Tevhidi imana sahip bir Müslüman “ehven-i şer” peşinde olamaz, madem “ehven” gerçekleşmiyor, hiç değilse “ehven-i şer” olsun tercihini yapamaz
Murat Kayacan kardeşim, Derginin son sayısının çıktığını bildiren Haksöz sitesindeki haberin altına bıraktığı 08 Haziran 2008 tarihli yorumunda şu ifadelere yer vermiştir.
“Derginin Haziran bu sayısında Mehmet Pamak ağabeyin ehven-i şerre “olabilir” gözüyle baktığı izlenimi edindim. Bu bir değişim ise -zira daha önceki yazılarında böyle bir yaklaşımı hatırlamıyorum- bu değişimi olumlu bulduğumu ifade etmek istiyorum.”
Söz konusu yazıda kardeşimizin bu çıkarımına yol açacak tek bir satır gösterilemez. Her yazıda her konuyu tekrarlamak imkanı olmadığı halde sırf yanlış anlamaları engellemek için farklı ifadelerle de olsa temel ilke ve yaklaşımlarımızı her yazıda bir daha ifade etmeye çalışıyoruz.
Haksöz Dergisinin 197 ve 198. sayılarında:
Özellikle Müslümanın şer ve ehven-i şerden birini tercih edemeyeceğini, mutlaka ehveni tercih etmenin ve gerçekleştirmenin peşinde koşması gerektiğini vurgulamışım, şu satırlara bu sayılardaki yazılarımda yer vermişim:
“Tevhidi bilince sahip, vahyin inşa ettiği bir iman ve hayat tasavvuruna sahip mü’minlerin, bu tür sistem içi değişimlere meyletmeleri, destek vermeleri ise, aydınlıktan karanlığa savrulmaktır, gerçek anlamda “irtica”dır, geriye gidiştir. Bilinçli bir mü’min, tevhidi bir yönelişle, her şartta Hak’ka bağlanmak, Hak’kı temsil etmek ve Hak’kı Batıla hakim kılmak üzere çalışmak ve hiçbir sebeple hak ile batılı karıştıracak konumlara savrulmamak sorumluluğunu taşımak zorundadır. Mü’min şahsiyet, “şer” ile “ehven-i şer” arasındaki tercihe kendisini kapatarak, “ehven”i tercih dışı bırakma konumuna düşemez. Her şartta ehveni arzulamak, ehven yolunda çaba göstermek ve bu tercihinden asla taviz vermeden uzun soluklu ilkeli bir duruş ve yürüyüşü istikrarlı bir biçimde sürdürmek mü’min olmanın en temel gereğidir… Bu sebeple hiçbir mü’min, ikrah olmadıkça, Hak ile Batılı karıştıran şirke dayalı düşünce, model, yol ve yöntemlere yönelemez, küfrü, şirki benimsediğini söyleyemez, küfre, şirke dayalı ideoloji ve ilkelere bağlılık sözü veremez ve İslam şeriatını dışlayarak, Allah’ın kullarına, küfür ve şirk hükümleriyle hükmetmeyi tercih edemez.”
“Egemen şirk sistemi ile uzlaşıp, bütünleşerek, ikbal ve çıkar uğruna iktidar eksenli hayat tasavvuruna savrulanların pragmatizmi ile İslami kimlik ve ilkeler az pahaya satılarak belki yönetime gelinebilir, sultadan ve ranttan pay da kapılabilir, ama Allah’ın rızasına ve İslami adalet sistemine kesinlikle ulaşılamaz. Nitekim bu yöntemle birileri, hem de büyük bir ekseriyetle seçim kazandıkları halde ülkeyi şirk hükümleriyle yönetmeyi sürdürerek egemen zulme ortak olmaktan başka bir şey yapamıyorlar. Üstelik İslami kimlikle alakalı neleri varsa onları da atmaya, İslam’la hiçbir ilişkilerinin kalmadığını ispata çalışıyorlar. Hatta siyasi çıkar uğruna ahlaki ve adil olanı feda etme pragmatizmi ile İslami kimi değerleri de saptırarak kendi batıl konumlarına uydurmaya çaba sarf ediyorlar. Böylece İslami bir sistem iddiaları olmadığı halde, kurumsal olarak tamamen İslam’ın dışında durmalarına rağmen, bireysel olarak İslam’a nispet edilmeleri sebebiyle üstelik İslam’ın mesajının tahrif edilmesine de sebep oluyorlar. Her Müslümanın, bu gayri İslami yöntemlerin peşine takılmadan önce kendisine sorması gereken soru şu olmalı: Amaç, şirk sistemiyle de olsa ülkeyi illa kendisini İslam’a nispet eden kadroların yönetmesi midir? Bu Müslüman kadroların yönetiminde şirk sistemi içinde kalarak ulaşılacak şey en fazla, görece bir özgürleşme ve bir miktar da zenginleşmedir. Farz edelim ki, şu kısacık dünya hayatımız için bunlar elde edildi, peki bu imtihan dünyasında İslam’ın ve Kur’an’ın bizden istediği şeyler ne olacak? Müslüman kadrolar hükümet olup, görece bir özgürleşme ve zenginleşme sağladıklarında İslami bütün iddialarımız ve Kur’an’ın hükümleri rafa mı kalkacak? Görece bir özgürleşme ve zenginleşme uğruna, taktik ve konjonktürel özgürleşme ihtiyacımızı gidermek için, bizi biz yapan, bize şahsiyet, kimlik ve imanımızı kazandıran temel ilke ve değerlerimizi, yaratılış gayemiz olan “sadece Allah’a kulluk” anlamındaki stratejik hedefimizi feda edebilir miyiz?”
“O halde hedef, illa ve her şeye rağmen Müslüman kadroların yönetmesi değil, evet Müslüman kadroların, ama mutlaka İslami hükümlerle ve adaletle yönetmesi olmalıdır. Müslümanın siyasal alandaki hedefi, kulluk eksenli bir hayat tasavvuru içinde, sadece Allah’a kulluk yaparak, O’nun rızasını kazandıracak tavizsiz İslami mücadele ile toplumsal dönüşüme vesile olarak, Allah’ın hükümlerine dayalı İslami adalet sisteminin gelmesine zemin hazırlamak olmalıdır. Doğru ve sahih bir din anlayışını topluma taşıyabilmek için, toplumun vahyin belirleyiciliğine, tevhidi akideye doğru dönüşümüne vesile olabilmek için, öncelikle hiçbir şartta ve hiçbir gerekçeyle taviz verilmemesi gereken ve değiştirilemez, terk edilemez vahye dayalı temel ilke ve değerlerde ısrar eden, vahyin şahidliğini adil ve emin bir kimlikle ortaya koyan davetçi kadrolara ihtiyaç vardır. Kendilerini özgün İslami kavramlarla tanımlayan, bu durumdan bir eziklik ve kompleks duymayan, vahyin getirdiği kavram, ilke ve değerleri eylem ve söylemlerine egemen kılmaktan ve bunları bıkmadan usanmadan yaşayıp, topluma taşımaktan usanmayan ve utanmayan, tam tersine onur duyan şahsiyetli Müslümanlara ihtiyaç vardır. İstikrarlı, zikzak çizmeyen düşünce seyri ve süreklilik arzeden çabalarıyla istikametini bozmadan yürüyen örneklerin çoğalıp yaygınlaşmasına ihtiyaç vardır. Egemen şirk sistemi ve kurumlarıyla uzlaşmaktan, bütünleşmekten uzak duran, dünyevileşmeye pirim vermeyen, bedeli neyse ödemeyi göze alarak, köklü bir inkılapla tevhidi toplumsal değişimin gerçekleşmesi için çaba göstermekte ısrarcı olan, Müslüman aydın, entelektüel ve akademisyenlere ihtiyaç vardır. Toplumun örnek alacağı, emanete riayetkâr, doğru sözlü, ahde vefalı, iffetli, izzetli, adil, emin ve güvenilir Müslüman şahsiyetlere ihtiyaç vardır. İnandığı değerleri, hiçbir dünyevi menfaat karşılığında satmayan, akidesini ve ilkelerini hiçbir korku ve endişe ile terk etmeyen muvahhidlere ihtiyaç vardır.”
Derginin 207. Haziran sayısındaki yazıda :
Bu sayıda da, Müslümanların “ehven-i şer”in peşinde değil ehvenin peşinde olması gerektiğini, “ehven-i şer” kavramını kullanmadan ancak aşağıdaki açık ifadelerle bir daha izah etmişim. Buna rağmen Murat Kayacan kardeşim, nasıl ve hangi ifademe dayanarak, “ehven-i şerre ‘olabilir’ gözüyle baktığı izlenimi edindim” diyebilmiştir, nasıl benim “ehven-i şer olabilir” dediğim sonucuna ulaşmıştır, gerçekten anlamakta güçlük çektim. Bu kadar açık yazan ve yanlış anlaşılma endişesiyle şikayete yol açacak derecede tekrarlara da düşen birisi olarak, Murat Kayacan gibi birikimli ve nitelikli bir kardeşimize bile meramımı anlatamıyorsam, bunun sorumluluğunu yine de kendi ifade kabiliyetimdeki zaafa fatura edip, meramımı daha iyi anlatma çabası içinde olacağımı ifade etmek isterim.
Murat kardeşimiz, muhtemelen, tevhidi bilinçten yoksun halk kesimleri açısından özgürlük ve adalet arayışı bağlamında yaşanan gelişmelerin ve halkın despotizme karşı özgürlük arayışının, halk zaviyesinden görece bir olumluluk olarak değerlendirilmesi gerektiğine dair yaklaşımımı yanlış anlamış olabilir. Halbuki söz konusu yazıdan yapılan aşağıdaki alıntılarda da yer aldığı gibi, tevhidi bilince sahip kesimlerin sistem içi değişim projelerine, sistem içi iktidar arayışlarına eklemlenemeyeceğini ve bunun bir geriye gidiş olacağını, sistem dışı, sistemi değiştirme amaçlı tevhidi toplumsal dönüşüm projesinin takipçileri olması gerektiğini çok açık bir dille izah etmiş bulunuyorum. Söz konu yazıdaki şu alıntılar bir daha okunursa bu husus açıkça görülecektir.
“Tevhidi bilinçten yoksun halk kitlelerinin fıtri bir eğilimle adaleti talep etmeleri ve bu amaçla da despot sisteme karşı olduğuna inandıkları partilere oy vermeleri bir olumlulukken, tevhidi bilince sahip, vahyin inşa ettiği bir iman ve hayat tasavvuruna sahip mü’minlerin, bu tür sistem içi değişimlere meyletmeleri, destek vermeleri ise, aydınlıktan karanlığa savrulmaktır, gerçek anlamda “irtica”dır, geriye gidiştir. Mü’min şahsiyet, iman amel bütünlüğü içinde, iman ettiği değerleri hayata hakim kılarak vahyin şahitliği sorumluluğunu kuşanmak ve iman ettiği değer ve ilkelerden taviz vermeyen bir tutarlılığı yaşamak durumundadır.”
“Bilmeliyiz ki, halktaki değişimi doğru okuma ve yeni duruma uygun açıklamalarla daveti ulaştırma amacıyla toplum tahlili yapmak üzere gelişmeleri takip edip değerlendirmek ve toplumdaki görece iyileşme ya da kötüleşmelere dair tespitler yapmak başka bir şey, toplumdaki bu görece değişimleri ulaşılması gereken nokta olarak kabul edip oraya eklemlenmek, tevhidi dönüştürme iddialarımızı terk edip toplumun cahili değerlerine doğru savrulmak başka bir şeydir. Birincisi doğru bir toplum analizi yapmak ve ona göre projelerimizi hazırlayıp, yönlendirmek açısından önemli bir gereklilik iken, ikincisi akidevi olanı da kapsayan bir sapmayı ifade etmektedir.”
“Özümüzdekini fıtri ve vahyi değerler istikametinde değiştirip, daha adil, daha özgürlükçü, insan haklarına daha saygılı, daha insani ve hukukun üstünlüğünün gözetildiği adil bir sisteme müstehak olmadığımız sürece, bu sistem devam edecektir. O halde biz, kendi gündemimizle uğraşmalıyız. Hükümete kim gelirse gelsin iktidar oligarşidir. Hangi parti gelirse gelsin, askeri bürokratların dediği kuraldır, kanundur, anayasadır. Askerin ve resmi ideolojinin bağımlısı olan yargının dediği kuraldır, anayasadır. Askeri bürokratlar tarafından brifinglerle, muhtıralarla kolayca yönlendirilen, resmi ideoloji bağımlısı yargı ne derse o yasa ve anayasa olur ve mevcut yasa ve anayasa hükümleri o istikamette değiştirilmiş sayılır. Yargıya da, askere de asla yasa ve anayasa işlemez. Biz Müslümanlar, toplumdan ve toplumsal sorunlarla ilgilenmekten kopmadan kendi yolumuza, sırat-ı müstakime, özgün gündemimize kilitlenmeliyiz. Allah’ın yolunda, dosdoğru bir duruş ve yürüyüşle, İslami kimlik ve ilkelerin belirleyiciliğinde, onurlu bir şahsiyeti ve İslami kimliği dosdoğru temsil eden doğru bir şahitliği gerçekleştirmeliyiz ve bunu, ölüm bize gelene kadar ısrarla sürdürmeliyiz. Bir yandan tevhidi değişim için eğitim ve davet çalışmaları yaparken, diğer yandan da halkın muhalefet bilincini yükseltecek, haksızlıklara, adaletsizliklere karşı itiraz edip, hesap sorma kabiliyetini, hak arama ve haklarını almak için mücadele azmini ve becerisini geliştirecek çok yönlü çalışmalar yapmalıyız.”
“Toplumlara layık oldukları sistemleri takdir eden Allah’ın sosyal yasasının (Râd Suresi – 11) insanlık tarihi boyunca değişmeden işlediği ve toplumsal, sosyal ve siyasal değişimin iki boyutta geliştiği görülür. Birincisi, mevcut sistemin temel ilke ve kurallarını koruyarak, görece bir özgürleşmeyi, mevcut zulmün, baskı ve yasakların nispi olarak da olsa geriletilmesi suretiyle halka biraz daha nefes aldıracak görece bir iyileştirmeyi hedefleyen, sistem içi bir değişimdir. Bu tür değişim de yine, Allah’ın sosyal yasası gereğince işlemekle beraber, sonuçta Kur’an’ın zulümat (karanlıklar) olarak nitelendirdiği Batıl sistem içinde, karanlıkların en koyu tonlarından daha gri tonlarına geçişi ifade eden, zulümat içi bir değişimdir. Ancak zorba oligarşiler, Allah’ın bu toplumsal değişim yasasını engellemek üzere birçok provokasyonlar, baskılar, darbeler yaparak, yargıyı kırbaç gibi kullanarak, çeteleri harekete geçirerek, şiddeti kullanarak toplumun iradesinin özgürce tecellisini, halkın özgürleşmesini ve Kemalizmin kuşatmasından kurtulmasını engellemeye çalışıyorlar. İşte biz, toplumların, halkların özgür olmasını isterken, Allah’ın bu yasası gereğince kendi kaderleri üzerinde söz sahibi olmalarını istemiş oluyoruz. Toplum dilerse İslamı seçer, dilerse başka bir inanç ya da ideolojiyi seçer ve karşılığına da katlanır. Ama halklar, bir dayatma, kuşatma, baskı, darbe, silah ve şiddet olmaksızın özgürce tercihlerini yapabilmelidirler. Neye müstahak olurlarsa onunla yönetilecekler, kimsenin bir şey demeye hakkı olmaz, herkes ve her toplum dünyadaki tercihlerinin hesabını da Allah’a verecektir. Biz işte, fertlerin ve toplumların iradelerine ipotek koyup, özgür iradeleriyle tercih yapmalarını engelleyen ve onlara din ya da ideoloji dayatan bu zorbalığın kalkmasını ve halkların kendi kaderleri üzerinde özgürce belirleyici olmasını istiyoruz.”
“Toplumsal değişimin ikinci boyutu ise, zulumatın tüm kulvarlarını reddedip, tam anlamıyla cahiliyeden/karanlıklardan arınıp, Nura/aydınlığa sıçramayı hedefleyen köklü İslami değişimdir. Ve bu, biz Müslümanların sürekli takip etmemiz ve hiçbir maslahat ve hesapla terk etmeden yoğunlaşmamız gereken yolumuzdur. Eğer toplum, vahyin şahidliğini üstlenen Mü’minlerin yapacakları tevhidi davet ve eğitimle özündekini tevhidi istikamette, zulumattan nur’a doğru değiştirirse (Bakara Suresi, 257.), ki biz mü’minlerin takip etmemiz gereken yöntemi ortaya koyan ve Allah’ın razı olduğu sahici ve köklü değişim budur, işte ancak bu köklü değişim sonucunda Kemalizm’in koyu karanlığının yerine, Kur’an’ın Nur diye adlandırdığı İslam’ın aydınlık adalet sistemi gelecek ve Allah’ın izniyle hiçbir güç de bunu engelleyemeyecektir.”
“Biz Müslümanlar, yaratılış amacımız olan kulluk sorumluluğumuzun gereği olarak, İslami kimlik ve ilkelerden ve uzun soluklu tevhidi değişim mücadelemizden taviz vermeyen yürüyüşümüzü ısrarla sürdürürken, İslami sistem kurulana kadar, şirk sistemi devam etse de mevcut zulmünü geriletecek, görece bir adalet ve özgürlük vasatının sağlanması anlamında sistem içi değişimleri de, Allah’ın kullarının kendilerini özgürce gerçekleştirmelerine yönelik görece bir olumluluk olarak değerlendirebiliriz. Şirk sistemlerinin insanlara zulmetmemelerini, “tabii hukuk” adı altında da olsa, Allah’ın kullarına lütfettiği haklarını ihlal etmemelerini talep edebilir, bu bağlamda zulmün ve adaletsizliğin geriletilmesi çalışmalarını teşvik edebiliriz. Hatta bu bizim için, zulme ve ifsada karşı özgürlük ve adalet mücadelesi bağlamında bir sorumluluktur. İşte bu sebeple biz bu büyük sorumluluğumuz gereğince hangi din ya da ideolojinin, hangi kavmi kimliğin müntesibi olursa olsun, Allah’ın bütün kullarının adaletle muamele görmesini, Allah’ın tanıdığı bütün hakları ve özgürlükleri serbestçe kullanmalarını savunmalıyız. Resmi ideolojinin ve darbelerin bütün mağdurlarının haklarının ayrımsız savunucusu olmalıyız. Ancak bu tür taktik, konjonktürel ve görece özgürleşme ihtiyaçlarımız uğruna, bizi İslami kimlik ve ilkelerimizden uzaklaştıracak olan, stratejik hedefimize aykırı yöntemlerin peşine takılamayız.”
Sonuç ve teklif:
Bütün bu açıklamalar göstermektedir ki, benim “ehven-i şer olabilir” demediğim çok açık olmakla beraber, Murat Kayacan kardeşimin “ehven-i şer olabilir” yaklaşımını benimsiyor olmasını ve benim de bu anlamda bir değişim geçirmiş olmam ihtimaline olumlu yaklaştığını beyan etmesini de ben sorun olarak görüyorum. Çünkü, bende bu anlamda bir değişim gözlemlediğinde, kardeşimden övgü değil eleştiri beklerdim. Mesela şunu söylemesini beklerdim: “Bu yöntemin fazla denenmediği ve biliçlenmenin de bugüne göre daha geride olduğu, yani bu yöntemin henüz bir kısım Müslümanlar tarafından bir umut olarak görüldüğü süreçlerde karşı duran bir Müslümanın, bugün bunca bilinçlenme ve olumsuz deneyim birikimine rağmen, vadedilen görece özgürleşme konusunda bile bir adım ileriye gidilememişken, son gelişmelerle de artık iyice umut kesilmesi gereken ehven-i şer yöntemine nasıl ve hangi sebeple olur verirsiniz? Pragmatik sebeplerle bu yönteme takılanların, zenginlik ve makamlara ulaştıklarını, ancak “İslama ve Müslümanlara hizmet” iddiasıyla gittiklerini iddia ettikleri bu alanda, bu anlamda hiçbir hayra da vesile olmadan, zamanla nasıl dönüştükleri, kirlendikleri ve daha önceki İslami ve ahlaki değerlerini bile nasıl tükettikleri ortada iken nasıl olur da siz bugün bu yönteme olur dersiniz?” Evet, önce Kur’ani ölçüler çerçevesinde ilkesel eleştiriler yapmasını, buna ilaveten hiç değilse bu soruları da sormasını beklerdim.
Şimdi ben, Kur’an merkezli bir din anlayışına sahip olarak tanıdığım kardeşime soruyorum; “ehveni şer olabilir”den neyi kastediyorsunuz ve bir Müslüman olarak buna razı olmanızı hangi delillere dayandırıyorsunuz? Daha somut ifadeyle sistem içi laik bir partide bir muvahhidin yer alabileceğine, sistemin şirke dayalı ilkelerini benimseyerek, bunlara bağlılık andı içerek ve mutlak anlamda şari kabul edilen laik demokratik parlementoda yasa koyucu olarak bulunmasına olur vermeyi hangi somut delillere dayandırıyorsunuz? Evet, ben de bir Müslüman olarak, laik-demokratik sistem içi bir yöntemi tercih etmeyi olumlu bulduğunu söyleyen bir başka Müslüman kardeşimden açıklama isteme hakkımı kullanarak bu sorularıma cevap bekliyorum. Amacım bu konunun bir daha, açık yüreklilikle ve komlekssiz bir biçimde ve sloganik değil, derinlikli ve nitelikli bir muhteva ile tartışılmasına vesile olmak. Bunun önemli bir ihtiyaç olduğuna inanıyorum. Çünkü yakınımızda bulunan bir çok kardeşimizde de bu konuda bir netlik yakalanamadığını, her an laik-demokratik yönteme doğru değişim potansiyeli ve riski taşıyan epey kardeşimiz olduğunu gözlüyorum.
Zulumatın koyusunu teşkil eden Kemalist despotizmin hakimiyetinde olan bir ülkede yaşamak ile görece daha özgür zulumatın gri tonlarındaki daha özgürlükçü bir şirk sisteminde yaşamak arasında tercih yapmak zorunda bırakılsak ve bu ikisinden birinde mecburi ikamete zorlansak, tabii ki ikincisini tercih etmekte bir beis yoktur. Ama biz yaşadığımız ülkede bu sistemlerden birisinin hakim hale gelmesi konusunda bir tercihle, zulumat kulvarlarından birisini tercih edip, onun ülkeye hakimiyetini gerçekleştirmek için örgütlenip, onu hakim kılmak için bir mücadele stratejisi oluşturup, o uğurda mücadele edemeyiz ve toplumu şirk içindeki alternatiflerden birisine çağıran bir davet çabası içine giremeyiz. Yukarıda belirtilen yazılarımda da ortaya koymaya çalıştığım gibi;
197 ve 198. Haksöz sayılarında yazdığımız yazılarda şunları söylemişiz: “… hiçbir mü’min, ikrah olmadıkça, Hak ile Batılı karıştıran şirke dayalı düşünce, model, yol ve yöntemlere yönelemez, küfrü, şirki benimsediğini söyleyemez, küfre, şirke dayalı ideoloji ve ilkelere bağlılık sözü veremez ve İslam şeriatını dışlayarak, Allah’ın kullarına, küfür ve şirk hükümleriyle hükmetmeyi tercih edemez.”
“Biz Müslümanlara yakışan, çok kısa olan dünya hayatının süslerine kapılarak, makam, mevki, kredi, ihale uğruna İslami kimlik ve ilkelerden taviz vermek, dünyevileşmek değil, ne pahasına olursa olsun ve hangi şart altında olursak olalım, yaratılış gayemize uygun davranmak, sadece Allah’a ibadet etme bilinciyle, Kur’an’ın aydınlatıcı ve inşa edici mesajını halkımıza ve tüm dünya insanlığına taşıyarak, tevhid, adalet ve özgürlük mücadelemizde ısrarcı olmaktır. Evet biz, her şartta ve her durumda işimize bakmalıyız, kulluk eksenli tevhit, adalet ve özgürlük mücadelemizi sürekli kılarak, kendimizden başlayarak, toplumumuzu ve ümmetimizi vahyin ölçüleriyle yeniden inşa etme projemizi sürdürmeliyiz. Bizim kulluk eksenli bir hayat tasavvurumuz ve yine kulluk eksenli bir mücadele yöntemimiz var.”
“İktidar ve dünya eksenli hayat tasavvuru ve mücadele yöntemleri, pragmatizmin çürütücü etkisiyle ilkesizliğe yol açarken, insanların, İslami kimlik ve ahlaki değerler alanında bile iktidar olma yada iktidarda kalma uğruna büyük tavizler vermesine sebep olurken ve üstelik iktidar eksenli siyasi parti yöntemi gayri İslami resmi ideoloji ilkelerine bağlılık şartına bağlanmışken, bir Müslüman’ın böyle bir batıl alanda, batılı benimsediğini ifade ederek rol üstlenmesi düşünülemez. Biz köklü siyasal sistem değişimlerinin ancak uzun ve yorucu bir mücadeleyle gerçekleşebilecek sosyal bir dönüşümün sonucu olarak Allah tarafından taktir edileceğini öngören ilahi yasaya inanmaktayız. O halde bu yasa gereğince bizim irademize bırakılan toplumsal dönüşüm üzerinde yoğunlaşmalıyız. Bu sebeple, merhamet, adalet ve kulluk görevimiz gereğince üzerimize düşen tebliğ, davet, eğitim ve şahitlik sorumluluğumuzu ciddi ve yaygın projeler haline getirip, uzun soluklu bir mücadeleyle uygulamaya koymalıyız. Böylece, toplumun özündeki cahili değerleri tevhidi olanlarla değiştirmesine vesile olmalıyız.”
İşte biz sistem içi partisel mücadeleye bu şekilde bir yaklaşım içinde olmuşuz. Sağlam ve sahih deliller ortaya konur ve sistem içi laik-demokratik partileşmenin de meşru (Şer’i) olduğu ve Müslümanlarca tercih edilebileceği, bu sahih delillere istinaden ortaya konur ve ikna olursak, bizler de varsa yanlışımızı düzeltme imkanı buluruz. Ancak bu ispat yapılamazsa, bir daha bu tartışma Müslümanların gündemine getirilmemelidir.
Selam, sevgi ve dualarımla…