Statükonun Dini “Yahudilik ve Hıristiyanlık” da Musa ve İsa’nın (as) Tebliğ Ettiği Tevhid Dini Tahrif Edilerek Ortaya Çıkarılmıştı
Kitap ehli de Rasûllerden kısa süre sonra yozlaşıp savrularak, kitaplarını tahrif ederek Peygamberlerini ve âlimlerini, rahiplerini ilah ve rab edinerek şirke bulaşmışlar ve artık tevhid ehli olma özelliklerini de yitirerek dinlerini bir nevi “atalar dini”/”statüko dini” haline getirmişlerdi. Kitap ehlinin âlimlerini, rahiplerini ilah edinmeleri; onların din adına ortaya koydukları hususları sorgulamadan, vahye uygunluk denetimi yapmadan, en azından fıtratın sesine kulak vererek, ya da akletme kabiliyetini kullanarak üzerinde düşünmeden, doğru ve dinden kabul edip körü körüne taklit etmeleri sebebiyledir. Bugün İslam adına birtakım siyaset ya da cemaat önderlerinin, şeyhlerin ve üstadların ürettiklerinin vahye uygunluk denetimi yapılmadan, sorgulanmadan, dinden kabul edilip taklit edilmesiyle benzeşen bir konumdur bu.
Tevhid dinini toplumlarına tebliğ eden Hz. Musa ve İsa’nın (as) tevhid mesajı kısa süre sonra, birisi dünyevileşme hırslarına alet edilerek, diğeri uhrevi alana hasredilerek tahrif edildiler. Böylece statükonun ve egemenlerin çıkarlarına uygun hale getirildiler ve Yahudilik ve Hıristiyanlık adını aldılar. Yani Yahudilik ve Hıristiyanlık, tevhid dini olan İslam’ın o dönemlerin statükocularının isteklerine göre şekillenmesiyle ortaya çıkan “Ilımlı İslam” ya da evrensellikten uzaklaşarak “Yerli-Milli İslam” algısı ve statüko dini hüviyetini kazanmasıyla ortaya çıkmışlardı. Bu dinlere inananlar, rahiplerini, hahamlarını, önderlerini rabler edinerek, din konusunda, Allah’ın hükümlerini değil de, Allah’ın dini adına onların hükümlerini esas almışlardı.
“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh’i (İsa’yı) rabler edindiler.Oysa onlar tek olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de münezzehtir.” (Tevbe: 9/31).
Yahudiler ve Hıristiyanlar, kendilerine ulaşan ilk mesajda Allah’tan başka ilah edinmemekle ve sadece tek olan Allah’a ibadet etmekle emrolundukları halde, statükolaştılar ve statükonun din ve ilahlarını ürettiler. Allah’tan başka ilahlar, rabler edinip şirk koştular. Tevhid dini İslam’dan saparak, kitaplarını ve din anlayışlarını tahrif ederek, kendilerine vahyi getiren Peygamberleri ve “din adamlarını” (haham ve rahiplerini) rabler edinerek şirke düştüler. Böyle yaptıkları halde, tarih boyu (ve halen) yapıla geldiği gibi, aslında egemen statükolarını ayakta tutmak için araç olarak kullanmak üzere ürettikleri “statüko dinleri” olan “Yahudilik” ve “Hıristiyanlık” dinlerini de Allah’ın dinine nispet etmeye devam ettiler. Bu statüko dinlerinin Hak din olduklarını söyleyip Allah’ın dini ve İbrahim’in (as) yolu olduğu iddia ve iftiralarını sürdürdüler. Tıpkı bugün de, “İslam” adı altında laiklikle uzlaşıp hevaya göre hükmetmeyi esas alan, siyasete, ekonomiye, hukuka karışmayan bir din anlayışının Hakk’a, sırat-ı müstakime nispet edilmesi gibi.
Bu sebeple Rabbimiz, öncelikle böyle bir iddiada bulunanların yalancılar olduklarını ilan etmektedir. Sonra da bu tür bir iddia ve iftirada bulunarak Hak-bâtıl karışımı statüko dinlerini, Allah’a, İbrahim’e (as) ve diğer tevhid Peygamberlerine nispet edenlerin, “Allah tarafından kendilerine bildirilen Hakk’ı gizleyenler ve bu sebeple de kendilerinden daha zalim kimsenin olamayacağı” bir konumda olduklarını bildirmekte, yani zalimlerin en zalimleri olduklarını vurgulamaktadır.
“Yoksa siz, gerçekten İbrahim’in, İsmail’in, İshak’ın, Yakub’un ve torunlarının yahudi veya hristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: “Siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı? Allah tarafından kendisine (bildirilmiş) bir şahitliği gizleyenden daha zalim kim olabilir? Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara: 2/140).
“İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan. Fakat o, hanif (Allah’ı bir tanıyan, hakka yönelen) bir müslümandı. Allah’a ortak koşanlardan da değildi.” (Âl-i İmran:3/67)
Allah’ın kendilerini yalanlamasına ve zalimlerin en zalimi olarak niteleyip uyarmasına rağmen, Yahudiler ve Hıristiyanlar, tüm statüko dinlerinde yapıldığı gibi, bu dinlerinin Allah’ın dini, İbrahim’in dini ve Hak din olduğunu söylemeye devam etmişlerdir.
Statüko dini haline dönüşme serüvenini, Hıristiyanlık özelinde kısaca değerlendirecek olursak, özetle şunları söyleyebiliriz: Önce Roma’nın tehdit ve düşman algısı içinde birinci sırada yer almış Hz İsa’nın (as) mesajını taşıyanlar büyük zulümlere muhatap kılınmışlar, katliamlardan geçirilmişler, canlı canlı aslanlara parçalatılmışlardı. Bu süreçte, katliamlarla yok edilmek istenen Tevhid ehli Ariusculara karşı çıkıp şeriatta ve akîdede tahrifat yaparak teslisi üretmiş ve şirke bulaşmış olan Pavlus (Bel’am-Samiri rolünde) taraftarları statükonun razı olacağı, Roma paganizmine uyumlu din anlayışını üretmekle meşguldüler.
Hz. İsa(s)’nın öğretilerinin takipçileri olan Tevhid ehli Müslümanlar M.300’lere doğru Roma’yı tıkanma noktasına getirmişlerdi. Bu tükenme noktasında Roma aristokratları ve yönetimi için iki yol kalmıştı; ya yıllardır yürüttükleri hâkimiyetlerini kaybetmek, ya da bu yeni akım ile uzlaşarak onu dönüştürmek. Roma aristokratları ve yönetimi çareyi uzlaşma arayışlarında (konsüller) bulmuş ve sonuçta Hıristiyanlığı Romalılaştırmışlardı. Roma’nın resmi dini olarak kabul edilen Hristiyanlık, Pavlus’un çabalarıyla şeriatsız ve tevhidsiz yeni bir din haline getirilmiş yepyeni bir teolojiydi artık.
İşte tıkanan, çöküşe doğru sürüklenen ve bu halden kurtulmak isteyen Roma otoritesi, İsa’nın (as) getirdiği tevhîdî mesajı Pavluscuların değiştirip şirke bulaştırarak Hıristiyanlık haline dönüştürdükleri ve böylece Roma paganizmine uyumlu hale getirdikleri bu din anlayışında uzlaşmayı kabullenmişlerdi. Çünkü, Pavlus, İsa’nın (as) tebliğ ettiği tevhid dininin akîde ve şeriatını bozan, tahrif eden ya da yok eden düşüncelerini üretme sürecinde, oluşturduğu yeni dinin içine bir yandan geleneksel cahiliye olan İsrailiyyâtı katarken, diğer yandan da o günün egemen süper gücünün dünyaya estirdiği “modern cahiliye”si olan Roma paganist kültüründen de karıştırmış ve Romanın razı olacağı konuma getirmişti. Sezar’ların hâkimiyetine alan açan bugünkü laikliğe benzer anlayışlara da kapı aralamıştı. (İşte bu serüven İslam coğrafyasında da maalesef tekerrür etmiştir/etmektedir. Özellikle son yüzyıldan bu yana günümüz egemeni emperyalist küresel güçlerin sekülerizmi, laikliği, demokrasisi, liberalizmi, kapitalizmi, sosyalizmi, ulusalcılığı Müslüman’ım diyenlerin eliyle İslam’ın içine taşınmakta ve yeni Hak-bâtıl sentezleri gerçekleştirilmektedir. Yeni statüko dinleri oluşturulmaktadır.).
Pavlus’un, İsa’nın (as) tebliğ ettiği tevhid dinini tahrif etmek suretiyle Roma’nın razı olacağı boyuta getirmesi sonrasında da, İznik Konsülü (Miladi 325) vb. toplantılarla, Pavlusçu Hıristiyanlık da biraz daha değiştirilmek suretiyle, statükonun razı olacağı boyutta yeniden tanımlandı ve Roma’nın “statüko dini” haline dönüştürülmesi sağlandı. “Tanrının hakkını Tanrıya, Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek” ilkesini esas alarak, kozmik hâkimiyeti ve uhrevi alanı Allah’a, yeryüzündeki hâkimiyeti ise Sezar’a veren bir anlayışı temsil eden “Roma Dini” haline dönüştürülmesi gerçekleşti. Sonuçta da, bu dini kullanarak Roma’yı yeniden ayağa kaldırma, Roma statükosunu yeniden inşa ederek tekrar egemen kılma imkânı elde edildi.
Daha sonraki dönemde, endüstri devrimini müteakip oluşan yeni statükoda, Rönesans, reform, kapitalistleşme ve Roma Katolik Kilisesinin teokratik yönetimine karşı siyasi alanın din dışı otoritelerin eline geçmesi sürecinde, Hıristiyanlık bu sefer de kapitalizme ve seküler siyasi düzene uyumlu hale getirilmek için bir daha değiştirilmiş ve Protestanlık yeni kapitalist statükonun dini olarak ortaya çıkmıştır.
Siyasal iktidarlar üzerinde de otorite tesis etmiş olan Katolik Kilisesine karşı yapılmış Reform hareketleri ile Rönesansın son dönemlerinde din-devlet ilişkisi konusunda yeni bir yorum yapılmıştır. Bu yeni yorum tarzı Almanya’da Luther, İtalya’da Kalven tarafından temsil edilen Protestanlık olmuştur. Protestanlığın temel görüşü “Din kendi kabuğuna çekilmeli, ruhbanlar manastırlarında ibâdetleri ile meşgul olmalıdırlar ve dünya otoritesi sadece devletin olmalıdır” şeklinde özetlenebilir. Protestanlık, dinsel-siyasal iktidar ilişkisine Katolik ve Ortodoks yaklaşımından farklı bir çözüm getirmiştir. İktidarlardan birini diğerine tâbi kılmaktan kurtararak, Hıristiyanlığın başlangıcında olduğu gibi, her iki otoritenin kendi alanları içinde üstün olduğunu benimsemiştir. Artık, siyasal iktidar meşruiyetini dinden almadığı gibi, dinsel otoriteyi kendine bağlamak, onu devletin bir organı gibi görmek eğiliminde de değildir. Bu, yeni egemen ideoloji olan kapitalizmin de arzu ettiği laik devlet düzeninin ifadesidir. Bu yeni statükoda kilisenin siyasal ve ekonomik hayata karışmasını istemeyen, ekonomiyi piyasa ilahına teslim eden yeni kapitalist statükonun din anlayışıdır. (Bugün Türkiye’de de İslam’ı kamu alanına, siyasal alana müdahale ettirmek istemeyen ve “ekonominin dini imanı olmaz” diyen bir statüko vardır.).
Mekke’de de Tevhid Dinine Karşı Duran “Statüko Dini”, “Atamız İbrahim’in Dini” Adı Altında Ortaya Çıkmıştı
Gelenekselci din anlayışı, yüzyıllardır tarihin taşıdığı birikimde yer alan yanlışları, bidât ve hurafeleri de dinin aslından saymış ve tarihin (geleneğin) baskısı altında onların doğruluğuna hükmederek yaşatmaya devam etmiştir. Kur’an-ı Kerim’e dayalı sahih din anlayışının ve onun örnek uygulaması olan sahih sünnetin yerine muharref geleneği dinleştiren insanlar, atalarının kendilerine taşıdığı yanlış-doğru ne varsa hepsini sorgulamadan kabul ederek hepsine birden “İslam”(!) demeye başlamışlardır. Tıpkı Mekke halkının bir sürü putları da Allah’a eş koşmalarına rağmen, kendilerini ısrarla “İbrahim’in dini”ne nispet etmeleri gibi.
İbrahim’in (as) tebliğ ettiği tevhid dinini, ondan sonraki uzun tarihsel süreçte tahrif ederek, cahiliye dini haline dönüştürmüş bulunan Arabistan’daki cahiliye toplumu, tevhid dininden bazı şiarları ve kavramları tahrif ederek de olsa korumuş ve devam ettirmişlerdi. Mekke putperestleri Hz. İbrahim’den (as) devraldıkları ibadetleri biçimsel ve geleneksel olarak yerine getiriyorlardı. Bunlar arasında, Kâbe’nin Rabbi ve “kendilerini yaratıp rızıklandıran, evrenin yaratıcısı ve yöneticisi olan” (Yunus: 10/31) vasıflardaki bir Allah inancına sahiptiler, bu inançları gereği “kurban kesmek”, “hac etmek”, “namaz kılmak” gibi ibadetleri de içini boşaltarak ve tahrif ederek sürdürüyorlardı. Çocuklarına “Abdullah” ismini veriyorlardı. Kâbe’yi tavaf ve hacc ibadetini tahrif ederek sürdürdükleri gibi Kâbeye gelen hacılara da hizmet edip su dağıtıyorlardı. Ancak aynı zamanda putlara ve tağutlara da taparak/itaat ederek şirk koşuyorlardı.“Kazançlarından hem Allah’a (Allah için yoksullara sadaka) hem de putlara pay ayırıyorlardı.” (En’am: 6/136).Putları “şefaatçiler” ediniyorlardı. Bunları yaparken bile “Bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye onlara yalvarıyoruz” (Zümer: 39/3) diyorlardı. Yeryüzündeki hâkimiyeti ise putların arkasındaki güçler olan tağutlara, statükonun sahiplerine veriyorlardı.
Bu sebeple son Peygamber’in (s) getirdiği tevhid dini, Mekke cahiliye (şirk) toplumunda egemen güçlerin sahiplendiği, yaydığı, koruduğu “statükonun dini” olan “atalar dini”ni sarsıyordu. İçinde İbrahim’in (as) şeriatından bozularak da olsa bazı unsurları barındırdığı için Allah’a nispet edilen ve “İbrahim’in Dini” olduğu da iddia edilen şirke bulaşmış bu “atalar dini”ni kullanarak mustaz’af kitleleri statükoya itaatkâr kılmış ve sömürü düzenlerini bu dinle meşrulaştırmış olan egemenler, tevhid dininin tek İlah’a itaate çağıran, zulme ve sömürüye karşı çıkan âdil mesajından çok rahatsız olup büyük tepki göstermişlerdi.
Mekke statükosunun egemenleri, İbrahim’in (as) tevhid dinini değiştirip, göklerdeki, fıtrattaki ve evrendeki kozmik hâkimiyeti Allah’a bırakan, ama yeryüzündeki hâkimiyeti, emretmeyi tağutlara veren şirk dinini üretmişler, ele geçirdikleri iktidarı, rantı ve çıkarlarını koruyan statükoyu bu din algısıyla meşrulaştırmışlardı. Şimdi bu din sarsılınca statüko yıkılma tehdidiyle karşı karşıya kalacaktı. İşte bu sebeple tevhid dininin mesajına karşı çıkıyorlardı.
“Statükonun dini”, hep Allah’ın yeryüzündeki hâkimiyetiyle uğraşmış, onu engellemeye çalışmıştır. Özellikle de, statükonun sahiplerinin çıkarına hizmet etsin diye, siyasal, ekonomik, hukuki toplumsal, kamusal alana Allah’ın vahyinin hükmetmesine engel olmaya yönelmiştir. Kamusal alanı kendi hâkimiyet alanı olarak ilan edip yeryüzündeki ilahlığı egemenlerin hevalarına bırakarak Allah’ın göklerdeki ve evrenin işleyişindeki kozmik hâkimiyetini O’na lütfeder gibi bir tutum içine girmiştir.
Rasûlullah (s) vahyin mesajını yaymaya başladığında, statükonun “atalar dini”ni sarsan uyarıları toplumu düşündürmeye başladı. Kur’an cahiliye toplumunu sarsan mesajında;“… Yaratmak da, emretmek de O’na aittir…” (Araf: 7/54)ayetiyle yarattıklarının hayatına hükmedecek hükümleri koyanın da Allah olduğunu ve kullarının sadece O’nun hükümlerine uymaları gerektiğini bildiriyordu. “Gökteki ilâh da yerdeki ilâh da O’dur…”(Zuhruf: 43/84) diyerek, statükonun dininin yerdeki ilahlığı tağutlara vererek şirke düştüğünü, saptığını ilan ediyor, tek ilah olan Allah’ın yerde de göklerde de ilah olduğunu bildiriyordu.Çünkü müşrikler de, göklerdeki ilah olarak, yaratan, rızık veren, öldüren, evrenin işleyişini sağlayan Rab olarak Allah’ı tanıyor, inanıyor ve kozmik hâkimiyet O’nundur diyorlardı. (Yunus: 10/31) Ancak insan ve toplum hayatındaki hüküm ve hâkimiyeti hevalarına ya da tağutlara tahsis ediyorlardı.
Aynı şekilde, başka ayetlerde de, Allah’tan başka ilah olmadığı, dünyada da ahirette de O’nun hükmünün geçerli olduğu ve insanların sonuçta O’na döndürülerek hesaba çekileceği bildirilerek, statükonun dininin bütün inanç temelleri yer ile yeksan ediliyordu. “O, kendisinden başka ilah olmayan Allah’tır. İlkte de, sonda da (dünyâda da, âhirette de) hamd O’na mahsustur. Hüküm de O’nundur ve O’na döndürüleceksiniz.”(Kasas: 28/70).“Mutlak hükümranlık elinde bulunan Allah, yüceler yücesidir ve O’nun her şeye gücü yeter. O, hanginizin daha güzel ameller yapacağınızı sınamak için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır.” (Mülk: 67/1,2).
“Atalar Dini” Denilen “Statüko Dini”ne Bağlılık ve Kitlelerin Bu Din ile Aldatılması Neden Bu Kadar Kolay ve Yaygın Olmaktadır?
İnsanların çoğunluğu, düşünce, inanç ve hayat tarzlarını, büyük ölçüde atalarından, babalarından tevarüsen devraldıkları gelenek, kültür ve tarihi birikimle oluştururlar. Tarihi birikimi ya da geleneği, eskilerden devraldıkları örf ve âdeti, dinî anlayış ve uygulamasını, hakikatle mutabakatını, doğru olup olmadığını araştırmaya gerek duymaksızın olduğu gibi sürdürmeyi tercih ederler. Miras olarak kendilerine intikal eden inanç ve ibadete dair bu birikimi, kör bir taklit ve taassupla doğru kabul edip tartışmaktan uzak dururlar.
İnsan, doğduğundan itibaren bu atalar kültürü ile iç içe ortamlarda büyür ve onu kanıksar, kutsal kabul eder ve sorgulama ihtiyacı duymadan taklit eder. Yüzyıllardır dönen çarkın bir dişlisi, içine doğduğu cahili kültürün bir parçası haline gelir ve aklını kullanmadığı, fıtratın sesine kulak vermediği için de bu halden hiç rahatsız olmadan devam eder. Devraldığını kutsal sayarak kendisinden sonra gelen nesillere aynen devretme misyonunu da üstlenir. Ve hiçbir zaman bu rolünü sorgulama ihtiyacı duymaz. Bu yaşantı ve din anlayışı, artık bilinçsiz birtakım alışkanlıklar yığını halini almıştır. İnsanın bu alışkanlıklar zindanından kurtulabilmesi, etrafına örülü bu bid’at ve hurafelerden oluşan duvarları aşabilmesi, ancak düşünmesini, hali sorgulamasını ve itiraz etmesini tahrik edecek tarzda uyarılmasıyla mümkün olabilmektedir.
İnsanların, kendilerini saran muharref gelenek hakkında kuşkuya kapılmaları ve hakikati aramaları için ya tamamen farklı kültür ve geleneklerin egemen olduğu bir toplum içinde yaşamak zorunda kalmaları ya da peygamberlerin itikat noktasında ortaya koydukları tebliğ ve mücadelede olduğu gibi kendi geleneğine karşı şiddetli bir başkaldırı ve dirençle uyarılmaları, vahyin sarsıcı ikazlarıyla karşı karşıya bırakılmaları gerekmektedir.
Kur’an’da yer verilen geçmiş kavimlere ait kıssaları incelediğimizde görürüz ki; “Atalar Dini” mazereti, ilahi tebliğe karşı çıkışta büyük bir yer tutmaktadır. İnsanların atalarından devraldıkları dinden ayrılmak istemeyişleri, alışkanlıklarına körü körüne bağlılıkları ve akletmemeleri onları çoğunlukla ilahi dini reddetme sonucuna götürmüştür. Çünkü hemen her yönden birbiriyle tezat teşkil eden “Tevhid Dini” ile “Şirk Dini”nin, “Atalar Dini” ile “İlahi Din”in öğretilerinin kavşak noktasında, bu iki yolun yol ayrımında karar verme noktasında kalan çoğu insanlar, cahillikle tercihlerini atalar dini yönünde, yani alışa geldiklerinden yana yapmışlardır. Atalardan devralınan yola uymanın, o yolu sorgulamaya ihtiyaç duymadan ısrarla savunmanın ve sürdürmenin pek çok sebebi vardır. Bütün sebeplerin ortak paydası aklını kullanmayan, düşünmeyen, tefekkür etmeyen bir yapı ve cahilliktir. Atalar dinine bağlılıkta ısrar etmenin sebeplerinden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
Birincisi;atalara olan derin bağlılık, büyük saygı ve sevgiden kaynaklanan güven ve atalara sadakat duygusudur. Cahiliye hamiyeti, taassubu ya da asabiyesi ve cahili kültür gereğince, ataları kutsal, faziletli ve mutlaka tâbi olunması gereken saygın bir konuma oturtmalarıdır.
Bir diğeri;aklını kullanmanın, sorgulayıp araştırmanın bir ceht ve gayret gerektirmesi, insanların çoğunun da böyle bir zahmete katlanmaya yanaşmayan bir kolaycılığı, tembelliği tercih etmeleridir.
Diğer bir sebep ise;başkalarının ayıplamasından çekinerek, atalarının yolundan ayrıldı denmesin diye atalarının yolunu takip etmektir. İnsan, hem kendisi cahillikle bu yolu takip etmesi gerektiğine inanır, hem de toplumun zorlamasını, kınamaya dair baskısını da üzerinde hisseder.
Özellikle toplumların önderleri, zenginleri için geçerli olan bir başka sebep ise;atalar dinine dayalı statükonun, kurulu düzenin, kendilerine sağladığı rant, iktidar ve çeşitli imkânları koruma ve bu sömürü çarkını sürdürme hesabıdır. Bu tür önde gelenler kendi çıkarları için savundukları atalar dinine dayalı statükonun sarsılmaması için, cahiliye hamiyetini, taassubunu tahrik ederek toplumun mustaz’af kesimlerini de kullanırlar. Vahye dayalı tevhid dininin sağlayacağı inkılap bu zayıf bırakılmış kesimlerin lehine bir adalet tesis edeceği halde, akletmeyen, cahileye taassubuyla hareket eden bu kesimler, sonuçta kendilerini ezen düzenin sürmesine katkıda bulunurlar.
Kur’an, pek çok ayetinde bu büyük sapmaya, cahilliğe dikkat çekerek, insanları atalardan devraldıklarını, vahyin ölçüleriyle sorgulamaya, ıslah etmeye, bâtıl olan geleneği terk etmeye çağırmaktadır. Ama insanlar genelde Kur’an’ı okumadıkları ya da hakkıyla okumadıkları, vahye kendilerini ve kalplerini kapattıkları için bu güzel uyarılardan habersiz bir cahillikle atalar dinini hak dinmiş zannıyla sürdürmekte ve azaba doğru sürüklenmektedirler. Kur’an’ın istediği; dini Allah’a halis kılarak, ibâdeti, itaati sadece Allah’a tahsis ederek, yalnız O’na kulluk yapmak, yalnız vahye tâbi olmak suretiyle atalar dininin bid’at ve hurafelerini terk etmektir. Ama buna rağmen akletmeyen ve vahyin belirleyici olduğu sahih İslam anlayışından habersiz olan çoğunluk, alışkanlıklarına, miras olarak devraldıklarına ve egemen statükonun sahiplerinin meşru olarak ilan ettiği “Statüko Dini”ne tâbi olmayı sürdürerek şeytanın yolunda ısrar etmektedir.
Rabbimiz kullarını uyarmakta, akletmeye, düşünmeye ve geleneğin zindanından vahyin aydınlığına çıkmaya, egemen statükoya ait şirk dininin karanlığından ilâhî vahyin belirlediği tevhid dininin aydınlığına çıkmaya davet etmektedir. İnsanların Allah’ın indirdiği vahye, Kur’an’a ve Rasûle uymaya davet edildiklerinde verdikleri “Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız” ya da “Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter” içerikli cevaplar kınanmaktadır. İnsanları düşünmeye sevk edecek şu ifade de insanların önüne konmaktadır: “Ya atalarınız bir şey anlamamış, akledemeyen, bir şey bilmeyen ve doğruyu da bulamamış kimseler olsalar da mı onlara uyacaksınız?” sorusu gerçekten çok uyarıcı ve sarsıcı bir dikkat çekme olarak insanlara yöneltilmektedir. (Bakara: 2/170, Maide: 5/104).
A’raf Suresi 28. vb. ayet ayetlerde ise, insanların, cahili alışkanlıklarını, âdetler gereği yapa geldikleri kimi kötülükleri, bâtıl amelleri vahiyle sorgulayıp terk etmek yerine, babalarını da üzerinde bulduklarını iddia ettikleri bu yolun Allah tarafından da böyle emredildiğini iddia ederek Allah’a da iftira ettikleri ortaya konmaktadır. Bugün de pek çok insan, bir sürü yanlış ve bâtıl gelenek ya da âdeti, bunların aynı zamanda İslami olduklarını da iddia ederek uygulamıyorlar mı? Mekke müşriklerinin yaptıkları pek çok câhilî uygulamanın “atamız İbrahim’in dininde de böyle” deyip faturasını Allah’a kestikleri gibi, bugün de İslam’da olmayan pek çok bid’at ve hurafenin de İslami olduğu iddiasıyla faturası haşa Allah’a kesilmek istenmektedir. İnsanlar, yaşadıkları bâtıl ve câhilî dinleri meşrulaştırmak için, hep “bunları Allah emretmiştir” ya da “Allah’ın dininde de bunlar vardır” deme ihtiyacını duymuşlardır. Hâlbuki Allah, A’raf 28. ayette de ifade edildiği gibi, bu iddianın doğru olmadığı, bu iddiada bulunanların Allah’a iftira ederek büyük suç işledikleri uyarısını yapmakta ve onları yalanlamaktadır. “De ki: Allah kötülüğü emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” (Bugünün statüko sahipleri de, “laiklik ve demokrasi İslam’la bağdaşır” iftiralarını da bu ayet çerçevesinde değerlendirmelidirler. “Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” uyarısıyla akîdelerini gözden geçirmelidirler.).
Zuhruf Suresi 23-24. ayetlerde ise, diğerlerinden farklı bir boyut olarak, peygamberlerin tevhîdî davetine, atalar dinini öne sürüp karşı çıkanların, daha çok o toplumun varlıklı insanlarından oluştuğu ortaya konuyor. Bu varlıklı kesimler, atalar dinine dayalı statükodan beslenenlerdir. Bu refahtan şımarmış kesimler (mele ve mütref takımı) çıkarlarını koruma adına “atalar dini” ya da “Statüko Dini”ni de ve ona inanan mustaz’af kitleleri de kullanmaktadırlar. Aşağıdaki ayette bu açıkça ifade ediliyor, ileri gelenlerin mustaz’af kitlelere seslenerek, tevhid dinine ve peygambere karşı direniş çağrısı yaptıkları ortaya konuyor: “İlâhları, tek bir ilâh mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir! dediler. Onlardan ileri gelenler: Yürüyün, ilâhlarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur. Son dinde de bunu işitmedik. Bu, ancak bir uydurmadır…” (Sad: 38/5-7).
Tek Allah’a kulluk yerine, O’nunla beraber birtakım ortaklar edinmeye alışmış olanların tevhîdî inancı benimsemeleri oldukça zorlaşmaktadır. Allah’ın dinine, siyasi önderlerin, efendilerin, üstadların, şeyhlerin zanlarıyla ürettiklerini veya “keşf ve ilham” adı altındaki alandan uydurduklarını, vahye aykırı bir sürü bid’at ve hurafeyi karıştırmaya alışmış ve bunun Allah’ın dini olduğu zannına sahip kimselerin, tevhid dinine ve sadece Allah’a teslim olmaya dair davete icabet etmeleri kolay olmamaktadır. İşte bu sebeple, ataların dinini, statüko dinini, siyasi önderlerinin din anlayışını Allah’ın dini sananlar, tevhide çağrıya karşı çıkmakta, imanlarına şirk ve zulüm bulaştırmaktadırlar.
Allah; ataların, önderlerin, üstadların, şeyhlerin oluşturdukları dinleri terk edip tevhid dinine tâbi olmaya çağırmaktadır. Allah, beşer üretimi uyduruk bilgiler ve uyduruk ilahlarla birlikte İslam’dan da karıştırılarak oluşturulan Hak-bâtıl sentezinden ibaret “atalar dini” ya da “statüko dini”nin kutsalları hakkında, bir delil indirmediğini, bunların bu dinlerin müntesiplerinin uydurduklarından ibaret olduğunu tekraren vurgulamaktadır. Hükmün sadece Allah’a ait olduğu, bir başkalarının hüküm koyma yetkilerinin bulunmadığı, ibadet ve itaat edilmesi gerekenin de sadece Allah olduğu, Allah’a rağmen başkalarına ibadet ve itaat edilemeyeceğinin de altı çizilmektedir. Ve işte dosdoğru dinin bu olduğu, insanların çoğunun ise bu hakikati bilmeye, öğrenmeye yanaşmadığının vurgusu yapılmaktadır. (Yusuf: 12/40).
Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, atalar dinine, iktidar sahiplerinin ürettiği statüko dinine sarılanlar, hiç bir şekilde atalarından kendilerine intikal eden dinin ya da siyasi önderlerin en tepeden dayattıkları din anlayışının doğru olup olmadığını araştırmamışlar, vahiyle sağlamasını yapmaya ihtiyaç duymadan öylece kabul etmişlerdir. Tıpkı bugün de, laik, kemalist ulus devletin laiklikle hükmeden siyasi liderinin İslam’ın ne olup olmadığını tepeden dayatmalarla belirlemeye teşebbüs etmesine ve bu bağlamda Hak ile bâtılı karıştıran düşünce ve görüşlerini Hak olarak takdim etmesine rağmen geniş kitlelerin sanki ona vahiy gelmiş gibi bir teslimiyetle sessizce kabullenmesi gibi. “Atalar dini” ya da “statüko dini” içindeki Hak oranı arttıkça “Allah ile aldatma” katsayısı artmakta ve daha büyük kitlelerce benimsenmesi kolaylaşmaktadır. Tıkandıkça sürekli kendisini yenileyerek devam eden statükonun her yeni statükoyu ve dinini oluşturma döneminde bu kadar yaygın bir kabul görmesinin bazı sebeplerini de şu şekilde özetlemek mümkündür: -Eskiye nazaran kısmî iyileştirmelere ve görece özgürleşmelere yol açar, -Eski statüko dönemindeki baskı ve yasaklara itirazlarla yükselen kimi talepler yeni statüko tarafından karşılanır, -Yeni statüko eskiden sıkıntı çeken kesimlere bazı imkanlar ve menfaatler sağlar. Sonuçta da statüko kendisini yenilemiş ve geniş kitlelerin yanında yer almasını temin etmiş olur.
Tarih boyunca tevhid dininin karşısına hep atalardan tevarüs eden ya da önderlerin zanlarına ve hevalarına dayalı Hak-bâtıl karışımı statüko dinleri çıkarılmış, geniş kitleler ise içinde Hak’tan unsurlar da taşıyan bu dinin Allah’ın dini olduğu zannına kapılmışlardır. Sonuçta da, bu akletmeyen, düşünmeyen ve doğru yolu bulamayan atalarını, önderlerini mazeret göstererek kendileri de ataları ve önderleri gibi, düşünmeyen, akletmeyen ve bu sebeple de doğru yolu bulamayan kimseler durumuna düşmüşlerdir.[1]Yapılacak şey, bu tür inançlara sahip geniş kesimleri Kur’an ve Rasûlün (s) sahih sünnetiyle muhatap kılmak ve sahip oldukları din anlayışlarını bu çerçevedeki sahih bilgiyle sorgulamalarına zemin hazırlamaktır.
Kendini İslam’a nispet eden tüm iyi niyetli insanlarla “tevhid” ortak paydasında buluşmaya, Allah’ın ipine, Kur’an’a topluca sarılmaya yönelmeli, ısrarla bu hususu gündemde tutmalıyız. Çünkü hepimizi kurtaracak, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, izzet ve onur kazandıracak, kurtarıcı tevhid potasında mü’min kardeşler kılacak olan sadece bu yoldur. Kur’an ve tevhid yolu, yani Allah yoludur.
“Tevhîdî Dini”ni Değişime Yönlendirme, Uzlaşmaya ve “Statüko Dini” Olmaya Zorlama Çabaları
Mekke’de egemen statükoyu rahatsız eden tevhid dini mesajının yayılmaya başlaması, statükoyu zora sokuyordu. Bunun üzerine, Rasûlüllah’a (s) Yunus Suresi 15. Ayette bildirilen tekliflerle geldiler.
Yunus Suresi 10/15: “Böyle iken, âyetlerimiz, kesin birer belge olarak kendilerine okunduğu zaman, o bizimle karşılaşmayı ummayanlar, “Bundan başka bir Kur’ân getir veya bunu değiştir.” dediler. De ki, “Onu kendiliğimden değiştiremem, benim açımdan bu olacak bir şey değildir. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Rabbime isyan edersem, şüphesiz büyük bir günün azabından korkarım.”
Hiç değilse statükoya ters gelen Kur’an ayetlerinin değiştirilmesini ya da statükoya uyumlu hale getirilmesini teklif ettiler. Yahut da Kâfirun suresi ile cevabı verilen, İsra suresinde, Kalem suresinde bildirilen uzlaşma/müdâhane tekliflerini getirdiler. “Toplumu iki dinin karışımından oluşan çoğulcu bir modelle birlikte yönetelim, devlet başkanı da seni yapalım” dediler. İktidar, ikbal ve zenginlik teklif ettiler. Allah’ın inzal ettiği tevhid dini değişsin, egemenleri rahatsız etmeyecek ve çıkarlarına zarar vermeyecek hâle gelsin, “sizin dininiz ile bizimkini sentez edelim” teklifleriyle Hak-bâtıl karışımı bir statüko dini haline dönüşsün diye çok çaba sarf ettiler.
Ancak Rasûlüllah (s) ve bir avuç denecek kadar az sayıdaki ilk Kur’an nesli, vahyin belirlediği temel akîdevi ilkelerde ısrar ederek tavize ve uzlaşmaya yanaşmadılar. Bir miktar taviz karşılığında eski statükoda sistem içi görece değişim, yeni statükonun dininde Hak dine de yer vererek özgürlük vaad eden ve hatta Rasûlüllah’a (s) devlet başkanlığını bile teklif eden bu uzlaşma çağrısını, “Yaratmak da emretmek de Allah’a aittir.” (Araf: 7/54), “yalnız Allah’ın emri olan şeriatıyla/hükmüyle hükmedilmedikçe razı olmayız” (Casiye: 45/18, Yusuf: 12/40) diyerek reddettiler.
Bugünkü Müslümanların çok büyük tavizler karşılığında elde ettikleri küçük imkânlara nazaran Mekke statükosunun teklif ettiği çok büyük imkânlara rağmen, kimi maslahatları gözeterek dahi görece özgürlük vaad eden ve üstelik iktidarın en tepesinde Rasûlün (s) yer alacağı yeni statükonun oluşumuna da, içinde yer almaya ve destek olmaya da razı olmadılar. Ancak halkın büyük çoğunluğu, Rasûle ve ashabına yapılan işkence ve zulümleri gördükleri halde, egemenlerin “dininize sahip çıkın” çağırılarına uyup “Atalar dini” de denilen “Statüko dini”ne bağlılıklarını sürdürdüler.
İslam’ın Özünde, “Statüko Dini” Haline Dönüştürülmesini Engelleyici Unsurlar Vardır
Allah İslam’ın, egemenlerin çıkarlarına hizmet eden statükonun dini haline dönüşmemesi ve dönüştürülememesi için, mü’min kullarına önemli sorumluluklar yüklemiştir.
1- İslami iktidarlara önemli bir görev olarak yüklediği “emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l- münker” görevini (Hac: 22/41), iktidarların yoldan çıkıp zulmetmeye başlamaları halinde de, büyük bir sorumluluk olarak, Müslüman fert (Tevbe: 9/71) ve cemaate (Âl-i İmran: 3/104, 110) de emretmiştir.
Allah ve Rasûlü (s), bu sorumluluğun terk edilmesi halinde fesadın ve toplumsal çürümenin yaygınlaşıp herkesi kuşatacağına, görevini ihmal eden maruf ehlinin de kalplerin birbirine benzeşmesi sorucunda yozlaşacağına ve toplumun topyekûn helâke müstahak olacağına dair önemli uyarılarda bulunmuştur. Buna rağmen tarih boyunca aynı serüven tekrarlanmış, “emr-i bi’l maruf ve nehy-i ani’l münker” sorumluluğu terk edilince büyük ve derin yozlaşma ve yaygın fesad kaçınılmaz bir sonuç olarak gerçekleşmiştir. Bu büyük sorumluluğun ihmali ya da terk edilmesi, statükolaşma ve çürümeye yol açmıştır. Üstelik ortaya çıkan adaletsizlik ve sömürü düzenleri (statükolar), Allah’ın dinini istismar ederek hâkimiyetlerini tesis etmişler ve sürdürmüşlerdir.
“İsrailoğullarından inkâr edenlere, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lanet edilmiştir. Bu, isyan etmeleri ve haddi aşmaları nedeniyledir.Yapmakta oldukları münker (çirkin iş)lerden birbirlerini sakındırmıyorlardı. Yapmakta oldukları şey ne kötü idi!” (Maide: 5/78-79).
İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak İslam’ın temelini oluşturan temel ilkelerin başında gelmektedir. Kur’an’ın hayata hâkim kılınmasının ve her şartta istikametin korunmasının temel prensibi bu sorumluluğun yerine getirilmesidir. Aksi takdirde, Kur’an’ın ifadesine göre bu ilkeyi terk etmenin sonucu yozlaşmak, çürümek ve sonuçta da helâk olmaktan başka bir şey değildir.
“Sizden önce helak ettiğimiz nesillerin çıkardıkları fesat ve bozgunculuğu engelleyen faziletli kimseler bulunmalı değil miydi? Ancak içlerinden kendilerini kurtardığımız pek az kimse bunu yapmıştı. Zulmedenler ise içinde şımartıldıkları refahın ardına düştüler ve günahkâr kimseler oldular.” (Hud: 11/116)
2- Bir başka husus, Allah’ın (c) mü’min kullarına ve ümmete; kararların alınmasını ve “işlerin yönetimini şûra ile yapmalarını” (Şura: 42/38) emretmiş olmasıdır. Ümmetin ehil kadrolarının şûra ile kararlar almaları ve yönetim işlerini bu kararlarla birlikte yürütmeleri, statükolaşmanın, zorbalığın, sömürü ve adaletsizlik düzenlerinin ortaya çıkmasının en büyük engellerinden birisidir.
3- Ayrıca bütün yönetim işlerinde “emanetin ehline verilmesi ve insanlar arasında adaletle hükmedilmesi” emredilmiştir. (Nisa: 4/58).
4- Bütün bunların yanında, “Allah’a ve Rasûlüne itaat ettikleri sürece (mü’min olan) emir sahiplerine itaat edilmesi”, aksi takdirde itaat edilmemesi emredilmiştir. (Nisa: 4/59). İslam dini, bütün bu ölçülere aykırılık olduğunda ise yaşanabilecek yanlış gidişata müdahale etme yetkisini ve sorumluluğunu da ümmete yüklemiştir.
5- Ayrıca bir yandan mü’minlerin iki gününün birbirine eşit olmaması, sürekli iyiye, doğruya, güzele, Hakk’ı yaymaya ve hayrı çoğaltmaya doğru tekâmülü hedefleyen ayetler ve hadisler söz konusudur.
6- Diğer yandan dinin değişmezleri, evrensel ölçüleri çerçevesinde, Allah (c) ve Rasûlü’nün (s) emrettiği evrensel naslar alanında teslimiyeti esas alan (Ahzab: 33/36) bir hat üzerinde sürekli bir yönlendirmeyle İslam’ın statükolaşması, statüko dini haline dönüşmesi engellenmek istenmiştir.
Böylece, Allah’ın evrensel hükümlerinin, Kitabın anası olan İslam’ın sabitelerinin, tevhid ve adalet ölçülerinin değiştirilmezliğini esas alıp, vahyin oluşturduğu hudutları koruyarak, ictihad ve yoruma açık olan alanda ise değişim ve gelişimin önünü açarak dengeli, istikrarlı ve istikamet üzere gelişmeye açık bir tevhid dini algısıyla İslam’ın “Statüko Dini, Ilımlı ve Milli-Yerli İslam” haline dönüşmesi engellenmek istenmiştir. Yani bir yandan çağın şartlarına göre gelişmeye açık, diğer yandan temel ilkeler ve sabiteler planında istikameti koruyup sapmalara karşı uyanık ve tedbirli olan sürekli bir inkılâbî çabayla, sürekli bir inkılâbı yaşamak söz konusu edilerek, İslam’ın statükolaşmasının önüne geçecek tedbirlere yer verilmiştir.
Görüldüğü üzere, İslami adalet sistemi, bir günü diğerine eşit olmaya fırsat vermeyen sürekli bir inkılâbîliği gerekli kılmaktadır. İslami yönetimler, sürekli daha iyiye doğru olan bu inkılâpçı rûhu yitirerek, adaleti en ücra köşelere kadar ulaştırma duyarlılığını kaybederek, ülkenin herhangi bir köşesindeki mahalli yönetimlerin bile halka zulmetmesini, hem halk olarak, hem de iktidar olarak “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münkerle” denetleyememe, düzeltememe haline düşerek durağanlaşmak durumunda statükolaşmaya başlarlar. İktidardakilerin, ele geçirdikleri iktidar ve rantı adaletle topluma yaymayıp kendilerine ve yakınlarına has kılmaya başlamaları muhafazakârlığı ve statükolaşmayı, sonuçta bu statükoyu korumak için dini de kendilerine uydurma sonucunu doğurur. Çünkü bu imkânları kendisinin kabul eden zihniyet, onu korumak için, statükoyu yaşatacak bir din algısı aramaya ve oluşturmaya ve böylece ele geçirdiği konumu meşrulaştırmaya yönelir.
Muhafazakârlaşmaktan, statükolaşmaktan korunmanın yolu, bir yandan “ruczdan hicret etme”, bütün cahili kirlerden/pisliklerden arınma/uzaklaşma (Müddessir: 74/5) ilahi emrini sürekli bir işlevselliğe kavuşturmaktır. Ve bu emir gereğince, başta şirk olmak üzere her türlü akîdevi ve ahlaki kirliliklerden, zulüm, sömürü, yolsuzluk ve adaletsizliklerden uzaklaşma, arınma çabasına süreklilik kazandırmaktır. Diğer yandan da, yönetimlere yönelik “emri bil maruf ve nehyi anil münker” sorumluluğunun süreklilik halinde ve işlevsel biçimde yerine getirilmesinin önünü açmak, kolaylaştırmak ve ilk halifeler döneminde olduğu gibi teşvik edip onurlandırmaktır.
İslam, iman edenleri, tevhîdî bir imanla, yeryüzü ilahlığını statükonun sahipleri olan tağutlara veren “atalar dini”ne (statükonun dinine) karşı itiraza, kıyama, itaatsizliğe ve adaleti ikame ederek statükoya son vermeye çağırır. Sürekli bir değişimi, inkılabı ve yenilenmeyi hedefleyen, iki günü bir olanı ziyanda sayan, ruczdan hicreti, akîdevi ve ahlaki bütün pisliklerden, kokuşmuşluktan, yozlaşmadan, haksızlık, sömürü ve zulümlerden uzaklaşıp arınmayı ve adaleti ikame etmeyi, ölüm gelene kadar sürdürmeyi emreden bir din olarak İslam, egemenlerin çıkarlarına hizmet eden, durağanlık, zulüm ve kokuşmuşlukla özdeş olan statükolaşmaya karşı çıkar ve bu hale gelmeyi engelleyecek inkılâbî ölçü, ilke ve değerleri barındırır.
Ancak eğer Müslümanlar, Kur’an ve sünnet eksenli sahih İslam anlayışına sadakatte ve bu kurtarıcı mesajı yaşayıp yaymada sorumluluklarını ihmal ederlerse, yani “Allah’ın (dininin) yardımcıları olma” vasfını kaybederlerse, o zaman da “Allah’ın vaad ettiği yardım kesilir” ve sonuçta istikameti korumakta zaafa düşerek statükolaşmaktan ve statüko dininin payandaları durumuna sürüklenmekten kurtulamazlar. Nitekim yüz yılar süren Kur’an’ı mehcur/terkedilmiş bırakma ve Rasûlün güzel örnekliğinden, mücadele sünnetinden kopma sürecinde, Allah’ın inzal ettiği ipi Kur’an’a/”hablullah”a topluca sarılmayı bırakarak her biri kendi ürettikleri iplere tutunan Müslüman halklar tevhîdî zindeliklerini ve vahdetlerini yitirip paramparça oldular. (Enfal: 8/46). Bu süreçte önce bid’at ve hurafelerle, İsrailiyyâtla geleneksel cahiliyeyi oluşturdular ve sömürülmeye müsait hale geldiler. Sonra da sömürgecilerin etkisi altında kalarak bu cahili statüko dinine bir de modern câhiliyeyi ilave ettiler.
Bu zelil halden çıkıp yeniden izzete kavuşmanın tek yolu, statüko dinlerinin uyuşturmasından kurtulup “vahiyle dirilerek” (Enfal: 8/24) Allah Rasûlü (s) ve ilk Kur’an neslinin Mekke-Medine sürecinde bıraktıkları yoldaki işaretleri tâkip etmektir. Böylece yeniden Kur’an ve sünnet eksenli sahih İslam’ı esas almak suretiyle şirke, küfre, ifsada ve bunlara dayalı statükolara ve statüko dinlerine karşı mücadele etmektir. Eğer Müslümanlar, bu uyanış ve fıtratın vahiyle buluşmasıyla (Bakara: 2/27, Ra’d: 13/25) yaşanacak yeniden diriliş sonucunda, Allah’ın dinin yardımcıları olma vasfını, “Kur’an’ı hakkıyla okuyarak”, (Bakara: 2/121), “takvayı hakkıyla kuşanıp” (Âl-i İmran: 3/102) tevhîdî eğitim, tebliğ ve vahye şahidlik sorumluluklarını yerine getirerek “Allah yolunda hakkıyla cihad” (Hac: 22/78) ederlerse ve “Kur’an ile büyük cihad”ı (Furkan: 25/52) ikame ederek hayatlarını “Allah’a rükû ve secde ettirip ibadet kılar ve hayırlı ameller yaparlarsa” (Hac: 22/77), işte o zaman Allah da onlara vaad ettiği yardımını gönderir ve “ayaklarını sabit kılar”. (Muhammed: 47/7). Böyle olunca da ne İslam statükolaşma riski altına girer ne de Müslümanlar statükoların ve statüko dinlerinin destekçisi konumuna düşerler. Çünkü “Allah’ın yardım ettiği Müslümanlara galip gelecek olmayacaktır”. (Âl-i İmran: 3/159).
“Statükonun Dini” Olan “Ilımlı İslam”ın Üretiminde İki Taraf Rol Oynamaktadır
Statüko dinini oluşturmaya katkı sunan iki taraf vardır.
Birinci taraf; bizzat statükonun sahipleridir. Statükodan beslenenler, konumlarını meşrulaştırıcı din algısını bizzat kendileri üretip dayatırlar. Hatta zaman zaman halkın dindarlaşma seviyesindeki değişime paralel olarak, halkın yeni konumuna uygun olan statükoyu oluşturmak amaçlı sistem içi yenilenme çabalarında, statükoyu-sistemi yeniden üretecek malzeme olarak kullanmak üzere bu tür “Statüko İslamı” algısı oluşturmayı kendilerine görev bilirler.Ve en tepeden herkesi bu “Statüko İslamı”nı kabule ve ona inanmaya, doğru din algısının bu olduğunu söyleyip herkesi buna uygun davranmaya zorlarlar.
Bu amaçla, Diyanet, İlahiyatlar ve camiler gibi kurumları, hutbeleri, din görevlilerini, saray ulemasını, Samiri ve Bel’am rolündeki kimseleri kullanarak, konumlarını, tercihlerini, kararlarını ve yönetimlerini meşrulaştırmaya çalışırlar. İşte bu sebeple eski statükoyu kaldırmak vaadiyle iktidara gelmiş olanlar da, oluşturdukları yeni statükoya uygun bir “din” üretmeyi asla ihmal etmezler. Çünkü “Yeni Türkiye” adı altında oluşturulan “Yeni Statüko”nun ayakta kalması ve iktidarını, egemenliğini sürekli kılması için en öncelikle ihtiyaç duyacağı şey, halkı ikna edip kendi iktidarına destek olmasını sağlayacak olan “Yeni Statükonun Dini”dir.
Statükonun razı olacağı “Statüko Dini”nin üretimine katkı sunan ikinci taraf ise;egemen statükonun hışmından korunmak, zararını defetmek ya da bazı imkânlara kavuşmak, çıkarlar sağlamak gibi endişe ve hesaplarla, statükoyu rahatsız etmeyecek din algısı üreten sivil alandaki birtakım âlim, aydın, önder ve cemaatlerdir. Bunlar da, baskı ve zulümlerden korunmak, çıkar, zenginleşme ve görece özgürleşme imkânlarına kavuşmak için iktidar sahiplerine yanaşarak, karşıtına sığınarak var olmaya çalışırlar. Bu kesimler, söz konusu korkularla ya da çıkarcı pragmatizmle, kendiliklerinden din algılarında statükonun razı olacağı bazı değişikliklere gitmek, ya da statükonun sahiplerini razı edecek bazı unsurlara da söylemlerinde, tutumlarında yer vermek suretiyle din algılarında değişime giderler. Bunun en çarpıcı örneği olarak, hem yerel statükoyu hem de küresel emperyalist güçleri razı etmek için toplumun İslam algısını laiklik, demokrasi ve kapitalizm istikametinde dönüştürmeye ve İslam’ı bunlarla uzlaştırıp “Protestanlaştırmaya” çalışan Fetullah Gülen’in yönlendirdiği ve birçok yazar ve cemaat önderinin de katıldığı “Abant toplantıları” ve “dinler arası diyalog” çalışmaları gösterilebilir.
Ayrıca bu iki tarafa ilaveten, bazı “İslamcı” kesimler de ürettikleri bazı maslahatlar ve beklentiler uğruna yeni statükoya meylederler. Yeni statüko ile iyi ilişkiler içinde olmak amacıyla ya da daha zalim olan eski statükoya dönülmesi ihtimal ve endişesiyle yeni statükonun dinine paralel söylemler geliştirirler. Yahut da görece özgürlükçü statükonun İslam’ı tahrif eden, Hak ile bâtılı karıştırıp Hak diye takdim eden saptırıcı gayretlerini, kendilerine imkânlar sağlayan iktidarı yıpratmamak amacıyla eleştirmeyerek zımnen onaylama konumuna düşerler. Sonuçta bütün bunlar hep birlikte statükonun dininin oluşmasına ve yaşamasına katkı sunarlar.
Sapmanın ve Zâlim Statükoya Meyletmenin İki Sebebi Olan Korku ve Çıkar Hakkında Kur’an’ın Uyarısı
İnsanlar saparken, statükoya doğru kayarak istikametini kaybederken, zâlimlere meylederken, iki sebeple bunu yaparlar. Birincisi onların eziyet ve zulümlerinden korkarak, korunmak için onlara meylederler. Hâlbuki, Allah bu konuda Ankebut suresi 10. Ayette uyararak, insanların eziyetiyle Allah’ın azabı arasında iman mantığıyla tercih yapmalarını istemektedir. Allah, insanlardan, Allah’a iman ettiğini söyleyenlerin, Allah düşmanlarının eziyetlerinden korkarak, Allah’ın azabından korkar gibi korkarak, onların sapkın din algılarına, zâlim yönetimlerine doğru meyletmelerini iman mantığı ile bağdaşmaz bulmaktadır. Bu yüzden, böyle bir tercihin, insanların eziyetlerinin Allah’ın azabından daha şedit olduğuna inanmak gibi bir sapmanın sonucu olabileceğine dikkat çekip uyarmaktadır. Çünkü onların eziyetlerinden korkarak onlara meyledenlere, Allah da azab edeceğini bildirmektedir. O halde, herkes iman mantığıyla düşünmeli ve “Allah’ın azabı mı yoksa insanların eziyeti mi daha şedittir?” konusunda karar verip ona göre yer alacağı tarafı, gideceği yolu belli etmelidir.
İnsanların sapmalarına ya da zâlimlere meyletmelerine, statükoya eklemlenmelerine yol açan ikinci etken ise, çıkar, menfaat, zenginlik, makam, mevki, ikbal, iktidar vb. dünya nimetlerine ulaşmak, yahut da görece özgürlüklere kavuşmak gibi maslahatlar güderek bazı imkânları devşirmek amacıdır. Sonuçta, pragmatizmle, çıkar elde etmek amacıyla, statükonun dinine eklemlenir ya da mevcut din algılarında statükoyu razı edecek değişimlere giderler. Böylece muhalif olmaktan, “yandaş” ya da “aktif destekçi” olmaya doğru savrulurlar. Birtakım maslahatlarla eklemlendikleri ve imkânlar devşirdikleri statükoyu, menfaatlerinin devamlılığı için sürekli kılmak amacıyla ve yeni konumlarını meşrulaştırarak rahatlamak ihtiyacına binâen, statükoya teolojik alt yapı hazırlamaktan, dini dayanaklar üretmekten de geri durmazlar.
Hâlbuki Allah Kur’an’da, dünyevi hesaplarla zalimlere meyledenleri cehennem azabıyla tehdit eden (Hud: 11/113), dünyada ve ahirette lütfettiği ve edeceği nimetlerin, meyledilen zâlim tağuti statükolardan devşirilecek imkânlarla mukayese bile edilemeyecek kadar büyük ve geniş olduğunu, dünya kazancı yerine ahiret kazancına talip olunmasının daha hayırlı olduğunu ve dünya menfaati peşinde koşarak kulluk sorumluluğunu ihmal edenlerin ahirette kaybedeceklerini hatırlatıp akletmeye, düşünmeye çağıran birçok ayete yer verir. (Âl-i İmran: 3/145, Hud: 11/15-16, İsra: 17/18-19, Şura: 42/20, 36-39). Kur’an’da dünyanın az bir geçimlik ve kısacık bir imtihan hayatı olarak bir oyun, eğlence ve süsten ibaret olduğu ve ahiret yurdunun ise gerçek ve kalıcı yurt olduğu ısrarla beyan edilir. (Mü’min: 40/39, Ankebut: 29/64), (Hadid: 57/20). İnsanlar, imtihan alanı olan dünyayı ahiretin tarlası olarak en verimli biçimde kullanarak, dünya için biriktirme tutkusundan kurtulmaya (Tekasür Suresi) ve ahiret için salih ameller biriktirmeye (Haşir: 59/18) çağrılırlar.
Rasûlullah (s) Döneminde, Statükolaşmaya ve Statüko Dini Oluşturmaya Karşı Nasıl Bir Örneklik Oluşturuldu?
Genelde dindar kesimler, egemen statükodan çok alt seviyede kimi sistem içi haklar talep ederler ve sistem de tıkandığında, daha önce gasp etmiş olduğu bu tür hakları iade ederek bu kesimleri “eşeğini kaybettirip tekrar buldurarak sevindirmek” kabilinden razı eder ve sonuçta sisteme eklemler.
Rasûlullah (s) döneminde Müslümanların topluma ve egemen sisteme yönelik olarak vahyin belirlediği mesajlarında talep ve hedef çıtası, bütün bireysel ve toplumsal alanlara Allah’ın hükümlerinin hâkimiyetini esas alan en zirve noktada tutulmuştur. Bu zirvedeki söylemde Mekkî Surelerde vurgulanan şu ayetler vardı; “yaratmak da emretmek de Allah’a aittir” (Araf: 7/54); “Allah’ın emrinden oluşan şeriatına tâbi olunmalı, bilmeyenlerin hevalarına değil” (Câsiye: 45/18); “Göklerde olduğu gibi, yerde de hüküm ve ilahlık Allah’a aittir” (Zuhruf: 43/84); “tağutlardan uzaklaşılıp, yalnız Allah’a itaat ve ibadet edilmelidir” (Nahl: 16/36);“toplumun Allah’ın hükümleriyle yönetilmesi gerekir”, “Allah’ın izin vermediklerini yasa haline getirenlere benimseyerek itaat etmek, onları hüküm konusunda Allah’a eş koşmaktır” (Şura: 42/21); “topluma hevalarıyla yaptıkları yasalarla hükmedenler, hevalarını ilahlaştırmış ve küfre girmiş olurlar ve Allah’tan başkasının hükümlerini benimseyenler de onları ilah edinmiş olurlar.”(Câsiye: 43/23).
Vahyin mesajı, bu temel ilkeler çerçevesinde tavizsiz bir biçimde topluma yayılmaya başlayınca, yeryüzü ilahlığını tağutlara veren statükonun dini ve onu kullanan egemenler çok büyük tepki gösterip saldırıya geçmişlerdir. Önce bu mesajın topluma ulaşmasını durdurup engellemek için Müslümanlar, büyük zulümlere, işkencelere, baskılara muhatap kılınmış, sonuç alınamayınca da bazı tavizler verip uzlaşma teklifi yapılarak sistemin yanına çekilmeye çalışılmıştır.
Evet, zulüm, baskı ve şiddetle vazgeçiremeyince, bu sefer uzlaşma teklifleriyle vermeye hazır oldukları tavize karşı taviz istemeye yöneldiler. (Kalem: 68/9). Alınacak tavize karşılık, kendileri de taviz verip Hak-bâtıl karışımı ortak bir paydada buluşmayı ve devlet başkanlığını da Rasûlullah’a vermeyi teklif ettiler. Yani statükonun dinini, Rasûlullah’ın getirdiği vahiyden de bazı unsurları kabul edip ekleyerek yenilemeyi, ama yeryüzü ilahlığını elde tutarak, kendilerine çıkar sağlayan statükoyu yeniden üretip sürdürmeyi planladılar. Yunus suresi 15. Ayette bildirildiği üzere, “bu Kur’an’ı değiştir ya da statükoya uyumlu yeni bir Kur’an getir” dediler. Yani statükonun dinini, Rasûlullah’ın getirdiği vahiyden de bazı unsurları kabul edip ekleyerek yenilemeyi, Rasûlullah (s) ile uzlaşmayı, ama yeryüzü ilahlığını elde tutarak, kendilerine çıkar sağlayan statükoyu yeniden üretip sürdürmeyi planladılar.
Ama Allah (cc), “emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun, istikametinizi koruyun” (Hud: 11/112); “zâlimlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur, cehennemlik olursunuz” (Hud: 11/113); “Az kalsın seni bile, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı iftira edesin diye, fitneye düşüreceklerdi ve o takdirde seni dost edineceklerdi. Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, neredeyse sen onlara birazcık meyledecektin. O takdirde, muhakkak hayatın da, ölümün de azabını sana kat kat tattırırdık” (İsra: 17/73-75) gibi uyarılarıyla onları istikameti korumaya, uzlaşmazlığa, kâfirlere itaat etmemeye ve onların taptıklarına, onların hevalarına tapmamaya yönlendirdi. (Kafirun suresi, Kalem: 68/8-10 vb.). İşte bu yönlendirmeyle Rabbimiz Rasûlüllah’a (s) “bu Kur’an’ı değiştir” ya da egemen statükonun razı olacağı “yeni bir Kur’an getir” teklifine karşı şu cevabı verdirdi: “…De ki: ‘Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyan edecek olursam, elbette büyük bir günün azabından korkarım’.”
Bugün ise, statükonun karşısına ilkeli İslami kimlik ve tevhîdî bir duruşla, açık, net ve tavizsiz bir tebliğle çıkamayanlar, din algılarını kendiliğinden statükonun rahatsız olmayacağı bir noktaya çekmeleri, hedef çıtalarını da sistem içi görece özgürleşme ve kimi çıkarlar devşirmek noktasında tutmaları sebebiyle sisteme tehdit oluşturmadıkları için, statükonun sahipleri, onları ciddiye almamakta ve onlara uzlaşma teklifi götürme gereği bile duymamaktadır. Birçok “İslamcı” âlim, önder, yazar, kendilerine de, Rasûle yapılan gibi bir teklif dahi gelmeden kendiliğinden “Kur’an’ı güncelleme”, “tarihselcilik, görecelilik/izâfîlik” vb. yaklaşımlarla kolayca Kur’an’ı değiştirmeye ya da egemen “Yeni Statüko”nun razı olacağı bir Kur’an ve İslam anlayışı ortaya koymaya cü’ret edebilmektedirler. Yahut da bu bağlamda statükonun lideri tarafından yapılan büyük tahrifata ya açık destekle ya da sessiz kalarak onay vermektedirler. Rasûlüllah (s) Kur’an’ı değiştirmeye teşebbüs bile edemeyeceğini, bunu yapmanın yetkisi dâhilinde olmadığını ifade edip Allah’ın azabından korktuğunu söylerken, bugünün âlimleri, hocaları, siyaset ve cemaat önderleri böyle bir azap korkusunu yitirmişler midir ki, bu derece akıl almaz bir cür’etle hareket edebilmektedirler.
Bu sebeple de, statükonun en tepesinden “Şöyle inanmalı ve şöyle bir din anlayışına sahip olmalısınız.” misali dayatmalar kolayca ve cür’etkarca yapılabilmektedir. Sonuçta da, bugün henüz statüko tarafından istenmeden verilen peşin tavizlere dayalı uzlaşma tekliflerini, kendini İslam’a nispet eden kesimler statükonun egemenlerine götürmekte, onlara yaranmaya ve uzlaşmaya çalışmaktadırlar.Bu sebeple de yeni statükonun politikalarına endekslenmiş bir gündemi takip etmekte, özgün İslami stratejilerle gündem oluşturmaktan giderek uzaklaşmaktadırlar. Sonuçta, “yeni statüko”yu rahatlatacak İslami yorum ve düşünceler üretmekle ve “yeni statüko”ya eklemlenmiş “İslamcılık”la oyalanmaktadırlar.
Raşid Halifeler Döneminde de, Aynı Duyarlılıklarla Statükolaşma Eğilimlerinden Korunulmuştur
İlk Halifeler döneminde (Üçüncü Halife dönemindeki bazı yanlışlar hariç tutulacak olursa), genelde Rasûlullah’ın (s) zamanındaki temel vahyi ilkelere ve Rasûlün güzel örnekliğine uyularak statükolaşmaktan uzak kalınmıştır. Ümmetin “âlim”, “âdil” ve “ehil” müntesipleri, halifelere karşı emr-i bi’l- ma’ruf nehy-i ani’l-münker sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmişler, eğer saparlarsa onları “kılıçlarıyla düzeltecekleri” uyarılarında bulunabilmişlerdir. Hutbedeki halifeyi hesaba çekebilmişler, sırtındaki elbisenin bile hesabını almadıkça hutbesini dinlememişlerdir.
Kur’an ve sünnet ışığında âdil bir yönetim ikame edilmeye çalışılmış, İslam’ın egemen bir sınıfa çıkar sağlayan statükocu bir din zannedilmesine ya da iktidar ve rantı ele geçirenlerin statükosunu korumaya matuf tahrif edilmiş bir din algısına dönüşmesine fırsat verilmemiştir. Emîru’l mü’minin olarak adlandırılan Halifeler, Rasûlün (s) sünnetini takip ederek, kibirlenme, müstağnileşme, tahakküm ve iktidarı kendilerine ve yakınlarına çıkar sağlama yeri olarak görme gibi bir zaafa kapılmamışlar, tam tersine her şeylerini, adaletle hükmederek Allah’ı razı etme amacı uğruna feda edebilmişlerdir.
Buna rağmen, siyasal bir sapma olan uzun saltanat döneminde de, Kur’an’dan uzaklaşılarak Emevi, Abbasi ve Osmanlı benzeri statükolar oluşturulmuş ve bu statükoların sorgulanıp ortadan kaldırılmasını engellemek, kitleleri statüko ve uygulamaları konusunda ikna etmek için, statükoyu ve uygulamalarını meşrulaştırmaya yönelik din algıları üretilmiş, bu amaçla hadisler uydurulabilmiş, hurafelere dayalı tefsirler yazılabilmiştir.
[1] “Ramazan ve Kur’an” isimli kitabımızdaki “Kur’an ‘atalar dinini’ terk etmeye ve hâlimizi vahyin ölçüleriyle ıslah etmeye çağırmaktadır” başlıklı bölüm okunduğunda bu konuda daha kapsamlı bilgi sahibi olunabilir.