“Kandil Geceleri” adı altında uydurulmuş bu tür “dînî” geceleri tebrik etme ameli işlemek ya da geleneksel ya da resmi din çevrelerinin düzenlediği geleneksel ya da modern bid’at ve hurafelerin etkisi altındaki bu tür toplantılara katılma çabası içinde olmak ve bunları meşru görmek doğru değildir.
Peygamberimiz (s), Ashab-ı Kiram, Emevîler ve Abbâsîler dönemlerinde herhangi bir kutlama örneğine rastlanmayan Rebiu’l-Evvel ayının on ikinci gecesi olan “Mevlid kandili”, ilk defa hicretten yaklaşık üç yüz elli yıl kadar sonra Mısır’da, Şii Fâtimî Devleti döneminde kutlanmaya başlamıştır. Eyyûbîler döneminde birçok tören ve bayram kaldırılmış olduğundan Mevlid kutlamaları Erbil Atabegi Begteginli Muzafferuddin Kökböri (ö. 629/1232) tarafından büyük törenlerle yeniden kutlanmaya başlamıştır. Muzafferuddin Kökböri’nin bu kutlamaları yeniden başlatmasının ardında, Musullu sûfi Ömer b. Muhammed el-Mellâ’nın bulunduğu belirtilmektedir. Peygamberimiz (s)’in doğum günü olan bu günün/gecenin faziletine dair de herhangi bir delil mevcut değildir. Ebû Şâme el-Makdisî, Şehâbeddin el-Kastallânî, İbn Hacer el-Askalânî, Celâleddin es-Suyûti gibi bazı âlimler Peygamberimizin dünyaya gelmesi sebebi ile sevinmenin, bu gün münasebetiyle muhtaçlara yardım etmenin, Peygamberimize şiirler (mevlid gibi) okumanın güzel birer amel olduğunu söyleyerek, bu gibi Mevlid kutlamalarının “bid’at-ı hasene” sayılması gerektiğini söylemişlerdir. Mâlikî fakihi İbnu’l-Hâc el-Abderî, Ömer b. Ali el-Lahmî el-Fâkihânî, İbn Teymiyye, Muhammed Abduh, Abdulaziz İbn Bâz ve Hammûd b. Abdillah et-Tuveycîrî gibi âlimler ise mevlid kutlamalarına “bid’at-i seyyie” gözüyle bakmış ve buna şiddetle karşı çıkmışlardır.[1] Görüldüğü üzere bu gecelerin lehinde olanlar bile “bid’at-ı hasene” diyerek de olsa sonuçta bid’at olduğunu itiraf etmişlerdir. Kaldı ki, bid’at bir sapmadır ve hasenesi olamaz.
Nitekim Dinde sonradan ortaya çıkan ve hakkında herhangi bir delil bulunmayan bu gibi durumlar hakkında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“İşlerin en kötüsü sonradan ihdas edilenler / ortaya çıkarılanlardır.”[2]
“Sonradan ihdas edilen her şey bid’attir”[3]
“Her bidat dalalettir, her dalalet de ateştedir.”[4]
İmam Malik’in konuyla ilgili şu sözünü hatırlamakta da büyük fayda vardır: “Kim, bu ümmet içerisinde (din adına) geçmişte olmayan bir şey ihdas ederse (ortaya çıkarırsa) bu kişi, Hz. Peygamber’in Allah tarafından kendisine verilen risalet (elçilik) görevine ihanet ettiğini iddia etmiş olur. Çünkü Allah Teala (c) “…Bugün dininizi olgunlaştırdım; size olan nimetimi tamamladım. Size din olarak İslâm’ı uygun gördüm…” (Mâide, 5/3) buyurmuştur. Bu yüzden, o gün din olmayan (dine dâhil olmayan) şey bugün de din olamaz!”[5]
Bilinmelidir ki, Rasûlullah’ın(s.a.v.) doğum günü bilinmemektedir. Velev ki bilinmiş olsaydı bile Rasûlullah ve ashabından bize intikal eden böyle bir sünnet de söz konusu değildir. Özetle, bu tür mevlid vb kandil kutlamaları da sonradan uydurulmuş bid’atlardır.
Önemli olan, Rasûlullah (s) için uydurulmuş bir doğum gününü kutlamak değil, onun getirdiği Kur’an’a uymak ve onun bize güzel örnek kılınmış vahye şahidlik eden hayatını örnek alıp yolunu/sünnetini takip etmektir. Önemli olan, Kur’an ahlâkı olan onun güzel ahlâkıyla ahlâklanmaktır.
Rabbimiz hepimize, Kur’an yolu olan Rasûlullah’ ın (s) yolunda, yani sırat-ı müstakim üzere olmayı, Kur’an’ı hakkıyla okuyup öğüt alıp hakkıyla yaşamayı, takvayı hakkıyla kuşanmak suretiyle Müslim olarak yaşayıp Müslim olarak ölmeyi, yani dünyada Rasûlün güzel örnekliğini esas alıp ahirette de Rasûlullah ile cennette buluşmayı nasip etsin inşaAllah.
Müslümanım diyenlerin büyük çoğunluğu, bu büyük ve esas sorumluluklarını ihmal edip Kur’an’ı mehcur bırakmakta, ama yılda birkaç kez “kandil” gecesi denilen bid’at geceleri hurafeci anlayışlarla “kutlayıp” birbirlerinin bu gecelerini “tebrik” ederek kendilerini aldatmakta, boş hayallerle oyalanıp hüsrana doğru sürüklenmektedirler. Oysa kurtuluşa götürecek Hak yol zaviyesinden yapılması gereken, senede bir defa “Mevlid kandili” bid’atı ile Rasûllullah (s) anmak olmayıp, onu anlamaya ve yolunu takip etmeye çalışmaktır.
Ancak bu bid’at geceleri kutlayarak onu anmakla yetinenler, Rasûlü anlamaktan ve yolunu takip etmekten çok uzaklara savrulmuş olup bâtıl yollarda oyalanmaktadırlar. Yapılması gereken ise, Rasûlün getirdiği ve sünnetiyle örnekleyerek bize bıraktığı vahye tâbi olmak ve onun güzel örnekliğini sürdürmektir. Bu konudaki İslâmî yaklaşımı, Kur’an ayetleriyle ele almaya çalışalım.
Allah’a ve Rasûlüne İtaat, Mü’min ve Müslim Olmanın Temel Esasıdır
Vahyin yönlendirmesiyle Rasûllerin evrensel çağrısı, kevnî ve vahyî âyetleri hakkıyla okuyarak, itaat ve ibadeti Allah’a tahsis etmeye yöneliktir. Hicr sûresinin sonunda Cenâb-ı Hak, başta Hz. Peygamber (s) olmak üzere, bütün mü’minlere seslenerek Allah’ı hamd ile tesbih etme, secde edenlerle birlikte secde etme ve ölüm gelene kadar Allah’a ibadeti terk etmeme emirlerini vermiştir. “Sen Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol. Ve yakîn sana gelinceye kadar Rabbine ibadet et.”[6]
Bu sebeple temel sorumluluğumuz, evrendeki bütün varlıklar gibi, Allah’tan başka ilah tanımaksızın sadece O’na itaat, secde ve ibadet edip, emirlerini harfiyyen yerine getirme gayreti içine girerek, hayatın bütün alanlarında sadece O’nun hükümlerini esas alıp hayatı ibadet kılma çabasını ölene kadar terk etmemektir. Allah, vahiyle gönderdiği mesajında insanlığa, bireysel ve toplumsal, siyâsî, ekonomik, hukûkî ve ahlâkî bütün hayat alanlarını düzenleyen hükümler göndermiş ve Hak olan bu hükümlerine teslim olmaya, itaat etmeye, bâtılla örtmemeye ve karıştırmamaya çağırmıştır. “Hakkı batıl ile örtmeyin ve hakkı gizlemeyin. (Kaldı ki) siz (gerçeği) biliyorsunuz.”[7] Rabbimiz, hayatın herhangi bir alanında kendi hükümlerini değil de, başka hükümleri tercih edenlerin, yani hayatın herhangi bir alanında Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyen ve Allah’a itaati terk edenlerin ise, kâfir olacaklarını beyan etmiştir. Allah, Kur’an’da, kendisinden daha güzel hüküm koyacak hiçbir otoritenin olmadığına[8], hükmün sadece kendisine ait olduğuna[9] ve sadece kendi hükümlerine itaat edilerek kulluğun, ibadetin ve itaatin de sadece kendisine tahsis edilmesi gerektiğine dikkat çekmiştir. Bunun dışına çıkanların “cahiliye hükmünü” tercih ederek iman dairesinden çıkacakları uyarısını yapmıştır.
İşte Rasûlullah’ın (s) en önemli ve en kapsayıcı, hayatın tümünü kuşatan ve ölüme kadar süreklilik arz eden sünneti de budur. Rasûl’ün sünneti, yaratılış gayemiz olan yalnız Allah’a kulluk/ibadet etmek ve bu minvâlde hayatı ibadet kılmak, hayatın bütün alanlarında yalnız Allah’a secde ve itaat etmek ve bu hâli ölüm gelene kadar sürdürmek konusunda şahidlik ve örneklik yapmak olmuştur. Rabbimiz, bu konuda vahyin ilk şahidi olan Rasûl’ün hayatının bizim için güzel örnek (usvetun hasenetun) olduğuna dikkat çekmiştir. “Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Rasûlü’nde güzel bir örnek vardır.”[10] Bu âyet, Rasûlullah’ı bizler için “usvetun hasenetun” olarak nitelemekte, onu bizler için takip edilmesi gereken bir örneklik olarak zikretmektedir. Ama maalesef “Müslüman olduklarını iddia edenlerin” neredeyse tamamına yakını Allah’ın (c) uyulmasını emrettiği Rasûlün (s) bu güzel örnekliğini esas almak yerine terk edilmiş bırakarak, onun adına uydurulmuş bid’at geceleri kutlamakla rahatlayıp aldanmakta ve aldatmaktadırlar.
Hâlbuki Rasûlullah, bizler için müjdeci, uyarıcı, mübelliğ, şahid, örnek ve bir itaat merciidir. Nitekim Rabbimiz, Nisâ Sûresi 64 ve 80. âyetlerde, “Biz Rasûllerden hiç kimseyi ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir amaçla göndermedik…” ve “Kim Râsûl’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse, (bilsin ki) biz seni onlara bekçi göndermedik.” hükümleriyle, Rasûlleri kendilerine itaat edilmesi dışında bir sebeple görevlendirmediğini beyan etmektedir. Âl-i İmran Sûresi 31. âyette de “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olun ki; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” buyurarak, Rasûlüne itaati kendisini sevmenin ön şartı kılmaktadır.
Kur’an, bir hayata inmiş ve o hayatın içine okunmuş, hayatın içinden okunmuş ve o ilk hayatı, yani Rasûlullah’ın (s) ve ilk Kur’an nesli olan ashâbının hayatını inşâ ederek tamamlanmış bir Kitaptır. Bu sebeple de, o ilk hayattan koparılan, soyutlanan bir Kur’an okuması, bugün de hayatla bağı kurulamayacak teorik bir kitabın ortaya çıkmasına ve ilk şahidlikten kopmaya, bugün de hayata taşınması ve sosyalleştirilmesi güç bir din anlayışının doğmasına yol açar.
Evet, Kur’an, ilk indiği hayatı inşâ etmek ve Kur’an’la inşa edilen bu ilk hayatı insanlığa örnek kılmak, toplumu kuşatan zulümâtın zindan duvarlarını yıkarak onları aydınlığa çıkarmak için indirilmiş bir Kitaptır. Bu sebeple de Kur’an, o ilk hayattan koparılmadan/soyutlanmadan okunursa, o ilk inşâ ettiği hayatın içinde, o ilk neslin hayatıyla birlikte dosdoğru okunursa, hakkıyla (tertîlen, yani sindire sindire, ağır ağır, anlama ve özümseme çabası öne çıkarılarak) okunursa, nüzul ortamı, kavramların nüzul ortamındaki karşılıkları, mümkün olduğunca nüzul sebepleri bilinerek ve siyerle iç içe geçirilerek okunursa, bugün de hayatla bağı kurulacak pratik ilkeleri yakalamak ve ilk örneği bugünkü hayata taşımak mümkün olacaktır. Üstelik bu tür bir okuma, dini anlamada isabet kaydetmek için zorunludur.
Bilinmelidir ki, Rasûlullah’ın (s) ve diğer peygamberlerin sünnetinden bize en sağlam bilgiler veren ve verdiği bilgilerin kesinliği şüphe taşımayan temel ve tartışılmaz mütevatir kaynak, onun risâlet görevinden, yaptıklarından, mücadele sünnetinden haber veren vahiydir, Kur’an’dır. Sünnetin ilk ve tartışılmaz kaynağı, tertilen (bölüm bölüm, hayatın ve mücadelenin safhasına göre doğan ihtiyaçlarına cevaplar vererek 23 yılda) indirilip[11] Rasûl’ün (s) Mekke-Medine sürecinde tüm yaptıklarını, ilk Kur’an neslini ve vasat ümmet olan ilk Kur’an Toplumunu ve sonuçta Medine İslâm toplumu ve devletini inşâ sürecindeki tüm çabalarını, amellerini yönlendiren Kur’an’dır. Kur’an-ı Kerim’in Hz. Muhammed’in modelliğini konu edinen sayısız pratiği, sözü ve tutumunu bize aktardığı ve onları tâbi olunması gereken güzel örneklikler olarak gösterdiği açıktır.
Örnek olarak şu âyet-i kerimelere bakalım: “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile. Yönetim konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettinmi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.”[12]
“Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.”[13]
“Sana biat edenler ancak Allah’a biat etmiş olurlar. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Verdiği sözden dönen kendi aleyhine dönmüş olur. Allah’a verdiği sözü yerine getirene, Allah büyük bir mükâfat verecektir.”[14]
Rasûl’ün sünnetinden aktarımda bulunan âyetler çoktur. Bunlardan birisi de, hayatlarını Allah’a rükû ve secde ettiren ve Rasûl’ün etrafında kenetlenip kâfirlere karşı çetin, mü’minlere karşı merhametli olan mü’min şahsiyetlerin bütünleşip vahdet halinde oluşturdukları ekin tarlası misali birliktelik pratiğinin bize örnek gösterilmesidir.
“Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûa varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin (çiftçilerin) de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp sâlih amel işleyenlere mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir.”[15]
Bugün bu pratikten, bu muhteşem Sünnetten ne kadar da uzağız. En azından Rasûlün bu güzel örnekliğini, ilk Kur’an nesliyle oluşturduğu vasat ümmet şahidliğini ve Sünnetini yerine getirmeye yönelik güçlü, nitelikli ve yaygın bir çabadan bahsedilebilir mi? Maalesef hayır. İşte bu sebeple de Rabbimizin rahmeti ve bereketi Müslümanlara ulaşmamaktadır. Rasûl’ün Sünnetinden haber veren bir diğer âyette de, Rasûl ve onunla birlikte olan mü’minlerin Allah yolunda canları ve mallarıyla cihad etme örnekliği aktarılır: “Ama Rasûl ve onunla birlikte olan mü’minler, mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler; işte bütün hayırlar onlarındır ve kurtuluşa erenler onlardır.”[16]
Rasûl’ün sünnetinden haber veren âyetlere bir örnek daha verelim: “De ki: ‘Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı rabler edinmeyelim.’ Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘Şahid olun, biz gerçekten Müslümanlarız’.”[17] Rasûlullah (s) bu âyeti esas alarak “Kitap Ehli”ne dâvet mektupları göndermiş ve bu âyeti de o mektuba yazmıştır. Bugün de kendisini Kur’an’a/Kitab’a nispet edip Müslüman olduklarını söyleyen, ancak başka yollara savrulmuş olanları, İslam adına “kandil geceleri” misalinde de olduğu gibi birçok bid’at ve hurafelerle oyalananları, Rasûl’ün bu sünnetine uyarak aramızdaki ortak Kitab’a ve bu Kitaptaki tevhid akîdesine çağırmalıyız.
Aslında Kur’an ve Rasûl birbirinden asla bağımsız düşünülemeyecek, birbirinden koparılamayacak mefhumlardır. Ne Rasûlü Kur’an’sız doğru anlayıp değerlendirebiliriz, ne de Kur’an’ı Rasûlsüz doğru anlayabilir ve hayata aktarabiliriz. Tarih boyu iki uca giden ifrat ve tefrit yaklaşımlardan birisi Rasûlsüz Kur’an okumalarıdır ki bu, mealci, hayatla bağ kuramayan, hayata müdahale etmeyen, Kur’an toplumunu inşâyı hedeflememiş, bireysel bilgilenmeye dayalı entelektüel bir çabadan öte geçememektedir. Ancak Rasûl’ün güzel örnekliğinin, Sünnetinin yol göstericiliği olmadan gerçekleşen bu mealci okumada her birey farklı meallerle farklı anlayışlara sürüklenebilmekte ve aynı okuma tarzını benimseyen bireyler arasında da ortak bir Kur’an anlayışı ortaya çıkmamaktadır. Bu sebeple de, bu okuma tarzı Kur’an’ın doğru anlaşılmasının ve hayata taşınmasının önünde önemli bir engel oluşturmaktadır. Diğer uçtaki yanlış anlayış ise Kur’an’sız Rasûl anlayışıdır. Bu anlayış da, Rasûlü, yücelteyim derken ilahlaştıran, insanlara örnek olmaktan çıkaran, hurafelere dayalı, hayattan kopuk tarihî bir şahsiyet, soyut bir masal kahramanı konumunda görür. Bunların Rasûl anlayışı, hayatın bütününü vahiyle dönüştürmeye ve şirke, küfre, ifsâda karşı tevhid mücadelesi vermeye çalışmayan, bugünkü hayat için örnek olmaktan çıkarılarak işlevsiz hâle getirilen bir Rasûl anlayışıdır.
Aslında iki uçta da, Rasûlün işlevsiz hâle getirildiğini, birisinde Rasûl hâşâ postacı konumuna düşürülürken, diğerinde ise ahlâkı ve tevhid mücadelesiyle örnekliği gündemleştirilmek yerine “Gül Muhammed” söylemlerine indirgenen, doğum günlerinde anlamaktan uzak anma törenleriyle geçiştirilen, örnek olmaktan çıkarılarak işlevsiz hâle getirilen, hurafelerle kuşatılmış bir Rasûl anlayışı söz konusudur.
Bilinmelidir ki, Kur’an ile Peygamberimizin Sünnetini birbirinden ayırmaya kalkmak, dinin sadece teori sistemi halinde kalıp hayata yansımasına engel olmak demektir. Peygamberimiz, Kur’an’ı en güzel şekilde ete kemiğe büründürüp hayata dönüştüren örnek şahsiyettir. O, yok sayıldığı ya da onun sünneti, örnekliği dikkate alınmadığı zaman, vahyin hayata yansıması, her şahsın kendi anlayışına göre olacağından, dinde anarşi ve kaos ortaya çıkacaktır. Sünnet, Allah Rasûlü’nün, ümmetine örnek olmak üzere Kur’an’ı hayata geçirmek için ortaya koyduğu uygulama, dini doğru anlama ve yaşamada örnek alınacak davranışlar bütünüdür. Sünnet, Kur’an’ın yaşanmış en doğru tefsiri, İslâm’ın pratik ve örnek tatbîkidir.
Kur’an’ı mehcur bırakanlar, yüzyıllara sârî süreçte üretilen ve vahye uygunluk denetimi yapılmadan zamanla dinleştirilen hurafelerin belirlediği bir Rasûl anlayışına sürüklenmiştir. Hâlbuki Kur’an hakkıyla okunuyor ve dinde temel belirleyici kılınıyor olsaydı, Rasûl’ün konumu ve sünneti konusunda doğru, sahih bir anlayışa sahip olunacaktı.
Kur’an’da Beyan Edilen Rasûllerin Gönderiliş Sebebi de Bu Konuya Açıklık Getirmektedir
Allah (c), Kur’an’da Rasûllerin “bizim gibi bir beşer olduklarını” bildirmektedir. Rasuller, insan üstü değil, insandırlar/ beşerdirler. İnsan üstü yeteneklerle teçhiz edilmiş de değillerdir. Ancak bu sebeple de, insanlara örnek/model/şahiddirler. “Rasûlleri onlara dediler ki: ‘Doğrusu biz, sizin gibi yalnızca bir beşeriz, ancak Allah kullarından dilediğine lütufta bulunur. Allah’ın izni olmaksızın size bir delil (mucize) getirmemiz bizim için olacak şey değildir. Mü’minler, ancak Allah’a tevekkül etmelidirler.”[18] “… De ki: ‘Rabbimi yüceltirim; ben, elçi olan bir beşerden başkası mıyım?”[19] “Zaten, kendilerine hidayet rehberi geldiğinde, insanların (buna) inanmalarını sırf, ‘Allah, Rasûl/elçi olarak bir beşeri mi gönderdi?’ demeleri engellemiştir.” “De ki: ‘Eğer yeryüzünde, (insanlar yerine) yerleşip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir melek Rasûl/elçi indirirdik.”[20] De ki: ‘Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim; yalnızca bana sizin ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık sâlih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak tutmasın.”[21]
Bu âyetlerde, bizler gibi bir beşer olduğunu ifade edilen Rasûllerin tek farkının “kendilerine insanların ibadet etmeleri gereken ilahın tek bir ilah olduğunun vahyedilmesi” olduğu bildirilmiştir. Rasûllerin görevleriyle ilgili beyanları da şöyledir: “Ancak Allah’tan gelenleri tebliğ edebilirim ve O’nun vahiylerini açıklayabilirim. Kim Allah’a ve Rasûlüne karşı gelirse, şüphesiz onlar için, içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi vardır.”[22]
Rasûl de kendisine vahyolunana uymakla mükelleftir. O, vahyin değiştirilmesi istendiğinde de “ben sadece bana vahyolunana uyarım, aksi takdirde Allah’ın azabından korkarım” cevabını vermektedir. “Ey Peygamber, Allah’tan kork, kâfirlere ve münafıklara itaat etme! Allah, alîmdir, hakîmdir. Rabbinden sana vahyolunana uy. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”[23] “Ayetlerimiz açık açık onlara okununca, bizimle karşılaşmayı ummayanlar: -Bundan başka bir Kur’an getir ya da bunu değiştir, dediler. De ki: –O’nu kendi arzuma göre değiştirmem mümkün değildir. Ben, sadece bana vahyedilene uyarım. Ben eğer Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım.”[24] Rasûlün “Ben, sadece bana vahyolunana uyarım.” beyanını aktaran başka âyetler de vardır.[25]
O halde, kendisine iletilen vahyin doğrultusunda konuşan ve amel yapan bir elçinin vefatından yıllar sonra derlenen sözlerinin sahih olup olmadığı yolundaki ortaya konması gereken kıstas yine Kur’an’dan, ona indirilen ve onun da sadece kendisine uyduğunu söylediği vahiyden başka bir şey olamaz.
Diğer insanlardan farkı vahiy almaları olup kendileri de bu vahye uymak, onu tebliğ etmek ve dâvete icabet edenleri eğitmek olan tüm Rasûllerin ve son Rasûl Hz. Muhammed’in gönderilişi Allah’ın insanlara rahmeti sebebiyledir: “(Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”[26] (Yahut – Âlemlere rahmet ettiğimiz için gönderdik). Çünkü Rasûllere inzâl edilen vahiy, hidayet, şifa ve rahmet kaynağıdır. “Biz Kur’ân’dan, iman edenler için bir şifâ ve rahmet kaynağı olan âyetler indiriyoruz. Zalimlerin de ancak zararını artırır.”[27] “Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, kalplere bir şifâ ve iman edenler için yol gösterici bir rehber ve rahmet (olan Kur’an) geldi.”[28]
Rasûller aracılığıyla rahmet kaynağı olarak insanlığa ulaşan vahiy, ölü ruhları diriltmek, Allah’tan başkasına ibadet/kulluk etme zilletinden kurtarıp yalnız Allah’a kulluk/ibadet etmenin izzetine, şerefine kavuşturmak ve karanlıklardakileri aydınlığa çıkarmak için indirilmiştir. Rasûllerin gönderilişlerinin en temel sebebi, Allah’tan başka ilah olmadığını, yalnız O’na ibadet ve kulluk yapılmasını tebliğ etmek ve tâğûtlara kulluktan ictinap etmeye (kaçınmaya) çağırmaktır.
“Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlere, “Şüphesiz, benden başka hiçbir ilâh yoktur. Öyleyse bana ibadet edin” diye vahyetmişizdir.”[29]
“İman edip salih amel işleyenleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size Allah’ın apaçık âyetlerini okuyan bir peygamber gönderdi. Kim Allah’a iman eder ve sâlih amel işlerse, Allah onu, içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlere sokar. Allah, gerçekten ona güzel bir rızık vermiştir.”[30]
“Andolsun, biz her ümmete: “Allah’a kulluk edin ve tâğûttan kaçının” (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün.”[31]
Vahiy alan Rasûl, öncelikle onu kendi hayatında örnekleyerek, onunla ahlâklanarak, yaşantısıyla vahyin ilk şahidi ve modeli olmak üzere görevlendirilmiştir. Yani önce yaşantısıyla örnek olup hâl ile tebliğ ettiği vahyi sonra da kaal ile tebliğ eden bir uyarıcı, Allah’ın yoluna çağıran bir davetçi ve dâvet ettiği kimselerin yolunu aydınlatan bir kandil olacaktır. “Ey Peygamber! Biz seni bir şahid, bir müjdeleyici, bir uyarıcı; Allah’ın izniyle kendi yoluna çağıran bir davetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik.”[32] “Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir; fakat insanların çoğu bilmez.”[33] “Biz elçileri, müjde vericiler ve uyarıcılar olmak dışında (başka bir amaçla) göndermeyiz. İnkâr edenler ise, Hakkı bâtıl ile geçersiz kılmak için mücadele ediyorlar. Onlar benim âyetlerimi ve uyarıldıklarını (azabı) alay konusu edindiler.”[34]
Bütün bu şahidlik, dâvet, müjde ve uyarılar, inkâr edenlerin Hakk’ı bâtıl olanla geçersiz kılmaya çalışmalarına rağmen muhatapların Allah’a ve Rasûle iman edip Rasûle bu dâvet mücadelesinde yardım etmeleri, Allah’a saygı ve bağlılıkla teslim olup sürekli biçimde O’na ibadet ve itaat etmeleri içindir: “Şüphesiz biz seni, şâhid, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Ta ki (ey müminler!) Allah’a ve Rasûlüne iman edesiniz, Rasûlüne yardım edesiniz, O’na saygı gösteresiniz ve sabah-akşam Allah’ı tesbih edesiniz.”[35] Rasûllerin dâvetine icabetle iman edip hâllerini ıslah edenlere, kendileri için âhirette bir korku söz konusu olmayacağı ve mahzun da olmayacakları müjdesi verilmektedir. “Biz elçileri müjde vericiler ve uyarıp-korkutucular olmaktan başka (bir nedenle) göndermiyoruz. Şu halde kim iman ederse ve (davranışlarını) düzeltirse, artık onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.”[36]
Allah’ın kendi içlerinden bir arkadaşlarını seçip Rasûl olarak görevlendirmesinin, sapıklık içindeki insanlara bir lütuf olduğu ve bu elçilerin Allah’ın âyetlerini okuyup onları arındırmak, Kitap ve hikmeti öğretmek, onlara bilmediklerini bildirmek görevini ifâ edecekleri ifade edilmiştir. “Öyle ki size, kendinizden, size âyetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size Kitap ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek bir Rasûl gönderdik.”[37] “Andolsun ki Allah, mü’minlere, içlerinde kendilerinden onlara bir peygamber göndermekle lütufta bulunmuştur. (Ki O) Onlara âyetlerini okuyor, onları arındırıyor ve onlara Kitab’ı ve hikmeti öğretiyor. Ondan önce ise onlar apaçık bir sapıklık içindeydiler.”[38] İnsanların içinden, onlardan seçilmiş bir şahsiyet olarak gönderilen Rasûl’ün görevi, kendisine inzâl olan vahyin mesajını, şahidliğini (örnekliğini) de yapmak sûretiyle ulaştırarak hemcinslerini tezkiye etmek (arındırmak), onlara Kitap ve hikmeti, bilmediklerini öğretmektir.
Eğer Allah Rasûlünün (s) misyonu salt vahye aracılık yapmaktan ibaret olsaydı, bunu pekâla bir melek de gerçekleştirirdi. Nitekim Allah Rasûlüne vahyi bir melek (Cebrail) getirmişti. Rabbimiz, Bakara Sûresi 151. ve Tevbe Sûresi 128. âyetlerde Rasûlullah için; “Sizin içinizden” vurgusu ve Necm Sûresi 2. ayette de; “Arkadaşınız” nitelemesi yapmak suretiyle, kendisi gibi insan olanlara güzel örnek/şahid kılınmasının zeminine işaret etmiş bulunmaktadır.
Müjdeleyici ve uyarıcı Rasûllerin gönderilmesiyle, insanların Allah’a karşı ileri sürecek bir bahanelerinin kalmaması, kendilerine ulaştırılan Kitaplarda insanların ihtiyaçları olan Hak yolun gösterilmesi suretiyle üzerinde düşünme imkânını ve sonuçta da kurtuluş yolunu bulmaları amaçlanmıştır. “Müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdik ki, peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”[39] “(Onları) Apaçık deliller ve kitaplarla (gönderdik). Sana da zikri (Kur’an’ı) indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler, diye.”[40] Rasûlullah (s), âyetteki “tebyin”i kendi sözleri, amelleri olarak açıklamıştır. Buna; şu hadisleri örnek gösterilebiliriz: “Benim namaz kıldığım şekilde namaz kılınız.”[41]; “Hac ibadetlerinizi benden alınız.”[42]
Rasûller Hakkı bâtıla hâkim kılmak ve bâtılı tasfiye edip Allah’ın hükmüyle hükmetmek üzere gönderilmişlerdir. Günümüzde çok yaygın olduğu gibi Hak ile bâtılı uzlaştırıp çoğulcu bir model oluşturmak için değil, Hakk’ı bütün bâtıl din, ideoloji ve hayat tarzlarına üstün kılmak için Hak din ve hidâyetle gönderilmişlerdir. “Ki O, elçilerini hidayetle ve hak din ile diğer bütün dinlere karşı üstün kılmak için gönderdi. Şahid olarak Allah yeter.”[43]
“Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve onların hevâlarına uyma. Allah’ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtmamaları için onlardan sakın. Şayet yüz çevirirlerse, bil ki, Allah bir kısım günahları nedeniyle onlara bir musibeti tattırmak istemektedir. Şüphesiz, insanların çoğu fasıklardır.”[44]
“Müşrikler istemese de, dini (İslâm’ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidâyetle ve Hak dinle gönderen Allah’tır.”[45]
İşte Rasûlullah’ın (s) gönderiliş sebepleri ve görevleri ile mü’minlerin onu örnek alarak yerine getirmeleri gereken büyük sorumluluklar, bu kadar açık, anlaşılır biçimde ifade edildiği hâlde, maalesef Kur’an mehcur/terk edilmiş bırakılınca, bütün bu bilgi ve sorumluluklardan habersiz bir cehalet Müslüman’ım diyenlerin neredeyse tamamını kuşatmış bulunmaktadır. Bu yüzden de esas yapılması gereken, Rasûlün yaptığı gibi Kur’an’ı hakkıyla okuyup anlamak, öğüt alıp yaşamak ve bu yolda Rasûlün güzel örnekliğini, mücadele sünnetini takip etmek olduğu halde bu sorumluluklardan çok uzaklarda, senede bir defa içi boş anmalar, bid’at ve hurafe dolu içeriklerle oyalanmalar söz konusu olmaktadır.
Sonuç Olarak
Bir daha hatırlatalım ki, Peygamberi anmayı, senede bir geceye ya da bir haftaya indirgemek çok yönden sakıncalı bir bid’attır; bir kere hayatımızın bütün zamanlarında hiç hatırdan çıkarılmaması gereken ve hayatımızın düzenlenmesi sürecinde sürekli güzel örnekliğimizi teşkil etmesi gereken Rasulullah (s)’in, sadece senede bir gecede ya da haftada hatırlanması ve üstelik bu hatırlamanın da son derece yüzeysel, derinlik ve nitelikten yoksun bir boyutta gerçekleştirilmesi, doğru Kur’an ve Rasul algılamasından uzaklaşmaya yol açmaktadır. Son derece soyut ve neredeyse bir çiçeğe indirgenmiş yanlış bir Peygamber algı ve sevgisini pompalayan, Peygamber (s)’in vahye ilk şahidliğinden, tevhid mücadelesinden kopuk, O’nun Allah yolunda yaptığı fedakârlıkları, dinde tavizsizliğini gündemleştirmekten uzak yanlış Peygamber algısına katkı sunan ve Peygamber sevgisini, Protestanlaştırma projelerine vasıta kılan bu tür programları meşrulaştırmamaya dikkat edilmelidir. Binlerce fakiri doyurabilecekken, tonlarca gülü çöpe atarak harcanan imkânlar ve “Gül Muhammed” diye Rahmet Peygamber’ine isim takan programlar, gül satıcılarının yüzünü güldürse de, sonuçta sekülerleştirme, Protestanlaştırma, dini bir takım duygulara, ritüellere, vicdanlara tahsis ederek hayattan, toplumdan soyutlama projelerine hizmet etmektedir.
Bu sebeple, Rasûlulah’ı (s) senede bir kez anmak gibi bid’at ve hurafelerle oyalanmanın vebalini, günahını üstlenmek yerine, Rasûlün de Kur’an’ın bildirdiği güzel örnekliğinde yaptığı üzere Kur’an’ı hakkıyla tilavet edip vahyin ahlâkını kuşanarak hayatımızın bütün gün ve gecelerinde Rasûlün yolunu, mücadelesini, vahye şahidliğini izleyerek insanlara olan şahidlik, örneklik sorumluluğumuzu yerine getirmeye çalışmalıyız. Rabbimiz bizlere, kendisine lâyık kullar ve Rasûlüne lâyık ümmet olmayı nasip etsin inşaAllah.
Dipnotlar:
[1] Ahmet Özel, “Mevlid”, DİA, c. 29, s. 475-478, Ahmet Özel, “Mevlid: Tarihi ve Dini Hükmü”, Dîvân İlmî Araştırmalar Dergisi, Bilim ve Sanat Vakfı, İstanbul, 2002/1, sayı: 12, s. 243-246
[2] Müslim, Cuma, 43
[3] Nesâi, Îdeyn, 22; İbn Mâce, Mukaddime, 7.
[4] Müslim, Cuma, 43; Ebu Davud, Sünnet, 6.
[5] Ebu Muhammed İbn Hazm, el-İhkâm, fî Usûli’l-Ahkâm, Dâru’l-hadîs, Kahire, 1984, c: 6, s: 225.
[6] Hicr, 15/98-99.
[7] Bakara, 2/42.
[8] Mâide, 5/50.
[9] Yûsuf, 12/40.
[10] Ahzâb, 33/21.
[11] Furkan, 25/32: “…Biz, Kur’an’la senin kalbini pekiştirmek için onu böyle kısım kısım (tertil üzere düzene koyup) indirdik ve onu ağır ağır okuduk.”
[12] Âl-i İmran, 3/159.
[13] Tevbe, 9/128.
[14] Fetih, 48/10.
[15] Fetih, 48/29.
[16] Tevbe, 9/88.
[17] Âl-i İmran, 3/64.
[18] İbrahim, 14/11.
[19] İsrâ, 17/93.
[20] İsrâ, 17/94-95.
[21] Kehf, 18/110; Fussilet, 41/6.
[22] Cin, 72/23.
[23] Ahzâb, 33/1-2.
[24] Yûnus, 10/15.
[25] Ahkâf, 46/9; En’âm, 6/50; A’raf, 7/203.
[26] Enbiyâ, 21/107.
[27] İsrâ, 17/82.
[28] Yûnus, 10/57.
[29] Enbiyâ, 21/25.
[30] Talâk, 65/11.
[31] Nahl, 16/36.
[32] Ahzâb, 33/45-46.
[33] Sebe, 34/28.
[34] Kehf, 18/56.
[35] Fetih, 48/8-9.
[36] En’âm, 6/48.
[37] Bakara, 2/151.
[38] Âl-i İmran, 3/164.
[39] Nisâ, 4/165.
[40] Nahl, 16/44.
[41] Buhârî, Ezan 18, Hadis no: 631; Fethu’l Bâri, 3/11.
[42] Müslim, Hac, 51, Hadis no: 3124.
[43] Fetih, 48/28; Saf, 61/9.
[44] Mâide, 5/49.
[45] Tevbe, 9/33.