İnsanların çoğunluğu, düşünce, inanç ve hayat tarzlarını, büyük ölçüde atalarından, babalarından tevarüsen devraldıkları gelenek, kültür ve tarihi birikimle oluştururlar. Tarihi birikimi ya da geleneği, eskilerden devraldıkları örf ve adeti, din anlayış ve uygulamasını, hakikatle mutabakatını, doğru olup olmadığını araştırmaya gerek duymaksızın olduğu gibi sürdürmeyi tercih ederler. Miras olarak kendilerine intikal eden inanç ve ibadete dair bu birikimi, kör bir taklit ve taassupla doğru kabul edip, tartışmaktan uzak dururlar.
İnsan, doğduğundan itibaren bu atalar kültürü ile iç içe ortamlarda büyür ve onu kanıksar, kutsal kabul eder ve sorgulama ihtiyacı duymadan taklit eder. Yüzyıllardır dönen çarkın bir dişlisi, içine doğduğu cahili kültürün bir parçası haline gelir ve aklını kullanmadığı, fıtratın sesine kulak vermediği için de bu halden hiç rahatsız olmadan devam eder. Devraldığını kutsal sayarak kendisinden sonra gelen nesillere aynen devretme misyonunu da üstlenir. Ve hiçbir zaman bu rolünü sorgulama ihtiyacı duymaz. Bu yaşantı ve din anlayışı, artık bilinçsiz bir takım alışkanlıklar yığını halini almıştır. İnsanın bu alışkanlıklar zindanından kurtulabilmesi, etrafına örülü bu bid’at ve hurafelerden oluşan duvarları aşabilmesi, ancak düşünmesini, hali sorgulamasını ve itiraz etmesini tahrik edecek tarzda uyarılmasıyla mümkün olabilmektedir.
İnsanın, kendisini saran muharref gelenek hakkında kuşkuya kapılması için ya tamamen farklı kültür ve geleneklerin egemen olduğu bir toplum içinde yaşamak zorunda kalması ya da peygamberlerin itikat noktasında ortaya koydukları tebliğ ve mücadelede olduğu gibi kendi geleneğine karşı şiddetli bir başkaldırı ve dirençle uyarılmış olması gerekir.
Kur’an’da yer verilen geçmiş kavimlere ait kıssaları incelediğimizde görürüz ki; “Atalar Dini” mazereti, ilahi tebliğe karşı çıkışta büyük bir yer tutmaktadır. İnsanların atalarından devraldıkları dinden ayrılmak istemeyişleri, alışkanlıklarına körü körüne bağlılıkları ve akletmemeleri onları çoğunlukla ilahi dini reddetme sonucuna götürmüştür. Çünkü hemen her yönden birbiriyle tezat teşkil eden “Atalar Dini” ile “İlahi Din”in öğretilerinin kavşak noktasında, bu iki yolun ayrımında karar verme noktasında kalan bu insanlar, cahillikle tercihlerini atalar dini yönünde, yani alışageldiklerinden yana yapmışlardır. Atalardan devralınan yola uymanın, o yolu sorgulamaya ihtiyaç duymadan ısrarla savunmanın ve sürdürmenin pek çok sebebi vardır. Bütün sebeplerin ortak paydası aklını kullanmayan, düşünmeyen, tefekkür etmeyen bir cahilliktir. Bu sebeplerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
1. Bunlardan birincisi; atalara olan bağlılık, büyük saygı ve sevgiden kaynaklanan güvendir, atalara sadakat duygusudur. Cahiliye hamiyeti, taassubu ya da asabiyesi ve cahili kültür gereğince, ataları kutsal, faziletli ve mutlaka tabi olunması gereken saygın bir konuma oturtmalarıdır.
2. Bir diğeri; aklını kullanmanın, sorgulayıp araştırmanın bir ceht ve gayret gerektirmesi, insanların çoğunun da böyle bir zahmete katlanmaya yanaşmayan bir kolaycılığı, tembelliği tercih etmeleridir.
3. Diğer bir sebep ise; başkalarının ayıplamasından çekinerek, atalarının yolundan ayrıldı denmesin diye atalarının yolunu takip etmektir. İnsan, hem kendisi cahillikle bu yolu takip etmesi gerektiğine inanır, hem de toplumun zorlamasını, kınamaya dair baskısını üzerinde hisseder.
4. Özellikle toplumların önderleri, zenginleri için geçerli olan bir başka sebep ise; atalar dinine dayalı statükonun, kurulu düzenin, kendilerine sağladığı rant, iktidar ve çeşitli imkânları koruma ve bu sömürü çarkını sürdürme hesabıdır. Bu tür önde gelenler kendi çıkarları için savundukları atalar dinine dayalı statükonun sarsılmaması için, cahiliye hamiyetini, taassubunu tahrik ederek toplumun mustaz’af kesimlerini de kullanırlar. Vahye dayalı tevhid dininin sağlayacağı inkılap bu zayıf bırakılmış kesimlerin lehine bir adalet tesis edeceği halde, akletmeyen, cahileye taassubuyla hareket eden bu kesimler, sonuçta kendilerini ezen düzenin sürmesine katkıda bulunurlar.
Kur’an, pek çok ayetinde bu büyük sapmaya, cahilliğe dikkat çekerek, insanları atalardan devraldıklarını, vahyin ölçüleriyle sorgulamaya, ıslah etmeye, batıl olan geleneği terk etmeye çağırmaktadır. Ama insanlar genelde Kur’an’ı okumadıkları ya da hakkıyla okumadıkları, vahye kendilerini ve kalplerini kapattıkları için bu güzel uyarlardan habersiz bir cahillikle atalar dinini hak dinmiş zannıyla sürdürmekte ve azaba doğru sürüklenmektedirler. Kur’an’ın istediği, dini, ibadeti, itaati sadece Allah’a tahsis ederek, sadece O’na kulluk yapmak, vahye tabi olarak, atalar dininin bid’at ve hurafelerini terk etmektir. Ama buna rağmen akletmeyen çoğunluk alışkanlıklarına, miras olarak devraldıklarına tabi olmayı sürdürerek şeytanın yolunda ısrar etmektedirler. Bu konudaki bazı ayetleri zikrederek sözü Kur’an’a bırakalım.
“Onlara (müşriklere): Allah’ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, “Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız” dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?” [1]
“Onlara, “Allah’ın indirdiğine ve Resûl’e gelin” denildiği vakit, “Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter” derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?” [2]
Bu ayetlerin muhtevasından da anlaşıldığı üzere, Rabbimiz kullarını uyarmakta, akletmeye, düşünmeye ve geleneğin zindanından vahyin aydınlığına çıkmaya davet etmektedir. İnsanların Allah’ın indirdiği vahye, Kur’an’a ve Resule uymaya davet edildiklerinde verdikleri “Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız” ya da “Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter” içerikli cevaplar kınanmaktadır. İnsanları düşünmeye sevk edecek şu ifade de insanların önüne konmaktadır: “Ya atalarınız bir şey anlamamış, bir şey bilmiyen ve doğruyu da bulamamış kimseler olsalar da mı onlara uyacaksınız?” sorusu gerçekten çok uyarıcı ve sarsıcı bir dikkat çekme olarak insanlara yöneltilmektedir.
“Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: “Babalarımızı bu yolda bulduk. Allah da bize bunu emretti” derler. De ki: Allah kötülüğü emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” [3]
Bu ayette ise, insanların cahili alışkanlıklar, adetler gereği yapa geldikleri kimi kötülükleri vahiyle sorgulayıp terk etmek yerine, babalarını da üzerinde bulduklarını iddia ettikleri bu yolun Allah tarafından da böyle emredildiğini iddia ederek Allah’a da iftira edebilmektedirler. Bugün de pek çok insan bir sürü yanlış ve batıl gelenek ya da adeti, bunların aynı zamanda bunların İslami olduklarını da iddia ederek uygulamıyorlar mı? Mekke müşriklerinin yaptıkları pek çok cahili uygulamanın faturasını “atamız İbrahim’in dininde de böyle” deyip Allah’a kestikleri gibi, bugün de İslam’da olmayan pek çok bid’at ve hurafenin de İslami olduğu iddiasıyla faturası haşa Allah’a kesilmek istenmektedir. İnsanlar yaşadıkları batıl, cahili dinleri meşrulaştırmak için, hep bunları Allah emretmiştir deme ihtiyacını duymuşlardır. Halbuki Allah bu insanlara, yukarıdaki ayette de ifade edildiği gibi, bu iddianın doğru olmadığı, bu iddiada bulunanların Allah’a iftira ederek büyük suç işledikleri uyarısını yapmakta ve onları yalanlamaktadır. “De ki: Allah kötülüğü emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”
Ayrıca Rabbimiz, atalarını taklit edenlerin suçu atalarının üzerine atarak da kurtulmayacaklarını, çünkü kimsenin bir başkasının günahını yüklenemeyeceğini, herkesin kendi tercihinin hesabını vermek zorunda olduğunu da hatırlatmaktadır. Onlardan sonra geldikleri için, kendi özgür iradeleriyle tercih ettiklerinin suçunu atalarının üzerine yıkamayacaklarını, akledip, kör taklitten uzak durmayı, vahye tabi olmayı seçmek zorunda olduklarını ikaz etmektedir.
“Yahut “Daha önce babalarımız Allah’a ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik (onların izinden gittik). Bâtıl işleyenlerin yüzünden bizi helâk edecek misin?” dememeniz için (böyle yaptık). [4] Yani her birinizi, temiz fıtat, serbest irade ve akılla donatıp vahiyle uyardık, artık her biriniz kendi tercihlerinizden sorumlusunuz. Atalarınızın izinden körü körüne gideceğinize, Allah ile ahdinize sadakat gösterseydiniz, akletme nimetini kullanıp sorgulasaydınız, onların tercihlerinin vahiyle mutabakatını araştırmadan taklit etmeseydiniz.
“Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız, derlerdi. Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi bana uymazsınız)? deyince, dediler ki: Doğrusu biz sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz.” [5] Bu ayette ise, diğerlerinden farklı bir boyut olarak, peygamberlerin tevhidi davetine daha çok o toplumun varlıklı insanlarının, atalar dinini öne sürüp karşı çıktıkları ortaya konuyor. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, varlıklılar, atalar dinine dayalı statükodan beslenenlerdir. Bu refahtan şımarmış kesimler (mele ve mütref takımı) çıkarlarını koruma adına atalar dinini de ve ona inanan mustaz’af kitleleri de kullanmaktadırlar. Aşağıdaki ayette bu açıkça ifade ediliyor, ileri gelenlerin mustaz’af kitlelere seslenerek, tevhid dinine ve Peygambere karşı direniş çağrısı yaptıkları ortaya konuyor: “Yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur. Son dinde de bunu işitmedik. Bu, ancak bir uydurmadır. Kur’an aramızdan Muhammed’e mi indirildi? diyerek kalkıp yürüdüler”. Burada bir kıskançlığın da itiraz da rol oynadığını görüyoruz. Egemenlerin din anlayışına aykırı, statükoyu sarsacak bir din ortaya çıkıyor, üstelik de Muhammed (s) adında bir yetim bu dinin Peygamberi olarak gündeme geliyor. Büyük bir kıskançlık ve hasetle bunu kabul etmeye yanaşmıyorlar. Burada, atalar dinine bağlılıktaki ısrarda, haset ve kıskançlığın da rol oynadığını tespit ediyoruz.
“Aralarından kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve kâfirler: Bu pek yalancı bir sihirbazdır! Tanrıları, tek tanrı mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir! dediler. Onlardan ileri gelenler: Yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur. Son dinde de bunu işitmedik. Bu, ancak bir uydurmadır. Kur’an aramızdan Muhammed’e mi indirildi? diyerek kalkıp yürüdüler. Belki, bunlar Kur’an’ın hakkında şüphe içine düştüler. Hayır! Azabımı henüz tatmadılar.” [6]
Tevhid dinine daveti sebebiyle Hud (as)’a kavminin itirazında da atalar dininin rol oynadığını görüyoruz. Tek Allah’a kulluk yerine, O’nunla beraber bir takım ortaklar edinmeye alışmış olanlar, Allah’ın dinine efendilerin, üstadların, şeyhlerin “keşf ve ilham” adı altındaki alandan uydurduklarını, vahye aykırı bir sürü bid’at ve hurafeyi karıştırmaya alışmış ve bunun Allah’ın dini olduğu zannına sahip kimselerin, tevhid dinine ve sadece Allah’a teslim olmaya dair davete icabet etmeleri kolay olmamaktadır. İşte bu sebeple tevhide çağrıya karşı çıkmakta, imanlarına şirk ve zulüm bulaştırmaktadırlar.
“Dediler ki: Sen bize tek Allah’a kulluk etmemiz ve atalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğini (azabı) bize getir. (Hûd) dedi ki: “Üzerinize Rabbinizden bir azap ve bir hışım inmiştir. Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!” [7]
Bu ayette Allah Peygamberine şunları söyletmektedir: “Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz?” Bu tür geleneği dinleştiren, vahye tabi olmaya uzak duran insanların taptıklarının, kutsal bildiklerinin, kendilerine şefaat ve himmet edip kurtaracağına inandıklarının, salında tüm bunları yapmaya güçlerinin olmadığının, bunlar hakkında Allah’ın hiçbir delil indirmediğinin, bunların sadece kendilerinin ve atalarının taktığı, uydurduğu isimler olduğunun altı çizilmektedir. Bunlar hakkında Allah ile tartışılması kınanmakta ve arkasından Allah’ın azabını beklemeleri tehdidi getirilmektedir. Allah, ataların, önderlerin, üstadların, şeyhlerin oluşturdukları dinleri terk edip tevhid dinine tabi olmaya çağırmaktadır. Allah, bir tür beşer üretimi uyduruk bilgiler ve uyduruk ilahlarla birlikte İslam’dan da karıştırılarak oluşturulan hak-batıl sentezinden ibaret dinlerin kutsalları hakkında, bir delil indirmediğini, bunların bu dinlerin müntesiplerinin uydurduklarından ibaret olduğunu tekraren vurgulamaktadır. Hükmün sadece Allah’a ait olduğu, bir başkalarının hüküm koyma yetkilerinin bulunmadığı, ibadet ve itaat edilmesi gerekenin de sadece Allah olduğu, Allah’a rağmen başkalarına ibadet ve itaat edilemeyeceğinin de altı çizilmektedir. Ve işte dosdoğru dinin bu olduğu, insanların çoğunun ise bu hakikati bilmeye, öğrenmeye yanaşmadığının vurgusu yapılmaktadır.
“Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” [8]
Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, atalar dinine sarılanların hiç bir şekilde atalarından kendilerine intikal eden dinin doğru olup olmadığını araştırmamış, vahiyle sağlamasını yapmaya ihtiyaç duymadan öylece kabul etmişlerdir. Düşünmeyen ve doğru yolu bulamayan atalarını mazeret göstererek kendileri de ataları gibi, düşünmeyen, alketmeyen ve sebeple de doğru yolu bulamayan kimseler durumuna düşmüşlerdir.
“İşte bu (Kur’an) da, bizim indirdiğimiz hayırlı ve faydalı bir öğüttür. Şimdi onu inkâr mı ediyorsunuz? Andolsun biz İbrahim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor? demişti. Dediler ki: Biz, babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk. Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz, dedi. Dediler ki: Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?” [9]
İbrahim (as)’ın yaptığı gibi, bu durumda olanlar ve tercihleri vahyin bilgisi ile sorgulanmalı, tercih ettikleri yolun sapıklığı ortaya konarak düşünmeye davet edilmelidirler. Bugün bu anlayış; ya mezhep taassubu, ya geçmiş ulemanın, şeyhlerin, üstadların dokunulmazlığı ya da yaşayan her geleneğin doğruluğunu kabul etmek gibi ön kabullerle kendisini göstermiştir/göstermektedir. On dört yüzyıllık bir süreç geçiren İslam kültürü bu zaman zarfında düşünce ve yaşantı itibariyle bir çok eksiltme, artırma, bidat ve hurafelere maruz kalmıştır. Geleneksel din anlayışı, tarihin taşıdığı birikimde yer alan yanlışları, bidât ve hurafeleri de dinin aslından saymış ve tarihin (geleneğin) baskısı altında onların doğruluğuna hükmederek yaşatmaya devam etmiştir. Kur’an-ı Kerim’e dayalı sahih din anlayışını ve onun örnek uygulaması olan sahih sünnetin yerine muharref geleneği dinleştiren insanlar, atalarının kendilerine taşıdığı yanlış-doğru ne varsa hepsini sorgulamadan kabul ederek hepsine birden “İslam”(!) demeye başlamışlardır. Tıpkı Mekke halkının bir sürü putları da Allah’a eş koşmalarına rağmen, kedilerini ısrarla “İbrahim’in dini” ne nispet etmeleri gibi.
Yapılacak şey, bu tür inançlara sahip geniş kesimleri Kur’an ve Resulün sahih sünnetiyle muhatap kılmak ve sahip oldukları din anlayışlarını bu çerçevedeki sahih bilgiyle sorgulamalarına zemin hazırlamaktır. Kitap ehli de aynı şekilde savrularak, kitaplarını tahrif ederek Peygamberlerini ve alimlerini, rahiplerini ilah ve rab edinerek şirke bulaşmışlar ve artık tevhid dini olma özelliklerini de yitirerek “atalar dini” haline gelmişlerdir.
“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh’i (İsa’yı) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O’ndan başka ilah yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.” [10]
Kitap ehlinin alimlerini, rahiplerini ilah edinmeleri, onların din adına ortaya koydukları hususları sorgulamadan, vahye uygunluk denetimi yapmadan, en azından fıtratın sesine kulak vererek, ya da akletme kabiliyetini kullanarak üzerinde düşünmeden, doğru ve dinden kabul edip körü kürüne taklit etmeleri sebebiyledir. Bugün İslam adına bir takım önderlerin, şeyhlerin, üstadların ürettiklerinin vahye uygunluk denetimi yapılmadan, sorgulanmadan, dinden kabul edilip taklit edilmesiyle benzeşen bir konumdur bu.
Dinlerini, kitaplarını tahrif ederek, Allah’tan başkalarını ilahlar, rabler edinerek şirke bulaşan kitap ehline Kur’an, menşelerinde var olan tevhide dönme, Allah’ı bırakıp da bazı insanları ilah edinme, onlara ibadet etme yanlışından “ortak kelime” olan tevhide rücu etme çağrısı yapmaktadır.
“(Resûlüm!) de ki: Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah’tan başkasına tapmayalım. O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın (rabler edinmesin). Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: Şahit olun ki biz Müslümanlarız! deyiniz.” [11]
Yaklaşık olarak ehli kitapla benzer bir serüveni yaşayarak, önder, üstad ve şeyhlerinin ürettikleri bid’at ve hurafeleri vahiyle denetlemeden, Kur’an’a uygunluğunu, Resulün sahih sünnetine mutabakatını araştırmadan, olduğu gibi dinden sayarak iman eden ve din olarak uygulayan kesimlere de bu ayetin muhtevasında olduğu gibi bir daveti yapmalıyız. Demeliyiz ki; “Ey kendini İslam’a ve Kur’an’a nispet eden, iyi niyetli insanlar, gelin aramızdaki ortak kelime olan tevhid kelimesinde buluşalım, Allah’ahiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın (rabler edinmesin).” İşte kendini İslam’a nispet eden tüm iyi niyetli insanlarla “tevhid” ortak paydasında buluşmaya, Allah’ı ipine, Kur’an’a topluca sarılmaya yönelmeli, ısrarla bu hususu gündemde tutmalıyız. Çünkü hepimizi kurtaracak, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, izzet ve onur kazandıracak, kurtarıcı tevhid potasında mü’min kardeşler kılacak olan sadece bu yoldur. Yani Kur’an, tevhid ve Allah yoludur.
——————————————————————————–
[1] 2/ Bakara170.[2] 5/ Maide 104.
[3] 7/ A’raf 28.
[4] 7/A’raf 173
[5] 43/ Zuhruf 23-24.
[6] 38/ S’ad 4-8.
[7] 7/ A’raf 70-71
[8] 12/Yusuf 40
[9] 21/Enbiya 50-55
[10] 9/Tevbe 31
[11] 3/Al-i İmran 64