Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Konferans / Sahih İman, Hayatın Bütününe Kur’an’ın Bütününü Hâkim Kılma Çabasıyla İspat Edilen İmandır

Sahih İman, Hayatın Bütününe Kur’an’ın Bütününü Hâkim Kılma Çabasıyla İspat Edilen İmandır

Allah’ın İndirdikleriyle Hükmetmeyenlerin Mü’min ya da Müslim Olmadıkları, Kur’an’ın Başka Ayetlerinde de Ortaya Konmuştur.

İnsanların Çoğu Sözle Değil, Hâl İle İnkâr Ederler

İnsanlar dünyada, çoğunlukla bir şeyi yapmak ya da yapmamak suretiyle ortaya konan ve süreklilik arz ederek kanıksanan yanlış/bâtıl tercihlerle, (vahye aykırı tutum ve davranışlarla, yani tercih edilen hayat tarzıyla, hayatı Kur’ân’a uygun yaşamamakla) din (hesap/ceza) gününü/âhireti yalanlarlar/inkâr ederler.

Kur’ân’da yer alan birçok âyetten anlaşıldığına göre, insanı kurtuluşa ulaştıracak olan, “iman edip sâlih amel işleyenlerden” olmaktır. Bir kişi, sözle iman ettiğini söyleyip kalbi ile tasdik etmiş bile olsa, eğer daha sonraki hayatında iman ettiği değerleri hayata taşıma gayreti içine girmiyor, iman ettiği Allah’ın emir ve yasaklarına uyma sorumluluk bilinciyle hayatını sadece Allah’a tahsis edip ibadet kılma çabası göstermiyorsa, başlangıçta oluşan teorik imanın yaşaması mümkün değildir.

Bu sebeple, Rabbimizin katında makbul olan iman, sözle/kaal ile ifade edilen değil; hâl ve fiiliyat ile isbat edilen imandır. “Müslümanım” diyenlerin çoğunluğunda yaşanan acı bir gerçek olan, hayata yansımayan ve hayata yön vermeyen iman iddiası boş bir iddiadır. İmanın; sözle ifade edileni değil, hâl ile isbat edileni Allah katında makbuldür. Aynı şekilde, dâvetçinin, (hayatında yaşamadığı bilgileri konuşma anlamında) sözle yaptığı tebliğ tesirli ve makbul değil, söylediğini önce kendisi yaşayan dâvetçinin hâl ile yaptığı tebliğ tesirli ve Allah katında makbul olandır. İşte hâl ile iman ve hâl ile tebliğ söz konusu olduğu gibi, hâl ile inkâr da söz konusu olup, insanların çoğunluğu sözle değil de hâl ile inkâr ederler.

İnşikak Sûresi 20-25. âyetlerde önce; “Onlara ne oluyor da iman etmiyorlar?” sorusu sorul­duktan sonra; “Onlara Kur’ân okunduğu zaman secde etmiyorlar” deniyor. Kur’ân’ın okunup öğüt alınması ve içeriğindeki emirlere secde edilmesi, yani itaat edilmesi için inzâl edildiği vurgulanıyor. Kitap’a imanın gereğinin de, onu okuyarak hükümlerine secde/itaat edilmesi oldu­ğu hatırlatılıyor. “Neden iman etmiyorlar?” sorusu aslında şunu ifade etmektedir: “Kendilerine Kur’ân okunduğunda, Kur’ân hükümleri tebliğ edildiğinde neden secde/itaat etmi­yorlar?”

Daha sonraki 22-24. âyetlerde ise, bunların (yani Kur’ân okunduğunda secde/itaat etmeyenlerin) inkârcı­lar, Kur’ân’ı yalanlayanlar olduğu ve sonunda “elem dolu bir azaba” sürüklenecekleri bildiriliyor. Hemen ardından gelen 25. âyette ise; “Ancak iman edip de sâlih ameller iş­leyenler başka. Onlar için, bitmez tükenmez bir mükâfa­at vardır” hükmüne yer veriliyor.

Bir daha altını çizecek olursak, 20 ve 21. âyetlerde; “Neden iman etmiyorlar ve Kur’ân okunduğunda secde etmiyorlar?” dendikten son­ra böyle yapanlar inkârcı ve yalanlayanlar olarak nitelenip âkıbetlerinin elim bir azap olduğu ifade edilmişti. Kurtu­luşa, bitmez, tükenmez mükâfaata götürecek yolun ifade edildiği 25. âyette ise, azâba götürecek niteliklerin sayıldığı önceki âyetlerdeki “iman etmeyip secde etmeyenler” ni­telemesinin yerine “iman edip de sâlih ameller işleyenler” nitelemesi yapılıyor. Yani “iman etmemenin” yerine “iman etme”, “secde etmemenin” yerine ise “sâlih amel işleme” yani “secde etme” konuyor. Çünkü “secde”, iman edilen Kitap’a ve Kitap’ta geçen emir ve yasaklara itaat et­mek, onları sâlih amele dönüştürmektir.

Bir başka âyette, Mü’minlerin vasıfları sayılırken de; “Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, (İslâm uğ­runda) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredenler, kötülükten sakındıranlar ve Allah’ın sınırla­rını koruyanlar; sen (bütün) Mü’minleri müjdele”[1] deni­lerek müjdeye müstahak olan Mü’minlerin vasıfları içinde hem ibadet etmeleri, hem de ayrıca rükû ve secde etmeleri zikredilmiştir. Bu rükû ve secde, bütün hayatın Allah’a bo­yun eğdirilip itaat ettirilmesi olarak anlaşılmalıdır.

Evrendeki bütün varlıkların, en küçük canlıdan melek­lere kadar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar gibi göklerde ve yerde olanların hepsi ile insanların ise bir kısmının, Allah ne emretmişse onu yerine getirmek anla­mında secde/itaat ettikleri Hac Sûresi 18. âyette ve Nahl Sûresi 49-50. âyetlerde zikredilmiştir. Nahl Sûresi 49. âyet­te bütün varlıkların büyüklenmeksizin Allah’a secde ettik­leri beyan edildikten sonra, 50. âyette bu secdenin itaat olduğu açıklanmıştır. Demek ki, iman iddiasına rağmen secde ve itaat etmeyen, iman ettiği hüküm, değer ve ölçüleri hayatına hâkim kılmayan, yani imanını filili iman olan salih amele dönüştürmeyen kişi, aslında sözle söylediği imanını, yaşantısıyla, ahlakıyla, hal ile inkâr etme konumuna sürüklenmiş demektir.

Rabbimiz bazı âyetlerinde âhirete imanı ifade ederken “yakîn” kelimesiyle birlikte zikreder: “…Âhirete de kesin (yakîn) olarak inanırlar.”[2] “Kur’ân, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve âhirete de kesin (yakîn) olarak inanan mü’minler için bir hidâyet rehberi ve bir müjdedir.[3] Yakîn olarak iman etmek demek, şeksiz şüphesiz kesin bir şekilde iman etmek demektir. Bu kesin imanın sonucu ve göstergesi ise, hayatın bütün alanlarında bir şey yapacağı ya da yapmayacağı zaman, “âhiret var hesap var, ben bu yaptığımın ya da yapmam gerektiği halde yapmadığımın hesabını Rabbime nasıl veririm endişesi” içinde olmaktır. Ve bu âhiret ve hesap bilincini, tüm hayat alanlarında ölene kadar diri ve egemen tutmaktır. Müslüman olduklarını iddia edenler, istedikleri kadar sözle, Allah’a, Kur’ân’a, Rasûle, âhirete ve hesap gününe iman ettiklerini söylesinler, eğer bu imanları hayata yön vermiyor, hayatın tüm alanlarında yapıp ettiklerini belirlemiyorsa, sözleriyle iddia ettikleri imanlarını halleriyle, hayatlarıyla, amelleriyle yalanlayıp inkâr ediyorlar demektir. Allah’a ve âhiret gününe iman edenler, Allah’ın emir ve yasaklarına uyma sorumluluk bilinciyle takvâyı kuşanmak suretiyle dünyevîleşme sapmasından sakınarak hayatı ibadet kılmaya çalışırlar.

“Onlar, Allah’a ve âhiret gününe inanırlar. İyiliği emrederler. Kötülükten men ederler, hayır işlerinde birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar sâlihlerdendir.”[4] “Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız.”[5] “Kim de ahireti isterse ve tüm çabasıyla onun için çalışırsa, o mümindir ve böyle yapanların çalışması övülmeye değerdir.”[6]

Bu âyetlerde, âhirete iman edip âhireti dileyen bir mü’minin, iyiliği emredip kötülükten sakındırma görevini yerine getirmesi ve hayır işlerinde yarışması, âhirete imanın gereği olan işleri yapmak için çalışıp, sâlih ameller yapma çabası içinde olması gerektiği açıkça bildirilmektedir. İsrâ Sûresinin başka âyetlerinde de, Kur’ân’ın doğru yola ileteceği bildirildikten ve bu Kitab’a uyarak sâlih amel işleyenlere büyük ecir müjdesi verildikten sonra “âhirete inanmayanlar için de acı bir azab hazırlandığının” haber verilmiş olması dikkat çekicidir. Söylenmek istenen şudur; doğru yola ileten Kur’ân’ın bildirdiği yola girmeyen ve bu Kitab’ın emrettiği sâlih amelleri yapmayan kişilerin bu halleri, bu tercihleri, âhirete inanmadıklarını ortaya koymaktadır. “Şüphesiz, bu Kur’ân, en doğru yola iletir ve sâlih amellerde bulunan mü’minlere, onlar için gerçekten büyük bir ecir olduğunu müjde verir. Ve şüphesiz, âhirete inanmayanlar için de acı bir azab hazırlamışızdır.”[7]

Buna rağmen, insanların çoğunun sözle iman ettiklerini ya da Müslüman olduklarını söylemelerine rağmen, hal ile yalanlamalarına/inkâr etmelerine dikkat çeken âyetlerden bazı örnekler verelim:

İnfitar Sûresinde şöyle buyrulmaktadır: “Hayır hayır, siz dini (hesabı ve cezayı)  yalanlıyorsunuz.” Oysa üzerinizde koruyucular var.” Değerli yazıcılar” “Onlar, siz her ne yaparsanız bilirler.”[8] Görüldüğü üzere bu âyetlerde, dini ve hesabı yalanlayanlara hitaben, “oysa üzerlerinde koruyucu ve yazıcı meleklerin olduğu ve bütün yaptıklarını bildikleri, kayda geçtikleri”nin haber verilmesi dikkat çekicidir. Onların imanlarına değil de işledikleri amellere vurgu yapılması suretiyle, aslında insanların yaşantılarıyla, amelleriyle dini ve hesabı yalanladıklarına dikkat çekilmiş olmaktadır.

Nitekim, Fatır Sûresinde açık biçimde haber verildiği üzere, cehennemdekiler, fayda etmez bir pişmanlıkla geri dönmek isterler ve Rabbimize “bizi geri döndür de iman edenlerden olalım” demezler, bizi buradan çıkar ve dünyaya döndür de sâlih amel işleyelim” derler. “Onlar cehennemde, ‘Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar ki dünyada iken işlemekte olduğumuzdan başka ameller, sâlih ameller işleyelim’ diye bağrışırlar.”[9]

Müddessir Sûresinde ise şu bilgiler verilir; “Onlar cennetler içindedir. Günahkârlara: Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir? diye uzaktan uzağa sorarlar. Onlar şöyle derler: “Biz namaz (salat daha geniş manasıyla ibadet olarak alınabilir) kılanlardan değildik.” “Yoksula yedirmezdik.”Bâtıla dalanlarla birlikte biz de dalardık.” (Hesap ve) “Ceza gününü de yalanlıyorduk.”, “Nihâyet bize ölüm gelip çattı.”.[10] Burada dikkat edilmesi gereken şudur: Cehennemdekiler, burada bulunma sebeplerini sıralarken, “biz iman etmiyorduk” diye başlamamakta, hayattayken “ibadet yapmadıklarını, yoksulu doyurmadıklarını, bâtıla dalanlarla beraber daldıklarını”, yâni vahye uygun bir hayat yaşamadıklarını ifade ederek, Allah’ın emirlerini ve yasaklarını sürekli ihlâl eden bir dünya hayatı geçirdiklerine dair hususları sıralamakta ve sonunda böylece “ceza gününü de yalanlıyorduk” açıklamasını yapmaktadırlar. Yani cehennemde bulunma sebepleri, muhtemelen “iman ettik ya da Müslümanız” dedikleri halde, bu imana uygun bir hayatı yaşamamış, vahye şahidlik yapan bir hayat sürmemiş olmalarıdır. Ceza gününü de, işte bu bâtıl hayat tarzlarıyla, vahye aykırı hâlleriyle yalanlamış olmaktadırlar.

Mâun Sûresinde de aynı duruma örnek verilmekte ve bazı insanların, yetimi itip kakarak, yoksulu doyurmaya teşvîk etmeyerek, namazlarını ciddiye almayarak, namazdan gâfil davranarak, hayra mâni olarak “dini (hesap ve ceza gününü) yalanladıkları” bildirilmektedir: 1- “Dini (hesap ve ceza gününü) yalanlayanı gördün mü? 2- İşte o, yetimi itip kakar; 3- Yoksulu doyurmaya teşvik etmez; 4-5- Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar (namazdan gafildirler). 6-7- Onlar gösteriş yapanlardır; yardıma, hayra da mâni olurlar”. Hâlbuki bunlar, âhirete, hesap ve ceza gününe samimiyetle/yakîn olarak iman etmiş olsalardı, bunları yapmaktan uzak duracaklardı. Allah’a teslim olarak O’nun emir ve yasaklarına uyma sorumluluk bilinciyle hareket edeceklerdi.

Mutaffifîn Sûresinde ise, ölçü ve tartıda hile yaparak insanları aldatıp eksik vererek dünya kazancını arttırma hırsıyla hareket edenlerin “vay haline” denilmekte ve bunların doğrudan âhiret inançları sorgulanmaktadır. Bu kişiler, dünya çıkarını âhiret kazancına tercih eden bu tür tutumları sebebiyle “âlemlerin Rabbinin huzurunda duracakları gün için diriltileceklerine” olan inançları sorgulanıp, eğer bu inançları olsaydı böyle davranmayacakları hatırlatılmaktadır.  “Ölçüde ve tartıda hile yapanların vay hâline! Onlar insanlardan (bir şey) ölçüp aldıkları zaman, tam ölçerler. Fakat kendileri onlara bir şey ölçüp, yahut tartıp verdikleri zaman eksik ölçüp tartarlar. Onlar, büyük bir gün; insanların, âlemlerin Rabbinin huzurunda duracakları gün için diriltileceklerini sanmıyorlar mı?”[11]

Nitekim yine Mutaffifîn Sûresinde bu husus daha açık biçimde ifade edilerek, “hesap ve ceza gününü ancak hükümleri çiğneyen ve günaha dalan kimselerin yalanlayacakları” bildirilmektedir:  “O gün yalanlayanların; hesap ve ceza gününü yalanlayanların vay hâline! Onu ancak hükümleri çiğneyen ve günaha dalan kimseler yalanlar.”[12] Görüldüğü üzere, kâfirler/inkârcılar, “kâfir olduklarını, inkâr ettiklerini söyleyenlerdir ya da iman etmediğini sözle ifade edenlerdir” denmiyor. Hesap ve ceza gününü, âhireti inkâr edenlerin “Allah’ın hükümlerini çiğneyenler, günaha dalan kimseler” olduğu bildiriliyor. Bütün bu âyetlerde ve Kur’ân’da yer alan daha fazlasında ifade edildiği üzere, insanlar çoğunlukla, Allah’ın hükümlerine uymayan amelleriyle ve günahlar tarafından kuşatılmış yaşantılarıyla yâni hal ile inkâr etmektedirler.

Bir diğer örnekte, Nuh (a.s.), tufan sırasında oğluna “…’Yavrucuğum, bizimle beraber sen de bin, inkârcılarla birlikte olma’ diye seslendi.” Ancak oğlu iman edip Tevhid gemisine binmeyerek dalgalara kapılıp boğulduğunda “oğlunun da kendi ailesinden olduğunu” beyan edince, Allah (c); Dedi ki: ‘Ey Nuh, kesinlikle o senin âilenden değildir. Çünkü o, sâlih olmayan bir iş/amel (yapmıştır). Öyleyse hakkında bilgin olmayan şeyi benden isteme’…”[13]

Görüldüğü üzere Rabbimiz, oğlunun kendi âilesinden olmadığını, çünkü onun, sâlih olmayan bir amel yapmış olduğunu ifade etmiştir. Çünkü babasının onda görmek istediği “salih amel”lerden hiçbiri kendisinde bulunmamaktaydı. Bu sebeple, Nuh’a oğlun “Sâlih olmayan bozuk ahlâk ve muamelâtı yüzünden artık senin sâlih ehlinden sayılamaz.” deniyor. Nuh’un (a.s.) ehli Müslüman olanlardır. Oğlu bile olsa bir Müslümanın, eğer Müslüman değilse ehli sayılmayacaktır. Peygamber çocuğu bile olsa sâlih amelin sahibi olmadıkça babasıyla bir ilgisi olmayacaktır. Eğer o da Müslüman olsaydı, babasının imanını ve amelini paylaşsaydı elbette onunla birlikte cennete gidecekti. Ama imanı ve ameli olmayan birisini nesebi kurtaramaz.

Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amellerde bulunanlar başka; işte onların günahlarını Allah iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.”[14] “Ancak kim tevbe edip iman eder ve salih amellerde bulunursa artık kurtuluşa erenlerden olmayı umabilir.”[15] “İman edip salih amellerde bulunanlar ise; biz şüphesiz onların kötülüklerini örteceğiz ve şüphesiz yaptıklarının en güzeliyle karşılık vereceğiz.”[16]

Ayrıca, bilinmelidir ki, sadece iman ettim diyenlerin kurtuluşa ereceğine dair bir tek âyet yoktur. İman ve sâlih amelin hep ard arda zikre­dilmesi, sâlih amel olmaksızın sadece iman ettik demekle kurtuluşun mümkün olmaması sebebiyledir. İman olma­dan yapılan amel, sâlih amel olmaz. Bu kişilerin yaptıkları zahiren hayırlı ve olumlu ameller bile boşa gider. Bu tür ameller, yalanlayanlara ancak dünyada ve insanlar nezdin­de bir olumlu görüntü ve itibar sağlasa da, Allah nezdinde hiçbir karşılığı olmaz. Kur’ân’da inkârcıların, yalanlayan­ların, şirk koşanların amellerinin boşa çıktığı haber verilmektedir.[17] Sâlih amel olmadan da, başta teorik olarak kalpte oluşan iman uzun süre yaşayamaz. Çünkü Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı yaşantıyla günahın kendisini kuşattığı kişi imanını kaybeder. İman iddiası, yaşanan hayat ve sâlih amellerle ispat edilmedikçe bir iddiadan öte geçemez.

İnsanlar imtihan alanı olan dünyada, daha çok şu iki se­beple imanlarının gereği olan hayatı yaşamaktan, imanın ispatı mahiyetinde sâlih ameller işlemekten taviz verirler ve imtihanı kaybederler: Korku ve çıkar. Rabbimiz Bakara Sûresi’nde imtihan olacağımız bu konular hakkında şu bil­giyi vermektedir: “Andolsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mal­lardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.”[18]

Ankebût Sûresi’nde de şöyle buyurmaktadır: “İnsanlardan öyleleri vardır ki, “Allah’a iman ettik” derler. Ama Allah uğrunda bir ezâya uğratılınca, in­sanlardan gördükleri baskı ve işkenceyi Allah’ın azabı gibi tutar…”[19]

İşte dünya imtihan alanında birçok insan egemen tâğûtların, zalimlerin zulmünden korkarak onların hayat tarzlarına uyum sağlarlar, Allah’ın emir ve yasaklarına uy­maktan uzaklaşırlar. Hâlbuki Allah da, böyle bâtıl bir ter­cih yapmaları ve vahye aykırı bir hayat yaşamaları hâlinde azâb edeceğini bildirmektedir. İnsanların eziyetiyle Al­lah’ın azabını bir tutup insanların yapacakları eziyetlerden korkarak taviz vermek, Allah’ın azabından değil de insan­ların eziyetinden korkmak anlamına gelir ki, bu hâl iman mantığıyla bağdaşmaz.

Mâide Sûresi 44. âyette de insanların aynı iki sebeple yani korku ya da çıkar sebebiyle Allah’ın hükmüyle hük­metmekten uzaklaşacakları bildirilmektedir: “… Şu halde, siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin/(sat­mayın). Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirle­rin ta kendileridir.”

Bu âyette, Kitap’ın muhafazası ve şahidliği sorumluluğu olan hükmetme mevkiindeki Mü’min/Müslim kişilerin, bu görevleri sırasında kalplerinde Allah’ın hükmüyle hükmet­mek gerektiğine imanlarını korudukları halde, korku ya da çıkar sebebiyle; “Allah’ın hükmüyle hükmetmemek” şek­linde ortaya koydukları bâtıl amelleri onların imanlarını yok etmekte ve küfre girmelerine sebep olmaktadır.

Haşr Sûresi 18. âyette ise Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının (it­tekullah) ve herkes, yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın. Allah’a karşı gelmekten sakının (vet­tekullah). Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”

Görüldüğü üzere, Allah’ın azabından korkup sakının ve Allah’ın emir ve yasaklarına uyma sorumluluk bilincini kuşanın anlamına gelen iki “ittekullah” ifadesi arasında “her nefis yarın/âhiret için önceden ne hazırladığına, ne gönderdiğine baksın” deniliyor. Yani “hangimizin daha güzel ameller yapacağımız” konusunda imtihan olduğu­muz kısacık dünya hayatında, Allah’ın azabından korkup sakınarak O’nun emir ve yasaklarına uyma sorumluluk bilincini kuşanmak suretiyle yarın/(âhiret) için ne gönder­diğimizi sürekli sorgulamamız ve sürekli böyle bir hazırlık içinde olmamız gerektiği hatırlatılıyor. Âyetin sonunda ise, yine yaptığımız ve yapacağımız amellerimize ve yaşadığı­mız hayat tarzına vurgu yapılarak; “Şüphesiz Allah, yap­tıklarınızdan haberdardır” deniliyor. Bakın “imanınızdan haberdardır” denmiyor; “Yaptıklarınızdan haberdardır” deniliyor. Çünkü lafzen iman ettiğinizi söylemeniz yetmez, bu imanınızı imtihan alanında amellerinizle, yaşantınızla ispat etmeniz gerekiyor.

Aynı sûrenin bir sonraki 19. âyetinde ise; “Allah’ı unu­tan ve bu yüzden Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar fasık kim­selerin ta kendileridir” buyuruluyor. İman iddiasına rağ­men hayatın tümünde ya da herhangi bir alanında sürekli biçimde Allah yokmuş gibi davranılıyor, Allah’ın hüküm­leri sürekli biçimde hayat dışına itilip hevâya ya da tâğût­lara tâbi olunuyorsa, bu tutum “Allah’ın zikrinden yüz çevirmek”, “Allah’ı unutmak”, “hesabı ve âhireti ciddiye almamak” demektir. İşte âyette, Müslüman olduklarını ve iman ettiklerini iddia etmelerine rağmen böyle bir tercihte bulunarak Allah’ı unutanlara, Allah’ın da kendilerini unut­turacağı bildirildikten sonra, bunların Müslim değil “fâsık kimseler” olduğu ifade ediliyor.

Rabbimiz Muhammed Sûresi 7. âyette; “Ey iman eden­ler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz (emrini tutar, dinini uygularsanız) O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz (sabit kılar)” buyurmakta­dır. Yani; “Emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun” emrinin gereğini yerine getirip Allah’ı razı edecek bir istikameti ko­ruyabilmek ve Rabbimizin ayaklarımızı sırât-ı müstakîm üzere sabit kılması için, bizim O’nun dinine yardımcı ol­mamız, emir ve yasaklarına uyarak takvâyı kuşanmamız gerektiği beyan edilmektedir. Bunun için iman etmek yet­memekte, imandan sonra O’nun dininin yardımcıları ko­numunda İslâm’ı yaşamak ve bu uğurda mücadele etmek de gerekmektedir.

İşte bu sebeple, İsâ (as) havarilerine Allah yolunda yardımcılarım kim diye sorduğunda; “Havari­ler, “Biziz Allah yolunun yardımcıları. Allah’a iman et­tik. Şahid ol, biz Müslimleriz/Müslümanlarız” dediler.”[20] Görüldüğü üzere ancak Allah’a iman ettikten sonra Allah yolunun yardımcıları olmak için güçleri yettiğince çaba gösterenler “Müslimler/Müslümanlar” olma şerefine hak kazanmaktadırlar.

 

Kurtuluşa Erenler, Sadece İman Edip Sâlih Amel İşleyenler Olacaktır

Kur’ân’a göre, Allah’ın rızasını kazanıp kurtuluşa erebil­mek ve cennete ulaşabilmek için sözle iman ettiğini ifade etmek, Mü’min ve Müslüman olduğunu söylemek asla ye­terli değildir. Bu hedefe ulaşabilmek, Allah’ın rahmetine ve cennetine kavuşabilmek, ancak imandan sonra onun ispatı mahiyetinde sâlih ameller işlemek ve Kur’ân’a uy­gun bir hayat yaşamak şartıyla mümkün olabilir. Kur’ân’da kurtuluşa ve cennete kavuşacak olanlardan bahisle “iman eden ve sâlih amel işleyenler” ifadesi 58 defa geçmektedir. Ve “sâlih amel işleyenler” ifadesi, sadece namaz ve zekât gibi dinin erkânından olan amellere ait olmayıp; usûl, füru, farz, nâfile, ibâdet, muamelât, Allah rızasına muvafık ve salâha hizmet eden, hayra yarayan bütün faydalı amelleri içerisine almaktadır.

“İman edip sâlih amelleri işleyenler, namazı kılan, zekâtı verenlere gelince, onlara Rableri katında mükâ­fat vardır.”[21]

“İman eden ve sâlih amelleri işleyenleri altlarından ırmaklar akan cennetle müjdele!”[22]

“İman eden ve sâlih amelleri işleyenlere gelince, iman­larından dolayı Rableri onları altlarından ırmaklar akan nimet cennetlerine iletir.”[23]

“Kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse, sâlih amel iş­lesin ve Rabbine ibâdette hiç kimseyi ortak etmesin.”[24]

“Ne mallarınız, ne de evlatlarınız size huzurumuzda bir yakınlık sağlamaz. Ancak iman eden ve sâlih amel­ler işleyenler müstesna. Onlara yaptıklarının fazla­sıyla kat kat mükâfat vardır. Ve onlar oralarda güven içindedirler.”[25]

“…Kim Allah’a ve âhiret gününe iman eder, sâlih amel işlerse, elbette onlara korku yoktur ve onlar üzülmeye­ceklerdir.”[26]

İman olmadan, sâlih amelin kişiyi kurtaracağını söy­lemek son derece yanlıştır. Zira, amelin, imansız kabul edilemeyeceği açıktır. Keza şirk koşanların ya da Allah’a ve Rasûlüne itaat etmeyenlerin amellerinin boşa gideceği bizzat Kur’ân’da bildirilmiştir: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin. Amellerinizi boşa çıkarmayın.”[27]

“Halbuki âyetlerimizi ve âhirete kavuşmayı yalan­layanların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar, yapmakta oldukları amellerden başka bir şey için mi cezalandı­rılırlar!”[28]

Allah katında makbul olan sâlih amel, ancak o amelin Mü’min olarak yapılma­sıyla mümkündür. Mü’min olmayanın zâhiren sâlih amel olarak görünen ameli geçersizdir ve sahibine âhirette bir şey kazandırmaz: “Şu halde, kim Mü’min olarak bir sâlih amel işlerse, çalışması asla inkâr edilmez. Şüphesiz biz onu yaz­maktayız.”[29]

Mükâfatlandırılacak olanlar, ancak Mü’min olarak sâ­lih ameller işleyenlerdir: “Kim de O’na sâlih ameller işlemiş bir Mü’min olarak gelirse, işte onlar için yüksek dereceler vardır.”[30]

“Erkek ve kadından her kim iman ederek sâlih amel işlerse işte onlar, cennete girecekler, orada onlara he­sapsız rızık verilecektir.”[31]

“Yoksa kötülük işleyenler, kendilerini, inanıp sa­lih amel işleyenler gibi kılacağımızı; hayatlarının ve ölümlerinin bir olacağını mı sanıyorlar? Ne kötü hü­küm veriyorlar!”[32]

“Kör ile gören, iman edip salih ameller işleyenler ile kötülük yapan bir değildir. Siz pek az düşünüyorsu­nuz. Şüphesiz kıyamet saati, yaklaşarak gelmektedir; bunda hiç bir kuşku yok. Ancak insanların çoğu iman etmiyorlar. Rabbiniz dedi ki: “Bana dua edin, size İcâbet edeyim. Doğrusu bana ibadet etmekten büyük­lenen (müstekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kim­seler olarak gireceklerdir.”[33]

Bu âyetlerdeki ifadeler, aynı zamanda âhiret hayatı için bir başka delildir. Yukarıda âhiret hayatının mümkün ola­cağı ifade edilirken, burada da âhiretin akla ve mantığa uy­gun olduğu söylenmiştir. Kör ile gören nasıl bir olmazsa, iman edip sâlih amel işleyen ile kötülük yapan da âhirette aynı sonla karşılaşmaz. “Eğer âhiret ve hesap yoksa kötü­lük yapan ödüllendirilmiş olur, yaptığı kötülükler karşılık­sız kalır, nasıl olur da bunu düşünmezsiniz” denmiş oluyor.

Rabbimiz, aşağıdaki âyetler gibi birçok âyetinde, iman edenlerin iman ettikleri Kitap’ta; “Allah’a şirk koşmayın” emrini müteakip emredilen diğer kulluk görevlerini yerine getirerek imanlarını ispat etmelerini istemektedir ki, iman ancak o zaman tamamlanabilecektir. Meselâ İsrâ Sûresi âyetlerine bakalım: “Allah ile birlikte başka bir ilah edinme! Yoksa kı­nanmış ve kendi başına terk edilmiş olarak kalırsın. Rabbin, O’ndan başkasına ibadet/kulluk etmemenizi ve anne babaya iyilikle davranmanızı emretti. Şâyet onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlılığa ulaşır­sa, onlara; “Öf” bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle.”[34]

Rabbimiz; “Allah ile birlikte başka bir ilah edinme!” dedikten sonra Mü’min ve Müslim olan bir şahsiyetin ha­yatta neleri yapıp yapmaması gerektiğine dair emirleri­ni sıralamaktadır. İsrâ Sûresi’nin daha sonraki âyetlerinde de, imanın ispa­tı için yapılması gerekli ameller emredilmektedir. Sonunda da, eğer bunlar yapılmayıp başkaları tarafından istenenle­rin yapılmasının ise Allah’a eş koşmak olacağı uyarısı ya­pılmaktadır. “İşte bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdendir. Sakın Allah’la beraber başka bir ilah uydurma/edinme. Aksi halde kötülenmiş/kınanmış ve Allah’ın rahmetin­den uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılırsın.”[35]

Rabbimiz, En’âm Sûresi âyetlerinde ve Kur’ân bütünlüğünde, bireysel ve toplumsal hayatı düzen­leyen imânî, amelî, ahlâkî, hukûkî, sosyal, siyâsî ve ekono­mik temel kuralları, ölçüleri beyan ettikten sonra, En’am Sûresi 153. âyette şöyle buyurur: “Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur (sırât-ı müs­takîmimdir). Buna uyun. (başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte sakın­manız için Allah size bunları emretti.”

Rasûlullah (s) eline bir çubuk alıp, kuma dosdoğru isti­kameti gösteren bir çizgi çekiyor, aynı merkezden çıkan ve bu doğru çizginin iki tarafına yanlara doğru saparak giden birçok çizgiler çekiyor ve bu âyeti okuyor. Önce ortaya çiz­diği doğru çizgiyi kastederek, âyetin birinci kısmını okuyor:  “İşte bu, benim dosdoğru yolumdur (sırat-ı müstakî­mimdir). Şu halde ona uyun.” Sonra da yanlara çizdiği çarpık çizgileri kastederek, ikinci kısmını okuyor: “Sizi O’nun yolundan ayıracak (başka) yollara uyma­yın. Bunu size tavsiye etti (emretti), umulur ki korkup sakınırsınız.”

Dosdoğru yol, Kur’ân’da tekil olarak ifade edilen aydın­lığa çıkarıcı, kurtarıcı tek yol olan “nûr”u, yanlara çizilen diğer yollar ise, Kur’ân’da çoğul olarak ifade edilen “zu­lümât”ı oluşturmaktadır. Zulümât ise, kendi içinde hepsi de hüsrâna götüren pek çok farklı yoları barındırmaktadır. Bunlar, bir yelpaze gibi, karanlığın en koyu tonlarından en açık gri tonlarına kadar açılım gösteren, insanları kur­tuluşa ve aydınlığa çıkaran tek yol olan Allah’ın yolundan uzaklaştırıp saptıran bütün bâtıl yollardır. (Komünizm, ka­pitalizm, Kemalizm, ulusalcılık, sağcılık, solculuk, laiklik, demokrasi gibi modern cahiliyeyi de, tasavvuf, tarikat gibi hurafeci geleneksel cahiliyeyi de, teokrasi/ruhban hâkimiyeti, Hıristiyanlık, Yahudilik vb. muharref dinleri de, ilâhî vahye aykırı diğer bütün din, ideoloji ve modelleri de içine alır.)

Rabbimiz bir başka âyetinde ise şöyle buyurmuştur: “Kim de kendisine “dosdoğru yol” apaçık belli olduk­tan sonra, Peygambere muhalefet ederse ve Mü’minle­rin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şey­de (o yolda) bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o!”[36] Bu âyetleri müteakiben Rabbimiz, bâtıl yollardan koru­narak dosdoğru yolda kalıp cehennem azabından kurtul­manın ve rahmete müstahak olmanın yolunu sonraki âye­tinde şöyle ifade etmektedir: İndirdiğimiz mübarek Kitap’a uyarsanız, Allah’ın azabından korkup sakınarak emirlerine uyma sorumluluğunuzu yerine getirirseniz rahmete kavu­şursunuz: “İşte bu (Kur’ân) da mübarek bir Kitap’tır. Onu Biz in­dirdik. Ona uyun ve Allah’ın azabından korkup sakı­nın (emir ve yasaklarına uyma sorumluluk bilinci olan takvâyı kuşanın) ki, size rahmet edilsin.”[37]

Rabbimiz birçok âyetinde, bazı insanların “iman ettik” dedikleri halde gerçekte Mü’min olmadıklarını bize bildi­rerek, sadece iman ettik diyerek Mü’min olunamayacağını, kalbî bir samimiyetin ve tam teslimiyete dayalı bir itaatin de gerekliğini hatırlatmaktadır: “İnsanlardan öyle kimseler vardır ki; “Allah’a ve âhiret gününe iman ettik” derler; hâlbuki onlar, Mü’min de­ğillerdir. Bunlar Allah’ı ve Mü’minleri aldatmaya çalı­şırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir.”[38]

“İnsanlar; “İman ettik” demekle bir imtihana çekilme­den bırakılıvereceklerini mi zannediyorlar? Hâlbuki Biz, kendilerinden öncekileri de denemiştik. Allah, elbette imanlarında doğru/sâdık olanları ortaya çıka­racaktır ve elbette yalancı olanları da belirleyecektir.”[39]

İmanın varlığının en güzel ispatı, vahye sarılmak ve ge­reğince yaşamaktır. Çünkü vahiy, en temiz ve en sağlam kaynaktır. Vahye sarılmak, Allah’a bağlanıp, araya aracılar koymadan doğru olanı kendisinden almaktan başka bir şey değildir. Vahye sarılmaksızın Allah’a bağlanmak müm­kün değildir. Vahyin Mü’minlerden istediği, onu dinlemek ve ona tâbi olmaktır. Mü’min ve Müslim olmanın gereği, vahyi, Rasûlün örnekliğinde hayata hâkim kılmaktır.

“Aralarında hükmetmek üzere, Allah’ın Rasûlüne dâ­vet olundukları zaman, Mü’minlerin sözü ancak; “Din­ledik ve itaat ettik” demelerinden ibârettir. İşte asıl amaçlarına erenler bunlardır. Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse, Allah’tan korkar ve O’ndan sakınırsa, işte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”[40]

İman ettiğini iddia edenlerden, üstelik Kitap’ın bilgisine de sahip oldukları halde, o bilgiye uygun bir hayatı yaşa­mayanların, yani uygulamada Allah’a teslim olmayanların, hayatı vahye şahidlik yapmayanların, sonuç olarak bilgi­nin ahlâkını kuşanmayanların Müslim olmadıkları haki­kati akıldan çıkarılmamalıdır. Bireysel bazı şeklî ibadetleri yerine getirmek söz konusu olduğunda Allah’a ibadet/itaat ederken veya bazı hayat alanlarında Kitap’ın bazı âyetleri­ni uygularken, hayatın birçok alanında da Kur’ân’ın diğer hükümlerini uygulamaktan uzak durup hevâsının istekle­rine ya da tâğûtların hükümlerine itaat etmekte bir sakın­ca görmeyenlerin, aslında Kitap’a iman etmiş olmadıkları acı gerçeği birçok âyette ifade edilmektedir.

Şura 42.10 – Hakkında ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey; artık O’nun hükmü Allah’ındır. İşte Rabbim olan Allah. Ben O’na tevekkül ettim ve yalnızca O’na dönüp yönelirim.

En’am 6.121 – Üzerinde Allah’ın isminin anılmadığı şeyi yemeyin; çünkü bu fısk’tır (yoldan çıkıştır). Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli çağrılarda bulunurlar. Onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşriklersiniz.

Al-i İmrân, 32;De ki: “Allah’a ve elçisine itaat edin.” Eğer yüz çevirirlerse şüphesiz Allah, kafirleri sevmez.

Bir daha altını çizelim ki, Rabbimiz söz/kaal ile ifade edilen imanı yeterli bulmamakta, mutlaka yaşantıyla, ahlâk ve davranışlarla, yani hâl ile bu imanın ispatını istemektedir. Kur’ân, insan­ların çoğunun, sözle iman ettiklerini söylemelerine rağ­men hâl ile inkâr ettiklerini bildirmektedir.

Meselâ Hakka Sûresi’ndeki âyetlerde, Rabbimizin; “Tu­tuklayıp bağlayın ve cehenneme atın” emrini verdiği kişi­nin “Allah’a iman etmediği” ifade edilmekte ve bunun gös­tergesi olarak işlediği suçun da “yoksula yemek vermeye destekçi olmaması” gösterilmektedir: “(Allah buyruk verir:) “Onu tutuklayın, hemen bağla­yın. Sonra çılgın alevlerin içine atın. Daha sonra onu, uzunluğu yetmiş arşın olan bir zincire vurup gönde­rin. Çünkü, o, azâmet sahibi Allah’a iman etmiyordu. Yoksula yemek vermeye destekçi olmazdı. Bundan do­layı bugün, kendisine hiç bir sıcak dost yoktur.”[41]

Görüldüğü üzere, “yoksulu doyurmaya teşvik etme­mek-engel olmak”, tıpkı Maun ve Müddessir sûrelerinde de vurgulandığı gibi, Allah’a iman etmemenin göstergesi bir suç oluşturmakta ve cehenneme atılmaya sebep olmak­tadır. Bu sebeple, kurtuluşa ermek için mutlaka iman-amel bütünlüğü içinde imanı ispat eden bir hayatı yaşamak ge­rekmektedir.

Allah (c) “Müslümanım” diyen herkese, hal ile inkâr etmek konumuna düşmekten korunmayı ve kendisine tam bir teslimiyetle bağlanmak suretiyle Kur’ânî anlamda “Müslim/Müslüman” olmayı nasip etsin. Rabbimiz hepimizi, bireysel-toplumsal ve kamusal-özel tüm hayat alanlarını vahye göre düzenleyip bütün hayatımızı kendisine rükû, secde ve iman ettirerek hal ile iman edenlerden kılsın inşâAllah.

 

Kitabı Hakkıyla Tilavet Etmemek, Bir Kısmını Uygulamamak ve Kitabın Bilgisini Yüklenip Gereğince Yaşamamak Bile Küfre Yol Açmaktadır

Kitaba İmanın Ön Şartı; Onu Hakkıyla Okumak, Öğüt Almak ve Hayatın Bütününde Kitab’ın Bütününe Uygun Yaşamak ve Her Hayat Alanında Allah’ın Hükmüyle Hükmetmektir

Hiçbir zaman aklımızdan ve gündemimizden çıkarmamalıyız ki; vahyi anlamak, öğüt almak ve hayata taşıyarak bu bilginin ahlâkını kuşanmak, yani Kur’an ile ahlâklanmak ve kamusal-özel, bireysel-toplumsal ayrımı yapmadan hayatın bütün alanlarında sadece Allah’ın hükümlerine itaat etmek, Allah’ın hükmüyle hükmetmek akîdevî bir yükümlülüktür. Allah her rasûlü, kendisinin izni ve onayıyla itaat edilmesi için göndermiştir.[42] Rasûle itaat etmek Allah’a,[43] Allah’ın hükümlerine itaat etmektir. Allah ve Rasulüne itaat, hayatı bütünüyle Allah’a has kılmak, Allah’ın razı olacağı şekilde bir dünya kurmakla, hayatın bütününe Allah’ın indirdikleriyle hükmetmekle gerçekleşir.

Mekke müşriklerinin karşı çıktığı da, Allah’ın hayata müdahil kılınması, dünya hayatına Allah’ın hükümleriyle hükmedilmesiydi. Yoksa onlar da gökleri ve yeri yaratan ve evrendeki kevni işleyişi sağlayan bir Allah’ın varlığından asla kuşku duymuyorlardı;[44] itirazları Allah’ın indirdikleriyle hükmedilmesineydi. Oysa Kur’an, Allah’a ve Rasûlüne itaate çağırıyor, Allah’ın hükmüyle hükmetmenin tevhid akıdesinin gereği olduğunu vurguluyordu. Allah ve Rasûlü bir meselede hüküm verdiği zaman, bu konuda bize ulaşan nasslara, hükümlere, kararlara uymak imanın temel esasıdır. Mü’min ve müslim olmanın gereği; Allah ve Rasûlünden gelen hükmün bulunduğu bir meselede, her mü’min erkek ve kadının, o hükme tam bir teslimiyetle itaat edip farklı bir tercih hürriyetine sahip olmadığının bilinciyle hareket etmesidir.[45]

Fert olarak, 1- her mü’min için imanın ön şartı, iman ettiği Allah’ın Kitabı’nı hakkıyla okumak, öğüt almak ve onu hayatına hâkim kılmak; 2- Allah ve Rasûlünün hükme bağladığı hiçbir konuda farklı bir tercih yapma hakkına sahip olmamak ve naslara teslim olup uymak; 3- hatta Kitabın sadece bir kısmını uygulamamak hâli bile onu inkâr etmek sayılmışken; nasıl olur da hükmetme makamında bulunup on yıllarca küfür ve şirk hükümleriyle hükmettiği halde bu konumda olanlar mü’min sayılabilmektedir? Bu açık bir saptırmadır ve egemen statüko dinine teolojik malzeme üretmek için Allah’ın hükümlerini te’vil edeyim derken “tahrif”e savrulmaktan başka bir şey değildir.

 

1- Kitabı hakkıyla tilavet etmeyenlerin (anlamak, öğüt almak ve yaşamak için okumayanların) onu inkâr ettikleri bildirilmiştir:

Bakara Suresi 121. âyette: “Kendilerine verdiğimiz Kitabı hakkıyla/gereği gibi okuyanlar, işte ona iman edenler bunlardır. Kim de onu inkâr ederse, artık onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.” buyrulmuştur.

Görüldüğü üzere, ancakKitabı hakkıyla tilavet edenlerin”, ona iman etmiş sayılacakları ifade edilmektedir. Tilâvet; (Hud Suresi 17 ve Şems suresi 2. ayetlerdeki anlamıyla) izini sürmek, peşinden gitmek, takip etmek demektir. Sadece “tilavet”, anlamak ve yaşamayı ihtiva etmeyebilir. Amma “hakkıyla tilavet” anlamayı ve yaşamayı şart haline getirir. Çünkü vahyi tilavet etmenin “Hakkı”, onu anlamak ve yaşamaktır. Bu sebeple kitabı “hakkıyla tilavet etmek” onu anlamak, öğüt almak ve yaşamak amacıyla okumaktır. Bu durum, Cuma Suresi 5. ayetteki “kitap yüklü eşekler” olarak nitelenmenin tersidir. Rasûlullah da (s), “hakkıyla tilavet edenler” ibaresini tefsir ederken, “ona gereği gibi uyanlar” şeklinde açıklamıştır. (İbn Hanbel). Bu hal, kitaba iman etmenin temel gereğidir, bu hal üzere olmayanlar ise kitabı inkâr ediyorlar demektir ki, “işte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridirler”.

Rabbimiz Kur’an’ın, imtihan olacağımız, sorguya çekileceğimiz Kitap olduğunu vurgulamaktadır: “Şüphesiz bu Kur’an, sana ve kavmine bir öğüt ve bir şereftir, ondan hesaba çekileceksiniz. (Zuhruf, 43/44). Kendisinden hesaba çekileceğimiz imtihan Kitabı olduğu bu kadar açık biçimde ifade edildiği hâlde, müslümanım diyenlerin neredeyse tamamına yakın bir çoğunluğu bu Kitabı anlamak, öğüt almak ve yaşamak amacıyla, yâni bir imtihan kitabı bilinciyle okumamaktadır.

Bilmeliyiz ki, anlamak, öğüt almak ve yaşamak; Kitaba imanın ön şartıdır. Rabbimizin Kitabı indirme amacının da, insanoğlunun dünyada geçireceği imtihanın tek kitabı olarak, anlaşılması, öğüt alınması ve hayata hâkim kılınması olduğu Kur’an’daki birçok ayette açıkça ifade edilmiştir. Aslında Kur’an’da “okuma” karşılığı olarak kullanılan “kıraat”, “tertîl” ve “tilavet” kelimelerinin tamamı da anlayıp öğüt almayı ve yaşamayı/uygulamayı da kapsayan anlamda kullanılmıştır. Manasını anlamadan Arapça kelimeleri seslendirme anlamındaki eylem ise Arapçada okumak kelimesiyle değil “telaffuz” kelimesiyle ifade edilmiştir. Kur’an’ı anlama, öğüt alma ve yaşama amacı gütmeksizin okuduğunu zannedenler aslında sadece Arapça kelimeleri seslendirmekte, telaffuz etmektedirler.

Anlamadan, öğüt almadan okuyanların veya başka bir yolla da olsa Kitabın bilgisini elde edip yaşama çabası göstermeyenlerin, yani sonuç olarak kitabın bilgisi doğrultusunda yaşamayanların, Kitabın hükümlerini hayata hâkim kılma çabası göstermeyenlerin  “Kitabı inkâr” etmiş sayılacakları ve bunların hüsrana uğrayanlar, zarar edenler olduğu ifade edilmektedir. Okuma yazması olmamak vb. zaruretler sebebiyle okuyamayanların da, hiç değilse “farz-ı ayn ilim” olan ve “Kitabın anası” olarak da ifade edilen, Kitabın akîde ve amellere dair kısımlarını birilerine okutturup ya da güvenilir ilim sahiplerinden dinleyip öğrenmek ve gereğince amel etmek yükümlülüğü vardır. Tabii ki, herkesin sorumluluğu, Allah’ın lütfettiği akıl kapasitesi ve yetenekleriyle sınırlı olacaktır. Rabbimiz kimseye kapasitesini aşan bir yük yüklememiştir.

 

2- Kitabın bilgisine sahip olup da onu yaşamayan ve hayata hakim kılma çabası göstermeyenlerin bu hâli “Allah’ın ayetlerini inkâr” olarak nitelendirilmiştir:

Cuma Suresi Suresi 5. Ayette de; Tevrat’la (Kitapla) yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.” buyrulmaktadır.

Kitapla yükümlü tutulup da (Kitaba iman ettiğini iddia edip kendisini o Kitaba nispet ettiği ve hatta bilgisine de sahip olduğu halde) onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumuna benzetilmiştir. Ayetin devamında ise, bu durumda olanlar, yani Allah’ın Kitapta bildirdiği yükümlülükleri yerine getirmeyen, hayatlarında yaşamayanların, hayatın bütün alanlarında Allah’ın hükmüyle hükmetme çabası göstermeyenlerin bu hâli, “Allah’ın âyetlerini inkâr eden/yalanlayan bir kavmin/toplumun hâli olarak nitelendirilmiştir. Yani Kitaba iman ettiğini söyleyip üstelik bilgisine de sahip olduğu hâlde kitabın hükümlerine uygun yaşamayanlar, bütün hayat alanlarında Kitabın hükümleriyle hüketmeyenler Allah’ın ayetlerini inkâr etmiş sayılıyor.

Kendilerine Tevrat indirilmiş, onu okuyup anlamak, onunla amel edip hayatlarını düzenlemek sorumluluğu yüklenmiş olduğu halde, İsrailoğulları bu sorumluluklarını yerine getirmekten kaçmışlar, Tevratı tahrif edip ürettikleri hurafelerle uydurulmuş bir statüko dini oluşturarak Yahudileşmişlerdir. İşte onların, öğüt alma ve bilgisiyle amel etme çabası göstermedikleri, hayatlarında hükümleriyle hükmetmedikleri bu kitabı yüklenmiş olma hali, sırtında ne taşıdığını bilmeyen ve tabii ki taşıdığı kitapla amel de etmeyen “kitap yüklü merkep”e benzetilmiştir. Aslında, kitabı okuyan, kitabın bilgisini yüklenen, kitabı ezberleyen ama onun muhtevasına, içindeki hükümlere aykırı yaşayan herkes, kitap taşıyan merkep gibidir.

Tevrat’a, Kur’an’a iman ettiğini söyleyip kendisini bu kitaplara nispet edenler, hatta bu kitapların bilgisine sahip olanlar, imtihan kitabı olan bu kitaplara göre amel etmediklerinde, hayatlarını bu kitaplara göre düzenleme sorumluluklarını yerine getirmediklerinde, kitap yüklü merkepten de daha aşağı düşerler. Çünkü merkep akıl ve iradeye sahip kılınmamış ve imtihan sorumluluğu da olmayan bir varlıktır, insan ise bütün bu yeteneklerle teçhiz edilip yaratılmışların birçoğundan üstün/şerefli kılınmış ve inzal edilen kitaptan imtihan olma sorumluluğunu yerine getirebilecek ahsen-i takvim üzere (en güzel biçimde) yaratılmış bulunmaktadır. Üstelik merkepler ve bütün hayvanlar, Allah’ın kendilerine, yaratılış amacına uygun olarak yüklediği görevleri itiraz etmeksizin yerine getirerek “isteseler de istemeseler de” Allah’a secde ve itaat etmektedirler. Bu sebeple, bunca yetenekle donatıldığı halde, imtihan sebebiyle verilmiş olan aklını ve iradesini yanlış istikamette kullanarak, takva ve itaat yerine fücur ve isyanı seçen insan onlardan daha aşağıya düşmektedir.

Bugün maalesef, Kur’an’ı hıfzedenlerin, Kur’an üzerine kariyer yaparak Doktor, Doçent ya da Profesör unvanı almış olanların çok büyük kısmı dahi, elde ettiği bilginin ahlakını kuşanmaktan, onu hayat rehberi edinmekten, vahyin mesajını insanlara ulaştırma ve Kur’an’ı hayata hâkim kılma mücadelesinden çok uzakta bir yerde durmaktadır. Kitabın yükünü ve sorumluluğunu taşımayan, Kur’an’ın istediği biçimde yaşamayan, onunla amel etmeyen, onu anlamaya, kavramaya ve onun kurtarıcı mesajını insanlara ulaştırmaya çalışmayan herkes, isterse Kur’an profesörü ve hafızı olsun, bu haliyle kitap yüklü merkepten daha aşağı bir konumu tercih etmiş demektir. Tabii ki, bu tür bir tercihle savrularak Kur’an’a göre yaşama çabası içine girmeyenler, ona iman etmemiş demektir.

 

3- Kitabın bir kısmını uygulamak bile iman için yeterli sayılmamış ve böyle yapanlar, Kitabın uygulamadıkları kısmını inkâr etmekle suçlanmıştır:

Bakara Suresi 85. Âyette Kitabın bir kısmını uygulayıp da bir kısmını uygulamayanların hali kınanmış ve “Yoksa siz Kitabın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” sorusuyla, bu tür kişilerin, uygulamadıkları kısmı inkâr etmek konumunda oldukları bildirilmiştir. Bu âyette Yahudiler, Tevrat’ın bazı hükümlerini yok sayıp onlara aykırı uygulamalar yapmaları, ama işlerine gelen konularda da aynı Tevrat’ın hükümlerine istinaden amel etmeleri sebebiyle kınanmış ve Kitabın uygulamadıkları kısmını inkâr etmekle suçlanmışlardır. Eğer gerçekten Kitaba inanıyorlarsa, o kitabın bütününe uyma duyarlılığı göstermeleri gerektiği hatırlatılmıştır.

Tabii ki, bu hatırlatma ve uyarı, kendilerine Kitap gönderilen ve onu yaşamakla yükümlü tutulan bütün ümmetler için geçerli genel bir uyarıdır. Kitabın bir kısmını gündemde tutup onunla amel edenler, bir kısmını örtmeye ya da görmezden gelmeye ve yaşadığı hayata müdahale ettirmemeye çalışanlar, Kitabın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr etmek konumuna sürüklenmektedirler. Kendilerini İslam’a ve Kur’an’a nispet edenlerin büyük ekseriyeti, Allah ve Rasûlünün bütün uyarılarına rağmen, Allah’ın koruması altında olan Kitabı tahrif etme haricindeki bütün Yahudileşme serüvenini aynen yaşamışlardır. İşte bunlar, yani Müslüman olduklarını ve Kur’an’a iman ettiklerini söyleyenlerin büyük çoğunluğu, bireysel ibadetler gibi bazı konularda Kur’an’a uyarken, birçok konuda da Kur’an ayetlerini görmezden gelerek, özellikle de toplumsal alana dair hükümlerini uygulama dışı bırakarak ya geleneksel cahiliye kültürü içinde şirke bulaşmış ya da modern cahiliye kültürü içinde seküler bir hayatı sürdürmekte olup, bu hâli de kanıksamış görünmektedirler.

Ey “müslümanım” ve “Kur’an’a iman ediyorum” diyenler! Eğer Kur’an’a iman ediyorsanız, neden imkânınız ve iradeniz olduğu halde Kitabı bütüncül olarak yaşamaya çalışmıyorsunuz? Neden Kur’an’ın bütününü, kamusal-özel, bireysel-toplumsal ayrımı yapmadan hayatınızın bütününe hâkim kılma çabası göstermiyorsunuz? Neden, oruç, namaz vb. bireysel ibadetler alanında Kitabın hükümlerine uyuyorsunuz da, siyaset ve ticarete sıra gelince, heva ve hevese, laik demokrasiye ve kapitalizme uymakta bir sakınca görmüyor ve bu alanları düzenleyen Kur’an ayetlerini yok sayıyorsunuz?

Dindar olduğunu ve beş vakit namaz kıldığını söyleyenlerinizin bile %67’si, nasıl oluyor da, “kamusal ve toplumsal hayat alanına Allah karışmasın” anlamındaki laik bir sistemden rahatsız olmuyor ve “laiklik ile bir sorunum yok” diyebiliyor, laikliğe karşı olmadığını söyleyebiliyor? Neden Kitapta yer alan Allah’ın evrendeki, göklerdeki hâkimiyetini kabul ediyorsunuz da, kendi hayatınız üzerindeki hâkimiyeti başkalarına veriyorsunuz? Bu bağlamda aynı kitapta yer alan, siyasi, sosyal, ekonomik ve hukuki bütün hayatınızı düzenleyen ilâhi hükümleri neden yok sayıyor ve uygulama dışı tutuyorsunuz? Yoksa Kur’an’ın hayatınıza müdahale ettirmediğiniz hükümlerini inkâr mı ediyorsunuz?

Oruç tutup namaz kılarak Kur’an’ın bu emirlerine uyanlar, aynı Kur’an’da yer alan “ölçü ve tartıyı tam yapın, birbirinizin malını haksızlıkla yemeyin, faize bulaşmayın”, “yalan söylemeyin, emanete ihanet etmeyin”, “miras, ceza, medenî ve borçlar hukuku alanında da Allah’ın hükümlerine uyun” vb. emirlere neden uymuyorlar? Oruç tutup namaz kılanlar, aynı Kur’an’daki “ana-babanıza öf bile demeyin ve onlarla iyi geçinip Allah’a şükrettiğiniz gibi onlara da şükredin ve ihsanda bulunun“, “en yakınınızdan başlayarak Kur’an’ı tebliğ edin”, “ana-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilikte bulunun”  vb. emirlere neden uymuyorlar?  Evet oruç ve namaz ibadetlerini şeklen de olsa yerine getirenler, Kur’an’da yer alan, “Allah’ın emrinden olan şeriata uyun, bilmeyenlerin hevasına uymayın, hevanızı ilah edinmeyin”, “Allah’ın hükmüyle ve adaletle hükmedin”, “tağutları reddedin ve onlara itaat etmeyin”, “dünyevileşmeyin, ahiret eksenli bir hayat tasavvuruna sahip olun”, “dünyanın süslerine kapılıp ahiret ve hesabı unutmayın”, “hayatın bütün alanlarına Allah’ın hükümlerini hâkim kılın” vb. birçok emri uygulamaktan ısrarla neden uzak duruyorlar?

Bütün bunlar göstermektedir ki, “müslüman” olduğunu ve “Kur’an’a iman ettiklerini” söyleyenlerden büyük çoğunluk, uygulamada yaygın biçimde hayatının bir kısmına Allah’ın müdahalesine rıza göstermekte, ama diğer bazı kısımlarına da Allah’ı müdahale ettirmemektedir. Bu hal Rabbimizin şu sorusuna muhataptır: “Yoksa siz Kitabın bir kısmına iman edip bir kısmını in­kâr mı ediyorsunuz?” Kitabın bir kısmını uygulamayarak o kısmı inkâr konumuna sürüklenenlerin akîbetleri hakkında da şunlar ifade edilmiştir: “Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rezil-rüsvay olmak; kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir.” Ahirette “en şiddetli azaba itilmek”le tehdit edilmeleri de göstermektedir ki, Kitabın bir kısmını uygulayıp diğer kısımlarını kendi tercihleriyle süreklilik arz eden bir biçimde uygulama dışı bırakanlar Kitabı inkâr etmiş sayılmaktadır.

Bu ayetlerden ve daha önceki bölümlerde zikrettiğimiz âyetlerin hepsinden anlaşıldığı üzere, Rabbimiz nezdinde esas alınan ve sonuçta hesaba ve akıbetin belirlenmesine tesiri olan; imanın da inkârın da, kâl/söz ile ifade edileninden ziyade hâl/davranış ve ameller ile ortaya konanıdır. Kitaba iman iddiasının geçerli ve makbul olabilmesi için, Kitabın öğüt alınıp yaşanması, yani fiiliyatta hâl/ameller ile bu imanın ispat edilmesi şartı koşulmuştur. Kitabı inkâr etmiş olmak, yani küfre girmş olmak için de, onu inkâr ettiğini sözle ifadeye gerek olmadan, süreklilik arz eden bir biçimde Kitabın tamamının ya da bir kısmının hayat ve uygulama dışı bırakılması yetmektedir.

Ferdî konumdaki bir mü’min, ikrah olmadığı durumda bu tür halleri geçici olarak ve kalbinde imanını muhafaza ederek yaşarsa, bu hali günah kapsamına girer ve tevbeyle arınabilir. Ancak bir mü’min, bu tür Kur’an’a aykırı yaşantısını, Kur’an’a aykırı bâtıl amellerini, günahlarını sürelilik arz eden biçimde ve kanıksayarak yapmaya yönelirse, o zaman günahı kendisini kuşatır ve hevasını ilah edinme konumuna sürüklenip imanını kaybederek ebedî cehennemlik olur. (Bakara, 2/81). İşte ferdî konumdaki bir mü’min için bile durum bu olduğu hâlde, kalbindeki imanını korusa dahi, doğrudan “Allah’ın hükmüyle hükmetmemek” fiilinin kâfir olmaya yol açtığı hükmetme makamlarında yer alanların “mü’min” olduklarını iddia edenler; bu kadar açık olan muhkem hükümlere ve ilmî ölçülere rağmen, sırf yakın gördükleri şirk statükolarını meşrulaştırmak için bu ilmî hakikate ihanet etmektedirler. Tâğut oldukları apaçık olan laik demokratik hükümetleri ve onların toplumu “Allah ile aldatma” vesilesi kıldıkları statüko dinlerini meşrulaştırmak amacıyla, Allah’ın ayetlerini “te’vil” edeyim derken “tahrif”e sürüklenmekten çekinmemektedirler.

 

Tevhid ve Adalet, Allah’ın Hükmüyle Hükmetmektir, Şirk Büyük Bir Zulümdür

“Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer, 54/ 49). Allah, kâinatta her şeyi bir denge üzere yaratmıştır. “Göğü Allah yükseltti ve mîzanı (dengeyi) O koydu.” (Rahmân, 55/ 7; Bkz.: Enbiya, 21/ 47; A’raf, 7/ 8-9). Allah, insanı adl yani tam bir denge üzere yaratmıştır. (İnfitâr, 82/6-8.) İşte imtihan da buradadır: Allah insanı nasıl adl üzere yarattıysa, insanın da adl üzere davranmasını yani Allah’ın koyduğu mizana uygun hareket etmesini, insanlar arasında adaletle hükmetmesini ister. (Nahl, 16/90; Nisa, 4/58.)

Siyasal alanda adalet, yönetirken adaletle yönetmek ve ehil olanları seçmek (Nisa, 4/58; Sad, 38/26.) birebir ilişkilerde adalet, (Nahl, 16/ 126.) başka toplumlar ve başka din mensuplarıyla olan ilişkilerde adaletle davranmak, (Maide, 5/41-43; Mümtehine, 60/ 8.) bütün bunlar Kur’an’ın yol göstericiliğinde anlamını bulmaktadır. Adaletin meşruiyet kaynağı Kur’an’dır. (Nisa, 4/105.)

İnsanların kıstı/adaleti yerine getirmeleri için Kur’an ve adaletin ölçüsü/mizan indirilmiştir. İnzal edilmiş kitabın hükümlerini ve adaletin ölçüsünü esas almayan yönetimlerin, tevhid ve Kur’an’dan uzak sistemlerin sahici ve bütüncül bir adaleti ikame etmeleri mümkün değildir.

57.Hadid 25 – “Andolsun biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve mizanı (ölçüyü) indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Bu, Allah’ın, dinine ve peygamberlerine gayba inanarak yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür.”

Rabbimiz, vahiyle bildirilmiş şeriatta (kitapta), “insanlar kıstı (adaleti) sağlasınlar diye kitabı, mizanı (adaleti ve ölçülerini) ve … demiri (ki demir adaleti ikame etmek için gerekli gücü ve iktidarı da temsil eden bir anlam genişliğiyle anlaşılabilir) indirdik”  buyurmaktadır. İşte bu sebeple, indirilmiş adalet ölçüleri esas alınmadan, ilahi murada uygun sahici ve bütüncül adalet ikame edilemez. Yani adalet ve mizan indirilmiştir, üretilmiş adalet, sahici adalet değildir. İndirilmiş ölçüleri esas almayan adalet teşebbüsü, şirk anlamıyla, bir bakıma zulmün bir çeşidi, hatta büyüğü olmaktan kurtulamaz. En fazla, vahiyle bütünleşmediği için eksik ve zaaflı kalan fıtratın korunmuş erdemliliklerinin sonucu olan kısmi, parça ve görece adalet olarak ifade edilebilir. Bizzat Kur’an, “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, zalim olanlardır”[46] hükmünü açıkça ilan ederken, nasıl oluyor da kimi Müslümanlar, Allah’ın hükmüyle hükmetyenlerin de “adil” olabileceklerini iddia edebiliyorlar?

16.Nahl 90 – Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”:

6.En’am 115 – Rabbinin kelimesi (Kur’an) doğruluk ve adalet bakımından tamdır. Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”

10.Yunus 15 – Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman (öldükten sonra) bize kavuşmayı beklemeyenler: Ya bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir! dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım.”

Devlet başkanlığı, zenginlik vb tekliflerle çoğulcu bir yönetim teklif edildiğinde verilen cevap “bir elime güneşi, diğerine ayı koysanız yine de davamdan taviz vermem, dönmem” olanlara yine de Allah’ın “festekım kema umirte” uyarısı geliyor ve Rasulullah istikameti korumanın önemini en iyi bildiği için “Hud suresi beni kocattı” diyor. (Hud, 11/112). İşte Rasûlullah’ı (s) bu derece endişelendirip ihtyarlatan bir husus olan tevhidî istikametin korunması da mü’min/müslim olunması ve Müslim ölünmesi de ancak Allah’ın hükmüyle hükmederek sağlanabilecek adaletin ikamesi suretiyle mümkün olabilir.

 

“Yaratmak da Emretmek de Allah’a Ait”tir ve Adalet Ancak Allah’ın Emirin/Hükmünün Hakimiyetiyle Mümkündür

Başka din, ideoloji ve rejimlerle de, gayri İslami yönetimlerde de Allah’ın emrettiği adaletin sağlanabileceği, vahyi dikkate almadan da aklın bu sonucu elde etmeye yeterli olduğu gibi bir anlayış doğru değildir. Allah’sız, Kur’an’sız ve İslam’sız bir adalet mümkün değildir.

İnsanı mükemmel bir biçimde yaratıp ona “bilgi”yi ve bilgiye ulaşma potansiyelini lutfeden Rabb’imiz, fıtri ve kevni olana ilaveten vahiyle her şeyin hükmünü, ölçüsünü ve hudutlarını da bildirerek adalet, barış, tekamül ve kurtuluş yolunu göstermiş, bu yolun güvenliğini sağlayacak normları oluşturup ona ulaştırmıştır. İnsanın yeryüzündeki bu serüveninde, Allah’a, hemcinslerine, eşya ve doğaya karşı sorumlulukları ve bu çerçevede çok boyutlu ilişkileri söz konusudur. İnsan-Allah, insan-insan, insan-toplum, insan-eşya ve insan-doğa ilişkilerini düzenlerken nasıl davranması, neleri yapıp, neleri yapmaması gerektiğinin hükmü ve bilgisi insana vahiyle bildirilmiştir.

Yüce Allah, yaratmanın da, emretmenin de kendisine ait olduğunu, bütün evreni ve içindekileri yaratıp, aynı zamanda onlara emrettiğini ve mülkün tek sahibi olduğu mutlak iktidarında bütün varlıkların ilahi emirlerine göre, sadece kendisini tesbih ederek ve sadece kendisine itaat, kulluk, ibâdet ederek hareket etmelerini emretmiş bulunmaktadır. Ancak imtihan sebebiyle, akıl ve irade nimetiyle, pek çok yeteneklerle donattığı insanları ve cinleri, emirlerine itaat ve isyan konusunda serbest bıraktığını, ahirette tercihlerinin hesabını soracağını bildirmiş bulunmaktadır. Yüce Allah insanlara, arzda halife kılınmanın[47] ve emaneti yüklenmenin[48] zorunlu bir gereği olarak, dünyadaki bireysel ve toplumsal hayatlarının bütün alanlarına, kendisinin inzal ettiği vahyin hükümlerini hakim kılmalarını, arzda emrolundukları gibi adaletle hükmetmelerini[49]  emretmiştir. Eğer bunun gereğini yaparak, bütün diğer varlıkların iradesiz bir biçimde yaptıkları tesbihat ve itaati, insanlar da kendi iradeleriyle gerçekleştirirlerse, Allah’ın bütün evrendeki mutlak iktidarının kendi hayatlarını da kuşatmasını iradeleriyle sağlarlarsa, onlardan razı olup mükâfatlandıracağını, aksi halde cezalandıracağını beyan etmiştir.

“Bilindiği gibi, Resullerden önce insanların hayatlarına yön veren sapkın pratik, meşruiyet kazanmak için yönetim erkince temsil edilmek, böylece dinsel bir görünüm kazanmak durumundadır. Bu yüzden her bir Resul, kavmine tevhid mesajını getirdiği zaman, söylemini doğrudan yönetim erki meselesi üzerinde yoğunlaştırmıştır. Çağrısının omurgasını, yönetim yetkisini sırf alemlerin Rabb’i olan Allah’a özgü kılmalarını isteme oluşturmuştur.” “Bütün emretme ve yasa koyma yetkileri fert olsun, toplum olsun, insanlardan çekip alınacak, (Allah’tan gayrısının) hiçbir şekilde emretmesine, onun kendisine itaati sağlaması için mutlak anlamda kanunlar koymasına izin verilmeyecektir. Çünkü bu yetki sadece yüce Allah’a aittir.”[50]

Ârâf Sûresi’nin ilk kısmında Mekke döneminde indirilen 54. ayette; “Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de yalnızca O’nundur…” hükmü vazedilmiştir.

Allah sadece yaratıp, sonra yaratıklarını başıboş bırakmamakta, yaratıklarının hayatlarını planlayıp, programlayan hükümler de vaz etmektedir. İnsanlar ve cinler gibi, imtihan sebebiyle “tercih özgürlüğü”ne sahip kılınmış olanlar dışındaki tüm yaratıklar, Allah’ın kendileri için belirlemiş olduğu program çerçevesinde bu “emir”lere itirazsız ve harfiyen riayet ederler. Fıtrat ve evrenin işleyiş yasalarını da ihtiva eden bu alandaki  “Allah’ın hakimiyeti” “kozmik hakimiyet” olarak nitelendirilmekte olup, zorunluluk arz eder.

İnsanın hayatını düzenlemeye yönelik “emir” ve “hüküm”ler de Allah tarafından belirlenmekle beraber, imtihan sebebiyle insan bunlara uyup uymamakta serbest bırakılmış olup hesabını ahırette verecektir. Yaratma ve emir Allah’a ait olduğu için, bu “emir” ve “hüküm” kavramlarının çerçevesine giren, “hak”ları, sorumlulukları ve “görev”leri, bunların ölçü ve sınırlarını belirleme işi de Allah’a aittir. Emir ve yasakları, hakları ve vazifeleri, hukukun ölçü, norm ve sınırlarını belirleme işini, bir “ferd”e, “zümre”ye ya da “toplum”a bırakmayıp bizzat yaratıcının üstlenmiş olması aslında “insan hakları”nın ve gerçek “hukuk devleti”nin en büyük ve kesin güvencesini oluşturmaktadır.

Yaratmak Arapça’da “halk” demek iken, Allah’ın emirlerine uygun davranışlar bütünü olan (hukuku da kapsayan genişlikteki) “ahlak”da aynı kökten gelen “hulk” kelimesi ile ifade edilmektedir. Sonuçta, “halkeden” (yaratan) Allah, insanın ilişkilerinin, davranışlarının normları anlamındaki ahlak(hulk)i değer, ölçü ve kurallarını da belirlemektedir. Yani “halk” da, “hulk”un kurallarını koymak da Allah’a aittir. Allah, insandan kendi serbest iradesiyle Kur’an’la ahlaklanmasını istemekte ve ancak iman ve salih amelle kurtuluşa erebileceğini bildirmektedir. Allah’ın hayatı düzenleyen bu hükümlerine iman edip, onlara uygun yaşaması halinde insanın hayatı, zaten (ister istemez) Allah’ın hükümleri çerçevesindeki bir program dâhilinde hayatiyetini sürdürmekte olan fıtrat ve evrenle barışık ve uyumlu bir konuma gelecektir. Allah’ın birleştirilmesini emrettiği iki şeyin yani “vahiy” ve “tevhid” ile “fıtrat”ın arasının kesilmemesi ancak böylece pratize edilmiş, “insan hakları”nın ihlaline yol açan “fesad”ın yayılması da ancak böylece engellenmiş olacaktır. (Bakara-27 Ki (bunlar) Allah’ın ahdini, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozarlar, Allah’ın kendisiyle birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar).

İşte insanın hayatını düzenleyen ve insanın ahlakının sahih kaynağını teşkil eden bu ilahi “emir”ler içinde en önemli yeri, bu gün “insan hakları” diye tanımlanan “temel haklar” ve “hukuk” teşkil etmektedir. Bu emirlerden oluşan Allah’ın şeriatı, insanın kendi dışındaki varlıklarla karşılıklı hak ve sorumluluklarını belirlemektedir. “Adalet” ise herkese Rabbin belirlediği hakkını vermek demek olup, Allah kullarına adaletle, yani kendi vazettiği hükümlerle hükmetmeyi emretmektedir. Gerçek bir adaletin tesisi, ancak, adil tek hukuk sisteminin kaynağı olan Allah’ın, “yaratmak ve emretmek” makamında tek ve ortaksız bulunduğuna iman edip, emirlerini tam bir teslimiyetle yerine getirmekle mümkün olabilir. Bu ilahi emirleri dikkate almayan sistemlerin, yönetimlerin adaleti sağlamaları mümkün olmadığı gibi, tam tersine İslam dışına çıkanlar, Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler, Allah’ın hak ve yetkilerini gasp ettikleri, hevayı ilah edindikleri için en büyük adaletsizlik ve zulüm olan şirke sürüklenmiş olurlar.

Bir insanın ahlakı; o insandan sadır olan davranışların bütünüdür. Nefse, öze hangi kavram, değer ve ölçüler ekilirse, ona uygun davranışlar, “ahlak” olarak o insandan sadır olacaktır. Bu, Allah’ın değişmez yasasıdır. İşte Allah, özümüze ilahi, tevhidi kavram, değer ve ölçüleri hakim kılmamızı, özümüzde var olanı bu istikamette değiştirmemizi emretmekte, davranışlarımızı, ahlakımızı, hukukumuzu belirleyen kuralları, “emirden bir şeriat kılarak” insana sunmaktadır. “Sonra seni de emirden bir şeriat üzerinde kıldık. O halde ona uy bilmeyenlerin hevalarına uyma” (Casiye-18) ayetinde açıkça ifade edildiği gibi, insana da hayatın tüm alanlarını düzenleyen Allah’ın emirlerini ihtiva eden bir şeriat (hukuk sistemi) indirilmiş ve insanın “hak” ve “görev”leri de bu çerçevede yaratıcı tarafından belirlenmiş bulunmaktadır. Bu emirlerin oluşturduğu normları özümseyerek hayata taşımak, insanın imani ve ahlaki sorumluluğudur.“Heva ve hevesini ilahı edinen, bilgisi olduğu halde Allah’ın şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Ey insanlar! Anlamaz mısınız?“ (Casiye 23)

Allah’ın vahyi ve kevni ayetlerini görmeyen, işitmeyen ve anlama çabası içine girmeyenler, (Araf 179) tercih ettikleri hevaya tabi, hevayı ilah edinen yolda hayvanlardan bile aşağı konumlara, aşağıların aşağısına sürüklenip arzda fesad çıkarırlar. “Heva ve hevesini kendine ilah edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın? Yoksa çoklarının söz dinlediklerini veya aklettiklerini mi sanırsın? Onlar şüphesiz hayvanlar gibidirler, hatta tercih ettikleri yol bakımından daha da aşağı ve sapıktırlar.“ (Furkan/ 43-44)

Yüce Allah bu hükümle, yarattığı kullarını başıboş bırakmadığını, onların bireysel ve toplumsal hayatının, siyasal, hukuki, sosyal ve ekonomik bütün alanlarını kuşatan çerçeve hükümler, hudut naslar vazetme yetkisinin de kendisine ait olduğunu beyan etmekte ve bu tür hükümler indirmektedir. Yüce Allah, kullarını, işte bu çerçeve naslara ve hudutlara teslim olup riayet ederek, bunları aşma azgınlığı göstermeden, bunlar içinde kalarak, zamanın ve toplumun şartlarına uygun siyasi, ekonomik, hukuki proje ve sistemler üretmekte serbest bırakmıştır.  Bu hükümle; “Yaratan kimse, doğrudan doğruya yönetsel velayet ve egemenlik hakkını da tekelinde bulundurur denmek isteniyor.” Ayrıca, bu konuda açık hüküm taşıyan başka pek çok ayetler vardır. “Sonra seni de din konusunda (emirden) bir şeriat sahibi kıldık, o halde ona uy, bilmeyenlerin hevalarına (isteklerine) uyma”[51], “Yoksa onların kendilerine Allah’ın izin vermediği dini koyan (Allah’ın dinde müsaade etmediklerini şeriat – kanun haline getiren) ortakları mı var?”[52] , “Onların işleri aralarında şûra iledir.”[53] Söz konusu ayetlerde, daha Mekke’de siyasi bir düşünce ve modelin ortaya konduğunu, mevcut siyasi otoriteye ve onların emretme, yönetme yetkisine açıkça karşı çıkıldığını, mü’minlerin ekonomik, siyasi, sosyal, hukuki bütün alanlarda cahiliyeden ayrışıp vahyin hükümlerine göre hareket etmeye yönlendirildiklerini görüyoruz.[54]

Mekke’de inen bu ayetler de ortaya koymaktadır ki, bir cemaat ve şûrâya dayalı yönetimden bahsedilmekte ve Allah’ın şeriatına bağlanmak, Allah’tan gayrısının heva (istek) ve kurallarına uymamak emredilmektedir. İşte, “Daru’n Nedve” karşısındaki “Darul Erkam” böyle bir pratiğin doğal sonucu olarak doğuyor ve cahili sistemle, İslami şahsiyetin inşasında iman, amel ve cemaat planında alternatif yapı oluşturma başta olmak üzere, bütün bireysel ve toplumsal alanlarda ve her yönden tam bir ayrışma yaşanıyordu. Toplumsal olarak cahili yapı ve kurumlarından ayrışılıyor, onlara itaat reddediliyor, sapkın inanç ve uygulamaları eleştiriliyor, onlara itaatsizliğe ve uzlaşmazlığa dayalı siyasal tavır alınıyor, itaat edilmesi gereken şûrâya dayalı alternatif siyasal yapı inşa ediliyor ve bu sürecin doğal sonucu olarak da alternatif bir çekim merkezi oluşturuluyordu. Kur’an da bu ayrışmayı bir yandan teşvik edip, yönlendirirken, bir yandan da yaşanan bu ayrışmayı ayetlerinde zikrederek, kıyamete kadar gelecek tüm insanlığa örnek olarak sunuyordu.[55]

Ancak İslam toplumunda, İslami adalet sistemine ve vahye dayalı bir toplumsal yapı ve siyasi otoritenin oluşturulması gerekliliğine inanmayıp, kamu alanının bütün dinlere eşit uzaklıkta ve vahyin müdahalesine de kapalı tutulmasını, devlet planında ve kamu alanında laik pozitif hukukun uygulanmasının meşru olduğunu kabul edenler, Maide 44, 45, 47. ayetlerden çıkarılması gereken sonucun bile aşağıdaki gibi anlaşılması gerektiğini iddia edebilmektedirler. İşte o iddia: Bu ayetlerde “sadece Yahudi ve Müslümanlara da değil, bütün insanlığa verilen bir ders, bir mesaj vardır. O mesaj; ihkak-ı hakka kapı açmamak için var olan hukukun “herkes hukuk önünde eşittir” sloganı ile özetlenebilecek şekilde adaleti gözetmesi ve uygulamasıdır. Muhatabın din, cins, ırk, mezhep, kabile, meslek vb. ne olursa olsun farklı kimlik ve özelliklerinin adaleti uygulamada mani bir unsur olmamasıdır………. Şunu herkes biliyor ki dünya üzerinde bugün sadece bir tek dini, onun emir ve yasaklarını, tefsir ve tevillerini yegane kaynak olarak kabullenen idarî sistemler artık yok. Globalleşme ile birlikte değişen toplumların çok kimlikli yapısı belki bu noktaya ulaşmakta en önemli faktörlerden biri. Dolayısıyla yürürlükte olan kaide ve kurallar çerçevesinde kalarak görevini yapan bir insanın, ayet-i kerimelerde yerini alan kâfir, zalim ve fâsık nitelemesi ile ilgisinin olması düşünülemez.”[56] 

Görüldüğü üzere, söz konusu ayetlerin nüzul sebebi olarak zikredilen, Yahudilerin Tevrat hükümlerini fakirlere ve halka uygularken, zenginlerini ve egemen yönetici sınıfı kayırmalarına dair rivayetten kalkarak, bu ayetlerdeki “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyerek kafir, zalim ve fasık” olmanın, ancak yaşanılan ülkede hangi yasalar egemense, (bunlar Allah’ın hükümleri yerine laik yasalar da olabilir) onları uygularken, muhataplar arasında bu tarz bir ayrımcılık yapılması halinde söz konusu olabileceğini iddia edebilmektedirler. Zikredilen ayetlerde açıkça “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler” vurgusu yapılmışken, bu açık hüküm yok sayılarak, yürürlükte olan hukuk ve yasalar cahiliye hükmü bile olsa fark etmez, eğer bu cahili yasalar ayrımsız uygulanıyorsa Allah’ın muradı gerçekleşmiş olur denilebilmektedir. Yürürlükteki yasalar hangi din ya da ideolojinin ürünü olursa olsun, eğer herkese eşit olarak uygulanıyorsa kafir, zalim, fasık olmaktan kurtulunmuş olunacağı söylenebilmektedir.

Bir önceki ve bu bölümde alıntılanan bunca belge ve bilginin ortaya koyduğu sonuç açık değil midir? Evet, dinde bu kadar değişiklik yaparak ulaşılmak istenen amaç, mevcut cahiliye toplumu şartlarında hak-bâtıl sentezli sistemlerde, hak-batıl ortaklığıyla birlikte yönetme projelerine ve laik demokratik cahiliye sistemini “görece olarak zulmü azaltan” bir konuma doğru değiştirerek kurulacak yeni statükoya, teolojik meşruiyet zemini hazırlamak değilse, nedir?

Maalesef tevhidî uyanış süreci gruplarının ve öncülerinin büyük ekseriyeti, işte bu hak-bâtıl karışımı zihniyet değişimiyle laik demokratik parlamento ve hükümetlere destekçi olmak ve hatta bizzat bu şirkle hükmeden makamlarda temsilci bulundurmak için adeta yarışır hâle geldiler. Sonuçta da yaşanan bu büyük dönüşümün yol açtığı ilkesizliklerle yaygın ve derin bir çürümenin müsebbibi oldular.

 

Dipnotlar:

[1] Tevbe, 9/112.

[2] Bakara, 2/4.

[3] Neml, 27/2-3.

[4] Âl-i İmran, 3/114.

[5] İsrâ, 17/18.

[6] İsrâ, 17/19.

[7] İsrâ, 17/9-10.

[8] İnfitar, 82/9-12.

[9] Fatır, 35/37.

[10] Müddessir, 74/40 – 47.

[11] Mutaffifîn, 83/1-6.

[12] Mutaffifîn, 83/10-12.

[13] Hud, 11/46.

[14] Furkan, 25/70.

[15] Kasas, 28/67.

[16] Ankebut, 29/7.

[17] A’raf, 7/147; Hûd,11/16; İbrahim, 14/18; Zümer, 39/65

[18] Bakara, 2/155.

[19] Ankebût, 29/10.

[20] Âl-i İmran, 3/52.

[21] Bakara, 2/277.

[22] Bakara, 2/25.

[23] Yûnus, 10/9.

[24]Kehf, 18/110.

[25] Sebe, 34/37.

[26] Bakara, 2/62; Mâide, 5/69.

[27] Muhammed, 47/33.

[28] Âraf, 7/147.

[29] Enbiyâ, 21/94.

[30] Tâhâ, 20/75.

[31] Mü›min, 40/40 ve bak. Meryem, 19/60; Nisâ, 4/124; Teğâbün, 64/9; Talak, 65/11; Nahl, 16/97.

[32] Câsiye, 45/21.

[33] Mü’min, 40/58-60.

[34] İsrâ, 17/22-23.

[35] İsrâ, 17/24-39.

[36] Nisa, 4/115

[37] En’âm, 6/155.

[38] Bakara, 2/8-9.

[39] Ankebût, 29/2-3.

[40]Nûr, 24/51-52.

[41] Hakka, 69/30-35.

[42] Nisa, 4/64.

[43] Nisa, 4/80.

[44] Yunus, 10/31; Ankebut, 29/61, 63; Lokman, 31/25; Zümer, 39/38; Zuhruf, 43/9, 87.

[45] Ahzab, 33/36.

[46] 5/Maide 45

[47] 2/Bakara 30, 6/En’am 165

[48] 33/Ahzab 72

[49] 5/Maide 42, 44, 49

[50] T. Abdülkadir, Hamid, “Mekke Döneminde Siyasi Düşünce Metodolojisi”, Çeviren: Vahdettin İnce, Ekin Yayınları, İst. – 2001, sh. 78.

[51] 45/Casiye 18

[52] 42/Şura 21

[53] 42/Şura 38

[54] T. Abdülkadir Hamid ,a.g.e, sh. 58, 59, 66.

[55] Mehmet Pamak, Ramazan ve Kur’an, İLKYAY – 2007, sh. 101-103

[56] Ahmet Kurucan, “Allahın ahkamıyla hükmetme”, 7 Ekim 2010, Zaman

İlginizi çekebilir

Suçumu Seviyorum -I (Kendi Sesinden Şiir)

Zalimler “suç” saydılar, İslamî yolumuzuİslam şerefimiz, seviyoruz “suç”umuzu Bismillâhirrahmânirrahîm Birinci 28 Şubat darbe ve zulüm ...

Bir yanıt yazın