Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Makale / İlkesiz Siyasallaşmaya Dayalı ‘İslamcılık’, Ubudiyeti Parçalamaktadır

İlkesiz Siyasallaşmaya Dayalı ‘İslamcılık’, Ubudiyeti Parçalamaktadır

Yazar Mehmet Pamak’a yönelttiğimiz soruların cevaplarından oluşan ve neticede 10 bölümlük bir yazı dizi olarak planlanan dizimizi, bölümler bize ulaştıkça on günlük periyodlarla yayınlamayı sürdürüyoruz.

Bugün yayınlamakta olduğumuz sekizinci bölümde Pamak, sistem içi gündemlere aşırı anlamlar yüklenmesi ve İslam’ın bireysel, toplumsal ve siyasal alanlarda bütüncül bir inşa projesi olduğu gerçeğinin ihmal edilerek aşırı siyasallaşma sonucunda ubudiyetin parçalandığını kaydediyor ve toplumsal sorunlar alanındaki siyasal şahidlik çabalarının, mutlaka bireysel, ailevi ve toplumsal alanları kuşatan sosyal şahidliğin üzerine inşa edilmesi gerektiğini kaydediyor.

İnzal edilmiş olan “Müslim / Müslüman” kavramı yerine, üretilmiş bir kavram olan “İslamcı” nitelendirilmesinin benimsenerek kullanılmasına da değinen Pamak, “Yüce Allah, kendi tevhid dinine “İslam”, bu dine iman edip teslim olanlara da “Müslim/Müslüman” adını vermişken, bunun yerine başka kavramlar icad edip kendimizi onunla tanımlamamızın yanlışlığı açık değil mi? O halde, indirilmiş kavramlarımıza ısrarla sahip çıkarak, içeriğini vahyin ölçüleriyle tanımlayıp toplumun önüne bu sahici içerikleriyle tekrar koymalıyız. Cahiliye toplumunu, ancak bu tür indirilmiş taşıyıcı Kur’ani kavramlarla tevhidi istikamette dönüştürebileceğimizi unutmamalıyız. Tabii ki, Müslümanlar da, Allah’ı razı etmek amacıyla, vahyî mesajın tebliğ ve sosyalleştirilmesini hedefleyen, İslami düşünce üretimi, tevhidî davet, toplumsal dönüşüm ve vahyin çok boyutlu şahidliğini içeren topyekûn İslami mücadele sürecinde, aynı amaca hizmet için gerekli olduğunda, ihtiyaç duyduklarında, yeni kavramlar üretebilirler. Ancak bunu, özgün ilke ve esaslara ters düşmeden, şirk sistem ve ideolojileriyle, yani batılla karıştırılmaya ve davetin muhataplarının kafalarının karışmasına yol açmadan yapmak durumundadırlar. Ayrıca bu tür çabaların, Allah’ın inzal ettiği ve dinini üzerlerine bina ettiği temel kavramların yerine ikame edilip, Kur’anî temel kavramları devre dışı bırakacak türden kavram üretimlerini kapsamaması gerektiğini hatırdan çıkarmamalıyız.” ifadelerini kullanıyor.

İŞTE SÖYLEŞİMİİZN 8. BÖLÜMÜ:

Vahyi Bütüncül Olarak Sosyalleştirme Çabasından Uzak,

Zamansız, Aşırı ve İlkesiz Siyasallaşma ve “İslamcı”lığın Zaafları

Tevhidden soyutlanmış adalet arayışları, sistem içi demokratikleşme çabaları ve Müslümanların tutumları üzerine yapageldiğimiz değerlendirmelerimize ve özeleştirimize devam edelim. Bu bölümde daha çok, kendimizin ve yıllardır içinde yer aldığımız yakın çevrenin kimi sorun ve zaaflarını değerlendirerek, önerilerimizi ifade etmeye çalışacağız.

Toplumsal Sorunlarla İlgili Siyasal Bir Şahitliği Yerine Getirmemiz

Sonuçta Sistem İçi Değişime Eklemlenmeyi Meşrulaştıramaz

Bazı Müslümanların diğerlerine nazaran daha fedakâr ve daha aktif biçimde sosyal ve siyasal olaylarla, toplumsal sorunlarla ilgilenip, İslami kimlikli bir çabayla siyasal şahidlik sorumluluklarını yerine getiriyor olmaları, tabii ki takdir edilecek bir durumdur. Ancak buradan hareketle, bu sistemin yol açtığı sorunlara çözüm önermek durumunda olmanın ve sistemin zulümleriyle, onun alanında mücadele etmenin zorunlu sonucu olarak, bataklıkta yürüyenin üzerine çamur sıçraması misali kirlenmeleri, geçici olmak kaydıyla mazur görülse bile, meşru görülmesi mümkün değildir. Ancak onlar da, bu tür kirlenmelerini meşrulaştırmak için dini referansları zorlamak yerine, “verrucze fehcur” “kirlerden arın, hicret et, şirk başta olmak üzere her türlü pisliklerden uzaklaş”[1] emri gereğince, bir yandan, bu tür kirlenmelerden arınma çabasına süreklilik kazandırmalıdırlar. Diğer yandan da, bu arınma çabalarına katkı sağlayacak olan, (hem birbirimizin velisi olmamızın, hem müntesibi olduğumuz tevhid dinine sadakatimizin, hem de birbirimize merhametimizin gereği olarak omuzlarımıza yüklenmiş bulunan) “emri bil maruf”[2] uyarılarından rahatsız olmak ve rölativist eğilimlerle onları susturmaya kalkmak yerine, istifade etmeye çalışmalıdırlar.

Tevhidi ilkeleri ve İslami kimliği koruyarak, Kur’an’ı sosyalleştirerek tebliğ ve eğitim çabaları içinde olup da, toplumsal sorunlarla ilgilenmek ve siyasal şahidlik açısından zaaf gösteren kardeşlerimizi biz de yıllardır eleştirip, bu alanın da ihmal edilmemesi gerektiğini söylüyoruz. Bu konuda, kendi çapımızda bir örneklik oluşturmaya da çaba göstermiş bulunuyoruz. Ancak, siyasal şahidlikte zaaf gösteren kardeşlerimizin tevhidi ilkeleri koruyan bu konumu dahi, kanaatimce, toplumsal sorunlarla ilgilenme hatırına, seküler demokratik eylem ve söylemlere savrulanlara nazaran daha iyi bir durumdur.

Toplumsal sorunlarla ilgili bir mücadele içinde olan kesimlerin, iktidar sahipleriyle kurulan ilişkilerden etkilenip, sistem içi rüzgârlara kapılarak ya da bu sorunlar hatırına temasa geçilen sol, liberal ve demokratik muhafazakâr kesimlerle kurulan ilişkilerin yol açtığı etkilenmelerle, fikir, söylem ve eylem düzeyinde kirlendikleri çok açık olarak gözlenmektedir.İşte bu etkilenme ve kirlenme sonucu, zamanla vahyin ölçülerini, Kur’ani kavramları ihmal ederek, onların seküler kavramları ve demokratik ölçüleriyle kendilerini tanımlamaya ya da ifade etmeye yönelmeleri ve onların amellerini yapmaya başlamaları, yaygın olan bir savrulmadır. İşte bu çevreler söz konusu savrulmanın, hem de ıslahı yönünde bir çaba göstermeden, mazur ve makul görülmesini bekleme hakkına sahip olmadıkları gibi, meşru görülmesini de hiçbir şartta bekleyemezler.

Başlangıçtaki iyi niyet de, pragmatizm ya da ihmaller ve ilkesizlikler sebebiyle sürüklenilen bu sonucun meşruiyetini sağlamaya yetmez.Çünkü vahyin sosyal ve siyasal şahidliği, ancak Allah’ı razı etmek niyeti yanında, sadece Yüce Allah’ın vazettiği, Resulün (s) örneklediği ölçü ve ilkelerle, hududullah içinde kalınarak gerçekleştirilebilir. Önemine binaen bir daha vurgulamak isterim ki, kanaatimce, sosyal ve siyasal şahidlikte eksiği olan, ancak inanç ve düşüncede tevhidi ilkeleri ve hududullahı korumakta hassas olanlar, sosyal şahidliği ihmal ederek siyasal şahidliğe yoğunlaşan, ancak tevhidi ilkeler alanında zaaf gösterenlere nazaran görece daha olumlu bir konumdadırlar. Yapılması gereken iş ve vasat olarak nitelenebilecek tutum ise, bir yandan özgün tevhidi stratejik mücadeleyi aksatmadan, ertelemeden sürdürmektir. Ve bununla birlikte bu süreçte sistem içi mücadeleden kesin hatlarla ayrıştıracak İslami kimlik ve ilkeleri açıkça ibraz etmekte ısrarcı olmak; diğer yandan da sosyal ve siyasal şahidlik sorumluluğunu, vahyin ölçüleri içinde kalarak, tevhidi istikamet ve ilkeleri koruyarak, sorunlara İslami bakış açısıyla yaklaşarak gerçekleştirmektir. Yani siyasal ve sosyal/toplumsal sorunlarla, ancak tevhidi mücadelenin bir parçası olarak, tevhidi ölçüler içinde kalarak ilgilenmektir.

Sosyal ve siyasal şahidlik yaparken vahyin ölçülerini korumada, İslami kimlik ve ilkelerin ibrazında zaafa düşenler, sonuçta sistem içi değişim eksenli demokratik söylemlere kaymak suretiyle, demokratik ölçülerle siyasallaşmaya başlıyorlar. Üstelik de “Kardeşim, bizim Müslüman kimliğimiz zaten biliniyor, sürekli İslami kimlik ve ölçülere atıfta bulunmak gerekmez” gibi savunularla kendilerini avutup, giderek daha fazla demokratikleşmekten kurtulamıyorlar. Halbuki, ister “İslami kimliğim biliniyor” diye ayrıca vurgulanmasın, isterse bu kimlik her seferinde ibraz edilsin, eğer İslami kimliğin gerekleri, ahlaki, insani ilişkilerde, eylem ve söylemlerde her zaman ve süreklilik arz edecek bir istikrar içinde belirleyici kılınmıyorsa, üstelik bu konudaki yanlışlıklarda, zaaflarda ısrar ediliyorsa, zamanla bu kimlik yerine başka eklektik kimliklere savrulmak kaçınılmaz bir sonuç olmaktadır.

Mesela başlangıçta çok net bir biçimde İslami kimlik ve tevhidi ilkelere dayalı olarak ortaya çıkan Mazlum-Der örneğinde, bu dönüşümü çok çarpıcı bir biçimde yaşamıştık ve maalesef bu tür uyarılarımız dikkate alınmayınca sonuçta sekülerleşmiş, demokratikleşmiş bir söylem ve yapı ortaya çıkmıştı. Mazlum-Der bugün geldiği noktada, artık taguti sisteme, onun şirke dayalı kodları üzerinde oluşturulan anayasa taslakları hazırlayabilecek kadar laik demokratik sistem içi mücadeleye ve sekülerizme eklemlenmiş durumdadır. Yani kuruluşta ilahi vahyi esas alan hukuk ve haklar talebiyle ortaya çıktığı halde, daha sonra seküler demokratik haklar anlayışına sürüklenmiş, bugün ise heva ve zanna dayalı biçimde, yani ilahi vahyi esas almaksızın “sivil anayasa” talebinde bulunabilecek ve taslağını da hazırlayabilecek kadar savrulmanın zirvesine ulaşmış bulunmaktadır. Halbuki kuruluşunda talep ve mücadelesini tamamen vahyi kavram, ölçü ve tanımlar, referanslar üzerine bina eden açık bir İslami kimlik ibrazı söz konusuydu. İşte Mazlum-Der’deki, bu savrulma serüveni, onunla yakın ilişki ve işbirliğini sürdüren, aynı maslahatlarla, aynı pragmatizmle ve aynı ilkesiz tutumlarla sistemin içine dalan diğer kuruluşları da kuşatmaya başlamış görünüyor.

Mazlum-Der, Kürt sorunu başta olmak üzere sistemin yol açtığı toplumsal sorunlara çözüm üretme hatırına, liberal ve sol çevrelerle ilkesiz ilişkiler kurup, kendi İslami kimliğini öne çıkarmaktan ve olaylara, sorunlara yaklaşımda özgün bir duruş sergilemekten, İslami referansları gündemleştirmekten imtina ettiği için, zamanla onlara benzedi. Onlar nezdinde makbul olma ve itibar kazanma, o kesimlerde ve onların arkasındaki medyada akredite olma kompleksiyle kurulan bu ilkesiz ilişkide, onların seküler kavram, değer ve ölçüleriyle kendilerini ifade etmeye, tanımlamaya yöneldi ve zamanla sekülerleşti. Bütün uyarılarımıza rağmen, bu büyük yanlışta ısrar edince, İslami kimlik, kavram, değer ve ölçüleri gündemleştirdiği ilk yıllarında, ötekinin de İslam’la tanışmasına ve insan hakları mücadele alanının, İslami şahidlik ve vahyi ölçülerle daha adil ve daha zengin bir muhteva kazanmasına katkı sunan Mazlum-Der, bu değişim ve dönüşüm sonunda, onların batıl çizgisini taklid eder duruma sürüklenmekten kurtulamadı.

Yaratılış amacımız olan ubudiyetin içerdiği bütünlük parçalanıp önemli kısmı büyük ihmale uğrayınca, etkili ve kuşatıcı bir İslami mücadele zaafa uğramaktadır. Üstelik, İslami duyarlılık ve gayretler de daha çok siyasal söylem ve eylemler alanında gerçekleşince, bu da tevhidi ilkeler konusunda zaaflı bir biçimde ve daha çok sistem içi değişime eklemlenince, zamanla istikamet kayması meydana gelmekte ve menfi dönüşüm yaşanmaktadır. Ayrıca bu süreçte, diğer kesimlerle, bu tür siyasal eylemlilikler hatırına ilkesiz ilişkiler, birliktelikler kurulunca, genellikle hizbî taassuplarımızı da aşamadığımız için, hizbimizin dışındaki kardeşlerimizin eleştirilerini, yandaş dayanışmasıyla ortaya konan toplu tepkisellikle mahkûm edip susturunca, ıslahın ve olumlu gelişmenin önü tıkanmakta, entelektüelizm ve siyasal eylemlilik kıskacında kalınarak, yaşanan menfi değişim kaçınılmaz sonuç olmaktadır.

İşte bu sebeple, bugün çok yakın olduğumuz ve tevhidi uyanış sürecinin önemli bir birikimi olan kardeşlerimiz de, başta Mazlum-Der olmak üzere, tevhidi uyanış sürecinden gelen “çözülmüş”, savrulmuş öbeklerin, şahsiyetlerin yanında yer alarak, onlarla birlikte sistem içi politikalara hem de ilkesiz biçimde destek vererek, aynı serüveni yaşama riski altına girmiş bulunuyorlar. Özal, Erbakan ve en son Erdoğan hükümetleri sürecinde, liberal-sol-demokratik seküler değer, model, ölçü ve kavramları içselleştirip sistem içi politikaya ve yeni statükoya eklemlenerek, sivil demokratik anayasa yapmayı hedef edinmiş gruplarla ilkesiz birliktelik, ister istemez savrulmalara yol açıyor. Çünkü bu eklemlenmiş grupların razı olacağı seküler içerikli demokratik bildiri, açıklama ve tavırlara katılarak, hem kendilerini ve yakın çevrelerini ciddi bir savrulma tehlikesiyle karşı karşıya bırakacak, hem de içinde yer aldıkları tevhidi mücadelenin geleceğine zarar verecek bir yola girmiş bulunuyorlar.

Sosyal Şahidliği İhmal Eden ve Sistem İçi Mücadele Gündemlerine Endeksli Aşırı Siyasallaşma, Savrulmalara Yol Açmaktadır

Sistemin belirlediği gündemlere, sistem içi siyasal gelişmelere takılı kalmak, abartılı misyonlar yüklemek ve bu minvalde gelişen her olaya ve dışımızda belirlenen seküler gündemlere cevap yetiştirmeye, tavır belirlemeye kalkışmak, giderek Kur’an eksenli tefekkürden koparıp, sistem içi ve demokrasi eksenli düşünce üretmeye doğru savrulmaları yaygınlaştırmaktadır.Sonuçta ise, tevhid ekseninde başlayan mücadele giderek demokratik bir mücadeleye doğru evrilmektedir.

Bu sebeple, imani, sosyal ve ahlaki planda vahye şahidiliği öne almanın önemini kavramalı, açık İslami kimlik ve ilkelere dayalı siyasal şahidliği de bu emin zemin üzerine inşa etmek gerektiğini anlamalıyız.Tıpkı siyasal sistem değişikliğinin, ancak sosyal planda yaşanacak tevhidi toplumsal dönüşüm sonucunda Allah tarafından takdir edileceği gibi, İslami mücadelede de siyasal plandaki şahidlik çabamız, topluma örneklik teşkil edecek sosyal plandaki şahidlik sorumluğumuzun gereği yerine getirilerek sağlanacak zemin üzerine oturtulmalıdır. Bu olmadan, sistem içi mücadeleyle net hatlarla ayrılmayan siyasal şahidliğe yoğunlaşmak, hem tevhidi temsilde başarısızlığa ve etkisizliğe sebep olacak, hem de topluma söyledikleriyle kendileri ahlâklanmamış olanların, bu siyasal zeminde kolayca savrulma riskini arttıracaktır.

İşte Mazlum-Der örneğinde yaşananlardan ve daha sonra birçok grubun da aynı serüvene sürüklenmesinden ibret alınarak, bu duruma düşmemek ya da başlamış olan bu riskli süreci durdurup istikameti korumak için, bu gidişi Allah rızası için sorgulayıp, Kur’ani ilkeler ve Resulün (s) güzel örnekliği çerçevesinde ıslah etmeliyiz. Öncelikle de, toplumsal sorunlar alanındaki siyasal şahidlik çabalarımızı, mutlaka bireysel, ailevi ve toplumsal alanları kuşatan sosyal şahidliğin üzerine inşa etmemiz gerektiğini akletmeliyiz. Hayatın bütününü kuşatıp ibadet kılma hedefli sosyal şahidlik üzerine yükselteceğimiz siyasi şahidliğimizi (ve bu alanda kuracağımız ilişkileri, atacağımız adımları), ısrarla İslami kimlik, değer, ölçü ve kavramların belirleyiciliğinde, tevhidi ilkelere sadakatle sürdürmeye dikkat etmeliyiz. Bu amaçla yaptığımız her açıklama ya da eylem, mutlaka Kur’ani kavramları, ölçüleri, ilkeleri ve İslami kimliği belirleyici kılan ve açıkça vurgulayan bir muhteva taşımalıdır. Böyle olmadığı takdirde, kalbi derinleşme, bütüncül anlamda hayatı ibadet kılma ve öncelikle insani, ahlaki alanda vahyi sosyalleştirme zayıflayıp, ihmale uğrayınca, siyasal şahidlikte de tevhidi ilkelerde ısrar zayıflamakta, pragmatizmle sistem içi seküler politikaya eklemlenme riski artmakta ve sonuçta bütüncül bir İslami mücadele ikame edilememektedir.

Günübirlik siyasal gündemlere yoğunlaşıp, yakın vadeli siyasal tercih ve taktik hesaplarla oyalanınca, uzun vadeli stratejik yürüyüşümüz zaafa uğramaktadır. Çünkü bu tür siyasal tercih ve hesapların merkezinde, daha çok seküler sistem içi geçici hedefler gözetilmekte, kalıcı olması gereken İslami birikimin, şahsiyetleri ve toplumu topyekûn inşa boyutu ihmal edilmektedir. Kalp, ahlak, kardeşlik hukuku ve toplumsal ilişkileri vahiyle inşa anlamında vahyin sosyalleştirilmesi ve bütüncül ibadet algısı ihmale uğrayınca, entelektüel boyutu yüksek, siyasi söylemi güçlü, ama İslami kimlik ve Kur’ani daveti, bütüncül olarak ve hakkıyla temsil etmekten uzak kalan, vahye şahidliği kuşatıcı biçimde yapamayan müntesiplerimiz çoğalmaktadır.

Bu sebeple de, tevhidi davet ve şahitlik açısından sorunlu davetçilerin çoğalması ve kuşatıcı, olgun bir ahlaka sahip örneklerin azlığı sebebiyle de, toplumsal dönüşüm bakımından etkisiz ve temsil zaaflı bir konuma sürüklenmekteyiz. Bu tür bir konumda ısrar edilir, Allah rızası için yapılan uyarılar da sert tepkilerle susturulmaya, hatta karalanmaya çalışılırsa ve “ruczdan hicret”le arınma ve ıslah çabasından uzak durulursa, kaçınılmaz olarak sonuç vahim olacaktır. Böyle bir hal ile ortaya konan siyasal şahidlik, eklektik ve sekülerlikle karışık bir muhteva taşıyacak ve sonuçta topluma yönelik tevhidi bir davet ve şahidlik görevi hakkıyla yapılmamış olacak, toplumdaki dönüşüm de, ister istemez ortaya konan bu hak-batıl karışımı, İslam-demokratikleşme sentezi istikametinde gerçekleşecektir.

Vahyi Sosyalleştirmeden, Sistem İçi Değişim Eksenli Siyasallaşma,

Müslümanları Dönüştürme Etkisi Yapmaktadır

Nitekim gelinen noktada, kendini “İslamcı” olarak tanımlayan ya da öyle tanınan neredeyse bütün yazarlar, aydınlar, yazılı ve görsel medyada yazarken ya da konuşurken, artık Kur’ani kavramlarla konuşmaktan, İslami kimlik, ilke ve ölçüleri açık bir biçimde ibraz etmekten özenle kaçınıyorlar. Doğrudan İslami inanç, amel ve bütüncül hayat tarzını ve cahiliyenin geleneksel ve modern türevlerinden beri olan ve ayrışmış taraflarını değil de, kendi zanlarınca cahiliye ile örtüşen, benzeşen yanlarını öne çıkarmaya çalışıyorlar. Üstelik bunu da, İslami ölçüleri saptırarak, cahiliye sistemi ve cahiliye toplumuna yaranma, itibar ve kabul görme, sığınma refleksiyle, akredite ve medyatik olma pragmatizmiyle yapıyorlar. Yandaş medyada yazan ve konuşan neredeyse hiçbir yazar ya da konuşmacı, İslami çözüm ya da alternatifi gündemleştirmiyor. Büyük ekseriyeti, sistem içi değişime, mevcut şartlarda görece iyileşmeye endeksli yazıp konuşuyorlar. Uzun süredir böyle yaptıkları için de yeni hali kanıksayıp, artık İslami sorumluluklarını unutmuş görünüyorlar.

Evet artık, bütün medyada ve kamuoyu önünde Müslümanlar tevhidi bir kimlik ibrazından, tevhidi ölçüler içinde yazıp konuşmaktan uzak duruyor. Kur’ani kavramları gündemleştirmekten çok uzak bir üslup ve içerikle, “İslamcılık” adı altında, “kent dindarlığını”, “muhafazakârlığı”, demokrasiyle uzlaşmış, seküler bir söylemle ifade edilen liberal bir “Müslümanlığı” konuşuyorlar. “İslamcılık” adı altında AKP, Saadet Partisi ve Has Parti siyasetini tartışıyorlar. Kapitalist yaşam tarzına uyumlu tüketim ve üretim azgınlığına müdahale etmek yerine, uyum sağlayan bir “Müslümanlığı” gündem yapıyorlar. Ya da Müslümanları ilgilendiren (başörtüsü özgürlüğü gibi) kimi bireysel özgürlükleri, onları bile çoğu kez seküler insan hakları ve demokratikleşme bağlamında gündeme taşıyıp tartışıyorlar. Hiç değilse, tartışma konusu olan başörtüsünden kalkarak, İslami hayat tarzı ve tevhid inancını gündemleştirmek mümkün iken, bütüncül bir İslami kimlik ibrazı ve tevhidi bir davet, asla söz konusu edilmiyor. Kimlik ve inanç taşıyıcı Kur’ani kavramlar ve bunlara dayalı olarak hayatın bütün alanlarını kuşatıcı muhtevadaki İslami nizam, cahiliyenin, sahici ve kurtarıcı tek alternatifi olan vahyin belirlediği İslami hayat tarzı, birçok fırsat doğmasına rağmen gündeme getirilmemektedir. Kamuya açık medya alanlarında akredite olup söz söyleme imkanına kavuşanların neredeyse tamamına yakını, şirke, küfre, zulme ve ifsada karşı tevhidi bir mücadelenin gereklerini, cahiliye toplumunu tevhidi ilkelerle bütüncül tarzda ıslah amaçlı inkılabi değişim ve Kur’ani dönüşüm projelerini gündemlerine almıyorlar. Bu konumlara gelebilen büyük ekseriyet, artık, sistem içi değişim mücadelesine eklemlenmiş, bu çizgiye ve demokratik çabalara endeksli olarak yazıp, konuşuyorlar.

Tabii ki, bu süreci tek bir saikle izah etmek mümkün değildir. Ancak kanaatimizce, yukarıda izah etmeye çalıştığım, İslami kimlik ve Kur’ani temel kavramların giderek belirleyici olmaktan çıkarılmasının yanında, vahyi bireysel, ailevi ve toplumsal hayat alanlarında bütüncül olarak sosyalleştirmeden siyasallaşmanın da etkisi söz konusudur. Hayatı kuşatan sosyalleşme alanında ciddi çabalar sarf edip bir mesafe almadan, tam tersine bu alanları çoğu kez ihmal edip kendi haline bırakarak, abartılı bir biçimde sistem içi gündemlere endekslenmiş aşırı bir siyasallaşmaya kaymış olmamızın bu savrulmada önemli bir rolü vardır. Halbuki sosyal ve siyasal şahidlik arasında bir denge kuran bütüncül bir İslam anlayışıyla, bireysel ve toplumsal bütün hayatı ibadet kılmayı hedefleyen topyekün bir İslami mücadele temel sorumluluğumuzdur.

 

 

Bütün bu süreçlerde, indirilmiş vahyî bir kavram ve Rabbimizin bize vermiş olduğu bir ad olan “Müslim”[1][3]yerine ikame edilen üretilmiş “İslamcı” kavramıyla kendilerini tanımlayanlar, sadece bu tanımlamayla bile, hem Kur’ani bir kavramı devre dışı bırakarak, Allah’ın bereketinden uzaklaşmaya yol açmaktadırlar. Hem bu üretilmiş yanlış adlandırmayla, İslam’ın, hayatı kuşatan bütüncüllüğünü parçalamaya ve onu siyasal bir söyleme, neredeyse siyasal bir ideolojiye indirgemeye yol açmaktadırlar. Ve böylece bu üretilmiş kavramla zihinlerin bulandırılmasına, tevhidi kesimde savrulmalara müsait bir zemin oluşmasına sebep olmaktadırlar. Hem de içeriği tartışmalı, tevhidi olmaktan çok uzak demokratik, muhafazakâr çevrelerin bile içine girdiği, hatta daha çok onları tavsif eden, üstelik de başlangıçta ötekinin yakıştırması olan bu üretilmiş kavramı kullanarak, davetin muhatabı kitlelerde kafa karışıklığına yol açmaktadırlar. Bu sebeple de, tevhidi davetin, ahiret ve kulluk eksenli Kur’ani bir zemine oturmasını engelleyecek, zaaflı bir temsil ortaya çıkmaktadır.

 

 

Üstelik bu kavramı ısrarla sahiplenenlerin bile, sürekli “olumlu anlamda İslamcılık” tanımlaması yapıp “olumsuz anlamda İslamcılık”tan ya da “Türkiye İslamcılığı” ve “Tevhidi İslamcılık” gibi ilave kavramsallaştırmalara müracaat etmek zorunda kalmaları, farklı “İslamcılıktanımlarından kendi “İslamcılığını” ayrıştırma çabası göstermeleri ibret verici değil midir? Nitekim, “İslamcılık” kavramını kullanmakta ısrar eden ve kendilerini de böyle tanımlayan kardeşlerimiz, bizzat kendi yazılarında bile Erbakan’ın “Milli Görüş”ünü de, Numan Kurtulmuş’un Has Parti hareketini de, laik demokratik partiler olmalarına rağmen “İslamcı” olarak tanımlamakta ve “Türkiye’de genel olarak İslamcı karakterin çok sevdiği ‘medeniyet’ söylemi doğrultusunda siyaset yapmayı tercih edenler” olarak nitelendirmektedirler. Aynı kardeşlerimizin kafa karışıklığı ve “İslamcı” çizgilerinin eklektik duruşu, laik demokratik “Milli Görüş” partilerinden ve Has Parti’den beklentilerin yazıldığı aşağıdaki satırlarda bakın hangi boyutlara varıyor?[2][4]

 

 

Belki ileride kurmayı özledikleri partinin özelliklerini de yansıtacak tarzda ortaya konan ve olumlu olarak nitelenen bu “İslamcı” beklentiler şunlar: “Ama eğer yaşadığımız dünyayı ve Türkiye’yi doğru tahlil eden ve siyasal-sosyal olaylara İslamcı bir perspektifle bakış tercih edilirse bunun en azından artı değer olduğunu da görmek gerekiyor. Muhalif duruşu net, sistemle esaslı bir hesaplaşmaya niyetli, anti-emperyalist, sosyo-ekonomik çelişkilere dikkat çeken, hak ve özgürlükleri merkeze almış bir siyasettir kast ettiğimiz… Müslümanlar adına kimlik ve siyasi duruşunu netleştirecek, anti-emperyalist, oligarşik sistem ve resmi ideolojiye muhalif, sosyo-ekonomik meselelere öncelik verecek, hak ve özgürlükler mücadelesi verecek bir partinin var olması da bir olumluluk sayılmalıdır”.

 

Pes doğrusu, demek bu laik demokratik partiler, sistemle hesaplaşan muhalif bir duruş sergileyip, anti-emperyalist olup, sosyo-ekonomik çelişkilere dikkat çekip, hak ve özgürlükleri merkeze alsalar iyi ve olumlu “İslamcı” olacaklar öyle mi? İşte “İslamcılık” ve “İslamcı perspektif” budur. Peki, bu muhalif duruşun referansı ne olacak ve nerede duracaktır? Sosyo-ekonomik çelişkilere, hangi ölçülerle dikkat çekilecektir? Hak ve özgürlüklerin referansı, laik hukuk, seküler haklar beyannamesi ve heva ve zan mı, yoksa ilahi vahiy mi olacaktır? Hak ve özgürlüklerin tanımı, sınırı ve ölçüsünü hangisi belirleyecektir, heva ve zan mı, ilahi vahiy mi? İşte “İslamcılık”; bütün bu ayrımları ikinci plana atan ve laik demokratik anlayış, model ve partileri de kolayca içine alan, görüldüğü üzere kendilerini “Tevhidi İslamcı” olarak tanımlayanları bile bu boyutuyla çok rahatsız etmeyen, sadece siyasal alanda muhalif, anti emperyalist ve özgürlükçü olmaya endekslenmiş eklektik, modern bir bid’attır.

 

 

 

“Müslüman” ve “İslamcı” Tartışmaları Bağlamında

İslami Davet ve İnşa Sürecinde Taşıyıcı ve Tanımlayıcı Kavramların Önemi

 

Her din ya da ideoloji kendini özgün taşıyıcı kavramlarıyla ifade eder, tanımlar ve insanlara ulaştırır. Kavramlar nötr değildirler, zihnine girdikleri, kendilerini benimseyerek kullanan insanları, kendi arka planındaki din, düşünce, felsefe ve ideoloji istikametinde dönüştürürler. Bir de taşıyıcı olmayan, yani dini ve ideolojik boyutu belirleyici olmayan kavramlar vardır ki, onları her din ya da ideoloji ya olduğu gibi ya da kendine göre değiştirip yeniden tanımlayarak kullanabilir. Özellikle de, ilahi iradenin inzal ettiği taşıyıcı kavramlar söz konusu olduğunda ise, bu tür Kur’anî kavramların mutlaka oldukları gibi kullanılmaları çok daha büyük önem arz eder. Bu tür kavramların yerine başka hiçbir kavram ikame edilmemeli ve davetin muhatapları, mutlaka bu kavramların vahiyle belirlenmiş içeriğiyle buluşturulmalıdırlar.

 

Ama maalesef, bir süredir kan kaybederek içinden geçtiğimiz değişim sürecinde, Müslümanların çoğu artık taşıyıcı Kur’ani temel kavramları bile kullanmayıp, entelektüel görüntü verme ve ötekine kendini beğendirme eğilimiyle başlayan, ama sonra kanıksanıp içselleştirilen bir biçimde, giderek seküler bir dile doğru savrulmaktadırlar. Üstelik bununla da yetinmeyerek, Kur’ani kavramları kullanmakta ısrar edenleri, “Hâlâ tagut, şirk, tevhid mi?” diyorsunuz, “Siz hâlâ orada mısınız?” dercesine, tahfif edici, küçümseyici yaklaşımlar sergileyebilmektedirler. Mâdem ki biz, Kur’an’ı belirleyici kılarak içinde yaşadığımız toplumu, kendimizden başlayarak vahyin ölçü ve ilkeleri istikametinde dönüştürmek ve çağımızın Kur’an toplumunu inşa edip tevhidi ümmeti vahyin ölçüleriyle yeniden yapılandırmak istiyoruz; o halde kendimizi vahyin özgün kavramlarıyla tanımlamalı, söylem ve eylemlerimizi Kur’ani kavramlarımızla ifade etmeli, kimliğimizi, amellerimizi özgünlükten çıkarıp bulandıracak, ilkelerimizi flûlaştıracak, üretilmiş geleneksel ve modern değer, ölçü ve kavramlardan uzak durmalıyız.

 

Bu bağlamda “İslamcılık” kavramını ele aldığımızda, bu kavramı ısrarla kullanan kardeşlerimizin bile, “İslamcılık tartışmalı bir kavramdır” tespitini yaptıklarını ibretle okuyoruz. Üstelik bu kardeşlerimiz, “İslamcılık” kavramının, Batılılaşmaya, kapitalizme, modernizme, emperyalizme karşı İslami uyanış ve direniş çabalarını, İslam’a ait değerleri korumaya çalışan Müslümanları nitelemek ve “suçlamak amacıyla, tıpkı “radikal İslam”, “fundamentalist İslam”, “dinci” kavramı gibi, İslam karşıtı Batılı emperyalistlerce ve yerli Batıcı, laik ve ulusçu unsurlarca kullanılan bir kavram olduğunu da vurgulamaktadırlar. Bu kavramın içeriğinde çıkarcılığın, ulusalcılığın da yer aldığını ifade eden bu kardeşlerimiz, birbiriyle çelişkili birçok anlayışın kendisini bu kavramla tanımladığını ya da dışarıdan birilerinin akıdevi farklılıklar arz eden değişik anlayışlar için bu kavramı kullandığını da ifade etmektedirler. Bu bağlamda, “İttihat Terakki İslamcılığı”, “Anadolu İslamcılığı”, “Osmanlı İslamcılığı”, “Türkiye İslamcılığı”, “Din temelli İslamcılık”, “Çıkar amaçlı İslamcılık”, “Evrensel İslamcılık” gibi hem hakkı hem de bâtılı kastetmek üzere birçok tanımlamaya gidildiğini de ortaya koymaktadırlar.

 

Tıpkı “dinci” kavramı gibi dışarıdan bir tanımlamayı ifade etmek üzere çoğu kere tırnak içinde yazılan “İslamcı” kavramı, buna rağmen kabullenilip “meşru” tanımları yapılarak savunulmakta, içselleştirilmektedir. Rabbimiz Kur’an’ın birçok ayetinde bizi “Müslüman” olarak, bizim için seçtiği dini de “İslam” olarak tanımlamışken, hangi zaruret veya maslahattan kaynaklanırsa kaynaklansın bizim başka isimlere ihtiyaç duymamız makul, doğru ve meşru değildir. Her şeyden önce “İslamcılık” Kur’ani olmayan bid’at bir kavramdır. Çağımızın muvahhidlerini, Müslümanlarını, bugünün Kur’an neslini tanımlamak istiyorsak, vahiyle konulan adımıza aykırı, ilk Kur’an nesli ve sonraki nesillerin de kullanmadığı bu kavramı kullanmakta neden ısrar ediyoruz ki?

 

Zaten kimi uzman raporları istisna edilirse, “İslamcılık” ya da “siyasal İslam” denince bütün dünya, daha çok “milli görüş” partilerini ve onların siyasal mücadelelerini anlıyor ve onları tartışıyor. “Müslim” kavramının içini Kur’ani ölçülerle doldurup, kendini Müslüman olarak tanımlayanları, ortak tevhid kelimesine ve ortak kitap Kur’an’a davet etmek varken, halkın da tanımadığı, ilahi iradenin de onaylamadığı, üretilmiş bir kavram peşinde kargaşa çıkarılmaktadır. Medyada yer alan, yazıp konuşan çoğu “İslamcı” aydınlar, Allah’ın verdiği ismin altını Kur’an’la doldurarak, taguti şirk sisteminden ve ona hayat veren cahiliye toplumundan bağımsız tevhidi toplum ve İslami sistem hedefli bir düşünce ve söylem üretmek ve bu minvalde örgütlenip şahidlik yapmaktan uzak duruyorlar. Tamamen sistem içi değişim kodlarıyla belirlenip sınırlanmış, sistemi demokratikleştirmeye endekslenmiş düşünceler üretip, topluma bunları yaymakla meşgul bir konumu kanıksamış bulunuyorlar.

 

Halbuki, sözüm ona, herkesin kendisini “Müslim”/Müslüman tanımlaması sebebiyle, kendi Müslümanlıklarını ayrıştırmak amacıyla “İslamcılık” kavramını kullanmayı tercih ediyorlardı. Şimdi ise, zaman zaman aynı ayrıştırma çabasını hem de daha fazlasıyla farklı “İslamcılık” tanımlamaları arasında göstermeye ve kendilerini bu sefer de onlardan ayrıştırmaya çalışıyorlar. Ama yukarıya alıntılanan paragrafta ve referandum sürecinde yaptıkları gibi çoğu zaman bu ayrımı da unutup, “siyasal İslamcı laik demokratik partiler”le ortak seküler siyasal söylemlerde buluşuveriyorlar. Bütün bu risklerine rağmen, üretilmiş bir kavram alanında bunca enerjiyi harcayarak, kendilerini İslamcı olarak tanımlamakta ısrar ediyorlar. Halbuki üretilmiş bir kavramın peşinde sürüklenenler, diğer “İslamcılık”lardan kendini ayrıştırmak için bunca yazıp konuşmaya çabalamak yerine, doğrudan, Rabbimizin inzal ettiği vahiyle bize verdiği “Müslim” adını kullanmakta ısrar etseler daha anlamlı, daha değerli ve ilkeli bir tutum sergilemiş olmazlar mı? Bu inzal edilmiş “Müslim”/Müslüman kavramının altını Allah’ın beyanıyla, vahyin ölçüleriyle, Kur’ani tanımlarla doldurarak netleştirmek suretiyle, üretilmiş “İslamcılık” kavramının yol açtığı zaafları aşmak ve Allah’ın rahmet ve bereketini celbetmek bakımından, hem daha akıllıca, hem de Kur’an’a daha uygun bir amel gerçekleştirilmiş olmaz mı?

 

Rabbimiz, köken itibariyle tevhid dini müntesibi “Müslüman”lar oldukları halde, dinlerini ve kitaplarını tahrif ederek bu kökten uzaklaşmış, sapmış ve “Kitap Ehli” olarak nitelenenlere, köklerindeki İslami inanca dönme çağrısı yapılmasını, tevhidin esaslarına dönerek tekrar Müslüman olmaya davet edilmelerini son elçisine emretmiştir. “De ki: ‘Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim.’ Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: Şahid olun, biz gerçekten Müslümanlarız.”[5] Görüldüğü üzere, kendilerini hak din mensubu olarak gördükleri halde sapmış olanlara, hak din İslam’ın ve tevhid akıdesinin esasları hatırlatılıp, tekrar bu öze dönüş yapmalarına vesile olunmaya çalışılması emrediliyor. Ancak, direnirlerse, “Müslüman” kimliğine sahip çıkarak onlardan farklılığın vurgulanması gündeme getiriliyor. Peygamber’in (s) davetinin muhatabı olan toplumda yer alan neredeyse bütün kesimler, Yahudi ve Hıristiyanlar ile müşrikler, kendilerini “İbrahim’in dininin müntesibi” olarak niteliyorlar, İbrahim (as)’a nispet ediyorlardı. Allah vahyini gönderirken, madem “İbrahim”in dini nitelemesi anlam kaybına uğradı ve başka anlamlarda kullanılıyor, kafir olmuş kitap ehli ve müşrikler de bu isimle kendilerini tanımlıyorlar, o halde sen kendini bu isme nispet etme demiyor. Tam tersine Peygamberine ve “İbrahim’in dini” nitelemesine sahip çıkıyor ve onun dininin aslının ne olduğunu tanımlıyor ve kitap ehli ile müşriklerin bu dinin müntesipleri olmadıklarını, ama bu dine davet edilmeleri gerektiğini bildiriyor. “İbrahim, ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi; fakat o, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir Müslüman idi; müşriklerden de değildi”.[6]

 

Yüce Allah, kendi tevhid dinine “İslam”, bu dine iman edip teslim olanlara da “Müslim/Müslüman” adını vermişken, bunun yerine başka kavramlar icad edip kendimizi onunla tanımlamamızın yanlışlığı açık değil mi? O halde, indirilmiş kavramlarımıza ısrarla sahip çıkarak, içeriğini vahyin ölçüleriyle tanımlayıp toplumun önüne bu sahici içerikleriyle tekrar koymalıyız. Cahiliye toplumunu, ancak bu tür indirilmiş taşıyıcı Kur’ani kavramlarla tevhidi istikamette dönüştürebileceğimizi unutmamalıyız. Tabii ki, Müslümanlar da, Allah’ı razı etmek amacıyla, vahyî mesajın tebliğ ve sosyalleştirilmesini hedefleyen, İslami düşünce üretimi, tevhidî davet, toplumsal dönüşüm ve vahyin çok boyutlu şahidliğini içeren topyekûn İslami mücadele sürecinde, aynı amaca hizmet için gerekli olduğunda, ihtiyaç duyduklarında, yeni kavramlar üretebilirler. Ancak bunu, özgün ilke ve esaslara ters düşmeden, şirk sistem ve ideolojileriyle, yani batılla karıştırılmaya ve davetin muhataplarının kafalarının karışmasına yol açmadan yapmak durumundadırlar. Ayrıca bu tür çabaların, Allah’ın inzal ettiği ve dinini üzerlerine bina ettiği temel kavramların yerine ikame edilip, Kur’anî temel kavramları devre dışı bırakacak türden kavram üretimlerini kapsamaması gerektiğini hatırdan çıkarmamalıyız.

 

Ve bilmeliyiz ki, üretilmiş kavramlar bir ihtiyaca binaen doğar, belli bir süre yaşar ve sonra da ölürler. Çoğu kez unutularak gündemden kalkarlar. Yani belli bir süre tedavülde kalır ve bir gün yozlaşarak ya da artık amaca hizmet etmediği için, yahut da yerine konjonktürel duruma uyumlu yenileri üretildiği için terk edilirler. Üstelik bu tür üretilmiş kavramlar bir ülkede ya da bölgede kabul görebilirken, diğerlerinde önemsenmeyen, hatta bilinmeyen bir durumda olabilirler. Yani çoğu kez bölgesel ya da daha dar alanlarda geçerli olup, evrensel değildirler, hatta küresel bile olmayı başaramamaktadırlar. Bu sebeple de, İslam ümmetinin ortak paydasını teşkil edememektedirler. Hatta, ümmeti teşkil eden dünyanın değişik bölgelerindeki mü’minlerin birbirini anlamasının, birbiriyle bütünleşmesinin ve vahdetinin önünde engel bile teşkil edebilmektedirler. Halbuki inzal edilmiş vahyin bildirdiği ilahi kavramlar, Yüce Allah’ın tercihi olarak evrensel olup, ümmetin tüm dünyaya yayılmış bütün kesimlerinin en önemli ortak paydasını, ortak adını, ortak şiarlarını, ortak bilgisini temsil etme konumunu kıyamete kadar sürdürecek niteliktedirler. Bu sebeple, inzal edilmiş evrensel özgün kavramlarımız, her bölgenin olduğu gibi, her çağın mü’minlerini de birbirine bağlayan, birleştiren, aralarında kopmaz bağlar kuran, tanımlayıcı, taşıyıcı ve inşa edici kavramlardır.

 

Bir başka husus ise, bizzat Allah tarafından Mü’min kullarına verilmiş bir ad olan inzal edilmiş “Müslim” kavramının yerine üretilmiş “İslamcı” kavramının konulmasının, önemli bir adaletsizlik ve “zulüm” olmasıdır. Çünkü zulüm; “Bir şeyi kendi yerinden başka bir yere koymaktır.” O halde, Allah’ın koyduğu bir ismin yerine başka bir ismi koymak, yani indirilmiş “Müslim/Müslüman” kavramını terk edip, üretilmiş “İslamcı” kavramını onun yerine koymak zulüm olmaz mı? Böylece, “Müslim/Müslüman” kavramını, Allah’ın razı olmadığı geleneksel ve modern hurafelerle karışık yanlış din anlayışlarına tahsis etmek ya da kendini bu sebeple inzal edilmiş bir kavramdan ayrıştırmak için farklı kavramlar üreterek, Müslüman kavramının bu yanlış din algısına ait olduğunu dolaylı olarak da olsa kabullenmek, bu anlamda zulüm olmaz mı? Tabii ki, bu kasıtla yapmadıkları için, iyi niyetle “İslamcı” kavramını kullanan kardeşlerimiz “zalim” olarak nitelenmeseler de, sonuçta bu zulme aracı oldukları açık değil midir?

 

Diğer taraftan, Allah’ın inzal ettiği vahiyle bize verdiği adı terk edip, yerine üretilen kavram, yukarıda örnekleri zikredildiği üzere, tevhidi ölçülerle bağdaşmayan birçok yanlış İslam algısı için de kullanılmaktadır. Unutmayalım ki, Rabbimiz “raina” -bizi gözet- kelimesi, sadece Yahudilerce başka bir anlamda kullanıldığı için, Rabb’imiz bu kelimeyi kullanmayı yasaklamış ve bunun yerine Müslümanlara, Rasulullah’a hitaplarında “unzurna”-bize bak- demeyi emretmiştir.[7] Buradan çıkarmamız gereken sonuç; özellikle İslam’a aykırı başka anlamlara da gelen kelime ve kavramlar rast gele kullanılmamalı, bu tür kavramların başka eklektik inançlarla bağlantısı ve onu üreten dünya görüşünün oluşturduğu arka planı, söz konusu başka anlamlarından kaynaklanacak kafa karışıklığı, zihni bulanıklık dikkate alınmalıdır. Bu sebeple, bu tür yanlış anlamları da olan kavramlar, olumlu tanımı niyetiyle kullanılsalar bile, sonuçta söz konusu yanlış tanımlarının meydana getirecekleri dönüştürücü, saptırıcı, tahrif edici etkisi ve oluşacak yanlış imaj da dikkate alınarak tercih edilmemelidir.

 

Ayrıca, geleneksel ve modern hurafelere bulanmış, akıdeleri bozulmuş halk kitlelerinin, kendilerini Müslüman olarak tanımlamaları, bu temel kavramımızdan uzaklaşmamıza yol açmaması gerektiği gibi, halkla ayrışma sebebi kılınmak yerine, tam tersine onlara İslami mesajı ulaştırmada ortak payda olarak öne çıkarılmalıdır. Kendini Müslüman olarak tanımlayan kitlelere ulaşmada, bu ortak payda tebliğ zemini olarak kullanılarak, aramızdaki bu ortak ismin Kur’ani muhtevası, gerekleri ve sorumlulukları hatırlatılarak tevhidi davetin vesilesi kılınmalıdır. Bilinmelidir ki, “Müslim” kavramı inzal edilmiş bir temel taşıyıcı kavramımızdır. Eğer bu tür Kur’ani temel kavramlarımız tarihsel süreçte doğru olmayan bir şekilde kullanılmaya başlanmışsa, bize düşen bu kavramları terk edip, onların yerine yine başka anlamlara da gelen kavramlar üretmek değil, özgün vahyi kavramlarımızı Kur’ani içeriklerine tekrar kavuşturarak, onları kullanmakta ısrarcı olmaktır.

 

Kanaatimizce, bu hassasiyet korunmadan yapılacak olan kavramlaştırmalar, özellikle de, “Müslim” (Türkçe karşılığı olarak “Müslüman”) kavramı gibi çok önde, sık kullanılan, tanımlayıcı ve mesajı taşıyıcı niteliği olan bir kavramın yerine, “İslamcı” gibi üretilmiş, üstelik tanımlama ve ayrıştırmada da çok yetersiz kalan bir kavramı, sürekli kullanmakta ısrar etmek gibi tutumlar büyük yanlıştır. Ayrıca, bu tercihte ısrar, ilahi olan kavramın desteğinden, bereketinden yoksun kalmaya da sebep olmakta, üretilmiş bir kavrama nispet edilen tebliğ ve şahidliğin muhataptaki tesirini azaltıcı, bu davete icabeti anlamsızlaştırıcı sonuçlar da doğurmaktadır. Çünkü bu davete muhatap olanlar, “Kur’an’ın davet ettiği ‘Müslüman’lardan olmak bize yeter, ayrıca bir de ‘İslamcı’ olmamız gerekmez” diye bakabilmektedirler. Sonuçta da, kendini İslamcı olarak tanımlayıp İslamcılığa davet edenler, muhatabın kendini severek nispet ettiği “Müslim” kavramının oluşturduğu ortak paydayı, ortak zemini kullanmak ve bu kavramın Kur’an’daki karşılığını anlatarak tevhidi tebliğ etmek imkânını da büyük oranda kaybetmektedirler.

 

Bu konuda bir hatıramı paylaşmak isterim. Mazlum-Der’in kurulduğu 1991 yılı başlarında, ilk yönetim kurulu olarak, bizden 5 yıl önce sosyalistlerce kurulmuş bulunan İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) genel merkezine bir ziyaret gerçekleştirmiştik ve iki derneğin yönetim kurulları olarak insan hakları yaklaşımlarımızı birbirimize aktarmıştık. Doğal olarak onlar Batılı referanslarla, biz ise İslami kimlik ve referanslarımızla insan hakları yaklaşımlarımızı ortaya koymuştuk. Mazlumder olarak görüşlerimizi açıklarken İslami kimliğe ve vahyin ölçülerine atıfta bulunmamız ve “Biz Müslümanlar” diye başlayan sunumumuzda, insan, hak, adalet ve zulüm gibi kavramlara ve insan hakları mücadelesine vahyin ölçüleriyle nasıl yaklaştığımızı aktarmamız üzerine, İHD yönetiminden birisi, “Siz düşüncelerinizi açıklarken, ‘Biz Müslümanlar insan hakları konusunda böyle inanıyoruz’ diyorsunuz, peki biz Müslüman değil miyiz?” sorusunu yöneltmişti. Onlara şunu söylemiştik, “Af edersiniz biz sizi sosyalist ve laik biliyorduk, tabii ki herkes İslam’ın evrensel ilke ve ölçülerini benimseyerek Müslüman olabilir, bundan ancak memnun oluruz”. Bunun üzerine “Tabii ki biz sosyalist ve laikiz, bu durum Müslüman olmamıza engel midir?” demişlerdi ve onlara cevabımız tebliğ mahiyetinde olmuş, hem laik ve sosyalist hem de Müslüman olmanın neden mümkün olmadığını ve Müslim/Müslüman olmanın Kur’ani ölçülerini, İslam’ın insan hakları yaklaşımını anlatmıştık. Bu diyaloga İHD’nin o günkü Genel Başkanı Nevzat Helvacı müdahale etmiş, kendi arkadaşlarını haksız bularak konuyu kapatmıştı.

 

Eğer biz kendimizi “İslamcı” olarak tanımlamış olsak ve “İslamcılığın” insan hakları yaklaşımı olarak vahyî ölçüleri bile anlatsak, onlar bizi ideolojik bir siyasal kesim olarak algılayıp aynı tepkiyi vermeyeceklerdi. Sonuçta da, kendilerini “Müslim/Müslüman” saymaya, bulundukları gayri İslami konumu da “Müslümanlık” olarak algılamaya devam edeceklerdi. Halbuki, bizim kendimizi “Müslim/Müslüman” olarak tanımlamamız ve vahye dayalı insan hakları yaklaşımımızı da Müslümanlığın bu konudaki ölçüleri olarak sunmamız, bir hayra vesile olmuş, onlar kendi konumlarının Müslümanlık olmadığını ve Kur’an’ın tanımladığı Müslümanlığın ne olduğunu öğrenme imkanına kavuşmuşlardır. Bu örneğin, ilkeli Müslümanlarca, gayri İslami eklektik inançlara, geleneksel bid’at ve hurafelerle karışık kültürlere inandıkları halde kendilerini “Müslüman” olarak tanımlayan bütün kesimler (liberal kapitalist, laik demokrat, sağcı, muhafazakâr, gelenekselci vb.) için tekrarlandığını düşünürsek, böylece bütün topluma vahye dayalı doğru bir Müslümanlığın anlatılması sağlanmış olur. Bir de bu doğru tutuma, davetin, inzal edilmiş kavramlara sahip çıkılarak insanlara ulaştırılması sebebiyle, Allah’ın lütfedeceği yardım ve bereketi de katarsanız, inşallah çok daha verimli sonuçlara ulaşılabileceği açıktır.

 

Böyle yapılmadığında, yani tevhidi duruş, Kur’ani din algısı “İslamcı” olarak sunulmaya devam edildiğinde, çok boyutlu bir zulüm işlenmiş olacaktır. İslam dışı akıde ve ameller üzere bulundukları halde kendilerini “Müslüman” olarak tanımlayan kesimlerin vahye dayalı doğru Müslümanlıktan haberdar olmaları engellenerek, hem bu kesimlere zulmedilmiş olacaktır; hem geniş kitlelerin “Müslüman”lığı yanlış anlamalarına, yanlış anlayanların da hak-batıl karışımı bu yanlış anlayışlarını sürdürmelerine sebep olunarak, Allah’ın dini Müslümanlığa zulmedilmiş olacaktır; hem de “İslamcı” kavramıyla kendilerini tanımlamakta ısrar edenler, “Müslim” kavramını Allah’ın tanımladığı doğru yerine oturtmadıkları, batıl anlayışlardan arındırmak çabası göstermedikleri, hakkı batıldan ayırmak ve hakkı ikame etmek görevini yerine getirmedikleri için kendi nefislerine zulmetmiş olacaklardır.

 

Konuyla ilgili bir başka husus ise, bugün “Müslim”/”Müslüman” yerine ikame edilen üretilmiş “İslamcı” kavramının, Osmanlının çöküş dönemindeki ilk çıkış noktasında, işgale, sömürgeleştirmeye ve emperyalizme karşı mücadelede Müslümanların birliğini ve devleti kurtarmayı, devletin bekasını sağlamayı amaçlayan siyasal bir proje olarak terennüm edilmeye başlanması sebebiyle, hep bu zaaflı yanıyla kabul görmüş olmasıdır. Sonuçta bu tür entelektüel kesimler ve siyasi kadrolar nezdinde, İslam’ın bütüncül bir hayat tarzı, bir toplumsal nizam olma yönünden ziyade, iktidar ve devlet eksenli bir siyasal proje olma yönü öne çıkmış ve bugüne kadar da bu zaaflı muhtevası belirleyici olmaya devam etmiştir. Siyasi mücadelenin çok fazla öne çıkarılması sonucunda, siyaset eksenli bir çaba içinde, bir yandan, bütün ahlakı ve hayatı kuşatan kulluk bütünü ihmal edilmekte, diğer yandan da, siyasi atraksiyonlar, diğer kesimlerle siyasi amaçlı ilkesiz birliktelikler adına gündeme gelen pragmatizm, çürütücü ve dönüştürücü bir rol oynamaktadır. Özellikle de, entelektüel birikime sahip ama bütün hayatı, toplumsal ilişki ve ahlak alanlarını tam anlamıyla Kur’an’a uyduramamış aktivistlerde, bu savrulma ve dönüşüm daha da kolay olmaktadır.

 

Tevhidi Mücadelenin Bütüncüllüğünü Bozan

ve Stratejik İstikametine Aykırı Düşen Yaklaşımlar

 

Toplumsal sorunlarla ve siyasal alanla ilgilenmede, İslami olmayan iki uç konum arasında kalan ve aşırı iki uç konumdan uzak olan İslami vasat tutumu tercih etmeliyiz. Birinci uçta bulunanlar: İslam’ı adeta siyasal bir ideolojiye indirgeyerek, siyasallaşmayı, yaratılış gayemiz olan kulluğun bütünlüğünü ihmal ettirecek kadar abartılı bir biçimde belirleyici kılıp, iktidar ve devlet eksenli bir din ve hayat tasavvuru oluşturanlardır. İkinci uçta bulunanlar ise: İslam’ı bireysel kimi ibadetlere ve ahlaka indirgeyerek, yine yaratılış gayemiz olan kulluğun bütünlüğünü ihmal ettirecek kadar, ama bu sefer bireysel ve deruni alana hapsolarak, kulluğun önemli bir parçası olan siyasal iddialardan vazgeçerek, iktidar ve devlet talebi olmayan bir din algısı üreterek, toplumsal hayatın ekonomik, siyasi, hukuki alanlarını başka ideolojilerin üretimleriyle karşılamaya kalkışanlar, bu sebeple de İslam’ı demokrasi, laiklik, liberalizm, sosyalizm vb. modellerle sentez arayışı içine girenlerdir. İslami ve vasat olan dengeli tutum ise: Bu iki uçtan da uzak olup, vasatta duran sahih İslam algısının gerektirdiği kulluk eksenli hayat tasavvuru içinde, ubudiyetin bütünlüğünü koruyarak, hayatın bütün alanlarını kuşatan, içsel arınma ve inşadan, bireysel ibadet ve ahlaka, siyasi, ekonomik, sosyal, hukuki bütün bireysel ve toplumsal alanlara kadar, bütün hayat alanlarını vahiyle inşayı esas almaktadır.

 

Bu dengeli vasat tutum, kulluğun hiçbir parçasını ihmal etmeyen, birini diğerine tercih etmeyen bir bütünlük içinde, hayatın bütün alanlarına Allah’ın hükümlerini hakim kılmaya ve hayatı bütünüyle ibadet kılmaya çalışan, Allah’ı razı etmeyi ve sadece O’na kulluk etmeyi temel hedef yapan bir çabadır. Bu anlayış bilir ki, kulluk eksenli hayat tasavvuru içinde, kulluğun bütünlüğünü koruyarak yapacağı (eğitim, davet, şahidlik) salih ameller sonucunda, toplumsal dönüşüme, sosyal değişime vesile olabilirse, işte bu sosyal değişimin sonucunda ilahi yasanın işleyişiyle, Allah da o toplumun siyasal durumunu, siyasal sistemini değiştirecektir. Yani siyasal değişim, öncelikli olan ve bizim irademize bırakılmış bulunan sosyal değişimin sonucunda, ilahi iradenin takdir alanına bırakılmış bir durum olarak gerçekleşecektir. Tabii ki, bu durum, Müslümanların daha baştan itibaren bir yandan tebliğ, davet ve şahidlik görevleri yerine getirilirken, aynı süreçlerde egemen zorba otoritelere karşı siyasal tavırlar, itirazlar ortaya koymayacakları, adalet ve hak mücadelesi vermeyecekleri anlamına gelmemektedir. Nitekim bütün Peygamberler de, tebliğe başladıkları ilk andan itibaren, aynı zamanda siyasal iktidarların karşısına geçip hakkı haykırırken, mustaz’afların haklarını ve adaleti savunurken siyasal tavırlar sergilemiş, şirk sistemlerine itaatsizliğe çağırmışlardır. Allah inzal ettiği vahiyle baştan itibaren ilk Kur’an neslini böyle yönlendirmiştir. Ancak siyasi sistemin değişimi, işte bu bütüncül tevhidi mücadelenin sonunda toplumun İslami adalet sistemine layık olacak bir öz değişimi yaşamasının sonucunda gerçekleşebilecektir.

 

İslam’ın esas ve öncelikli, birincil hedefi siyasi iktidar ve devlet olmak değil, yaratılış gayemiz olan “yalnız Allah’a kulluk“tur. İşte Müslüman, bu bütüncül ubudiyet hedefi içinde hayatı kurar ve yaşar. Yani İslam; siyaset, iktidar ve devlet eksenli değil, kulluk eksenlidir. İktidar ve devlet ise, bu bütünün içinde şartlar gerçekleştiğinde gündeme gelecek önemli bir parçadır; tıpkı diğer kulluk parçaları gibi. Bu süreçte eğer sorumluluklar yerine getirilirse iktidar da devlet de olunabilecek, ama şartlar oluşmazsa birçok Peygamberde söz konusu olduğu gibi bu ara hedefe, ya da kulluğun bir parçasına ulaşılamamış olacaktır. Tıpkı Hz Nuh’un (as), 950 yıllık tevhidi davet ve kulluk eksenli mücadeleye rağmen bu hedefe ulaşamadan Rabbine döndüğü gibi. Eğer İslam iktidar ve devlet eksenli bir hayat tasavvuruna sahip olsaydı, bu Peygamberler ve ümmetleri, dünyadaki imtihanı kaybetmiş olacaklardı. Halbuki onlar sorumluluklarını yerine getirerek, hayatı ibadet kılarak, güç ve iradelerinin yettiği hayat alanlarına Allah’ın hükümlerini hakim kılarak, yani vahyin sosyalleştirilmesini sağlayarak, yalnız Allah’a kul olmak hedefini yakalamış, imtihanı geçmişlerdir. Siyasal iktidar olmaya yönelik kulluk parçasını ise, insanların yeterli kısmı, özlerindekini tevhidi istikamette değiştirme iradesini kullanmadıkları, davete icabet etmedikleri ve bu sebeple de Allah’ın yasası gereğince İslami sisteme, tevhidi adalet yönetimine müstahak olmadıkları için gerçekleştirememişlerdir.

 

Halbuki İslam, siyasi iktidar ve devlet olma eksenli bir din olsaydı, öncelikli hedefi doğrudan ve mutlaka devlet ve iktidar olsaydı, bu sağlanmadıkça kulluk görevi yerine getirilmemiş olacaktı. İşte bu yanlış algıya saplanan kimi öbekler, iktidar eksenli anlayışları sebebiyle, İslami sisteme ulaşmanın da uzun, zahmetli ve yorucu bir mücadele süreci olduğunu fark edince ve 28 Şubat sürecinde bir miktar baskı altında kalınca, kısa sürede iktidar ve ranttan pay alacakları sistem içi değişim ve iktidar arayışlarına eklemleniverdiler. Ya da Almanya’daki merhum Cemalettin Kaplan örneğinde yaşanan yanlışlıklara sürüklenildi. Merhum Kaplan, devleti o kadar hedef yapmıştı ki, kulluğun diğer alanlarını ve vahyin sosyalleştirilmesini, eğitim ve şahidlik sorumluluklarını bile ihmal edecek derecede ve sadece ona takılı kalan bir anlayış sebebiyle, bir İslam toplumu inşa etme önceliğini ihmal etmişti. Bu sebeple sürekli hatalar yaptı ve en sonunda çevresinde bu amaçla toplanan insanları rahatlatmak, tatmin etmek için oyuncak bir devlet kurup, bu tür İslami kavram ve kurumları alay konusu haline düşürmekten kurtulamadı.

 

Kulluk eksenli, doğru İslam algısının muhtevasında da siyasi iktidar hedefi vardır ve şartlar gerçekleştiğinde, İslam’ın diğer parçaları gibi siyasal sistem kurmak da söz konusu olabilecektir. Ancak, bu husus, İslami sorumlulukların öncelikli temel eksenini ve hedefini teşkil etmez, önemli bir parçasını oluşturur. Bu sebeple de, Müslüman, kulluk eksenli İslami hayat tasavvurunu pratize ederken, bütüncül bir ubudiyet cehdi ile mücadelesini sürdürür.Toplumun davete icabet etmemesi halinde ise, “siyasi iktidar olmadım, devlet kuramadım” diye umutsuzluğa, moralsizliğe, yılgınlığa, bunalıma düşmez. En zor şartlar altında ve hatta zindanlarda bile olsa Rabbiyle rabıtasını kurarak, sadece O’na kulluk hedefini esas alıp, O’na kul olmaya çabalar ve mutlu olur.

 

Kuşatıcı cahiliye sistemlerinde, siyasal hedefi, iktidar ve devlet olmayı ya da toplumsal sorunlara yönelik siyasal mücadeleyi, bütüncül tevhidi mücadele stratejisi içindeki hak ettiği konumun ötesinde bir aşırılıkla ve ilkesiz biçimde birinci plana geçiren ve ona endekslenenler, bu zamansız, aceleci ve aşırı tercih sebebiyle, sistem içi siyasete eklemlenme riski altına girmekten kurtulamazlar. Siyasal şahidlik, sistem içi siyasal mücadeleye endekslenince, o alanda en güçlü olan ve en fazla imkânla kamu oyu oluşturabilen, bu gücüyle değişimi sürdüren ve en kuşatıcı konumda olan siyasi iktidar ve yandaş medyası olunca, “İslami kuruluşlar” adıyla sistem içi siyasallaşmaya dönük çabalar gösterenler de, sonuçta AKP öncülüğündeki değişime eklemlenmekten kurtulamamaktadırlar.

 

Bir daha vurgulamak isterim ki, kulluk bütünü içinde siyasi iktidar ve devlet olmak önemli bir parçadır. Ama İslam’ın bütünü mesabesinde öne çıkarılıp, kulluğun diğer parçalarının ve öncelikli sorumluluklarının ihmal edilmemesi gerekir. Öncelikle esas alınması ve sürekli takip edilmesi gereken yolun gereği, davet, eğitim ve sosyal, siyasal şahidlikle toplumu iman-amel bütünlüğü içinde dönüştürmeye yönelik bütüncül çabalar göstermektir. Toplumsal sorunlarla ilgili siyasal tavır ve eylemlilik de ancak bu bütüncül tevhidi mücadelenin ilkeli bir parçası olabildiğinde anlamlı ve değerlidir. İslami ilkelere dayalı siyasal değişim, ancak bu bütüncül mücadeleyle sağlanacak sosyal değişimin oluşturacağı zeminde, İslami sisteme müstahak olan İslami toplumun ortaya çıkarılmasının akabinde, Allah tarafından takdir edilecek bir sonuçtur. Ama toplum, öncelikli olan sosyal dönüşümü yaşamazsa, bu hedef hiç gelmeyebilecektir.

 

İşte İslam ve Müslim kavramlarının içeriğinde, bireysel ve toplumsal hayatın bütününü kuşatıp ibadet kılma hedefi, aklı, imanı, şahsiyeti, hayatı ıslah edip arındırarak vahyin ölçüleri ve Resulün örnekliğiyle yeniden inşa hedefi söz konusudur. Tabii ki, aynı zamanda siyasi alan da dâhil olmak üzere hayatın bütün alanlarına Allah’ın hükümlerini hâkim kılma amacı çok açıktır. Kulluk ve ahiret eksenli bir hayat tasavvuru içinde bireysel ve toplumsal ahlakı, hukuku, ekonomiyi, insani (akraba, komşuluk, ticaret vb.) tüm ilişkileri, sosyal yapıyı (iyilik, insanlara hayırlı olma, yardımlaşma, dayanışma, birbiri için fedakârlık bilinci vb.), bireyi, aileyi, toplumsal tüm hayatı vahiyle inşa edip dönüştürmeyi hedefleyen bütüncül bir toplum projesi olma yanı öncelikli ve belirleyicidir.

 

Siyasi değişim ise, tevhid ekseninde yaşanacak işte bu toplumsal, sosyal inşa ve dönüşümün doğal bir sonucu olarak, toplumun özündekini değiştirdiği istikamette Rabbimizce takdir edilecek bir durumdur. “İslamcı” çabalar, bu önceliği ve bütünlüğü hep ihmal edegelmişler, çok boyutlu ve topyekûn toplumsal dönüşümü ve öncelikle sosyal boyutlu tevhidi inşayı ve dönüşümü hedeflemek yerine, daha çok sistem içi siyasal mücadeleye endekslenmişlerdir. Tevhidi ve Kur’ani bütünlükten yoksun kalan, öncelikli olan sosyal şahidlik alanındaki sorumlulukları ihmal ederek, daha çok sistem içi siyaset eksenli siyasi söylemlere ve eylemliliklere yoğunlaşan çabaların, toplumu tevhidi istikamette dönüştürme işlevi görmesi zor olacağı gibi, bu tür süreçlerde, önceden kazanılan insanları da sisteme eklemleyip kaybetme riskiyle karşılaşılması muhtemel sonuç olmaktadır.

 

Yani zihinler giderek olumsuz yöne doğru dönüşüyor, istikamet bozuluyor. Gerekli olduğunda İslami referansları da kullanarak ve Allah’ın muradının dini çoğulculuk olduğunu iddia ederek, “şeriatın değişimi” ve “çağa uygun yeni fıkıh oluşturma” gibi argümanlar zikrederek, sistem içi değişime ve demokratikleşmeye katkı sunarak, İslami sorumluluklarını yerine getirdiklerini sanıyorlar. Hâlâ tevhidi ilkelere bağlılık duyarlılığını ve samimiyetini koruyan, ama sistem içi değişime eklemlenmiş çevrelerle birlikte hareket etme eğilimi taşıyan az bir kesim ise, bu ilişkinin ve konjonktürün de etkisiyle, gelgitler, zikzaklar, tökezlemeler yaşamaktadır. Böyle de olsa, hâlâ tevhidi ilkelere vurgu yapmayı sürdürmek gibi bir olumluluğu temsil etmekte, ama zamanla hangi çizgiye evrileceğine dair kuşkular uyandıracak biçimde tereddütlü bir söylem ve eylemlilikten de kurtulamamaktadır. Bu yüzden de güven veren, kuşatıcı özgün bir tevhidi hat ve şûrâ ortaya çıkamamaktadır.

 

Bütün bu kötü gidişi ciddiyetle tahlil ederek, sistem içi değişime takılı kalan çabaların, konjonktürün yol açtığı taktik ihtiyaçların ya da konjonktürel duygusal rüzgârların etkisiyle üretilen düşünce ve belirlenen tutumların yol açtığı zararları fark etmeliyiz. Bu tür edilgen düşünce ve tavırların, tevhidî stratejik yürüyüşümüze zarar verecek bir gidişe yol açtığını görüp, tercihlerimizi ya da “ictihatlarımızı” tevhidî ölçülerle ve Peygamberin (s) bıraktığı yoldaki işaretlerle sorgulamalıyız. Vahyin sosyalleştirilmesi sorumluluğumuzu ve toplumun, Kur’an ahlakını kuşanmış örnek davetçilerle kuşatılmasına yönelik çabalarımızı ihmal ettirecek kadar aşırı bir siyasallaşmanın büyük zaaf oluşturduğunu fark etmeliyiz. Hele de sistem içi siyasal mücadeleyi, vahyin bütüncül olarak sosyalleştirilmesi ve bütün hayat alanlarının vahiyle inşa edilmesi çabalarını ihmal ettirecek kadar merkeze oturtmanın yanlışlığını görmeliyiz.

 

Kuşatıcı İslami Bir Yapı ve Özgün Mücadele Hattı Oluşmadan,

İslami Bir Dil ve Kimlik Belirleyici Kılınmadan İslami Fıkıh Gelişemez

 

Biz Müslümanlar, muhataplarımızı sadece Kur’an’ın aydınlığına çağırıp ve o yolda ayaklarımızı sabit kılarak çağımızdaki vahye şahidlik görevimizi hakkıyla yapmaya çalışmalıyız. Davetimizin muhataplarını, Kur’an’a çağırmaya ilaveten, tevhidi davetimize ortak koşarak, aynı zamanda sistem içi mücadelelere eklemlenip şirk anayasalarına oy vermeye ya da nura (aydınlığa)çağırmaya ilaveten zulumatın (karanlıkların) gri tonlarına çağırmaya da yönelemeyiz. Zulmü ve ifsadı yok etmeye ya da geriletmeye yönelik tevhid eksenli mücadelemizde, amaç davetimizin muhataplarına, bir yandan kısa vadede nefes aldıracak imkânları zorlamaktır, diğer yandan davetimize icabette baskılardan kurtularak daha özgürce karar vermelerine vesile olacak görece özgürlük vasatına yol açmaktır.

 

Tabii ki, aynı zamanda zalimlerin ve batıl ideolojilerinin, davete muhatap halk tarafından daha iyi tanınmaları ile muhalefetin yaygınlaşmasına vesile olmaya çalışmak gerekir. Ancak, tevhid davetçileri olarak, bu tür siyasal ve sosyal şahidliklerimizi mutlaka İslami bir dil ve tavırla gerçekleştirmeli, hiçbir şeyin ve hiç kimsenin hatırı ve hiçbir zorunluluk hissi, bizi, seküler, demokratik söylem ve eylemlere yönlendirmemelidir. Hiçbir maslahat ve hesap, bizi, seküler çözümleri meşru ve nihai çözüm olarak görmeye, kabul etmeye ve bunları sağlayacak şirke dayalı yasa ve anayasaları bizzat yapmaya sevk etmemelidir.

 

Yukarıdaki sebeplerle geçici çözüm olarak, sistem içi çözüm önerilerinde bulunmak gerektiğinde bile, mutlaka esas çözümün adresinin İslam olduğu nitelikli biçimde ortaya konmalıdır. Ayrıca sistem içi çözüm önerileri, onların kendi sistemleri ve hukukları açısından çelişkilerini hatırlatmak, “Bari kendi yasalarınıza, kendi imza attığınız sözleşmelere uysaydınız ve insanlara bu çerçevede de olsa hak ve özgürlüklerini verseydiniz” kabilinden tutarlılık çağrıları olarak gündemleştirilmelidir. Demokratikleşerek ya da demokratik sistem içi mücadelenin tarafları içinde aktif destekle yer alarak, topluma Kur’ani, tevhidi alternatifi net bir biçimde sunmak mümkün değildir. Çünkü, tevhidi daveti sürdürenlerin aynı zamanda bu tür eklektik yaklaşımlar, ameller ve söylemler içine girmeleri, davetin muhataplarının kafasını karıştıracak, tevhidi mesajı net olarak algılamalarını engelleyecektir. Aynı zamanda bu kesimlerin daveti sonucunda İslam ile buluşanların, farkında olmadan sistem içi mücadeleye eklemlenme riskleri de artacaktır.[8]

 

Bilmeliyiz ki, seküler bildiri, söylem ve eylemlere dayalı, sistem içi mücadele endeksli hareket alanında çok zaman harcayan, sisteme alternatif olduğunu sürekli ve açık biçimde topluma deklare edemeyen yapılar bütüncül bir İslami mücadeleden uzaklaşırlar. Ayrıca, açık kimlikli bağımsız İslami yapısını oluşturamamış, hizbi hastalıklarını aşıp, kimliği ve ilkeleriyle toplumu kuşatan ahlaklı, güvenilir bir örneklik ortaya koyamamış bir mücadele zemininde İslami fıkıh üretilemez. İslami fıkıh; ancak ismi, cismi, eylemi, söylemi Kur’an ve sünnetle belirlenen, vahyi temel belirleyici kılan, taguttan ve cahiliye sisteminden tam anlamıyla beraatı gerçekleştirmiş alternatif İslami yapının hareket alanında gelişir. Kur’ani hudutlar içinde şûrâ ile karar alan ve biz bilinciyle kardeşleşip birlikte hareket eden, zulme karşı birlikte mücadele veren bir İslami yapı içinde ve bu yapının açık ve özgün İslami mücadele vasatında üretilebilir.

 

İşte bu ıstılâhi anlamıyla İslami cemaatin ya da hareketin henüz ortaya çıkmadığı, İslami hareket vasfı taşıyan sahih bir İslami yapının olmadığı bir zeminde, İslami hareket fıkhı gelişemez. Salt İslami ilkelerle yönetilemeyen, yönlendirilemeyen, eklektik tutumlar sergileyen böyle seküler bir mücadele zemininde, İslami fıkıh üretilemez. Zorlanarak bazı eklektik düşünce üretimleri ve seküler kirliliklerle malûl kimi açılım çabaları gerçekleştirilebilse de, çağa uygun fıkıh üretimi zannedilen bu tür açılımlarda yanılgıya ve tevhidi stratejik istikamette zaaflara düşmek ihtimali yüksektir. Halbuki, öncelikle biz bilinciyle kardeşleşmiş, kaynaşmış kuşatıcı bir yapının ve onu oluşturan İslami şahsiyetlerin öncülüğünde sosyal, ahlaki, insani yardımlaşma ve dayanışma zemini oluşturularak toplumun bütün kesimlerine ulaşılmaya çalışılmalıdır. İşte böylece, tevhidi daveti, ıslahı, eğitimi ve şahidliği gerçekleştirmek üzere seferber olmuş, bütüncül anlamda İslami mücadeleyi ikame eden, açık İslami bir ad altında ülke çapında organize olup kitlelere ulaşan bu kuşatıcı İslami yapıyı, yani ümmeti vahiyle inşa hedefine götürecek ilk Kur’an toplumu nüvesini, bütün boyutlarıyla ortaya çıkarmak öncelikli hedef kılınmalıdır.

 

Bunlar yapılmadan, İslami bir isim altında topluma deklare edilmemiş, örtülü kimlikli ve kuşatıcı olmaktan, İslami hareket vasfı taşımaktan çok uzak yapıların, “Hizbullah” ve “HAMAS” örneklerini ileri sürerek, kendilerinin sistemle kurdukları ilişkiyi meşrulaştırmaya kalkmaları doğru değildir. Bu tür yapıların, zikredilen örneklere atıfla, istişareyle hareket fıkhı geliştirerek onlar gibi sistem içi siyasete müdahil olmak kararı aldıklarını iddia etmeleri, son derece sakil durmakta ve ciddi anlamda sırıtmaktadır.[9] Çünkü “Hizbullah” ve “HAMAS” gibi yapılar, sistem içi siyasal zeminde temsilden önce, açık İslami kimlikleriyle toplum içinde örgütlenip, yıllarca, tebliğ, eğitim, şahidlik, yardımlaşma, dayanışma, mazlum ve mağdurların dertleriyle, sıkıntılarıyla (uzaktan basın açıklaması yaparak değil), bizzat fiilen yanlarına giderek, onlara dokunarak, sıkıntı ve dertlerine ortak olarak, başta sağlık ve geçim gibi zaruri ihtiyaçlarını karşılayarak, halkla kaynaştılar. Mustaz’af kesimlerle imkanlarını ve azıklarını paylaşarak, yaşadıkları sorunlar konusunda yardımlaşarak, ezilen, sömürülen kesimlerin haklarını savunarak, kitlelere ulaştılar. Ve bu adalet, merhamet zemininde vahye şahidlik yapıp daveti yaydılar, biz bilinciyle kardeşleşerek halkla bütünleştiler. Onlar için, gözle görülen fedakarlıklar yaparak, insanlığa hayırlı vasat ümmetin şartlarını sosyalleştirerek, güzel örnek olan ahlak ve yaşantılarıyla ve güven veren kuşatıcı yapılarıyla onlarla bütünleşerek, halkın canlarını, namuslarını, ortak mukaddeslerini ve İslami değerlerini koruma uğrunda gerektiğinde can feda edebildiklerini göstererek, işgale karşı onurlu direnişleriyle güvenlerini kazanarak kitleleştiler.

 

İşte bütün bunların sonunda, bağımsız İslami kimlik ve ilkeleriyle toplumu arkalarına alarak sistemin karşısına çıkıp kendilerini ve taleplerini gündemleştirdiler. Egemen zulme ve despot statükoya itiraz ettiler, meydan okudular ve egemen sistemler de, halkı arkasına almış bu gücün karşısında, onları muhatap almak ve önlerini açmak zorunda kaldı. Üstelik BM kararlarına rağmen bağımsız silahlı güçlerini de muhafaza ederek ve bağımsız İslami kimlik ve ilkelerini açıkça deklare ederek, bağımsız İslami hareketler olarak sistem içi siyasete müdahil oldular. Şüphesiz ki, bu durumda bile sistem içi siyasete katılma yöntemleri tartışılabilir olmakla beraber, Türkiye’deki, bağımsız bir güç olma ve açık İslami kimlikle, topluma ve sisteme kendilerini kabul ettirme aşamasını henüz hayal bile edemeyecek, henüz tevhidi daveti topluma sunma sorumluluğunu bile tam anlamıyla yerine getirememiş, sınırlı sorumlu ve edilgen cılız yapıların, onların konumunu kendileri için delil olarak göstermeye kalkışmaları yersiz ve anlamsızdır.

 

Evet, bizim pratiğimizde, henüz egemen sistemden bağımsız İslami kimliğini ve adı İslami olan kuşatıcı bağımsız yapısını oluşturamamış, bağımlı, edilgen ve parça yapılar vardır. Öncelikle sosyal ve ahlaki şahidliği gerçekleştirmiş ve ahlaklı, ilkeli davetçileriyle, ortak değerler uğrunda fedakârlıklarıyla tanınan, adil ve emin olup güven veren kuşatıcı yapılar oluşturulamamıştır. İnsanlara hayırlı olacak, muhataplarına güven verecek kuşatıcı model yapısını henüz kuramamış ve ödediği bedellerle temayüz ederek, halkın güvenini kazanmış ahlaklı örnekleri çoğaltamamış, sistemden beraatını ilan etmiş ilkeli dava adamlarıyla kitlelere ulaşamamış, sınırlı sorumlu küçük örgütlenmeler söz konusudur. Ve bu yapılar Batının da razı olup desteklediği değişim sürecine, edilgen bir biçimde aktif destekle katılma tutumlarını meşrulaştırmak için, Batının önünü kesip AKP’lileştirmeye çalıştığı HAMAS ve Hizbullah’ı[10] örnek olarak gösterebiliyor, bu istikamette bir fıkıh geliştirdiklerini iddia edebiliyorlar.

 

Türkiye’de “İslamcılık” adı altında ve çağa uygun yeni hareket fıkhı geliştirme iddiasıyla, daha çok modernitenin ve postmodernizmin ürettiği model ve değerlerle sentez edilmiş ve sistem içi değişime eklemlenmeye meşruiyet kazandırıcı düşünce ve projeler üretilmektedir. Ancak maalesef bunlar, özgün yeni adımlar, atılımlar ve çağa uygun İslami açılımlar zannedilerek, savrulmalara İslami kılıf geçirilmiş olmaktadır. Çağa uygun fıkıh geliştirmek ancak yoruma ve içtihada açık konularda olabilecekken, tagutu red, Allah’ın hükmüyle hükmetmek, şirk sisteminden beraat, itaatsizlik ve uzlaşmazlık gibi temel akıdevi ilkeler, akıdeyle bağlantılı diğer temel konular ve mücadele yönteminin akıdevi boyutu da içtihad konusu yapılarak, temel ilkeler alanı giderek yozlaşmakta ve tevhidi sabiteler değişken hale getirilerek flûlaştırılmaktadır.

 

Aslında,özgün İslami kimlik, ilke ve gücüyle kendisini bağımsız bir yapı olarak, topluma ve sisteme kabul ettirememiş, varlığından kitlelerin haberdar olmadığı ve değişimci kanadı da dahil sistemin de fazla ciddiye almadığı, kuşatıcılıktan uzak bu sınırlı sorumlu hiziplerle, sistem içi değişim mücadelesine endekslenmiş çabalar zemininde İslami hareket fıkhı geliştirme iddiası anlamsızlaşmaktadır. Üstelik sistem içi politikaların şirkî boyutundan ayrışamadan, edilgen bir biçimde katkıda bulunarak, sistem içi siyasete müdahil olmaya kalkmak, aldatıcı ve yanıltıcı sonuçlar doğurabilecektir. İşte böyle bir zeminde, son derece edilgen bir biçimde ve bu sistem içi mücadeleye paralel pragmatik hedefler, eylemlilikler, ameller, söylemler ortamında, “tıkandık” psikolojisiyle seküler ilişkiler alanında gündeme gelen arayışlar ya da açılım getirebilmek için “hareket fıkhı geliştirme” adı altında yapılanlar, yeni savrulmalara İslami dayanak üretmekten daha fazla bir anlam taşımayacaktır. Üstelik, bizzat, aktif olarak destek verdikleri değişimci kadrolar bile, “liberalleri”, “solcuları” ve hatta“Genç Siviller”i muhatap ve ciddiye alırken kendilerini muhatap bile almamaktadırlar.

 

İşte bu gidişin, bizi cahiliye toplumunu ve şirk sistemini Kur’an’la kökten değiştirme hedefimizden uzaklaştırarak, sistem içi değişimlere eklemleme riski taşıdığına ve toplumun tevhidî dönüşümünü ve sistemi kökten değiştirmeyi hedefleyen inkılâbi ruhu yok edeceğini fark etmeliyiz. Sonuçta bu gidişin, tâğutî sistem, onun şirk anayasası ve tâğutî kurumları ile ilişkide zaaflara yol açacağını, onlara gönüllü itaati ve uzlaşmayı reddeden, onlardan beraatını ilan edip uzaklaşmayı zorunlu kılan akîdevî ilkeleri flulaştıracağını ve Müslümanlar arasına fitne sokacağını da görmeliyiz. Sistemle kurulan ve zamanla kanıksanan bu tür ilişkilerin, giderek daha fazla tavize ve daha başka ilişkilere de yol açarak, bireysel ve toplumsal hayatın bütün alanlarında itaati ve kulluğu sadece Allah’a tahsis etmeye dayalı tevhidî duruşu zedeleyeceğini, Kur’anî daveti gölgeleyeceğini ve Kur’an’la sistemi kökten değiştirmeyi hedefleyen devrimci bilinci yok edecek eğilimlerin yaygınlaşmasına yol açacağını idrak etmeliyiz.

 

Bu sebeple, Kur’an’ın belirleyiciliğinde ve ilk Müslüman, ilk şahid olan Resulün (s) önderliğindeki ilk Kur’an neslinin mücadele sünnetinden çıkarılacak ilkelerin ışığında, tevhidi mücadele yolundaki işaretçi ve işaretlere dikkat ederek, çağın şartlarına hitap eden, günümüz toplumunun sorunlarına vahye uygun çözümler sunan ve çağımızın Kur’an toplumunu oluşturmayı hedefleyen, özgün çabalar, projeler ve İslami siyasetler üretilmelidir.

 


[1]74/Müddessir 5

[2]09/Tevbe 71, 31/Lokman 17

 

[3]Kur’an’da Müslim/Müslüman kavramına yapılan vurgular:

– 22/hacc 78: “…Allah, bundan önce ve bunda (Kur’an’da) size “müslüman” ismini vermiştir. Peygamber size şahit olsun, siz de insanlığa şahit olun diye. Öyleyse namazı kılın. Zekatı verin, Allah’a sımsıkı bağlanın. Sizin mevlânız O’dur. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır !”

– 27/Neml 81: “Sen, körleri sapıklıklarından doğru yola çıkaramazsın. Sen ancak ayetlerimize iman edenlere duyurabilirsin. İşte müslüman olanlar onlardır.

– 11/Hud 13-14: “Yoksa, ‘O’nu uydurdu’ mu diyorlar? De ki: ‘Öyleyse siz de onun benzeri on uydurulmuş sûre getirin; eğer doğru iseniz Allah’tan başka, çağırabildiklerinizi de (yardıma) çağırın (da bunu yapın)!’. Eğer size cevap veremedilerse bilin ki (bu Kur’an) Allâh’ın ilminden indirilmiştir ve O’ndan başka ilah yoktur. O halde, şimdi artık Müslüman olacak mısınız?”

– 3/Al-i İmran 52: “Îsâ onlardan inkârı sezince: ‘Allâh yolunda kimler bana yardımcı olacak?’ dedi. Havariler: ‘Biz, Allah(yolun)un yardımcılarıyız; Allah’a inandık, şâhid ol, biz Müslümanlarız.’ dediler.”

– 10/Yunus 72: “Eğer yüz çevirmişseniz, ben sizden bir ücret istememiştim. Benim ücretim sadece Allah’a aittir. Ben Müslümanlardan olmakla emrolundum.”

– 16/Nahl 81 : “… Allâh size ni’metini böyle tamamlıyor ki siz müslüman olup esenliğe eresiniz.”

– 3/Al-i İmran 102 :“Ey iman edenler, Allah’tan, O’na yaraşır biçimde korkun ve ancak Müslümanlar olarak ölün.”

– 7/Araf 126:”Sen, Rabbimizin ayetleri bize geldiği zaman ona iman ettiğimiz için, yalnızca bunun için bizden intikam alıyorsun.Rabbimiz üzerimize sabır yağdır ve Müslüman olarak canımızı al! dediler.”

41/Fussilet 33: “(İnsanları) Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve ‘şüphesiz ki ben Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?”

 

[4]Geçmişte tarihselci diye dışlanan, hatta neredeyse tekfir edecek kadar tepki gösterilen bir ilahiyat profesörünü, Has Parti kurucusu olduktan sonra yeniden keşfedip, konferansçı yapmak da “İslamcılık” dayanışması olarak yorumlanabilir mi? Kur’an’ın siyasi, ekonomik ve hukuki alanları düzenleyen hükümlerini tarihe gömerek, ılımlı laik demokratik sistemlerle uzlaşma arayanların, anti-emperyalist ve özgürlükçü olmaları yeterli mi görülmektedir? Bu arada ifade edelim, kardeşlerimizin konferansçı yaptıkları kişinin büyük kahraman diye takdim ettiği tarihselci Hasan Hanefi’nin laiklikle İslamcılığı uzlaştırma çabaları, uzun süredir Türkiye’de de yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Kur’an’ın anlaşılması konusunda yaptıkları büyük tahrifata rağmen tarihselcilerle ve laik demokratik partilerle anti-emperyalist-özgürlükçü cephede ve “ İslamcılık” ortak paydasında yakınlaşmaya dair bu tür gelişmeler, sadece pragmatizm olarak mı okunmalı, yoksa başka hususlara da işaret sayılabilir mi?

[5]3/Al-i İmran 64

[6]3/Al-i İmran 67

[7]2/Bakara 104

[8]DP’nin ve Menderes’in öncülüğünde gerçekleşen 1950’lerdeki değişim sürecinde, dönüştürülüp küresel liberal sisteme eklemlenip sağcılaştırılanlar, devletle uzlaştırılanlar, devlete yandaş kılınanlar, Menderes’e nazaran İslami duyarlılığı daha fazla olan geleneksel muhafazakar dindarlardı. Bugünkü değişim ise, liberal demokrasiyi güçlendirme istikametinde, o zamanki geleneksel muhafazakârların liberal demokrasiyle uzlaşması sonucu oluşan AKP ve Erdoğan hükümetinin öncülüğünde gerçekleşmektedir. Geçmişte nasıl Menderes, kendisinden daha dindar olan geleneksel kesimleri sisteme eklemlemeye vesile olduysa, bugün Erdoğan ve AKP de, kendisinden daha fazla İslami duyarlığı olan tevhidi uyanış süreci öbeklerini sisteme eklemlemeye vesile olmaktadır.

[9]Bu örneklendirme, tıpkı, gerekli fedakârlıkları yaparak ve bedelini ödeyerek Mekke’sini inşa edip Medine’deki bağımsız İslami otoritesine ulaşmadan, sonuçta da şirk sisteminin muhatap almak ve anlaşma imzalamak zorunda kaldığı bağımsız bir taraf haline gelmeden, Hudeybiye anlaşmasını imzalamak istemeye benzemektedir. Bu sebeple de, egemen şirk sistemi ve cahiliye toplumuyla kuşatılmış, cılız ve edilgen bir halde bulunanların, sistem ve değişimciler tarafından muhatap görülen ve ciddiye alınan bağımsız bir taraf olmadan, hiçbir şart koşamadan, istekleri de ciddiye alınmadan sessizce dahil olunan sistem içi konumlarını kolayca “Hudeybiye” anlaşmasıyla mukayese etmeye ve böyle zorlama meşruiyetler peşine düşmeye kalkmalarıyla aynı derecede anlamsız ve yanlıştır.

[10]Üstelik, Batı ve Amerika, HAMAS ve Hizbullah’ın bu şekilde siyaset yapmasından da razı olmayıp, onları, bugün tevhidi uyanış öbeklerinin bile edilgen bir biçimde aktif biçimde destekledikleri Türkiye’deki AKP modeline yönlendirmeye çalışmakta, sopa ve havuç politikalarıyla buna zorlamaktadırlar. BOP sürecinde Katar’ın başkenti Doha’da “ABD-İslam Dünyası Forum“u yapılmıştı. İslam ve Batı dünyasından gelen yaklaşık 200 katılımcı Doha’da üç gün boyunca Amerika-Ortadoğu ilişkilerini, Ortadoğu’nun bugününü ve geleceğini tartıştıkları bir toplantıda Amerikalı resmi yetkililer, laik-demokratik “oyunun kurallarına bağlı kalınması” şartıyla HAMAS, Lübnan Hizbullah’ı ve İhvan gibi İslami yapı ve örgütlerin Ortadoğu’daki reform sürecine katılmalarından yana olduklarını, bundan herhangi bir rahatsızlık duymayacaklarını açıklamışlardı. ABD’nin İnsan Haklarından sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Scott Carpenter da, HAMAS ve Hizbullah benzeri örgütlere demokratik sürece katılma imkanı tanınmasının yanlış değerlendirilmemesi gerektiği üzerinde durarak, bu yeni anlayışın Amerika’nın İslamî rejimlere onay vermesi şeklinde yorumlanamayacağına dikkat çekmişti. ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ise, Amerikan Gazete Editörleri Derneği üyelerine yaptığı konuşmada ”İslam, Müslüman dünyası ve demokrasinin” birbiriyle çelişmediğine örnek olarak Türkiye’yi ve AKP hükümetini göstermişti. Yani emperyalist batının razı olduğu sistem, yöneticilerin seküler dünya görüşüne sahip olduğu, ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki kamusal alanlara karışmayan, vicdanlara çekilmiş ve en fazla bireysel ibadetlere alan açan Protestanlaşmış bir din algısına sahip bulunduğu, siyasal ve hukuki alanda laik demokratik, özgürlükler alanında liberal, ekonomik planda kapitalist bir sistemdir.

İlginizi çekebilir

Şehid Âlim Şeyh Said’e, Türkçü, Atatürkçü, Laik Zihniyetleri ve Kirli Dilleriyle ‘Hain’ Diyenler, İslâm’la Hükmedilmesine ve Ümmetçiliğe Karşı Çıkıp İslam Kardeşliğini Yok Ederek En Büyük Bölücülüğü Yapan Gerçek HAİNLER Değil midir?

Yazıklar olsun bu büyük zulüm ve adaletsizliği temsil edip ülkeye ve halklarına ABD, NATO ve İsrail ile kol kola bunca kötülüğü yaptıkları halde hâlâ utanmadan bu milleti sevdiklerini ve vatanın bölünmesine karşı olduklarını söyleyerek bu kadar ikiyüzlü davrananlara?