Pamak: Öncelikle, Kur’an ve sünnet ölçüleriyle Müslüman zihnini, şahsiyetini ve İslâmî toplumu inşaya ihtiyaç vardır.
Konferans, Furkan Ak’ın, Kur’an-ı Kerim’den âyetler ve meallerini okuması ile başladı. Pamak, konuşmasına bir durum tespiti yaparak başladı ve bu konuda özetle şunları söyledi:
Müslümanların “Aktif Destek” Verdikleri AKP’nin Politikalarıyla Son On Yılda Çok Büyük Bir Yozlaşma Yaşandı
-“Laiklik İslam ile bağdaşır”, “ekonominin-paranın dini imanı olmaz”, “din bireyseldir”, “1400 yıllık Kur’an hükümleri bugün uygulanmaz, güncelleştirilmelidir”, “Laik Parti ve Hükümet olarak biz Hakkı, sırat-ı müstakim üzereyiz, bizden ayrılan sapmıştır” şeklindeki tahrif edici ve saptırıcı propagandalar en tepeden tekrarlana tekrarlana Muhafazakâr “dindarlar” laikleştirildi
-Yetkilerin AKP liderinin tekelinde toplandığı süreçte giderek daha kötü şeyler yapıldı, Kültür, kumarhaneleri olan bir turistik otel sahibine, eğitim ise, Kemalist bir kişiye teslim edildi.
“Müslümanlar” sekülerleştirildi, dünyevîleşme herkesi kuşattı.
Karı-koca düşmanlaştırılıp âile ifsâd edildi, cinsel sapkınlıklar normalleştirildi
İslâm’dan uzaklaştırılan yeni nesiller sekülerleşip “deizm”e savruldu
-15 Temmuz darbe teşebbüsü sonrasında, ulusalcı Kemalistler ve MHP ile koalisyon halinde “neo-kemalist dönem” ve “Yeni 28 Şubat Zulmü” başlatıldı.
“Dindar nesil yetiştireceğiz” diye yola çıkanlar, dindar ailelerin çocuklarını bile 17 yılda seküler, deist ve Kemalist yaptılar.
-Çocuklar 90 yıldır okullarda putlara kıyam ettiriliyordu, artık secde ettirilmeye başlandı. İmam Hatiplerde bile başörtülü çocuklar puta secde ettirildi. Başörtülü çıplaklar ve başörtülü Kemalistler ve deistler çoğaldı.
-Tevhîdî uyanış süreci birikimi, bu süreçte sistem içi batıl siyasete eklemlenerek hebâ edildi. Laik sistem içi siyaset zemininde istikamet krizine sokulup kirletildi.
-Tevhîdî dâvet ve şâhidlik sorumluluğu akâmete uğratıldı.
-Mü’minlerin bağımsız İslâmî kimlikli bir yapıda vahdet oluşturma çabalarına darbe vuruldu.
-Ödünç kavramlarla özgün ve bütüncül İslâmî düşünce üretilemeyeceği gerçeğine rağmen, Müslüman zihinler, başta demokrasi ve “milliyetçilik” olmak üzere seküler kavram ve modellerin esareti altına sokuldu.
-Müslüman öncüler, yazarlar, Dâvetin muhataplarını sadece Kur’an’a çağırmak yerine laik Kemalist iktidara desteğe ve şirk anayasasına oy vermeye de çağırmak yüzünden yaşanan büyük yozlaşmanın vebâli altına girdiler”
Pamak, Tevhîdî yanış süreci müntesiplerinin savrulmalarından yola çıkarak, Müslüman kesimlerde görülen atalet, bireyselleşme, dünyevîleşme ve duyarsızlıklara ve bunun sonucunda yaşanan büyük ve yaygın dejenerasyona dikkat çekti. Böyle bir hale Allah’ın rahmet ve yardımının ulaşmayacağını ve ulaşmadığını ifade etti. Müslümanların, konjonktürel rüzgarlara göre pozisyon almak yerine her şartta emrolundukları gibi dosdoğru olup istikameti korumakta ısrarlı ve istikrarlı olmaları gerektiğinin ve ancak böylece ilâhî yardıma müstahak olabileceklerinin altını çizdi.
Mehmet Pamak’ın yaklaşık iki saat süren konuşmasından bazı bölümleri özet olarak aşağıda istifadenize sunuyoruz. Konuşmanın tamamını ise aşağıda yayınlanan videodan izleyebilirsiniz:
Müslümanlar, “Kulluk Eksenli” Hayat Tasavvurundaki Öncelikleri Terk Edip Nebevî Yönteme Aykırı “İktidar ve Medeniyet” Eksenli Hayat Tasavvuru ve Yöntemlere Savruldular
Kendini İslâm’a nispet eden ve İslâmî duyarlılığı olan camiada, düşünce ve siyaset perspektifi iki eksende gelişmekte, iki hayat ve gelecek tasavvuru öne çıkmaktadır. Birisi kulluk ve ahiret eksenli hayat ve gelecek tasavvuru, ikincisi ise iktidar ve medeniyet eksenli hayat ve gelecek tasavvurudur.
Birincisi Nebevî yöntemi esas alan,Kur’an ve akîde merkezli ıslah ve inşa çabasıyla İslâmî toplumu oluşturmayı önceleyen ve yaşanacak Kur’ânî inkılap ve toplumsal dönüşüm sonucu Allah’ın takdiriyle Medine’ye (İslam’ın iktidarı ve medeniyetine) ulaşmaya çalışan gelecek tasavvurudur. Akîde, kulluk ve ahiret eksenli bu gelecek tasavvuru, üretilmiş olana değil, inzal edilmiş olana uymayı ve Resul’ün (s) mücadele sünnetini esas alır.
Bu tasavvur, içinde yaşanılan toplumu, Kur’an’ı mehcur (terk edilmiş) bırakmış cahiliye toplumu ve bu toplumun ayakta tuttuğu egemen sistemi de cahiliye sistemi olarak değerlendirir. Bu önemli tespitten sonra ise, tebliğ, eğitim ve şahidlik eksenli tevhîdî mücadeleyle toplumun özündekini değiştirmek suretiyle, cahiliye toplumu olmaktan çıkarıp İslâmî topluma dönüştürmeye ve sonuçta Allah’ın da toplumun durumunu değiştirmesine zemin hazırlamaya çalışır. Yani “Kur’an’la büyük cihad” yaparak toplumsal inkılabı hedefler. Bu tasavvurda, İslâmî siyasal değişim, ancak İslâmî sosyal değişimin sonucu olarak Allah tarafından takdir edilecektir. İşte bu suretle nefsindekini vahyî ölçülerle değiştirip İslam toplumu ortaya çıktığında, yani Mekke inşa edilerek Medine’ye ulaşıldığında ise, artık bu İslâmî toplumsal zeminde İslâm’ın iktidarı ve medeniyeti üretilebilecektir. Aksi takdirde cahiliye toplumu ve sistemi devam ederken, eski medeniyetin ihyası İslâmî olma niteliğini kazanamayacaktır. Yapılan modern cahiliyenin içinde geleneksel cahiliyenin yeniden üretilmesinden öteye geçemeyecektir. Onun için Müslüman’a düşen görev öncelikle akîde ekseninde tebliğ, eğitim ve şahidlik çabalarıyla vahiyle İslâmî toplumu inşa etmektir. Yani bu sosyal değişimle İslâmî adalet sisteminin Allah tarafından takdirine yol açacak sebebi hazırlamak için üzerine düşen kulluk sorumluluğunu yerine getirmektir. Onun için bu tasavvurun önceliği yaratılış amacı olan kulluğu yaşayarak, Allah’ı razı etmek suretiyle ahiretteki hesaba hazırlanmaktır.
Siyasal sistemin değişimi ve İslâmî sistemin takdir edilmesi bir sonuçtur, toplum hak ederse Rabbimiz takdir eder. Ancak bu tevhîdî sosyal değişim sonucunda Allah’ın takdiriyle İslâmî adalet sistemi kurulduktan sonra, artık vahye dayalı farklı projeleri olan değişik siyâsî kadrolar İslâmî sistem içi hükümet değişimiyle toplumun yönetimine talip olabileceklerdir. Ancak toplum, ortaya konan tebliğ, eğitim ve şahidlik çabalarına rağmen davete icabet etmez ve özündekini tevhîdî istikamette değiştirmeye yanaşmayarak Allah’ın İslâmî adalet sistemini takdir etmesini hak etmezse, o zaman da Nuh (as) misalinde olduğu gibi 950 yıl da geçse bu hedefe ulaşılmayabilir, ya da Ashab-ı Kehf’te olduğu gibi mağaraya sığınmak bile şerefli bir tercih haline gelir.
Birinci yöntemin gereklerini taşımak ve istikameti sürekli koruma uyanıklığını, tevhîdî ilkelere sadakat titizliğini ve azmini sürdürmek ve bu ciddiyeti sürekli muhafaza etmek zor gelir insanlara. Bu sebeple Hud Suresi nazil olup, “emredildiğiniz gibi dosdoğru olun” (istikameti koruyun), “zalimlere meyletmeyin size de ateş dokunur” uyarıları geldiğinde Resulullah (s) “Hud Suresi beni kocattı” diyebilmiştir. Onun için günümüzde bu dirayeti gösteremeyen Nebevî yöntemin temsilcilerinin büyük çoğunluğu iktidar eksenli ikinci yöntemin dini içeriğindeki söylemsel artış ve kendilerine getirdiği görece özgürlükler ve kimi imkanlar sebebiyle, Nebevî yöntemin ağırlığını taşımaktan da yorularak, istikameti ve ilkelerini taşımakta zaaf göstererek, zamanla sistem içi iktidar arayışı yöntemine eklemleniyorlar.
Ayrıca İslam coğrafyasında birinci yöntemi yani nebevî yöntemi tercih edenler, ya şehid edilerek, zindanlara doldurulup ağır işkencelere maruz bırakılarak, baskı ve yasaklarla bunaltılarak, “radikal”, “terörist” suçlamalarıyla zorlanarak, terörize edilip silahlı mücadeleye itilmişlerdir. Ya da demokrasi içinde siyaset alanına, sistem içine kaymaya yönlendirilmişlerdir. Bu yüzden ikinci yöntemin taliplileri giderek artmıştır.
İkinci gelecek tasavvuru ise, iktidar ve medeniyet eksenli bir tasavvurdur. Bu çizgi, kulluk eksenli tasavvurun cahiliye toplumu olarak nitelendirdiği toplumu İslâmî toplum olarak kabul ettiği için, hedefi toplumu vahiyle dönüştürüp İslâmî toplumu inşa etmek değil, var olan ama iktidarını kendi kültür ve medeniyetine yabancı kadrolara kaptırmış olan toplumu siyasî iktidarı değiştirmeye davet ederek sistem içinde iktidar olmayı hedefler. Toplumu İslâmî kabul ettiği için, bu İslam toplumunun bugüne kadar tarihte ürettiği tüm kültür ve medeniyeti kutsal bilip sahiplenir. Bunlara göre yapılacak tek şey, halkın siyasal desteğini alıp hükümet olarak sistem içinde yakalayacakları fırsatları değerlendirmek suretiyle, tarihi kültürü, medeniyeti ve ümmet coğrafyasını yeniden keşfedip ihya etmeyi hedefler.
Bu tasavvurun sahipleri, ihya etmek istediği kültür ve medeniyetin bir mukaddesi olarak Kur’an ve sünnete de vurgu yapsalar bile, bu mukaddesleri özne ve belirleyen değil, üretilmiş medeniyet, kültür ve anlayışlar çerçevesinde nesneleştirilen, belirlenen değerler konumuna oturtmaktadırlar. Bu sebeple, Kur’an’ı merkeze alarak üretilmiş olanı sorgulamaktan uzak durarak, hurafesi ve bid’atıyla tüm üretilmiş kültür ve medeniyeti merkeze alıp kutsayarak, onu olduğu gibi yeniden ihya etmeyi hedefler. Yüz yıllardır yaygın ve egemen din anlayışı da, üretilen kültür ve medeniyet de, vahiy ve akîde merkezli değildir. Saltanat sürecinin ölçüsüzlük zemininde üretilmiş şiirden mimariye kadar kültür ve medeniyet unsurlarının bir çoğu lüks ve israfa, hevâ ve hevese dayalıdır. Buna rağmen, iktidar medeniyet eksenli tasavvurun sahipleri (AKP’nin kimi öncüleri, Davutoğlu ekibi ve medeniyet adı altında örgütlenmiş düşünce kuruluşları dahil), söylemlerinde geleneksel hurafeleri, bid’atları üretmiş alimleri, imanına şirk bulaştırmış tasavvuf ve tarikat şeyhlerini, hak-batıl karşımı eserleriyle tanınan mesnevi sahiplerini vb. sahiplenip yüceltmekte, onların ürettiği kültürü yeniden ihya etmekten bahsetmektedirler.
Bunların akîdeyi değil de, tarihi medeniyet ve kültür birikimini eksene almalarının bir sebebi de; akîdeyi belirleyici kılıp tevhîdî bir inşayı esas aldıklarında, bugün Müslüman kabul ettikleri toplumun büyük kısmının vahyî ölçülerle Müslim kimliğinden uzak olduğunu kabul etmek zorunda kalacakları gerçeğidir. Kabul etmek istemedikleri vakıa, içinde bulunulan toplumların modern ve geleneksel hurafelerle malül cahiliye toplumları olduğudur. Hatta yeniden ihyası için harekete geçtikleri tarihi kültür ve medeniyetin üreticisi olanların, yani tarihte ürettiklerini bugün kutsallaştırdıkları düşünürlerin, önderlerin, alimlerin, şeyhlerin, hem kendilerinin hem de söyleyip yazdıklarının vahiyle sorgulanıp ayıklanmasının gerekeceği gerçeğidir. Yani atalar dinini reddetmek zorunda kalacakları ihtimali, akîde ve vahiy merkezli bir din algısı ve o istikamette inşa çabasından alıkoymakta ve daha kolayına yönelmektedirler. O da tarihte var olanı yeniden keşfedip tekrarlamak ve ataların yolunu devam ettirmektir. Bu tercih, hem atalara saygının gereği olarak görünmekte, hem de vahiyle geçmiş birikimi sorgulayıp ayıklamak zahmetinden kurtarmaktadır.
Kur’an Toplumunu İnşâda Tarih ve Medeniyet Değil Vahyin Ölçüsü ve Kulluk Bilinci Esas Alınır
Medeniyet eksenli tartışmalar ve İslam adına yeni bir “medeniyet hamlesi” yapmak konusu bir süredir hep gündemde tutulan bir konu olmuştur. Pek çok yazar, aydın ve siyasetçi, bu ülkedeki temel sorunun, en son Osmanlının temsil ettiği “İslam medeniyeti” havzasından çıkıp, Batı medeniyeti havzasına girilmesi olduğunu ifade etmekte, durdurulmuş bir medeniyet olduğu iddiasıyla Osmanlı mirası üzerine yeni bir medeniyet hamlesi yapmanın da önümüzdeki en temel sorumluluk olduğunu vurgulamaktadırlar. Bu amaçla da tarihte üretilmiş medeniyet unsurlarını öne çıkaran çalışmalar yapılması ve bu medeniyetin yeniden ihya edilmeye çalışılması gerektiği ifade edilmektedir. Bu kesimlerin, tarihi ve geçmişte Müslüman toplumlarca üretilmiş medeniyeti yüceltip yeniden ihyasını gündemleştirirken, tercih ettikleri bu yanlış yöntem sebebiyle vahye uygunluk araştırması yapmadan tüm tarihsel birikime sahiplendikleri görülmektedir.
İşte bu medeniyet eksenli tartışmalar gündemi işgal edince, öncelikleri unutturup insanları yanlış istikametlere yönlendiriyor, yanlış yöntemler peşinde oyalıyor. Yıllarca sürdürülen ve hüsrandan başka bir sonuç vermeyen “iktidar eksenli” düşünce ve çabalar “medeniyet eksenli” olana doğru kaydırılarak, bir süre de böyle oyalanılacağına dair emareler yaygınlaşıyor. Halbuki Müslümanlar açısından iktidar da, devlet de, medeniyet de hedef, ideal ve amaç haline getirilemez. Medeniyet, insan topluluklarının yerleşik hayata geçmesi, şehirleşmesi ve birlikte yaşantının sonucu olarak ortaya çıkan bir olgudur. Müslüman topluluğunun hayatında ve tarihinde ise, özel olarak ulaşılması gereken bir ideal, bir gaye olmaktan çok, vahye dayalı davet ve eğitim çabalarıyla meydana gelen toplumsal dönüşüm sonucunda oluşacak sosyal hayatın doğal bir sonucu biçiminde ortaya çıkacak ürünlerin toplamıdır.
Çok daha olumlu olan bir başka tasavvurda “İslâmî düşünce” üretme hedefli olan çabalardır.
İktidar, kültür ve medeniyet gibi bir düşünce ve proje üretimi de sonuçtur.
Öncelikle inzal edilmiş değerler, ölçüler, kavramlar, ilkeler ve hükümler ekseninde Müslüman zihnini ve şahsiyetini inşaya ihtiyaç vardır.
Öncelikle tevhîdî davetle vahiyle fıtratın buluşturulması ve zihnin, imanın, aklın ve şahsiyetin, cahiliye tortularından arındırılıp vahiyle inşa edilmesine yoğunlaşılması gerekmektedir.
İşte bu vahiyle inşa edilmiş müslüman zihinler; evrene, hayata, dünyaya, topluma, tarihe ve bugüne, olaylara ve insanlığın sorunlarına evren senaryosunu takdir edip her şeye rolünü belirleyen mutlak varlığın inzal ettiği ve insana rolünü dikte eden vahyin ölçüleriyle bakmayı, bu ölçülerle tarihi, toplumu, hayatı ve sorunları doğru okumayı, doğru sonuç çıkarıp doğru düşünce ve projeler üretip adaleti sağlamayı başarabilecektir.
Aksi takdirde on yıllardır yapıla geldiği gibi, hüsranla karşılaşmaya mahkum olunacaktır. Çünkü vahyin ölçüleriyle techiz olmadığı için müslümanca akletme ve düşünme kabiliyeti kazanamamış bir zihnin İslâmî bir düşünce ve proje üretmesi mümkün değildir.
Bu sebeple öncelikle, vahiyle zihni, aklı, imanı ve şahsiyeti inşaya yoğunlaşarak vahiyle inşa olmuş İslâmî şahsiyetleri yetiştirmek ve bunları çoğaltıp biz bilinciyle bağlayarak İslâmî cemaati, Kur’an toplumu nüvesini inşa etmek zarureti vardır.
Bu öncelikli ve temel sorumluluk yerine getirilmeden, İslâmî anlamda hiçbir olumlu merhale kat edilemez, İslâmî düşünce de, iktidar da medeniyette üretilemez.
Müslümanlar içinde kanaat önderi, yazar, düşünce adamı, alim, hoca, aydın olarak tanınanların çoğunluğu, “Müslümanlar olarak kültürel ve ideolojik bir emperyalist kuşatma altındayız”, “zihinlerimiz işgal altında, zihinsel özgürlüğe sahip değiliz, bağımsız düşünce üretemiyoruz”, “seküler kuşatma ve dayatmalara karşı edilgenlikten kurtulamıyoruz”, “düşünmeyen duygusallıklar” ve “akletmeyen bağımlılıklar içinde sürükleniyoruz” diye on yıllardır şikayet etmekten ve soyut şikayetleri tekrar eden konuşmalarında, kitaplarında ve makalelerinde çözüme dair tek bir öneri yapmamakta, Kur’an merkezli, vahye atıf yapan içerikler sunamamaktadırlar. Kimisi hayata dokunmayan soyut içeriklerle aynı şikayetleri tekrara ederken, kimileri de sistem içi siyasete eklemlenme sonucu doğuracak, zihinleri kirletip yozlaştıracak eğilimlere savruldular.
Vahiyle bağı kurulmamış soyut düşünceleri tekrarlayanlar, çevrelerine topladıkları gençlere Kur’an’ı hakkıyla okumak ve Rasul’ün önderliğindeki ilk neslin ortaya koyduğu mücadele sünnetini ve Mekke-Medine sürecindeki yoldaki işaretleri kavramak çabası göstermek ve okumada, techiz olmada önceliği bu konuya vermek yerine, daha çok Batılı düşünürlerin yüzlerce kitabını listeleyip bu içerikte okuma listeleri dağıtarak, iddialarıyla ters düşen büyük çelişkiler sergiliyorlar. Sonuçta da, Müslüman nesil adına, entelektüel boyutu yükselen, ama Kur’an ile bakamayan, Furkan ölçüsünü kazanamamış, vahyin değerleriyle düşünemeyen, İslâmî daveti ve şahidliği gerçekleştirip toplumun İslâmî dönüşümüne vesile olmaktan çok uzakta entelektüel gevezeliklere dalan kişiler çoğalmaktadır.
Yapılması gereken, Seyyid Kutub’un da ilk Kur’an neslinin yetişmesinde dikkat çektiği üzere öncelikle sadece ve doğrudan Kur’an ve onun pratiği olan Rasul’ün mücadele sünnetiyle techiz olmak, Furkan niteliği kazanmaktır. Tabii ki daha sonra seçmeci olmak kaydıyla, diğer felsefe, din ve kültürlerde üretilmiş eserleri de, dünyayı, tarihi, toplumu, insanlık birikimini de vahyin ölçüleriyle okumak gerekir.
Bugün düşünce ürettiği iddiasında olanlar bile Kur’an’ı yeteri kadar okumuyor ve topluma Kur’an ile hitap etmiyor, toplumu vahiyle değil de kendi düşünceleriyle muhatap ediyorlarsa, kulluk ve davet sorumluluklarını yerine getirmiş sayılabilirler mi?
Allah Rasulü ve ashabı, sadece Kur’an okudular ve insanlığın hidayetine vesile olacak, karanlıklardan aydınlığa, zulümden adalete çıkaracak muhteşem örneklik, muhteşem bir medeniyet inşa ettiler. Onlardan sonra, Kur’an terk edilmiş bırakılarak Bizans’ın, Sasanilerin, Eski Yunan’ın, İsrailiyatın, yeni Müslüman olan halkların batıl dinlerinden getirdiklerinin vb.nin farklı siyasi model, felsefi düşünce, cahiliye kültürü ve hurafeleriyle zihinleri işgal edilmeye başlayınca, bu güzel örneklik yüzyıllar içinde kaybedildi.
Bugün işte bu sebeple, Kur’an’ı ve Rasul’ün örnekliğini, mücadele sünnetini merkeze almayan okumalar sonucu oluşan kadro, evrene, hayata, dünyaya, topluma ve tarihe vahiyle bakma, vahiyle eleştirme, vahiyle analiz edip doğru sonuçlar çıkarma ve vahye dayalı çözümler önerme becerisini kazanamıyor.
O halde öncelikle, tıpkı Rasulün ve ilk neslin eğitim ve yetişmesinde olduğu gibi doğrudan kitabın ve hikmetin eğitimine yoğunlaşmalıyız. Öncelikle ve esas olarak zihinleri, şahsiyetleri ve ahlâkı vahiyle inşa edip model İslâmî şahsiyeti ve onların bütünleşmesiyle de model Kur’an toplumu nüvesini, “kurucu kadro” olan “müçtehid toplum”u inşa etmeliyiz.”
Konferans cemaatle ikame edilen ikindi namazını müteakip geleneksel “çay ve simit ikramı” ile sona erdi.