemlere, sistem içi siyasal gelişmelere takılı kalmak, abartılı misyonlar yüklemek ve bu minvalde gelişen her olaya ve dışımızda belirlenen seküler gündemlere cevap yetiştirmeye, tavır belirlemeye kalkışmak, giderek Kur’an eksenli tefekkürden koparıp, sistem içi ve demokrasi eksenli düşünce üretmeye doğru savrulmaları yaygınlaştırmaktadır. Sonuçta ise, tevhid ekseninde başlayan mücadele giderek demokratik bir mücadeleye doğru evrilmektedir.

Bu sebeple, imani, sosyal ve ahlaki planda vahye şahidiliği öne almanın önemini kavramalı, açık İslami kimlik ve ilkelere dayalı siyasal şahidliği de bu emin zemin üzerine inşa etmek gerektiğini anlamalıyız. Tıpkı siyasal sistem değişikliğinin, ancak sosyal planda yaşanacak tevhidi toplumsal dönüşüm sonucunda Allah tarafından takdir edileceği gibi, İslami mücadelede de siyasal plandaki şahidlik çabamız, topluma örneklik teşkil edecek sosyal plandaki şahidlik sorumluğumuzun gereği yerine getirilerek sağlanacak zemin üzerine oturtulmalıdır.

Kalp, ahlak, kardeşlik hukuku ve toplumsal ilişkileri vahiyle inşa anlamında vahyin sosyalleştirilmesi ve bütüncül ibadet algısı ihmale uğrayınca, entelektüel boyutu yüksek, siyasi söylemi güçlü, ama İslami kimlik, ahlak ve Kur’ânî dâveti, bütüncül olarak ve hakkıyla temsil etmekten uzak kalan, vahye şahidliği kuşatıcı biçimde yapamayan müntesiplerimiz çoğalmaktadır.

Bu sebeple de, tevhîdî dâvet ve şahitlik açısından sorunlu davetçilerin çoğalması ve kuşatıcı, olgun bir ahlaka sahip örneklerin azlığı sebebiyle de, toplumsal dönüşüm bakımından etkisiz ve temsil zaaflı bir konuma sürüklenmekteyiz. Bu tür bir konumda ısrar edilir, Allah rızası için yapılan uyarılar da sert tepkilerle susturulmaya, hatta karalanmaya çalışılırsa ve “ruczdan hicret”le arınma ve ıslah çabasından uzak durulursa, kaçınılmaz olarak sonuç vahim olacaktır. Böyle bir hal ile ortaya konan siyasal şahidlik, eklektik ve sekülerlikle karışık bir muhteva taşıyacak ve sonuçta topluma yönelik tevhîdî bir dâvet ve şahidlik görevi hakkıyla yapılmamış olacak, toplumdaki dönüşüm de, ister istemez ortaya konan bu hak-batıl karışımı, İslam-demokratikleşme sentezi istikametinde gerçekleşecektir.”

İlginizi çekebilir

Suçumu Seviyorum -I (Kendi Sesinden Şiir)

Zalimler “suç” saydılar, İslamî yolumuzuİslam şerefimiz, seviyoruz “suç”umuzu Bismillâhirrahmânirrahîm Birinci 28 Şubat darbe ve zulüm ...

Bir yanıt yazın