Askeri vesayet rejiminde sultanlık yapan asker bürokratların ve yardımcıları kimi yargıç ve savcıların konumları ve cüretkarca gerçekleştirdikleri hukuksuzluklar, bu ülkede asker ve yargı bürokratlarının öncülüğünde ve sömürücü büyük sermayedarlar ile besledikleri medyanın desteğinde bir bürokratik diktatörlüğün “Cumhuriyet” diye yutturulduğunu apaçık ortaya koymuyor mu? Bu yüzden, “Resmi İdeolojinin Bayramı” olarak kutlanan 29 Ekim’ler, bir avuç egemen azgın beyaz azınlığın, kendilerine iktidar ve rant sağlayan sistemin oluşumu bakımından sevinç günü iken, bu oligarşi tarafından ezilen, sömürülen, horlanan, aşağılanan, itilip kakılan, kaynakları hortumlanıp sefalete mahkum edilen, hak ve özgürlükleri gasp edilen, keyfi ideolojik uygulamalarla, baskı ve yasaklarla hizaya sokulmaya çalışılan, kendisi olmasına ve kendisini gerçekleştirmesine fırsat verilmeyen, İslami ve kavmi kimlikleri tehdit-düşman ilan edilerek inkarcı-asilimilasyoncu politikalarla yok edilmeye çalışılan, onuru kırılan, şahsiyeti yok edilmeye çalışılan büyük kitlelerin ise hüzün ve ıstırap günleri olmayı temsil etmiyor mu? O halde geniş kitleler için böyle acı bir anlamı olan günleri, üstelik “Cumhuriyet” kavramını da istismar ederek bayram olarak dayatmak yeni bir zulüm olmuyor mu?
Resmen saltanatın kaldırılmasının ilanına rağmen, Kemalist kadrolar “halka rağmen halk için” sloganıyla, modern bir saltanat oluşturmuşlar, halkı/cumhuru ve halkın değerlerini, kültürünü aşağılayarak kendi tercihleri olan Batılı emperyalist devletlerin seküler kültürünü bütün halka dayatan bir politika izlemişlerdir. Batının seküler hayat tarzını, kültürünü, kıyafetini ve düşüncesini esas alan resmi ideoloji, zamanla bireysel ve toplumsal hayatın bütün alanlarını kuşatıp dönüştürmesi gereken bir “din” haline getirilmiştir. İşte bu uygulama “Cumhuriyet”i rafa kaldırmış, oligarşiyi ülkenin efendisi modern sultanlar, halkı da köle haline dönüştürmüştür. İlkokuldan üniversiteye kadar, emperyalist Batının paganist seküler kültürünün ulaşılması gereken çağdaş kültür olarak empoze edilmesi, pozitivist Batı düşüncesinin eğitimi, kültürü ve insani olan her alanı kuşatması, insanımızı kendine ve Rabbine yabancılaştıran eğitim/öğütüm programlarının uygulanması, özgün kültür alanında yozlaşmaya, batılı da, kendisi de olamayan niteliksiz ve kimliksiz nesillerin ortaya çıkmasına ve sonuçta toplumsal çürümeye yol açmıştır. İnsanın hayvandan geldiğini iddia eden Darwinizm’in “yaratılış inancı” yerine ikame edilmesiyle gerçekleştirilen, insanın tanımı ve konumu hakkındaki büyük sapma sonucunda insani ve fıtri erdemlerde kirlenme ve çürüme yaşanmış, insanlık onuru ayağa düşürülmüştür. Akıl ve ilim devre dışı bırakılıp, batının seküler paradigmasının ve ideolojik önyargılarla kuşatılıp kirletilerek selim olma vasfını kaybetmiş aklının ürünü olan basit ve sapkın anlayışlar dogmalaştırılarak dayatılınca, tıpkı Batıdaki gibi “insan insanın kurdu” haline dönüştürülmüş ve yaşanmakta olan büyük yozlaşma kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkmıştır.
Kemalist sistemin yol açtığı bu büyük erozyon, yozlaşma, gerileme ve derin çürüme, aslında sistemin yetiştirdiği kendi aydınlarının da itiraf ettiği bir husus olmuştur. Mesela 1962 yılında Kemalizm’in ideologlarından Şevket Süreyya Aydemir : “Türk inkılâbı güçlü bir fikir sistemi geliştirememiş, güçlü bir edebiyat yaratamamış, çaplı aydınlar, nazariyeciler, sanatçılar yetiştirememiştir”. (İnkılap ve Kadro, s. 11-28) diye itirafta bulunmuştur. Yine aynı şekilde Atatürkçü olan Niyazi Berkes, kendince ve kısmen de olsa, bu gerilemenin sebeplerini şöyle ifade etmiştir: “Türk devrimi, toplumdan, halkın kültüründen kopuk, yabancılaşmış bir okumuş yazmışlar, aydınlar sınıfı yarattığı için, aydınlar, topluma öncülük edecek büyük fikirler, eserler ortaya koyamadı. Aydınlar sadece devlete bağlı kaldı; topluma yabancılaştı. Bu yüzden sığlaştı.” (Türk Düşününde Batı Sorunu, Bilgi Yay., Ankara:1975, s.227-28) tespitini yapmıştır. Kökteki aydınlığın kaynağı “vahiy”den uzaklaşan pozitivist kadrolar, aydınlar, halkın dini olan İslam’la ve İslami kimliğiyle savaşarak, modern paradigmanın “ilerlemeci” tarih anlayışından kaynaklanan çağdaş olanın mutlaka ileriyi temsil edeceği gibi bir yanlış anlayışla, kaçınılmaz olarak, aydınlanma sandıkları yeni karanlıklara doğru savrulmaktan kurtulamamışlardır. Muharref geleneğin ürettiği hurafelere karşı olduklarını iddia etmelerine rağmen, aslında vahyin aydınlık saçan değerlerine karşı olanlar, sonuçta kendi ürettikleri Batı kaynaklı yeni hurafelerin esiri olmuşlardır. Üstelik bu modern hurafelerini resmi ideoloji haline dönüştürüp bütün topluma dayatma vahşetinin altına da imza atmışlardır. Aklı ve ilmi rehber edinme iddiası ile yola çıkmalarına rağmen, vahye düşmanlıkla kirlenmiş seküler akıllarıyla ürettikleri dogmalarla, basit ve geri ilkelerle selim aklı ve ilmi baskı altına alarak, esir edip kuşatarak, akla ve ilme bizzat kendileri ihanet etmişlerdir. Böylece, akletmenin, düşünmenin, tefekkür etmenin ve fikir ve düşünceleri özgürce açıklamanın önünü keserek, olumlu tüm gelişmeleri engellemişler, toplumun giderek gerilemesine, niteliksizleşmesine, sığlaşmasına yol açmışlardır. Sözüm ona geleneğin hurafelerinden kurtardıklarını iddia ettikleri toplumu, Batının seküler paradigmasına dayanarak, hatta onu bile saptırarak ürettikleri modern hurafelerin karanlıklarında boğmuşlardır.
İşte bütün bunlar, eğitim, medya ve kültür programları kullanılmak suretiyle gerçekleştirilerek, çıkarcı, hazcı, egoist, cinselliği sapkınlık ölçülerinde tüketen, şiddeti, şehveti belirleyici kılan, başkalarının haklarına tecavüzü kendisi için hak sayan bir çürüme ve yozlaşma, gençliği ve toplumu kuşatmış, sonuçta da niteliksiz, sığ ve bunalımlı nesillerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Halkı ve halkın değerlerini öncelemesi, saltanat ve monarşiyi dışlaması gereken “Cumhuriyet” anlayışına aykırı olarak, kuruluşundan hemen sonraki süreçte ortaya çıkan Kemalist resmi ideoloji dayatması ve bunu dayatan Kemalist kadroların oluşturduğu zulme, despotizme ve sömürüye dayalı düzen hegemonyasını ısrarla ve her şeye rağmen sürdürmektedir. Asker ve yargı bürokratlarının kendi anayasa ve yasalarını bile tanımayan bir keyfilik ve ideolojik dogmatik bir taassupla halka tahakküm ettikleri bu düzen, lügat anlamıyla “Cumhuriyet”i dışlayıp aşağılayan, cumhuru (halkı) edilgenleştirip sindiren, cumhurun hak ve özgürlüklerini yok edip köleleştiren faşist bir düzen, laik bir diktatörlüktür.
Resmi ideolojiyi dayatarak, kendilerine iktidar ve rant sağlayan statükoyu korumaya çalışan ve eğitim sistemini de bu sınıfsal çıkarlarını korumada payandalık yapacak nesiller ve egemen sömürü düzenine itaatkâr vatandaşlar yetiştirmek için kullanan diktatör oligarşi, sivil-asker bürokratlar ile halkın kaynaklarını talan ederek semirtilmiş büyük sermayedarlar tarafından oluşturulmaktadır. İşte “Cumhuriyet” adı altında sürdürülen bu despotizme itiraz edip, Devletin çürütülmesine ve bir elit kadronun çıkarları için kullanılmasına, halkın ise köleleştirilmesine yol açan bu modern saltanata karşı çıkıp, tüm halk kesimlerinin hak ve özgürlüklerini savunanlar suçlanıp mahkûm edilmektedir. İlk kuruluş safhasındaki, halkı önceleyen, halkın değerlerine saygılı anlamıyla “Cumhuriyet” anlayışına sahip çıkan ve üstelik yine sistem içi görece bir özgürleşmeyi savunan siyasi kadrolara bile tahammül edemeyen bir faşist oligarşinin hegemonyası Cumhuriyet olarak yutturulmak istenmektedir. Türkiye’de egemen kılınan bu askeri vesayet sisteminin kalkmasını, Devlete sahip çıkan, onu halkın elinden alan oligarşinin halka efendilik, sahiplik taslayamayacağını, egemen bürokratların da bu ülkenin sahibinin halk olduğunu ve kendilerinin ise maaşlarını halkın ödediği hizmet kadroları olduklarını kabul etmeleri gerektiği kabullenilmeden gerçek anlamda Cumhuriyet’ten bahsedilemez.
Egemen bürokratik oligarşi, “devlet iktidarı” ve “siyasi iktidar” ayrımıyla, halkın seçtiği yetkisiz “siyasi iktidar”ları vesayet altında tutmak suretiyle etkisizleştirerek, “devlet iktidarı”nı halktan korumak için darbeler yapıp baskı politikaları uygulayarak hegemonyasını sürdürmeye çalışmaktadır. Bu sebeple, Cumhuriyet diye yutturulan 85 yılın neredeyse 2/3’ü darbeler, müdahaleler, muhtıralar, sıkıyönetim ve olağanüstü hallerle geçmiş bulunmaktadır. İşte bu şekilde ve diğer zamanlarda da MGK eliyle, halk ve ülke üzerinde vesayetini sürdürmüş oligarşinin, ülke insanları üzerindeki tahakkümüne karşı çıkıp, halkın/cumhurun özgürlüğünü ve kaderi üzerinde söz sahibi olmasını ve Devletin de, oligarşinin çıkarlarını koruma vasıtası ve halka tahakküm etmelerinin bir aracı olmaktan kurtarılarak halka hizmetkâr kılınmasını savunan düşünce açıklamaları bile, hukuka ve mevcut yasalara da aykırı bir keyfilikle “Cumhuriyeti ve Devletin askeri güçlerini aşağılama” suçu sayılarak susturulmaya çalışılmaktadır.
‘Sözde Cumhuriyet’in 85. kuruluş yıldönümünde, İLKAV’ın “Resmi İdeoloji Kıskacında Eğitim Panelinde Cumhuriyet adı altında askeri vesayet ve bürokratik saltanat rejiminde yapılan zulümleri eleştirdiğimiz, halkın köleleştirilmesine itiraz ettiğimiz için TCK 301’den yargılanmamız devam ediyor. Yargılanan bu konuşmamızda özetle şunları söylemiştik;
“Harp okullarında okutulan ‘Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri (İdeolojisi)’ adlı kitapta, Atatürkçülüğün bütün beşeri faaliyetleri kapsayacak genişlikte bir ideoloji olduğunun altı çiziliyor. Silahlı bürokrasinin vesayeti altındaki sistemde, askerin en fazla yönlendirdiği alan da eğitim sistemi olmuştur. (Aynı kitapta)… ‘Atatürkçülük, devletin temeli olarak gördüğü Türk Silahlı Kuvvetlerine’ (ifadesi yer almaktadır)…. (Bu ifadeler açıkça ortaya koymaktadır ki, Atatürkçülük ya da Kemalizm, hayatın bütün alanlarını kuşatan bir din gibi eğitim sisteminden başlayarak bütün hayat alanlarında dayatılmakta, bu dogmatik zihniyetle ve TSK’nın ‘devletin temeli’ olduğu anlayışıyla militarist bir eğitimden geçirilerek devletin ve halkın efendisi, sahibi konumuna oturtulan asker bürokratlardan kaçınılmaz olarak despot ve darbeci yaklaşımlar sadır olmaktadır). İşte bu sebeple de, kuruluşundan beri bu ülkede Cumhuriyet kavramı asla sınırlardan içeri girmedi, lügatlerden dışarıya çıkmadı. Bu ülkede halkın yönetimi var mı? Saltanatı asker bürokratlar devraldılar ve sürdürüyorlar… “Askeri bürokrasi ve yandaşı büyük sermaye, özellikle de resmi ideolojinin yaşatılması bakımından büyük önem arz eden eğitim alanına giren konularda çok daha duyarlı ve tavizsiz davranmaktadırlar…. Gelin, bırakın elinizdeki yetkileri ve silahları bir tarafa, gelin özgür ortamlar oluşturalım, bu ülkenin insanlarının önünü ve özgürlük imkânlarını açalım ki, baskılar sebebiyle bu ülkenin insanları ikiyüzlü olmasınlar. Şahsiyetli olsunlar, onurlu olsunlar. Hangi dini, ideolojiyi tercih ediyorlarsa etsinler, ama özgürce tercih edebilsinler. Kimse kimseye bir din veya ideoloji dayatmasın. Bırakın silahları, bırakın makamları, mevkileri, rütbeleri, gelelim özgür ortamlarda bir araya. Yüreğiniz varsa, düşüncenize güveniyorsanız, buyurun özgür ortamlarda tartışalım. Silahlar konuşmasın, şiddet konuşmasın, kitap, kalem, düşünce ve fikirler konuşsun”
“Özgür bir eğitim sisteminde, şahsiyetleri ve fıtratları korunmuş özgür nesiller yetiştirmek için, eğitimin, öncelikle temel insan hakları zeminine oturtulması, askeri vesayet ve militarizmden soyutlanıp sivilleşmesi gerekiyor. Sivillerin, askeri bir kültürle askerler tarafından eğitildiği bir toplum, militarize olmaktan, bağnaz, taassup ehli, dar ufuklu ve sığ düşünceli olmaktan asla kurtulamaz. Bu sebeple, sivilleşme ve özgürleşme yolunda ilk adım milli güvenlik derslerinin müfredattan çıkarılması ve eğitimin askeri vesayetten kurtarılması ve ideolojik kıskaca son verilmesi gerekmektedir.” “…devlet gerçekten yetkileri azaltılmış, fonksiyonları azaltılmış ve halkın hizmetkarı olan bir konuma çekilmelidir. Asker de, devletin sahibi modern sultanlar olmaktan vazgeçmeli ve ordusunu kışlasına çekmelidir bir daha çıkmamak üzere. Bu ülkenin insanları özgür kalmalı, özgürce tercih yapabilmeli ve özgürce kendi çocuklarını istediği eğitime tabi tutabilme hakkına kavuşturulmalıdır”.
Evet, işte bir kısmını yukarıya alıntıladığım muhtevadaki konuşmamdan dolayı, halkın hak ve özgürlüklerini savunduğumuz, asker bürokratları çağdaş sultanlar olarak nitelendirdiğimiz için, Cumhuriyetin 85. yıldönümü diye yutturulup sahte kutlamalar yapılan süreçte yargılanmamız sürüyor. İşte 17 Kasım 2008’de yeni bir duruşması yapılacak bu dava sebebiyle 10 Mart 2008’de mahkemede yaptığım savunmadan bazı bölümleri, 29 Ekim dolayısıyla bir daha hatırlatmak üzere aşağıya alıntılıyorum:
“Asker bürokratların öncülüğündeki oligarşinin saltanattan vazgeçip, başta eğitim olmak üzere özgürleşmenin önünden çekilmesi, askeri kışlaya çekmeleri ve siyasete karışmamaları çağrısı Cumhuriyeti ve askeri teşkilatı aşağılama suçunun bir unsuru gibi gösterilmektedir. Modernleşme/sekülerleşme projelerini siyasi iktidarlara ve TBMM’ne rağmen dayatanların konumunu ifade etmek anlamında “modern/çağdaş sultanlar” nitelemesi yapmak, üstelik sultanlık bir aşağılama kavramı değil bir yönetim biçiminin adı iken, aşağılama suçu sayılmaktadır. Aslında bu yapılan, yani hukuku keyfileştiren ve asker yanlısı konuma çeken baskı bile askeri vesayetin ülke ve yargı üzerindeki mutlak etkisinin bir başka göstergesi değil midir? Genelkurmay Başkanı yayınladığı bir bildiriyle Anayasa mahkemesini Anayasaya aykırı siyasi bir karar almaya zorlayabiliyorsa, bu ne anlama gelmektedir? TBMM Başkanı bile, bir 23 Nisan konuşmasında, “halkın iradesinin üzerinde bir takım kurumların saltanatının oluşturulduğunu” açıkça ifade etmedi mi? 80 yıldır yapılan darbeler, verilen muhtıralarla anayasa ve yasaları açıkça ihlal ederek sürekli siyasete müdâhil olmalar neyin ifadesidir? Pek çok siyasi, sosyal, hukuki ve eğitimle ilgili konuda son sözü hep, bir ferman gibi gündeme oturan Genelkurmay açıklamaları, ya da darbe bildirileri söylemiyor mu ve tüm bunlar üst düzey kimi generallerin süreklilik arz eden fiilleri değil mi? TSK içindeki kimi üst bürokratik kadroların tüm bu yaptıkları, Anayasa ve askeri Ceza kanununa açıkça muhalefet teşkil ettiği halde onlar hakkında susanların, bu hukuksuzlukları eleştiri mahiyetinde düşüncelerimizi açıkladığımız için bizi yargılamaları ne anlama geliyor?
Anayasa Mahkemesi, sadece resmi ideoloji ve asker bürokratlar öyle istediği için, Anayasa’nın 153/2. maddedeki hükmünü açıkça ihlal ederek, anayasal çerçevede karar alarak bile yapamayacağı bir özgürlük kısıtlamasını karar gerekçesindeki bir laiklik yorumuyla yapmadı mı? Başörtüsü yasağını anayasayı da aşarak ihdas etmedi mi? Yine aynı şekilde militarist ve ideolojik yönlendirmeyle, anayasadaki açık hükme rağmen Cumhurbaşkanı seçiminde toplanma nisabı için 367’nin gerektiği kararını almadı mı?
Yargı mensuplarının önemli bir kısmının aynı resmi ideolojiye bağımlı olmaları ve bu düşüncelerini kararlarına yansıtmaları, ferman niteliğindeki askeri çağrılara icabet ederek askeri brifinglere gidip darbecileri ayakta alkışlamaları, anayasanın lağvedildiği süreçlerde bile darbecileri tebrik kuyruğuna girmeleri, darbeciler için iddianame hazırlayan müntesiplerini bile kolayca asker bürokratlara kurban edebilmeleri, buna rağmen sadece bu tür hak ve hukuk ihlalleriyle ilgili düşüncelerini açıklayanlara ise göz açtırmamaları ne anlam gelmektedir? Asker bürokratlarla yargı arasındaki bu dayanışma ve üst düzey askeri bürokratların bu kadar hukuk ihlaline rağmen bir türlü yargılanmamaları, zaman zaman yargıya mecburen intikal edenlerin de kolayca kapatılması ne anlama geliyor? Bir darbe girişiminin, Özden Örnek’in günlükleri yayınlanarak ifşa edildiği, fakat darbecilerin değil de onları ifşa eden NOKTA Dergisinin yargılandığı süreç neyi ifade ediyor? Darbeciler hakkında yürekli davranıp hukuk adamı olmanın gereğini yerine getiren istisnai savcıların ya öldürülmesi ya da bizzat meslektaşlarınca meslekten atılıp, neredeyse işsizliğe/açlığa mahkum edilmesi neyin göstergesidir? Acaba tam da bahsettiğimiz, resmi ideoloji ve askeri bürokrat öncülüğündeki oligarşinin saltanatı bu olmasın?
Yaptıkları darbelerle anayasaları yürürlükten kaldıran, kendisi anayasayı zorla yürürlükten kaldırdığı süreçte bile, kendi kaldırdığı anayasayı önceki süreçte kaldırmaya teşebbüs ettikleri iddiasıyla, buna gücü de asla yetmeyecek bir avuç genci bu suçtan askeri mahkemede yargılayıp idam etmek gibi traji-komik olayları bu ülkenin halklarına yaşatan, ondan sonra da “asmayalım da besleyelim mi” cüretkârlığını sergileyen, yayınladıkları muhtıra bildirileri ile siyasileri hizaya sokan, Anayasa Mahkemesine anayasaya aykırı kararlar aldıran, ferman niteliğindeki çağrılarla yargıç ve savcıları askeri garnizonda toplayıp siyasi brifingler vererek toplumun bir kısmına karşı ideolojik kararlar vermeye yönlendiren kimi asker bürokratlar sultan değilse sultan kimdir?
Kaşlarını çatıp sesini yükselttiğinde, herkesi, herkesimi, tüm devlet kurumlarını etkileyen, yargıdaki davaları etkileyip yönlendiren, savcıları görevden attıran, çocukların başörtülü ilahi okumalarını, gece geç yatmalarını bile kendisine dert edinip, bütün bu alanları Genelkurmay bildirileriyle düzenleme yetkisini kendisinde gören, OYAK’la uluslararası emperyalist sermaye ve kapitalist dünya ile de iç içe geçen ve ülkenin en büyük ekonomik kuruluşu haline gelen, razı olmadığı yasaları TBMM’ye çıkarttırmayan, bütçesi tartışılmadan kabul edilen ve harcamaları sivil idarece denetlenemeyen güç sultan değilse sultan kimdir?
Devletin başta eğitim olmak üzere, ekonomik, siyasi, hukuki ve kültürel bütün politikalarını nihai anlamda belirleyen, bu yüzden ülkenin temel bütün sorunlarının altında imzası bulunan ve bütün sorunlardaki çözümsüzlüklerin tek adresi olan, siyasi kadroların ve sivil yargının müdahil olamadığı kendine has ekonomisi, eğitim sistemi, siyaseti ve özerk yargısıyla devlet içinde devlet olan, ülkemizin ve halkımızın özgürleşmesine dair bütün projelerin, değişim, çözüm ve gelişme politikalarının önünde takoz olan, bu bağlamda Eğitim-YÖK-Üniversite reformunun, bu alanda özgürleşmenin, ideolojik taassuptan ve dogmatizmin etkisinden kurtulup ilmi eğitime uygun özgür bir ortamın sağlanmasının önünde engel teşkil eden, başörtülü on binlerce öğrencinin özgür eğitim hakkını engelleyen, Kürt sorununu çözümsüzlüğe mahkum eden ve böylece ülkemizdeki rejimin adının askeri vesayet rejimi olarak anılmasını sağlayan bir kısım asker bürokratlar “sultan” değilse, sultan kimdir?
İşte bu vakıanın, yani yasama, yargı ve yürütme üzerinde anayasaya aykırı fiili bir gücün varlığının tespiti ve eleştirisi mahiyetindeki sözlerim suç olmadığı gibi, “sultanlık” ifadesi de bir aşağılama sözcüğü değildir. Bu konudaki sözlerim, kendini halkın ve ülkenin efendisi ve devletin sahibi sananlara, bizzat kendilerinin yaptıkları darbe anayasasındaki haddini hatırlatmaktan ibarettir. Kimi asker bürokratlara, fiili olarak yaptıklarınız kendi anayasanızdaki yönetim biçimine ve size biçilen konuma aykırıdır, her konuda son sözü söyleyen siyasetçi-yönetici-otorite anlamında “sultan”lığı bırakın ve anayasa ile belirlenmiş asli görevinize, yasal konumunuza, kışlanıza dönün çağrısı yapmaktan ibarettir. Bu kurumlardaki kadroların yaptıklarını objektif olarak tespit edip sıraladığım için aşağılama suçu işlediğim iddia edilecekse, bu kadroların yaptıklarının gerçekten devleti de, kurumlarını da, halkı da aşağılayıcı işler olduğu kabul ediliyor demektir ki, o zaman bugün benim değil, halkı ve kurumlarını aşağılayıcı zulümleri yapan bu kadroların burada yargılanıyor olması gerekirdi.
Bu oligarşik kadrolar, kendi halklarına şiddete dayalı politikalarla emperyalist devletlerin seküler kültür, düşünce, ideoloji ve kıyafetini dayatıyor. Halkını, halkın İslami kimlik ve değerlerini “irtica” diye karalayıp tehdit ve düşman ilan ediyor, tesettür kıyafetini yasaklanması gereken bir “kötülük” olarak yaftalayıp baskı altına alıyor. Emperyalist Batının seküler kültür ve değerleri adına kendi halkını ve değerlerini bu derecede aşağılıyor. Buna rağmen onlar serbestler. Üstelik, halkı, devleti ve tüm ülkeyi dünya insanlığı nezdinde küçük düşürücü/aşağılayıcı, insan haklarını ihlal eden, hukuku yok eden aynı politikalarla ülkeyi yönetiyorlar. Biz ise, sadece bu yapılanları tespit edip eleştirdikten sonra, bütün halkımız ve hatta bu yanlışı yapan kadrolar için bile özgürlük istediğimiz, herkes için adalet herkes için özgürlük talebiyle insanlık onurunu savunduğumuz, bütün toplum kesimlerinin farklılıklarıyla beraber barış içinde yaşayacakları adalet ve özgürlük zemininin oluşturulmasını istediğimiz için bugün burada yargılanıyoruz.
Bugün devletle kendini özdeşleştirmiş, devlet adına hareket eden, yasal güç kullanma yetkisi verildiği halde bu yetkisini kötüye kullanarak yasa dışı faaliyetler/provokasyonlar yapan, cinayetler işleyen ve kendilerini “vatansever”, “Kuvayı Milliyeci”, adıyla takdim eden bir çok çete var. Pek çoğunun önderlerinin emekli ya da muvazzaf subay oldukları, üst seviye kimi generallerden de koruma gördüklerine dair iddialar mahkemelerce ortaya çıkarılmış durumda ve bir kısmı yargılanıyorlar, ama bu tür davalardan bir türlü sonuç da alınamıyor. Bunların bir kısmını sayacak olursak; Yüksekova, Susurluk, Şemdinli, Atabeyler, Vatanseverler Güç Birliği, Kuvayı Milliyeciler, Sauna, Ergenekon vb. şimdi bunları ve ilişkide oldukları asker bürokratları eleştirdiğimizde Cumhuriyeti ve TSK’yı aşağılamış mı olacağız?
Bütün bu darbelerin ve çeteleşmelerin, devlet gücünü kullanarak yapılan provokasyonların faillerinin önemli bir kısmı ve öncüleri hep asker bürokratlardan oluşuyor ve yargı üzerlerine gidip tasfiye edemiyor. Hatta ideolojik yandaşlıkla yargı içinde de geniş koruyucu ve taraftar buldukları anlaşılıyor. Bu sebeple hep yaptıkları yanlarına kâr kalıyor. Biz ise, işte bu hukuksuzlukları, baskıları eleştirip herkes için eğitimde özgürlük ve adalet talep eden bir panel gerçekleştirdiğimiz için, hem vakfımız için kapatma davası açılıyor, hem de burada TCK 301’den yargılanıyoruz. Halbuki yıllardır ve bugün, ADD (Atatürkçü Düşünce Dernekleri) ve Kuvayı milliye dernekleri bünyesinde gerçekleştirilen toplantı ve panellerde, meydan mitinglerinde, sürekli Cumhurbaşkanına, hükümete açık ve tartışmasız bir biçimde hakaretler yağdırılırken, onlar “demokratik haklarını kullanmakla” nitelendirilip alkışlanıyorlar. Bu tür derneklerin panellerinde konuşan emekli Cumhuriyet Başsavcıları, emekli generaller, anayasa Profesörleri ve Ergenekon çetesi bağlantılı kimi rektörler açıkça darbe çağrıları, iç savaş ve toplumsal çatışma tahrikçiliği yaptıkları, toplumsal kesimleri birbirine açıkça kin ve düşmanlığa tahrik ettikleri ve tüm bunları tartışmaya mahal bırakmayacak bir açıklık ve cüretkarlıkla gerçekleştirdikleri halde neden TBMM, yargı ve hükümet harekete geçmemektedir? Neden kapatma davaları ve TCK’nın bir çok maddesini ihlal etmekten ceza davaları açılmamaktadır?
Asker bürokratların desteğine sahip resmi ideoloji yanlısı kuruluş ve şahıslar ne yaparlarsa yapsınlar, özel himayeye mahzar mı kabul edilmektedir? Yasalar, hem de çarpık, keyfi, zorlama yorumlarla, resmi ideoloji karşıtlarını, adalet ve özgürlük taraftarlarını mahkum etmek için kullanılırken, neden doğrudan ve daha açık anayasa ve yasa ihlali gerçekleştiren ulusalcı zorba kesimler korunmaktadır?
Basında yer alan haberlere göre, Ergenekon terör çetesine yönelik yapılan operasyonlardan sonra birçok emekli askerin Ergenekon çetesi ile ilgisi olduğunun ortaya çıkması, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün çeteyle ilgisini tespit ettiği bazı askeri yetkilileri sorgulamak için Genelkurmay’a gönderdiği isim listesinin Genelkurmay tarafından “soruşturulmalarına gerek yok” denilerek geri çevrilmesi ve Başbakan’ın “Devletin içinde Ergenekon soruşturmasını yavaşlatmaya çalışan kurumlar var” demek zorunda kalması neyin ifadesidir? Emekli savcı Gültekin Avcı’nın, Başbakan’ın bu sözlerine dikkat çekerek, “sivillerin asker üzerindeki kontrolünü sağlamadan derin unsurlarla başa çıkmanın, onları ortadan kaldırmanın mümkün olmayacağını söylemesi” ne anlama gelmektedir? “Derin yapılanmaların ABD’de sermaye çevresinde, Rusya ve İsrail’de istihbarat çevresinde yapılandıklarına” dikkat çeken Avcı’nın, “Türkiye’de ise derin devlet yapılanmasının ordu içinde kendisine yer bulduğunu iddia etmesi” boş iddialardan mı ibaret? Eski Cumhurbaşkanı Demirel’in “Siviller askerden korkar” sözüne atıfta bulunan emekli savcı Avcı’nın, bunun özellikle derin devlet konusunda soruşturma yürüten savcılar için geçerli olduğunu belirtmesi ve “Türkiye’de savcılar askerden çok çok korkar. Şemdinli’de savcı Ferhat Sarıkaya’nın başına gelenleri gördünüz. Şemdinli davasında bir ihtisas mahkemesi sanıklar hakkında 39 yıl hapis veriyor, olay daha sonra askeri mahkemeye intikal ediyor ve sanıklar ilk duruşmada tahliye ediliyor. Şimdi böyle bir adalet mümkün değil” sözleri ne anlama geliyor?.
Emekli savcı Gültekin Avcı, “Türkiye’de başbakan ve cumhurbaşkanının Kara, Deniz, Hava ve Jandarma Genel Komutanlığı’nın bünyesinde bulunan istihbarat birimlerinin ne yaptığından haberleri bile olmaz. Keza Özel Kuvvetler Komutanlığı… Bu birlik Türkiye’de ne idari, ne siyasal, ne de yargısal bir denetime açık değil ve başbakanla cumhurbaşkanı ÖKK’nın ne zaman, nerede, nasıl faaliyet yürüttüğünü bilmez. Böyle bir hukuk devleti, böyle bir demokratik yapı mümkün mü?” şeklinde açıklamalar yapmıştır. Herkesin de bildiği ama susmayı tercih ettiği bütün bu tespitler, bu ülkede nasıl bir askeri vesayet sisteminin hüküm sürdüğünü ortaya koymuyor mu?
Aynı emekli savcı Gültekin Avcı, “ORDUNUN DEVLETİ Mİ – DEVLETİN ORDUSU MU?” sorusuna cevap bulmak üzere kaleme aldığını söylediği ve “Genelkurmay Cumhuriyeti” adıyla Metropol yayınlarından çıkan yeni kitabında da şu önemli tespitleri yapmaktadır: “Sivil güç odakları ve sivil toplumun önünde korku veren bir mania olarak bulunan Genelkurmay bürokrasisi, geçmişten günümüze uzayan süreçteki 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 ihanetleri ve müdahaleleri ile kazandığı özerk ve imtiyazlı statüsünü korumaya ve daha da geliştirmeye çalışmakta, yargı bürokrasisini pasifize etmekte ve sivil elitlere karşı daha da özgür ve alternatifsiz bir tabu olmanın peşinde koşmaktadır” (Sh.12), “ Türkiye’de Ordu mülahazaları her zaman yargının ve hukukun üzerinde olmuştur ve hala da öyledir. Askeri yargı diye bir garabet mevcutken Genelkurmay etkisinin sivil hukuk bürokrasisi üzerindeki hâkimiyeti de ortadadır. Şu bir gerçektir ki, ülkemizde hâkim ve savcılar genelkurmaydan kaygılanırlar ve çekinirler. Dolayısıyla Genelkurmay çizgisine rağmen gerektiğinde bu çizgiye muhalif bir adaletin tecellisi mümkün görünmemektedir. Şemdinli bunun en son yaşadığımız delilidir. Ülkemizde hiçbir hakim ve savcı açık bir şekilde hukukun militaristleşmesini tartışamaz. Zira yaşanan felaketler ortadadır. Tartışanlar ve münhasıran adaletin gereğini ifa edenler kurban edilmedi mi? Kim sahip çıktı onlara? Ferhat Sarıkaya’ya Başbakan sahip çıkabildi mi? Hem de “Sonuna kadar gidilsin. Arkasındayız.” dediği halde. (Sh. 146–147) “15 yılını yargı bürokrasisinde doldurmuş ve militer düşünüş tarzları ile askeri bürokratlarla yoğun bir ilişki içinde olmuş bir kişi olarak şunu açıkça ifade etmem gerekir ki, Türk demokratikleşmesinin önündeki en büyük engel ve demokrasi üzerindeki en büyük gölge, Genelkurmay askeri bürokrasisinin günümüz Türkiye’sinde bulunduğu yanlış konum ve askeri düşünüş tarzlarının sivil parametreler üzerindeki yadsınmaz hâkimiyetidir.” (kitabın önsözü). İşte bunlar, devlet içinde uzun yıllar savcılık görevinde bulunmuş yetkin bir ismin de benim tespitlerimi doğrulayan ve aslında biraz olayları takip edip akıl erdirebilen herkesin de kabul ettiği gerçeklerdir.
Türkiye’nin yaklaşık 40 yılında etkili rol oynayan eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in medyaya yansıyan ifadeleri “derin devlet”e açıklık kazandırmıştır; “Nedir derin devlet?” sorusuna Demirel, “Devletin kendisidir derin devlet, askeridir derin devlet” cevabını vermiştir. Süleyman Demirel’in “Bizim ülkemizde iki devlet var. Bir derin devlet var, bir devlet var. Asıl olması gereken devlet yedek, yedek olması gereken devlet asıldır” “Derin devlet askerdir” sözlerine karşı Kenan Evren’in “Sayın Demirel doğru söylüyor. Derin devlet biziz. Devlet zaafa uğradığında el koyarız” cevabını verdiği dikkate alındığında, aslında görünürü ve deriniyle devletten kastın asker ya da onun önderliğindeki oligarşi olduğu anlaşılmaktadır.
Hukuka aykırı ve keyfi fiili durumla sürdürülen başörtüsü yasağını hiç değilse üniversitelerde kaldırmak amacıyla yapılan son anayasa değişikliği sürecinde Yargıtay Başsavcısı ve Danıştay Başkanlar Kurulunca yayınlanan bildirileri değerlendiren Prof. Dr. Mümtazer Türköne, şu tespitlerde bulunmuştur: “Yargıtay başsavcısının metni çok enteresan. Referans olarak devlet politikasını alıyor. Siyasal partiler üzerinde bir devlet politikası var diyor. Bu devlet politikası ne? Bakın rejim demiyor, anayasanın değiştirilemez esasları demiyor, devlet politikasından bahsediyor. Peki bu devlet politikasını belirleyen, yürüten kim? Kim bunlar? Bir politika varsa onu belirleyen ve yürüten birileri vardır. Çok açık bir şekilde yargı bürokrasisini, askeri bürokrasiyi kastediyor.” (Engin Kaşdaş-habervaktim)
Prof. Dr. Fikret Başkaya da, devletle özdeşleşen oligarşinin saltanatı hakkında şu tespitleri yapmıştır: “Osmanlı egemenlik sisteminde geçerli devlet/halk yabancılaşması Cumhuriyetle değişmiş değildi. Cumhuriyet rejimi elitist, merkeziyetçi, pozitivist bir ideolojinin taşıyıcısıydı. Yönetici elit kendini dünyanın merkezi olarak görme aymazlığından kurtulmuş değildi, zaten kurutulması mümkün de değildi… Aslında 1923 sonrasında geçerli devlet anlayışı insanları ‘devletin kulu’ olarak görmeye devam etti. Aşırı modernist bir retoriğe sahip olan Kemalist dikta rejiminin varlık nedeni , ‘sivil toplumu’ bastırmaya, boğmaya, bu amaçla da her türlü muhalefet odağını ezmeye bağlıydı… Öyle modern bir rejim ki, orada farklı düşünen hain, muhalif düşman sayılıyor… Yapılanların ne kadar önemli, ne kadar müstesna, ne kadar orijinal, ne kadar ‘biricik’ olduğunu kafalara sokmak, bu konuda efsaneler, hürafeler yaratmak için, onları yaptığı söylenen şahsiyetin kutsanması, ilahlaştırılması, putlaştırılması, bir tapınma aracına [kült] dönüştürülmesi gerekiyordu.” (Reel Atatürkçülük’e Önsöz, Kardelen, 28 Ocak 2007)
Yıllarca askeri hakim ve savcılık yapmış bir emekli hakim Ümit Kardaş da, devlet içinden biri olarak şu tespitleri yapmaktadır: “Modernleşme süreci içinde insanın disiplin altına alınması için okul, aile, cezaevi, ordu gibi kurumlar yaratıldı. Ancak bu kurumlar içinde ordu, modern devletin başat kurumu ve bütünleyicisi oldu. Modern devlet ile muvazzaf ordu ayrılmaz bir bütün oluşturur. Modern devlet bu nedenlerle militarizmin taşıyıcısıdır. Devlet öncelikle fizik baskı dahil olmak üzere baskıya dayalı olarak işler, ayrıca bu işleyiş sırasında ideoloji kullanır… Devlet aygıtı kendi yeniden üretimine siyaset adamları, asker ve sivil bürokrasiden oluşan oligarşik yapılanmalarla katkıda bulunmakla kalmaz aynı zamanda ve özellikle en sert fiziksel güçten, yasak ve emirlere, açık ya da gizli sansüre kadar baskı yoluyla devletin ideolojik aygıtlarının işleyişinin siyasal koşullarını da sağlar. Toplumsal ve bireysel itaati ve disiplini öngören, üretim ilişkileriyle birlikte kendini yeniden üreten ve şiddetin tekeline sahip olmayı meşrulaştıran modern devlet militarizmle özdeşleşiyor. Çünkü hem birey hem de toplum için öngörülen referans askeri bir anlayış ve düzendir.” (Militarizm, tezkere ve Kürt sorunu, Radikal Gazetesi, 30 Ekim 2007)
Prof. Dr. Atilla Yayla da, bir makalesinde şu tespitlerde bulunmuştur: “Tarihte cumhuriyetlere atfedilebilecek iyi şeyler de olmuştur, kötü şeyler de. En kötü despotizmlerin bazıları, gerek uzak geçmişte gerekse 20. yüzyılda, cumhuriyet rejimleri adına, cumhuriyet rejimleri tarafından yapılmıştır. Her dönem ve her yer için insan haklarıyla, günümüzde demokrasiyle harmanlanmayan cumhuriyet tatbikatları, hem mahallî hem evrensel ölçekte insanlara çok zarar vermiştir. Esasen, yalnız başına bırakılmış cumhuriyet fikrinde gayri medenî bir nüve vardır. Cumhuriyet bir ideal vatandaş (erdemli insan) nosyonu etrafında kaba zoru (polis-ordu) ve kurumsallaştırılmış ince zoru (mecburî, merkeziyetçi eğitim) kullanarak insanları tek tipleştirme peşinde koşar. Nasıl temellendirilirse temellendirilsin, tek tipleştirme amacı gayri meşrudur ve tek tipleştirme çabalarının yolunu kesecek şekilde insan hak ve özgürlüklerine peşinen saygı göstermeyen ve bu hak ve özgürlüklerle sınırlandırılmaya razı olmayan hiçbir cumhuriyet tercihe ve saygıya layık olamaz. (Zaman, 24 Haziran 2006)”
SONUÇ
Askeri vesayet rejiminde sultanlık yapan asker bürokratların ve yardımcıları kimi yargıç ve savcıların konumları ve cüretkarca gerçekleştirdikleri hukuksuzluklar, bu ülkede asker ve yargı bürokratlarının öncülüğünde ve sömürücü büyük sermayedarlar ile besledikleri medyanın desteğinde bir bürokratik diktatörlüğün “Cumhuriyet” diye yutturulduğunu ve halka da zorbalıkla dayatıldığını apaçık ortaya koymuyor mu? Bu yüzden, “Resmi İdeolojinin Bayramı” olarak kutlanan 29 Ekim’ler, bir avuç egemen azgın beyaz azınlığın, kendilerine iktidar ve rant sağlayan sistemin oluşumu bakımından sevinç günü iken, bu oligarşi tarafından ezilen, sömürülen, horlanan, aşağılanan, itilip kakılan, kaynakları hortumlanan, sefalete mahkûm edilen, hak ve özgürlükleri gasp edilen, keyfi ideolojik uygulamalarla, baskı ve yasaklarla hizaya sokulmaya çalışılan, kendisi olmasına ve kendisini gerçekleştirmesine fırsat verilmeyen, İslami ve kavmi kimlikleri tehdit-düşman ilan edilerek inkarcı-asilimilasyoncu politikalarla yok edilmeye çalışılan, onuru kırılan, şahsiyeti yok edilmeye çalışılan büyük kitlelerin ise hüzün ve ıstırap günleri olmayı temsil etmiyor mu? O halde geniş kitleler için böyle acı bir anlamı olan günleri, üstelik “Cumhuriyet” kavramını da istismar ederek bayram olarak dayatmak yeni bir zulüm olmuyor mu? 27 Mayıs bu yüzden “Resmi Bayram” olmaktan çıkarılmadı mı?