Selamun aleyküm
İlk nesil, ibadetlerle; yüzeysel ve formel boyutta kalmayan; özü, derinliği ve niteliği asla ihmal etmeyen; kalbi boyutu, tefekkürü, takvayı ve arınmayı öne çıkaran doğru bir ilişki kuruyorlardı. Bunun için, ibadetlere anlam ve değer kazandıran, gaye belirleyen, yapmamız ve yapmamamız gerekenlerin hükümlerini ihtiva eden, Allah’ın kurtarıcı ipi Kur’an’la, bilinçli, ihlaslı, ilkeli ve ciddi bir ilişki içinde oluyorlardı. Bizim de aynı sonuca ulaşabilmemiz için, ibadetlere ve Kur’an’a onlar gibi bir içerikle yaklaşmamız gerekir. Tıpkı ilk neslin Kur’an’la kurduğu nitelikli, ihlâslı ve hayata anlamını veren ilişki gibi bir bağlantı kurulmadan ve ibadetlerimizin tümü hayatı kuşatan ubudiyet bütünü içindeki birbirini besleyen yerine oturtulmadan, ibadet kavramı asla gerçek anlam ve işlevine kavuşturulamaz. Böylesine bir nitelikten uzaklaşarak anlam kaybına uğramış, içerikten ve gayeden yoksun, kaynaktan ve birbirinden kopuk ve şekli olarak yerine getirilen parça ibadetlerin, bizi ve toplumumuzu istikamet üzere dönüştürmede hiçbir olumlu katkısı olamayacaktır. Hatta tam tersine bu tür yanlış ibadet algı ve uygulamasının sapma ve savrulmaları arttırıcı olumsuz bir tesiri de söz konusu olacaktır/olmaktadır.
İlk Kur’an neslinin hayatını ve kulluk eksenli tevhid ve adalet mücadelesini dikkatle incelediğimizde, aynı Kur’an’ın ve aynı ibadetlerin, bu ilk nesil üzerinde muazzam bir tesir meydana getirdiğini, onları büyük bir inkılâba uğrattığını görüyoruz. Kur’an ve öngördüğü ibadetler, câhilî bir toplumu muazzam bir inkılâpla tevhid eksenli bir adalet toplumu haline dönüştürüyor, onlara şeref ve izzet kazandırıyor, onları zalimlere, kafirlere karşı üstün kılıyordu. Neden? Çünkü; Onlar için Kur’an; okumak, anlamak, öğüt almak ve yaşanmak üzere indirilmiş, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkaracak hükümleri ihtiva eden, hidayet rehberi bir kitaptı.
Onlar Kitabı okurken Allah’ın kendileriyle konuştuğuna yakîn bir imanla inanıyor ve Kur’an’da emredilenleri öğrenip hemen hayata taşıma heyecanını duyuyorlardı. Yani Kitabı hakkıyla, gereği gibi okuyor, aldıkları öğütleri kulluk bütünü içinde hayata hâkim kılıyorlardı. Onlar için ibadet ise; yaratılışın asıl gayesi, hayatı kuşatan bir kavramdı. İbadet; “Yalnız Allah’a kulluk yapmak, yalnız O’na itaat etmek, yalnız O’nun hükümlerine uymak”tı ve kulluk eksenli hayat tasavvurunda en temel belirleyiciydi. Ve bu tevhidî hayat tasavvurunda, günahlar istisna, ibadet ise hayatı kuşatan ve istisna olan günahları temizleyen, mü’minleri arındıran, tezkiye eden, tekâmül ettiren, yeniden inşa eden bir fonksiyona sahipti.
Kur’an’dan ve Rasûl’ün güzel örnekliğinden uzaklaşılınca ya da Kur’an yanlış okununca (aslında okuma bile denmeyecek biçimde anlama ve öğüt almaktan uzak bir yaklaşımla sadece Arapça kelimeleri telaffuz etmekle yetinilince), Kur’an’dan ve Rasûl’ün güzel örnekliğinden soyutlanmış ibadet kavramı anlam ve eksen kaybına uğradı. Muharref gelenek ibadetleri yeniden tanımlayıp esas gayesinden ve arındırıcı, inşa edici işlevinden uzaklaştırdı. İbadet kavramı, giderek hayatı belirleyici olmaktan çıkarıldı. Böylece ibadetler istisna haline gelip de, hayatın tamamı yerine sadece bir kısmı ibadete tahsis edilince, o zaman günahlar, kötülükler, boş işler ve yanlışlar, doğan bu boşluğu doldurmaya başladı. Böyle olunca da, zamanla günahlar ve münker, hayatı kuşatır hale geldi ve parçalanmış ibadetlerin içini de boşaltıp, forma indirgedi.