Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Makale / Müslüman Hiç Kimseye Sövmez, Hakaret Etmez

Müslüman Hiç Kimseye Sövmez, Hakaret Etmez

Kemalizm Cahili Kuşatmasını, Zulmünü ve Darbeci Tahakkümünü Hâlâ Sürdürmektedir

 

Bugün Türkiye’de hâlâ cahili hükmü, tekçi dayatma ve tahakkümü süren Kemalizm iken, 80 yıldır yaşanan ve halen süren bu büyük, yaygın ve derin zulmün, hukuksuzluğun müsebbibi Kemalizm iken, on binlerce cana kıyarak, hapishaneleri siyasi keyfi kararlarla yüz binlerce masum insanlarla doldurarak bir önceki yazımızda daha teferruatlı ifade edilen bütün zulümlerin kaynağı olan Kemalizm iken, eğitimi bir öğütüm aracı haline getirip milyonlarca zihni işgal edip, ruhları kirletip esir alan, vicdanları, fıtratları karartarak, bozarak inansımızı kendine ve Rabbine yabancılaştırarak tam bir toplumsal cinnete yol açmış olan Kemalizm iken ve bütün bu zulümlerini hala acımasızca sürdürüp, en ufak düzeltme çabasını ise silah zoruyla engelliyorken, bazı Müslümanlar, Kemalizmin bu zulmüne yönelik itiraz ve eleştirileri bile gereksiz ve anlamsız bulduklarını söyleyebiliyorlar. Her gün okullarda bu resmi ideolojinin ritüellerinde, and, marş, tören ve ideolojik beyin yıkama anlamındaki derslerde esir alınıp kişiliksizleştirilmeye çalışılan çocuklarının konumunu çok kanıksamış oldukları için olsa gerek, Kemalizmin artık cevap bile verilmeyecek kadar hükmünü yitirdiğini, çöküşe geçtiğini bu sebeple hala Kemalizm eleştirisi yapmanın anlamsızlığını dillendirerek, oligarşik despotizme karşı verilen tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesini küçümseyip, tahfif ederek yıpratma çabası içine girdiklerini bile fark etmiyorlar.

 

Bizim yaklaşık 25 yıldır Allah rızası amacıyla içinde olmaya, potansiyelimiz, gücümüz kadar katkıda bulunmaya çalıştığımız bu mücadele, tıpkı Mekke’de yapıldığı gibi, bir yandan egemen cahiliye toplumundan, cahili inancından ve cahiliye sisteminden, imani, ameli, yapısal ayrışma, arınma, şirk sistemine, cahiliye dinine ve mabutlarına itaati reddetme, onlardan ayrışma, beraatini ilan etme, kendimizi ve çocuklarımızı şirk sisteminin bu büyük kuşatmasından kurtarmaya çalışma, zulme, haksızlığa itiraz edip karşı çıkma, adaleti ikame etmeye çalışma çabalarımızı kapsamaktadır. Diğer yandan da, kitap ve hikmetin eğitimi, Kur’an ve sünnet eksenli sahih din anlayışıyla aklımızı, imanımızı, şahsiyetimizi, hayatımızı ve ailemizden, yakınımızdan başlayarak toplumumuzu tevhidi istikamette vahiyle inşa etmeyi içermektedir.

 

İşte bu kapsamlı mücadele sürecinde İLKAV ve ÖZGÜR-DER hakkında, sadece bu Kemalist kuşatmaya itiraz edip, başta eğitim alanı olmak üzere, bütün hayat alanlarında özgürlük talep ettikleri, bu ülkedeki hiç kimseye din veya ideoloji dayatılmaması ve herkesin bu imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirebilmelerini sağlayacak adalet vasatını tesis etmeye çalıştıkları için; devletin değil ailelerin olan çocuklara devlet tarafından resmi ideolojinin dayatılmasına, bu büyük zulme rıza göstermeyip karşı çıktıkları ve duyarlı mü’minleri, özgürlük yanlısı tüm insanları bu büyük gözaltına karşı özgürlük mücadelesine çağırdıkları için kapatılma davaları açılıyor. Şahsım ve Kenan Alpay hakkında olduğu gibi, bu mücadele içindeki kimi Müslümanlar hakkında TCK 216, 301 ve 5816 sayılı yasalar saptırılarak ve kanunsuz suç ve cezalar ihdas edilerek keyfi davalar açılıyor. Ve bütün bunlar, şu anda devam ediyor, yani Kemalizm’in artık eleştirilmeye bile değmez, ya da artık egemenliğini ve tehdit olma özelliğini yitirdi denilen bu günlerde yaşanıyor. İşte şahsen, bu dava süreçlerindeki tecrübelerimi aktararak, savunmalarımı paylaşarak, hem aynı sıkıntılarla karşılaşabilecek olan kardeşlerimizi bilgilendirmeye, araştırmalarımın sonuçlarından haberdar ederek onlara faydalı olmaya, hem de halen hükmünü sürdüren bu faşist dayatmaya karşı yapılması gerekenler hakkındaki birikimlerimi tartışmaya açarak geliştirilmesi için zemin hazırlamaya çalışıyorum. Açıkçası bu çabamın bazı Müslümanları rahatsız edeceğini hiç düşünmemiştim. Bir tanesini aşağıya alıntıladığım bu tür tahfif edici yorumlarla ne yapılmak istendiğini, bu yazılanlarla ne denmeye çalışıldığını, şahsen anlamlandırmakta zorlandığımı ifade etmeliyim. Sonra herkes bizim bu konulardaki araştırmalarımızı okumak zorunda değildir. Kemalizm birilerine göre artık acınacak bir zafiyete düşmüşse, bu yüzden eleştirmek bile anlamsızlaşmışsa ve birileri düşene vurmamak gerektiğine inanıyorsa, onlar başka şeylerle meşgul olabilirler. Ama başka Müslümanların Mekke örnekliğinden ve Kur’an’daki işaretlerden kalkarak ortaya koymaya çalıştıkları tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesini de tahfif etme haklarının olmadığını bilmeleri gerekir.

 

Şurası iyi bilinmelidir ki, Kemalist resmi ideoloji tasfiye edilip, anayasa ve hukuk bu ideolojinin kuşatmasından tamamen kurtarılmadıkça, Kemalist dogmatik kuşatma altındaki askeri ve sivil eğitim kurumları ve programları, bu seküler Batıcı pozitivist ideolojiden arındırılıp sadece insani erdemleri, insan haklarını ve hukuku esas alan, fıtratı koruyup geliştirmeyi ve iyi insan yetiştirmeyi hedef alan özgürlük adaları haline dönüştürülmedikçe, ordu haddini bilip sadece halkın dış güvenliğini sağlayan ve halkın seçtiklerinin kararlarına itirazsız itaat eden bir konuma getirilmedikçe, eğitim, ordu, yargı, sermaye ve medya başta olmak üzere bütün devlet ve kurumları böylesine hak, adalet, hukuk ve özgürlük eksenli bir yeniden yapılanmaya götürülmedikçe, mevcut bağnaz kadrolar rehabilite edilmedikçe, edilemeyenler de tasfiye edilmedikçe, bu ülkede emperyalizmin işbirlikçisi, pozitivist Kemalist bürokratik bir diktatörlüğün ve emperyal projeler istikametinde Kemalist bir tahakküm ve işgalin bulunmadığını söylemek mümkün değildir.

 

Mekke’sini İnşa Etmeyen Medine’ye Ulaşamaz

 

Önceki yazımızın altına bırakılan şu yorumun ne anlama geldiğini sizin değerlendirmenize bırakıyorum: “ARTIK CEVAB VERMEYE BİLE DEĞMEZ bir resmi ideolojiye muhalefet üzerinden kendimizi tarif etmeyi bıraksak ta kendi kimlik ve şahsiyetimizi cisimleştirmeye başlasak nasıl olur acaba? Ben vaaz dinlemekten bıktım abiler! ya bir Medine inşa edelim. yahut Habeşistan’a gidelim. çene yarıştırmaktan da gına geldi yani. öteki’ni dövmekten biz’i sevmeye ne zaman sıra gelecek abi yaa! içimiz dışımız karardı yaa!”

 

Bu yorumu buraya alıntılamamın sebebi, eğer o ise, bir zamanlar biraz da olsa tanıdığım bir Müslüman tarafından yazılmış olmasıdır. Eğer isim benzerliği değil de, o tanıdığım Müslüman’sa gelinen nokta kanaatimce çok üzücüdür. Bu kardeşimizin ve çocuklarının, Kemalizmin, okuldan başlayarak hayatın bütün alanlarında halen acımasızca devam eden büyük ve derin kuşatmasından, baskı ve yasaklarından bir rahatsızlıkları yok mu? Yeri geldiğinde ve hak ettiği için Kemalizmin zulümlerini ifşa edip muhalefet bilincini yaygınlaştırma çabası göstermek, yaşanan zulümlere itiraz etmek, gasp edilen hak ve özgürlüklerimizi gündemleştirmek neden değersiz ve anlamsız olsun? Bu adalet ve özgürlük mücadelesi nasıl olur da, “resmi ideolojiye muhalefet üzerinden kendimizi tanımlamak” şeklinde takdim edilir? Bizim başta İLKAV ve Özgür-Der olmak üzere, tevhidi mücadelemiz, yetersiz de olsa, çağımızın Kur’an neslini inşa istikametindeki kapsamlı eğitim, davet, şahidlik çabalarımız, bu amaçla radyo, dergi ve kitap yayıncılığımız, alternatif eğitim seminer ve konferanslarımız, farklı gruplara, büyüklere, çocuklara yönelik basta Kur’an eğitimi olmak üzere eğitim faaliyetlerimiz, panellerimiz, eylemlerimiz, yerli zulme, emperyalizme, işgale, adaletsizliklere karşı hak, adalet ve özgürlük mücadelemiz, nasıl olur da sadece Kemalizme karşıtlıkla sınırlanabilir?

 

Sonra, burada yayınlanan paylaşımlarımızı herkes okumak zorunda olmadığı gibi, okuyanın da “vaaz dinlemekten bıktım” demeye hakkı olmaması gerekir, çünkü kimse bu “vaazı” dinlemeye icbar edilmemiştir. Tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesi, slogan atmakla ve iş yapanları tahfif etmekle değil, iş yapmakla, Allah yolunda tevhidi yaymada, şirki, küfrü, ifsadı izale etmede, tevhidi, adaleti ikame etmede, tutarlı, ilkeli şahidlikler ortaya koymakla, iman edilen değerler uğrunda fedakar olmakla gerçekleştirilebilir. Şurası iyi bilinmelidir ki, sloganla Medine’ye ulaşılamaz. Mekke’sini inşa etmeyen Medine’ye ulaşamaz. Mekke; şirkten, fesaddan, topyekun cahiliye inancı, toplumu ve sisteminden ayrışma, arınma, şirk sistemine ve kutsallarına itaatin reddedilmesi ve bu uzlaşmazlık zemininde, adalet ve özgürlük mücadelesi yanında, kitabın ve hikmetin eğitimiyle İslami şahsiyetin ve ilk Kur’an neslinin / Kur’an toplumunun inşa edilmesidir. Yani Mekke, Medine’yi inşa edecek kadronun yetiştirildiği alandır. Bu sorumluluklarını yerine getirmeden, egemen şirk sistemiyle itaatsizlik ve ayrışma çabası göstererek sorun çıkarmadan, ona ve zulmüne karşı bir itiraz yükseltip bu uğurda bedel ödemeden, toplumu kuşatmış dayatmacı şirk sistemiyle sorunsuz bir uzlaşma içinde bir arada yaşamayı kanıksamış olarak, şirki açıkça tanımlayıp reddetmeden, tağuttan ve tağuti sistemden içtinap edip sadece Allah’a kul olmayı pratik hayatında belirginleştirip şahidliğini yapmadan Mekke inşa edilemez. Davetin muhatabı olan halka şirkin, tağutun reddi ve onlara itaatsizlik konusunda güzel örneklik oluşturmamış, şirke, zulme ve ifsada karşı tevhid-adalet mücadelesini ete kemiğe büründürmemiş, bu sebeple imanının imtihanını vermemiş olanlar, bırakın Medine’yi, Mekke’yi bile inşa edemez. İnandığı değerler uğrunda fedakarlık yapmamış, Kabe önüne gidip Kur’an okuyarak, “ben sizin taptıklarınıza tapmam, ben ancak ve sadece sizi de öldürecek olan Allah’a taparım” deyip hakkı haykırarak bedel ödememiş ve bu fedakarlıklarına, şahidliğine, ruczdan arınmaya, imani, ameli ve yapısal hicretine süreklilik kazandırmamış, hayatını ibadet kılmamış, hayatının bütün alanlarında secde izini tebarüz ettirmemiş olanların Mekke’si de Medine’si de yoktur, olamaz. Medine’ye ulaşabilmek ya da imkanların tükendiği yerden yeni açılımlar ve imkanlar üretilecek alanlara mekansal hicreti hak edebilmek için önce ilk neslin örnekliğinde ve bütüncül anlamda Mekke’yi inşa etmek, Mekke’nin hakkını vermek, bedelini ödemek gerekir. Mekke’nin en bariz özelliği ise, egemen resmi ideolojiye itaati reddetmek, cahiliyenin putlarına tapmayı ve tağutlara itaati reddedip, Kur’an ve hikmetin eğitimiyle İslami şahsiyetleri inşa etmek, ilk ümmet nüvesini ortaya çıkarmaya çalışmak ve tevhidi daveti, vahye şahidliği bu zeminde adalet ve özgürlük mücadelesiyle birlikte yapmaktır.

 

5816 Sayılı Atatürk’e Sövme’yi Yasaklayan Yasa Gereğince

Yapılan Suçlamaya Cevaplarımız Ne Olmalı?

 

Biz Müslümanlar, Mustafa Kemal’e ve Kemalistlere sövmeye ve hakarete de karşı çıkarız, ama onların İslam dışı pozitivist görüş, düşünce, ilke ve eylemlerine de karşı olmak zorundayız. Çünkü düşünsel tercihleri, pozitivist inancı sebebiyle Mustafa Kemal’e ve seküler ilkelerine itaat etmemek, ona ve ideolojisine tazimde bulunmamak, bu bağlamda ideolojik Kemalist eğitime itiraz etmek, değiştirme mücadelesi vermek ve resmi törenlere katılmamak akıdevi sorumluğumuzdur.

 

Yani yasalar yasakladığı için ve onlardan korkarak değil, Mustafa Kemali de yaratmış ve öldürmüş, Kemalistleri de, bizi de yaratmış ve öldürecek, din gününde hepimizi hesaba çekecek olan Allah yasakladığı için biz bu hakaret ve sövme fiilini işlemeyiz.

 

Kur’an’da En’am suresi 118. ayette bir okuma tarzında verilen meale göre; “(Onların) Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek taşkınlıkla Allah’a sövmesinler!..”, bir başka okumaya göre ise; “Allah’tan başkalarına yalvarıp yakaranlara (tapanlara) sövmeyin ki, onlar da cehaletin verdiği nefretle Allah’a sövmesinler…”

 

Sonuçta Ayetin bu iki mealine göre de, Allah’tan başkasını ilah edinen, Allah’a değil de başkalarına itaat eden, Allah’tan başkasına tapınan kimselere ve onların ilah edindiklerine sövmenin, hakaret etmenin bizzat Allah tarafından yasaklanması söz konusudur. Bilinçli bir Mü’min’in bu ayetin aksine hareket etmesi ve davetinin muhatapları olan kesimlere ve ilahlaştırdıklarına, kutsallarına sövmesi, hakaret etmesi mümkün değildir. Bu sebeple, mü’minlerin böyle bir suçu işlemekle suçlanmaları da anlamsız ve zorlama bir yakıştırma çabasından öte gidemez. Şimdi bu yasa muvacehesinde hakkımda yapılan soruşturma sebebiyle savcılığa verdiğim cevapları aşağıya alıntılıyorum:

 

5816 Sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında

Kanun Muvacehesinde Değerlendirme:

 

5816 Sayılı Kanunun 1. maddesindeAtatürk’ün hatırasına alenen hakaret etme veya sövme” suçu düzenlenmiştir.

 

Yargıtay Ceza Genel Kurulu E. 1983/9 K. 1983/530 ve 10.10.1983 tarihli kararında kanunun çıkarılış gerekçesi açıklanırken şu tespite yer verilmiştir: “5816 Sayılı Yasa Tasarının TBMM’de müzakeresi sırasında bazı eleştirileri cevaplandırmak üzere söz alan devrin Başbakanı;…. ‘Bizim maksadımız: Tenkit hürriyetini, fikir hürriyetini takyit etmek değil, tahkir ve terzil hürriyetini ortadan kaldırmaktadır. Biz, bunu istiyoruz… Hakaretleri önlemek için yapılmış bir kanundur’ (…) diyerek, söz konusu kanunun çıkarılış amacını açık bir şekilde belirtmiştir. (……)”.

 

Bundan da anlaşılmaktadır ki, hakaret kastı ve unsuru taşımayan eleştiriler, Mustafa Kemal’e, düşünce ve uygulamalarına yönelik eleştiri ve fikri ifade etme hürriyeti çerçevesinde kalan düşünce açıklamaları bu kanun kapsamına girmemektedir.

 

Ben bu ülkenin bir düşünce adamı olarak, içinde yaşadığım topluma karşı insani ve İslami sorumluluğum gereğince, ülkemizde yaşanan tüm sorunlarla ilgilenmekte, zaafları, hukuksuzlukları tespit edip, çeşitli toplumsal sorunlara yol açan sebepleri irdeleyip eleştiriler ve öneriler sunmaktayım. Bu bağlamda, değişik kitap ve makalelerimde, uzunca bir süre bu ülke yönetiminde tek belirleyici rolü oynamış bulunan Mustafa Kemal’in düşünce ve uygulamalarını da eleştirmekte, yapılan yanlışlara dikkat çekerek bunlardan dönülmesi ve bu suretle yol açılan sorunların çözülmesi için neler yapılması gerektiğine dair düşüncelerimi, eleştiri ve ifade özgürlüğü çerçevesinde ortaya koymaktayım. Sorgulama konusu konuşmamda ise, Mustafa Kemal’in şahsiyeti ile doğrudan ilişkili hiçbir ifadem bulunmamaktadır. Mustafa Kemal’in düşünce ve uygulamalarını, Kemalizm ya da Atatürkçülük adı altında resmi ideolojileştirip, dinleştirip, bütün toplumsal kesimlere dayatan Kemalist kadrolara ve despot uygulamalarına yönelik eleştiriler yapılmıştır.

 

T.C.nin de altına imza attığı ve bugün artık anayasasının üstünde bir bağlayıcılık ifade eden BM İnsan Hakları Beyannamesinin 18. ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 9/1. maddesinde; “Her şahsın fikir, vicdan ve din hürriyetine hakkı vardır; Bu hak, din veya kanaat değiştirmek hürriyetini, dinini veya kanaatini tek başına veya topluca, açık olarak veya özel surette, öğretim ve tatbikat, ibadet ve ayinlerle izhar etmek hürriyetini gerektirir” ve yine BM İ.H. Beyannamesinde “Öncelikleri gereği ana-babalar, çocuklarına verecekleri eğitim türünü seçme hakkına sahiptirler” hükmü yer almaktadır. Çocuklar devletin değil ailelerindir. İşte bu sebeple de, onların hangi din ya da ideolojinin eğitimini alıp almayacaklarına karar verme hak ve yetkisi de devletin değil ailelerindir.

 

Devleti ele geçirmiş kimi bürokratik kadrolar ise, Kemalizmi hayatın bütün alanlarını kuşatan bir yaşam tarzı, bir din gibi algıladıkları halde, bu dini/ideolojiyi bütün toplumsal kesimlere ve ailelerini hiçe sayarak bütün çocuklara dayatmaktadırlar. Harp okullarında okutulan “Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri (İdeolojisi)” adlı kitapta, (resmi ideoloji olan Atatürkçülüğün) bütün beşeri faaliyetleri kapsayacak genişlikte bir ideoloji olduğu”nun altı çiziliyor. Sivil liselerde okutulan Milli Güvenlik Ders kitabında da: “Atatürk ve inkılaplarının, sadece fikir boyutunda değil, aynı zamanda bir yaşam tarzı olarak benimsenmesi gerektiği” ifade ediliyor, bir hayat tarzı olarak kabulü dayatılıyor. Kemalizm’in hayatın bütün alanlarını kuşatan bir hayat tarzı olarak algılanıp, değişmez bir dogma haline getirilip dinleştirilmesi ve bütün bir topluma dayatılması bugün halen Genelkurmay bildirileriyle sürdürülmektedir. Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt kendi döneminde, Menemen’de Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay’ın öldürülmesinin 77. yıldönümü nedeniyle yayınladığı mesajda; “Yüzyılların eskittiği köhne zihniyetlerle geçmişe saplanmakla varlığımızı korumamızın mümkün olmadığını ifade eden Büyük Önderimiz bizlere, bilim ve aklın rehberliğinde, dogmalardan uzak bir düşünce sistemi bırakmıştır. Atatürkçü Düşünce Sistemi adı verilen bu sistem, daima ileriyi hedefleyen çağdaş bir görüşü yansıttığı için bugünün olduğu kadar yarınların da ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir özelliğe sahiptir. Bu üstün nitelikleri ile zamanın seyri içinde, her kuşağın tutkuyla bağlanacağı yaşam tarzı olarak değerini koruyacaktır…”

 

Türk Dil Kurumu tarafından 1930’lu yıllarda yayınlanan Türkçe sözlüğün 1944’lere kadarki baskılarında, “din” şöyle tanımlanıyordu:Bir yaşam tarzı. Türk’ün dini Kemalizmdir.” (Cumhuriyet Basımevi, İstanbul, 1944)Bilkent Üniversitesi siyaset bilimi profesörü Faruk Gençkaya da,.. Laiklik Türkiye’de en az İslamiyet kadar önemli bir tür dindir’ diyordu.” (Esra Elmas, “Sevgili Atatürkçüğüm”, Hayykitap, Eylül 2007, İstanbul, Sh 98.)

 

1936’da basılan “KAMALİZM: C.H.Partisi Programının İzahı” adlı kitabında Edirne Saylavı (milletvekili) Şeref Aykut bakınız Kemalizmi nasıl tarif ediyor: Kamalizm, bir dindir ki onun en büyük ve ana sıfatlarından birisi de devrimci olmasıdır. (…..) Bu sebepledir ki onu (gençliği) Kamalizm dininin hiç şaşmayan, şaşırmayan orunçlu ve coşkun tapkanı yapmak, ona bu kudsal, ulusal ve kurtarıcı dini olanca derinliği ve inceliği ile oydamlamak ister… ta ki, Kamalizm dinine inanı artsın. İşte disiplin altında gençlik böyle olacaktır. Parti bunu amaçlamış, hazırlamıştır.” (Kamalizm, Şeref Aykut, Muallim Ahmet Halil Kitap Evi, 1936 -İstanbul).

 

Cumhuriyetin 15. yılında CHP tarafından bastırılan “Şeref Kitabı”nnda yer alan ve “Ey büyük ata! Ey tanrının oğlu!” diye başlayan metinde şu ifadelere yer verilir: “Ulu şefimizin gösterdiği yoldan yürüyelim. Onun yolu bizi yalancı ahiret cennetine değil, hayata kavuşturacaktır.” “Ufukta sonsuzluğu çizen kudretli bir el / Göklere yükseliyor ilah gibi bir heykel / Bu varlığın önünde bir dakika dize gel / Bu taş daha kutsidir o Kâbe’nin taşından.” (Cumhuriyet’in 15. Yıl dönümünde CHP tarafından İstanbul’da Cumhuriyet Matbaasında bastırılan “Cumhuriyetin Şeref Kitabı” Sayfa 53. – 19 05 2009 tarihli Vakit’teki A. Dilipak yazısından alıntı.).

 

Mustafa Kemal, kendi zamanında, şartlara göre değişen ve birbiriyle çelişen pragmatik bir takım kararlar vermiş, kendi seküler düşüncesi çerçevesinde bir takım uygulamalar yapmıştır. Bu karar ve uygulamalar, daha çok kendisinden sonraki, hatta bir kısmı da kendi dönemindeki Kemalist kadrolarca ideolojileştirilmiş, dinleştirilmiş ve bütün topluma dayatılmıştır. Mesela Şevket Süreyya Aydemir: “Biz Atatürk’ü putlaştırmak, ilahlaştırmak zorundaydık, yoksa bu inkılapları tutturamazdıkdiyor. Yani resmi ideoloji olan Kemalizm’in dinleştirilmesi ve Mustafa Kemal’in de ilahlaştırılması, benim bir tespitim olmaktan çok önce, başta Şevket Süreyya Aydemir gibi Kemalistlerce itiraf edilmiştir. Hatta bir çok Kemalist edebiyatçı ve yazar tarafından, Mustafa Kemal’i açıkça ilah olarak takdim eden, ya da Peygamber olarak nitelendirip adına mevlitler yazan, anıt kabri ise Kâbe yerine ikame etmekten bahseden şiirler, makaleler, kitaplar kaleme alınmıştır.

 

Dönemin şairlerinden Edip Ayel daha sağlığında şunları yazmıştı Mustafa Kemal için:

 

“Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe,
“Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
“Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun,
“Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.”
“Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı’yla müsâvi,
“Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî…
“Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses,
“İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!”

 

Şair Faruk Nafiz Çamlıbel de Atatürk öldükten sonra şu mısraları yazdı:

 

“Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil,
“Kanlı bir gözyaşı nehrinde muazzam tabutun…
“Ey ilâhın yüce davetlisi, göklerden eğil
“Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!”

 

Yusuf Ziya Ortaç da belli ki öteki şairlerden geri kalmak istememişti, kervana katıldı ve şunları yazdı:

 

“Dağların ardında sönüşü gibi,
“Millete can veren, vatan yaratan;
“Tanrının göklere dönüşü gibi…
“Her zaman ırkıma büyük Baş Atam,
Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!”

 

Kemalettin Kamu’nun yazdıkları:

 

“Burada erdi Mûsâ/ Burada uçtu İsa,
“Bülbül burada varsa, Hürriyet için öter…
“Ne örümcek, ne yosun/ Ne mûcize, ne füsun,
Kâbe Arab’ın olsun/ Çankaya bize yeter…”

 

Halil Bedii de şunları yazmıştı:

 

“Tanrı gibi görünüyor her yerde/ Topraklarda, denizlerde, göklerde;
“Gönül tapar, kendisinden geçer de/ Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.”

 

Behçet Kemal de Mustafa Kemal için şunları söylüyordu:

Kaç yıldır Türkçeydi Tanrı’nın dili/ İnsana ne ilâh, ne de sevgili,
“Ne de ana-baba aratıyordu/ Her an yaratıyor, yaratıyordu.”

(12 Kasım 2008 tarihli Vakit’te yayınlanan Yavuz Bahadıroğlu yazısından alıntı)

 

Kemalist şair Behçet Kemal Çağlar ise, Süleyman Çelebi’nin Peygamberimiz için yazdığı Mevlid’i Mustafa Kemal ve yeni din olarak nitelendirilen Türk ulusalcılığı için yeniden kaleme almıştır:

 

“Millet adın zikredelim bir kere

Vacip oldur cümle işte Türklere

Şevk ile Türk’üm dese bir dem lisan

Dökülür cümle hüzün misli hazan

İsmi pâkin pak olur zikreyleyen

Her murada erişir Türk’üm diyen”

(Doğu Perinçek, Kemalist Devrim 2, Din ve Allah, Kaynak Yay., 5. basım, s. 54)

 

İslam dini reddedilip dışlanınca, doğduğuna inanılan boşluk, pozitivist Kemalistlerin en büyük çelişkisi olarak, Kemalizm’i dinleştirmek suretiyle doldurulmak istenmiştir. Bu sebeple, öncelikle Mustafa Kemal’i ilahlaştırma yarışına girmişlerdir. Hatta Cumhuriyet’in önemli aydınlarından Şevket Süreyya Aydemir, bu hale bir mazeret olsun diye; “İnkılabımızı oturtmaya ve Atatürk’ü putlaştırmaya mecburduk…” (Abdurrahman Dilipak, Bir Başka Açıdan Kemalizm, s. 357 (Abdi İpekçi’den nakil) bile diyecektir. Birçok şair, onun için Yunan mitolojisini geride bırakan şiirler yazmışlardır (Mehmet Doğan’dan alıntı, Ümit Aktaş, Osmanlı Çağı ve Sonrası, Bakış Yayınları, s. 369-370.)

 

Aka Gündüz:

 

Varsın” Teksin! Yaratansın!

Hep her O’dur!

Her şeyde Atatürk!

Elimizi yüzümüze;

Gönlümüzü özümüze kapıyoruz.

Biz sana tapıyoruz!”

 

Kemalettin Kamu:

 

“Yoktan var ediyor, tanrı gibi her şeyi.”

 

Behçet Kemal Çağlar:

 

“Atatürk’e tekbir!

Atatürk ekber! Atatürk ekber!

Ancak o var: Atatürk!

Evliya odur, peygamber odur, sanatkar Atatürk…”

 

İslam’ı dışlayarak ulusalcı yeni bir din oluşturma çabaları Mustafa Kemal’in bizzat yazdırdığı ve ortaokul ve liselerde okutulan Yurt Bilgisi kitabıyla da ortaya konmuştur. (Mustafa Kemal Atatürk, Medeni Bilgiler, Örgün Yayınevi, 2003-İst., Sh. 28-29).

 

Mustafa Kemal’in İslamiyet hakkındaki bazı belirlemeleri şöyledir:

“Muhammed’in kurduğu din” (Medeni Bilgiler, s. 364)

“Muhammed dini” (Tarih II, s. 146)

“Arap dini” (Medeni Bilgiler, s. 364)

“Dini bir mefkure” (Tarih II, s. 146)

 

Bu belirlemeler herhangi bir dost sohbetinde ifade edilmiş değildir. Hepsi de liselerin medeni bilgiler ve tarih kitaplarına bizzat Atatürk’ün el yazısı ile ilave edilmiş bölümlerde yer almıştır. Atatürk, İslamiyet’e, İslamiyet’in sınırları dışından bakmaktadır. Bu dört belirlemenin hepsinde de, İslam diniyle cepheden ideolojik bir mücadele vardır. İslam’a göre Allah’ın tesis ettiği bir din olan İslam’ı, Hz. Muhammed (s)’in şahsi fikir ve eylemiyle kurduğunu ve İslam’a göre bütün kavimlere gönderilen bu dinin Araplara ait bir din olduğunu iddia etmektedir. (Doğu Perinçek, Kemalist Devrim 2, Din ve Allah, Kaynak Yay., 5. baskı, İstanbul: 1996, s. 77.)

 

  1. Kemal, lise tarih kitabının “ilk vahiy” bölümünü bizzat şöyle yazdırmıştır: “Kur’an sureleri gökten indirilmemiştir, bu sureler Muhammed’in beyanlarıdır, yani Muhammed’e ait sözlerdir” (A.g.e., s. 78.) diyerek, Kur’an’ın vahiy, Allah kelamı olduğunu, Hz. Muhammed’in de Allah’ın Resulü olduğunu inkâr etmiştir ve bu düşüncelerini açıkça ders kitaplarına bile yazmıştır.

 

“Kemalist devrimin önderlerini din konusunda en çok etkileyen filozoflar, Jean Meslier ve D’Holbach olmuştur … Meslier’in görüşlerini Atatürk’ün kendi eliyle yazdığı Medeni Bilgiler kitabında buluyoruz. Tanrısız filozofun birçok saptaması, ortaokullarda okutulan ders kitabına, hemen hemen aynı ifadelerle aktarılmış. Dinlerin başlıca etkenleri cehalet ve korkudur. İnsan, Allah’ın yaratığı değil, doğanın ürünüdür. Dinler, tahakküm aracıdırlar. ‘Hayır ve şer’ (iyilik ve kötülük) Allah’tan gelmez. Ahiret uydurmadır. Cehennemin icat edilmesi, fenalığı engellemeyecek derecede saçmadır, sözde mucizeler de saçmadır… Ahlak ve fazilet için dine gerek yoktur. Tarih öğretir ki, bütün dinler, milletlerin cehaletleri yardımıyla, ilahlar tarafından gönderildiğini söyleyen adamlar tarafından kurulmuştur. Yahudilik Mısır dininden kaynaklanmıştır. Hristiyanlık ve Müslümanlık da, Yahudilikten ve Arabistan’ın eski dininden oluşur.” (Jean Meslier, “Akli Selim”) (Doğu Perinçek, a.g.e., s. 106)

 

“D’Holbach’ın etkisine gelince … Doğanın Sistemi adlı eseri, … Kemalistlerin din konusundaki görüşlerini belirlemiştir. Medeni Bilgiler kitabının din üzerine görüşleri, sözcüğü sözcüğüne bu kitaptan alınmıştır. Holbach … doğayı yaratan bir varlığı kabul etmez. Bu nedenle yaratancılığa karşı mücadele eder. Kemalistler de… aynı tavrı benimsemişlerdir. Holbach, Allah kavramının, ilkel insanların doğa olayları karşısında duyduğu korku ve cehaletten doğduğunu açıklar. Dinin kökeni, çoğunluğun korkusu azınlığın yalanıdır… Holbach’ın bu açıklamaları, aynı sözcüklerle Kemalist ders kitaplarına, örneğin medeni bilgiler ve tarih kitaplarına girmiştir. Holbach’a göre insan yaratılmamıştır, ‘bir bütün olan doğanın bir parçasıdır’…” “Doğa ötesi bütün kavramlar insan hayalinin ürünüdür. Başka deyişle insan, Allah’ı kendi hayalinde yaratmıştır. Aslında insan, “Allah’a taparken, kendisine tapar.”( A.g.e., s. 107.)

 

“Holbach’ın felsefesinde erdem, akıl ve gerçek, doğanın yavrularıdır. Kemalistler de Holbach gibi aklın egemenliğini savunurlar” “Montesquie’nün insan aklını ‘tek insanlık yasası’ olarak görmesi, Kemalistleri kuvvetle etkilemiştir. Bütün devrim yasalarının gerekçelerinde bu görüş vurgulanır. Yasaların kaynağı din olamaz. Biricik kaynak, insan ihtiyacıdır ve bu ihtiyaçları belirleyen insan aklıdır.”( A.g.e., s. 108.)

 

Kemalistler de işte bu düşünceleri Türkiye’ye taşıyıp, Müslümanlardan oluşan bir topluma, baskıya ve şiddete dayalı metotlarla zorla kabul ettirmeye çalıştılar. Atatürk’ün ve Kemalist sistemin dine yaklaşımı, pozitivizme mutabık görüşleri ve laiklik anlayışı hakkında son derece açık ve net bir görüntü ortaya koyan yukarıdaki alıntılara ilaveten bir alıntı da Can Dündar’ın yazısından aktarmak istiyorum:

 

“Atatürkçüler illâ İslam tartışacaksa hadi gelin M. Kemal’in yıllardır gizlenen konuşmalarını raflardan indirelim. Göze alabiliyorsanız, onun Kazım Karabekir’e ‘her şeyden önce din anlayışını kaldırmalıyız.’ dediğini ortaokul din kitaplarına koyalım. Bir İngiliz yazara söylediği ‘Benim dinim yok. Bazen bütün dinler denizin dibine batsın istiyorum.’ sözlerini Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapısına asalım.” (Can Dündar, Yeniyüzyıl Gazetesi, 7 Ocak 1995.)

 

Genelkurmay Başkanlığı’nın yayınladığı, Atatürkçülük adlı kitapta yer alan yazılarında, Atatürkçü resmi ideolojinin veya bir başka ifade ile bir hayat tarzı, dünya görüşü anlamında Kemalizm’in kurucu isimlerinden olan bazı profesörler enteresan tespitlerde bulunuyorlar. Prof. İsmet Giritli, söz konusu yayındaki, “Kemalizm İdeolojisi” başlıklı makalesinde şu cümlelere yer veriyor: “Kemalizm’in ulusal modernleşmenin inanç sistemi ve aksiyon programı olmak yönünden bir ideoloji olduğu ortaya çıkar.” (Genelkurmay Başkanlığı, Atatürkçülük, T.C. GKB Yay., Ankara: 1983, s. 59.)

 

Genelkurmay Başkanlığı gibi, bu ülkenin egemen otoritesi, rejimin silahlı savunucusu ve resmi ideolojiyi tanklarıyla dayatan bir kurumun çıkardığı kitapta, Kemalizm’in aslında islam’ın yerine ikame edilerek, hayatın bütün alanlarını düzenlemeye yönelmiş, pozitivizmin ürünü bir “ideoloji” ve “ulusal modernleşmenin inanç sistemi” olduğu vurgulanmaktadır. Kemalizm’in, İslam’ı reddeden yeni bir din olduğu apaçık ve cüretkarca ortaya konulmaktadır.

 

Yine resmi ideolojinin kutsal kurumlarından biri olan Türk Hava Kurumu’nun yayınlarından olan bir kitapta, “Kemalist inanç sisteminin” ulularından Prof. Reşat Kaynar şu açıklamayı yapmaktadır: “Atatürkçü laiklik; Batı’nın sosyal kurumlarına ve yaşayışına engel olan, şeriatçılığın … düşmanı idi.” (Oktay Verel, Vatan Sana Minnettardır, THK Yay., İstanbul: 1981, s. 671) Aynı kitapta yer alan “Auguste Comte ve Mustafa Kemal Atatürk” başlıklı makalesinde Prof. Dr. Emre Kongar ise şu tespiti yapmaktadır: “Atatürk yeni devletin örgütlenme örneğini tümüyle ‘olgucu’ (positivist) bir yaklaşıma dayamıştı. Mustafa Kemal Atatürk’ün … batılılığı … ‘olgucu’ bir dünya görüşünden kaynaklanıyordu.”( Oktay Verel, a.g.e., s. 912) “(Olgucu) (Pozitivist) kuram, bilimin dine utkusu (galebe çalması) olarak da düşünülebilir… ‘Aklın dine egemenliği’ düşüncesini yaymak için Comte’un bir insanlık dini kurma çabası (söz konusudur)…” (age. Sh. 914)

 

Görüldüğü üzere Kemalizm’in benimsediği pozitivizm ve laiklik, “İslam şeriatına karşı çıkmayı”, “pozitif bilimin ve aklın dine, İslam’a egemen olmasını”, yani aklı ve insan iradesini ilahlaştırarak Allah’ın yerine ikame etmeyi esas almaktadır. Allah’ın yerine aklı ve insan iradesini Allah’ın dini olan İslam’ın (vahyin) yerine de, sadece deneye dayalı bilgi ve hayattan hareketle aklın ürettiği beşeri hayat modelini, beşeri kuralları ikame eden bu “pozitivist din”in adını Auguste Comteinsanlık dini” olarak belirlemiştir. Kemalist kadro ise işte bu pozitivist anlayışı Türkiye toplumuna egemen kılmışlardır.

 

Prof. Dr. Anıl Çeçen’in Atatürk ve Cumhuriyet adlı kitabında, Atatürk laikliği şöyle açıklanmıştır:“Atatürk laikliğinin amacı… bir toplumdaki kişisel ve toplumsal ilişkileri, yaşantının her yönünü ve siyasal düzeni fizik ötesi öğelerin ve din kurallarının etkilerinden kurtarmak, tüm yaşamı çağdaş bilimin verilerine dayanarak yeniden düzenlemektir.” (Anıl Çecen, Atatürk ve Cumhuriyet, S. Yayınları, Ankara: 1991, s. 177.)

 

Doç. Dr. Levent Köker de, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi adlı eserinde şu çarpıcı tespiti yapmaktadır:

 

“Pozitivizmin, Jön Türk düşüncesine ve oradan da Kemalizm’e Comte’cu biçimiyle yansıdığını kabul edersek, Kemalist laiklik anlayış ve uygulamasının, eski İslam inancının yerine yeni bir inanç sistemi (bir yeni ‘din’) yerleştirmek istediğini kabul etmek gerekmektedir. Auguste Comte’un ‘üç hal yasası’ uyarınca, teolojik-metafizik-pozitif evrelere bölünmüş bir insanlık tarihi söz konusu olup, her evre bir inanç ve örgütlenme sistemince belirlenmektedir. Pozitif evrede egemen inanç sistemi ‘bilim’dir. Daha doğru bir ifade ile pozitif evrede bir ‘bilim imanı’nın geçerli olması söz konusudur. Kemalizm’in çağdaşlık anlayışı da temelde, ‘Hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ düsturuna dayandırılmış; laiklik de, bu çerçevede, İslami inanç sisteminin yerine bilimsel inanç ve örgütlenme sisteminin geçirilmesi anlamını kazanmıştır.” (Levent Köker, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İletişim Yay., İstanbul: 1990, s. 88) “… Kemalizm, siyasal, kültürel ve iktisadi programı çerçevesinde halkın duygu ve düşünüş biçimleriyle çatışmıştır. Bu çatışmanın aşılması ise, ‘inkılapçılık’ ilkesiyle gerçekleştirilmek istenmiştir … Atatürk’ün Afet İnan tarafından aktarılan şu cümlesi ise inkılaptan ne anladığını ortaya koymaktadır: İnkılap, mevcut müesseseleri zorla (yıkıp yerine yenisini koymak suretiyle) değiştirmek demektir.” (A.g.e., s. 89)

 

Bütün bu alıntılar, Mustafa Kemal’le başlayan, ancak daha sonraki Kemalistlerce onu da aşarak iyice abartılan bir biçimde sürdürülen Kemalizmi ideolojileştirme çabasıyla, İslam dışı yeni bir inanç sistemi oluşturmaya çalışıldığını, Kemalist kadroların bu yeni din tercihlerini topluma da zorla dayattıklarını ve bu sebeple de İslam’a, İslam şeriatına karşı mücadele ettiklerini ortaya koyacak yeterliliktedir.

 

Yukarıda ortaya konan belgelerle delilleri ortaya konduğu üzere, Kemalist kadrolar bundan 75 yıl öncesinden beri, “Allah’ı insanın yarattığını”, Hz. Muhammed’in kendisini “gördüğü rüyaların tesiriyle peygamber ilan ettiğini”, Hz. Muhammed’in asıl davasının “ümmetçilik” adı altında Arap ulusalcılığını yüceltmek olduğunu, Kur’an surelerinin Muhammed’in uzun tefekkürlerinin ve Yahudilikten istifade etmesinin sonucunda onun tarafından yazıldığını, İslam’ın bir “Arap dini” olduğunu, Mustafa Kemal’in bir ilah ya da kalplerdeki put olduğunu ve Kemalizm’in de Türk’ün dini olduğunu iddia ederek, Allah’ı, İslam’ı, Kur’an’ı ve Peygamberi reddedip, yerine Batı’dan ithal ettikleri pozitivizmi, aklı ilahlaştıran rasyonalizmi ve insanı ilahlaştıran bir “insanlık dini”ni ikame etmeye ve Türk ulusalcılığını kutsallaştırıp bir din ve ideoloji olarak dayatmaya çalışmışlardır.

 

Başlangıçta bir grup arkadaşıyla yeni devletin resmi dinin Hıristiyanlık olarak belirlenmemesi halinde, Batı tarafından itibar görmeyeceklerini söyleyerek, TC Devletinin resmi dininin Hıristiyanlık olduğunun anayasada yer alması teklifini gündeme getirip Mustafa Kemal’in başkanlığında tartışmaya açan ve Kazım Karabekir’in sert itirazıyla karşılaşan, Kemalizm’in ideologlarından ve Bakanlarından olan Mahmut Esat Bozkurt da, Türk ulusalcılığını ve Kemalizmi bir din olarak algılayıp dayatanlardandır. Bozkurt, “Atatürk İhtilali” adlı kitabında, Kemalist resmi ideolojinin ırkçı söylemlerinin, “ne mutlu Türküm diyene” ifadesinin Kemalizmin amentüsü olduğunu ve Türk’lükten kastın da kan bağı ve ırk olduğunu açıkça ifade etmiştir: “Bu memleket ve bu millet için Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir. Bunu bir AMENTÜ gibi belleyelim ve unutmayalım” (Sh. 360).

 

Ayrıca ilk ve orta dereceli okullarda yapılan ilmi araştırmaların, anketlerin sonucu da, Kemalizm’in bir din gibi dayatıldığına dair bu tespitimizi açıkça doğrulamakta ve bu tür araştırmaları yapanlarca da eleştirilmektedir. Bu araştırmalardan birisi; 26 Eylül 2007 tarihli Radikal gazetesindeki ‘Sevgili Atatürkçüğüm” başlıklı yazısında Yıldırım Türker tarafından tanıtılmıştır. Esra Elmas tarafından yapılan bu araştırma, bir tez kitabı halinde “Sevgili Atatürkçüğüm. İlkokul Çocuklarında Atatürk Algısı” adı altında yayınlanmıştır. Yıldırım Türker bu kitaptan yaptığı alıntılarla şu acı tespitleri ifşa etmektedir: Devlet okulunda yapılan çalışmada çocuklardan bazılarının, “sorulara açık cevap vermeleri halinde başlarına bela açılıp açılmayacağına” emin olmak istemişlerdir. Türker, Esra Elmas’ın kitapta yaptığı değerlendirmeyi şu şekilde anlatıyor; “okullarda yönetmelikle şart kılınmış Atatürk köşelerinin, sınıflara asılı, hayatlarının her alanında karşılaştıkları büst ve portrelerinin, her derste, mümkünse her an Atatürk adının anılmasının, bitmek tükenmek bilmeyen törenlerin yarattığı büyük gözaltı hissini anlatıyor”. Kitapta anlatılanın, “Eğitime başladıkları andan itibaren kendilerine tanıtılan tanrısal bir varlıkla, bir ölüyle muhatap olan küçük insanların hayatı” olduğunu vurguluyor. Elmas’ın diliyle, “Kemalizm, ruhani ve mistik olana karşı vurgusunu pozitif bilim ve akılda yapan bir ideoloji olarak reddini yaptığı şeyin dilini aynen kullanıyor” diyor. Ve Yıldırım Türker Radikal’deki yazısını şu tespitlerle tamamlıyor: “Atatürk, çocukların algı dünyasına göksel bir figür, kadiri mutlak bir varlık olarak nakşediliyor. Çocuklarımızı teslim ettiğimiz bu büyük göz altıdan yeni, ferah bir hayat kurulamıyor”.

 

Yukarıdaki alıntılarda görüldüğü üzere, “Mustafa Kemali putlaştırma, ilahlaştırma, Kemalizm’i dinleştirme, yaşam tarzı olarak ifade etme, Kemalizm’e amentü oluşturma”, bizzat Kemalistlerin tercih ve tanımlamalarıdır. Kemalist kadrolar, Kemalizm’i, bugünü, geleceği ve hayatın bütün alanlarını kuşatan bir yaşam tarzı, ilahı, putu, amentüsü, Kabe yerine ikame edilen kutsal mekanları olan bir ideoloji/din olarak algıladıklarına göre, uluslararası ve yerel hukuk gereğince, kendi tercihleri olan bu din ya da ideolojiyi başka din ve ideolojilerin müntesiplerine dayatmamaları gerekmektedir. Bizim dinimiz İslam’ın sahibi olan Allah da, Kur’an’da yer verdiği hükümlerle bireysel ve toplumsal hayatın, ekonomik, sosyal, siyasal, hukuki, ahlaki ve kültürel bütün alanlarını kuşatan ve kıyamete kadar da geçerli olan evrensel bir hayat tarzı ortaya koymuş ve bu hükümlere mutlaka riayet etmemizi, başka din ve ideolojilere ise itaat etmememizi emretmiş bulunmaktadır. Bu durumda Müslüman’a Kemalist resmi ideolojinin hayat tarzını dayatmak en büyük zulüm, en büyük insan hakları ihlali değil midir?

 

İşte bu tür baskılara, hukuk ve insan hakları ihlallerine itiraz edip herkes ve herkesim için adalet ve özgürlük talep ettiğim konuşmamda, bize de, bizzat Kemalistlerce bir din olduğu, hayatın bütün alanlarını kuşatan bir yaşam tarzı olduğu vurgulanan, ilke, ölçü ve normları Mustafa Kemal ve Kemalistlerce belirlenen Kemalizm’in dayatılmaması gerektiğini ifade etmiştim. Bizim de, yine hayatın bütün alanlarını kuşatan bir hayat tarzı olan, hudut, norm ve ölçülerini, iman ettiğimiz Allah’ın belirlediği İslam’a uygun bir eğitim ve yaşam hakkımızın olduğunu ve Müslüman’ca yaşama isteğimizi vurgulamıştım. Konuşmamda bu bağlamda şu hususlar ifade edilmiştir:

 

“Kemalizm dinin ritüellerinde, putperestler gibi yapılan törenlerde bizim ne işimiz var? Biz Müslüman’ız, biz kendi camilerimize ibadethanelerimize gidelim. Resmi törenlere gitmeyelim o zaman. Ve diyoruz ki, Antalya mahkemesi ve Danıştay bir karar verdiler, ne için? Alevi vatandaşların “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersinin zorunlu olmasına karşı açtıkları dava” üzerine, ne yaptılar, ne karar verdiler? Anayasanın emrettiği zorunlu din dersi Alevilere verilemez diye bir karar verdiler, biz de katılıyoruz. Doğru bir karar bu. Danıştay’ı da, Antalya İdare Mahkemesi’ni de alkışlıyoruz. Ama bir şartla, iki yüzlülük yapmayın diyoruz, çifte standart yapmayın. Bizler de Müslüman’ız, bize de Kemalizm dini dayatılmamalı, Atatürkçülük resmi ideolojisi dayatılmamalı, resmi törenlere katılmak zorunda bırakılmamalıyız. Hazır ol-rahat komutlarıyla, askeri törenler gibi resmi ideolojinin putlarına, kutsallarına ibadet etmeye, tazimde bulunmaya zorlanmamalıyız. Biz Müslüman’ız, Müslüman’ca yaşamak istiyoruz.” (sh. 6)

 

Danıştay’ın, zorunlu “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersi konusunda anayasa’nın 24. maddesindeki açık ve bağlayıcı hükme rağmen alevlerin açtığı davada, bu dersten muaf olmaları kararını vererek anayasa hükmünü yürürlükten kaldırırken, karar gerekçesinde “Devlet’in eğitim ve öğretim alanında yükleneceği görevlerin yerine getirilmesinde, ana ve babanın bu eğitim ve öğretimi kendi dini ve felsefi inançlarına göre yapılmasını sağlama haklarına saygı gösterir” şeklindeki AİHM kararına atıfta bulunması, hem haklı hem de ibret vericidir. Danıştay’ın tutarlı olabilmesi için, hak ve özgürlükler alanındaki çifte standarda son vererek, aynı gerekçeyle Müslümanlara Kemalizm dininin dayatılmasına da karşı çıkması gerekir. Bu bağlamda, İslami eğitimin ve “kamu alanında” başörtüsünün yasak olmasının da, okullarda her gün çocuklarımıza zorunlu Atatürkçülük, milli güvenlik, resmi tarih dersleri ve resmi törenlerle, Kemalizm’in amentüsü olduğu bizzat Kemalistlerce ifade edilen “and”larla Kemalizm’i dayatmanın, Kemalizm dinine uymaya zorlamanın da, hukuka ve altına imza atılan İnsan hakları Sözleşmelerine ve AİHM kararlarına aykırı olduğu sonucuna varması gerekir.

 

İşte yaptığım konuşmada bu gerekçelerle, tıpkı, Anayasa’nın amir hükmü olduğu halde, Alevi vatandaşlara “zorunlu din dersi verilmesinin hukuka ve insan haklarına aykırı olduğuna” dair yargı kararı verilebildiği gibi, aynı hukuki gerekçeyle, yerli ve uluslar arası hukuk, TC anayasasının üzerinde bağlayıcılığı kabul edilmiş bulunan BM İnsan Hakları sözleşmeleri, AB kriterleri, AİHM kararları gereğince, biz Müslümanlara da, İslam’a aykırı pozitivizmi benimsemiş, emperyalist Batının seküler kültürünü, ahlakını esas almış Kemalizm’in / Atatürkçülüğün dayatılmaması gerektiğini ifade ettim. Ve devamla şunları söyledim:

 

“Bizler halk olarak, bütün bu çirkinliklere, hukuksuzluklara, keyfiliklere, zulümlere sessiz kalmayacağımızı göstermeliyiz. Meydanları doldurup, bizi köleleştirip, kendileri efendilik ve ilahlık taslayanlara hukuki haddini bildirecek itirazlar yükseltmeli, hesap sormalıyız. Asla şiddete başvurmadan, asla kimseye hakaret ve zulüm yapmadan, bu ülkenin bütün insanlarının barış içerisinde, özgürce yaşayabilecekleri ortamları hazırlamak için, zulme rızanın zulüm olduğu bilinciyle zalimlere karşı hakkı haykırmalı, muhalefet bilincini yaygınlaştıracak örneklikler oluşturmalıyız. Bu adalet ve özgürlük taleplerimize, ülkemizdeki bütün halkların, kesimlerin barış içinde özgürce yaşama hakkını savunma mücadelemize de süreklilik kazandırmalıyız.” (sh. 6)

 

“Eğer biz, bize düşen bu sorumlulukları yerine getirirsek, adalet ve özgürlük taleplerimizle oligarşiye karşı sesimizi yükseltip hesap sorarsak ki bizler halkız, hesap sorma makamındayız, işte o zaman bu ülkenin insanları, hangi dinin, hangi ırkın, hangi ideolojinin müntesipleri olurlarsa olsunlar özgürce, barış içinde, iyi komşuluk ilişkileri içerisinde bir arada yaşayacakları ortama tekrar kavuşacaklardır.”

 

“Ne yaparlarsa yapsınlar, biz asla şiddete başvurmadık, başvurmayacağız. Biz asla kimseye hakaretten yana olmadık, hakaret etmedik, etmeyeceğiz. Çünkü bunlar bizim Müslüman kimliğimizin doğal sonuçlarıdır.” (sh. 7)

 

Görüldüğü üzere, konuşmamda değil Mustafa Kemal’e, Kemalistlere bile hakaret ve sövme söz konusu olmamış, sadece onların kendi tercihleri olan dinlerini herkesime zorla dayatmaları uygulaması eleştirilip, bu adaletsizliğe son verilmesi istenmiştir. Hakaret etmememiz ve kime olursa olsun hakarete karşı çıkmamız da, bir takım yasaların yasaklamasından ziyade, hakareti yasaklayan İslami kimlik ve vahyi ölçülerin böyle ahlaklı bir duruşu gerekli kılmasından kaynaklanmış olup, bu husus bizzat konuşmamızda da zikredilmiştir.

 

Hiç kimseye herhangi bir aşağılama ve hakaret söz konusu olmayan bu konuşmamızda yaptığımız eleştiriler de, Kemalist bürokrat ya da “aydın” kadroların, kendi dini inançlarını ya da ideolojik tercihlerini, başka din ya da ideolojilerin müntesiplerine ve bu arada biz Müslümanlara da dayatmakta olmalarından kaynaklanmakta, ülkedeki pek çok sorunun temelinde de işte bu zorbalık yer almaktadır. Yoksa Mustafa Kemal ve Kemalistlerin tercihleri bizi ilgilendirmemekte, eleştirilerimiz de onların tercihlerini değil, bu tercihlerini bizlere de dayatmış olmalarını hedeflemektedir. Çünkü bizim Kur’an’a dayalı inancımıza göre, Mustafa Kemal ve Kemalistlerin de yaratıcısı olan Allah, onlara ve herkese, bu imtihan dünyasında, kendilerini özgürce gerçekleştirme özgürlüğünü tanımıştır. Ve bu sebeple Kur’an ayetlerinde “Dinde zorlama yoktur” (Bakara 256), “Dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin” (Kehf 29) hükümlerini vazederek, imtihan sebebiyle dünyada kullarını serbest bırakmıştır. Bu sebeple bizler de, Allah’ın bu ayetleri gereğince kimseye İslam’ı kabul etmeyi zorla dayatmamakta, tam tersine bu imtihandaki herkesin tercih özgürlüğünü savunmakta, ancak bize de başka din ve ideolojilerin dayatılmaması gerektiğini ifade edip, hak ve özgürlüklerimizi dile getirmekteyiz. Dolayısıyla konuşmamızda, hiçbir şahsiyete ve hiçbir kesime hakaret olmadığı gibi, özellikle bir kesimin kutsalı konumundaki Mustafa Kemal’e hakaret ya da sövme fiilini işlememiz ise mümkün değildir. Çünkü bu fiil, öncelikle Kur’an’ın açıkça yasaklamış olması sebebiyle, bizden asla sadır olmamış ve bundan sonra da sadır olmayacak bir fiildir.

 

5816 Sayılı Yasanın ve Ağırlıkla TCK 216 ve 301. Maddelerinin Uygulamaları Sürecinde Yargı Kararlarındaki “Düşünce Özgürlüğü” Açılımı:

 

YARGITAY Ceza Genel Kurulu, T:23.11.2004, E:2004/8-130, K:2004/206 nolu kararında şu ifadeler yer almaktadır:

 

Doğal haklardan kabul edilen ifade hürriyeti, çoğulcu demokrasilerde, vazgeçilemez ve devredilemez bir niteliğe sahiptir. Öğretide değişik tanımlara rastlanmakla birlikte, genel bir kabulle ifade/düşünce hürriyeti, insanın özgürce fikirler edinebilme, edindiği fikir ve kanaatlerinden dolayı kınanmama, bunları meşru yöntemlerle dışa vurabilme imkan ve özgürlüğüdür. Demokrasinin “olmazsa olmaz şartı” olan ifade hürriyeti, birçok hak ve özgürlüğün temeli, kişisel ve toplumsal gelişmenin de kaynağıdır. Bu bağlamda;

 

İnsan Hakları Bildirgesi’nin 19. maddesinde;

“Herkesin görüş ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak, karışmasız görüş edinme ve herhangi bir yoldan ve hangi ülkede olursa olsun bilgi ve düşünceleri arama, alma ve yayma özgürlüğünü içerir.”

 

İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin; 9. maddesinin 1. fıkrasında;

“Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, din veya inanç değiştirme özgürlüğü ile tek başına veya topluca, açıkça veya özel olarak ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak suretiyle dinini veya inancını açıklama özgürlüğünü de içerir.”

 

  1. maddesinin 1. fıkrasında;

“Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerir…” hükümlerine yer verilmiştir.

 

Anayasa’nın; 24. maddesinde din ve vicdan hürriyeti başlığı altında; “Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir… Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.” 25. maddesinde düşünce ve kanaat hürriyeti başlığı altında; “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne amaçla olursa olsun kimse düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz. Düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz. 26. maddesinde ise, İHAS’nin 10. maddesinin 1. fıkrasındaki düzenlemeye benzer şekilde; “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar…” hükümleri yer almıştır.

 

Görüldüğü gibi, Sözleşmenin 9. maddesinin 1. fıkrası ve Anayasa’nın 24. maddesinde din ve vicdan hürriyeti, Sözleşmenin 10. maddesinin 1. fıkrası ile Anayasa’nın 25 ve 26. maddelerinde ifade (düşünce) hürriyeti güvence altına alınmıştır.”

 

Söz konusu Yargıtay Ceza Genel Kurulu Kararında ayrıca şu hususlar ifade edilmiştir:

 

“Düşünceleri mahkûmiyetlerle durdurarak korunmayı yeğleyen bir “kamu düzeni”nin, çelişen düşünceleri bir arada yaşatmaya ve hoşgörü ile değerlendirmeye alışan “kamu düzeni”nden üstün olamayacağı ve tercih edilemeyeceği, zihinlere nakşedilmelidir. Yönetenlerce önerilen kurallar dizesinin her zaman ve her koşulda “kamu düzeni” kavramıyla birebir örtüşeceği yanlışına düşülmemelidir. Çoğu kez, devletin yönetim gücünü yedinde bulunduran ve bu yetkiyle “resmi ideoloji” adı altında bir çok düzenlemeyi “uyulması zorunlu kurallar bütünü” olarak halka dayatıp “korunması gereken düzen” namıyla hukukun himayesi altına aldırmış olanların, halkını ya durağanlığa, ya da geri kalmışlığa mahkum ettiği gerçeği hatırlanmalıdır. Yakın tarihimiz yeniden hatırlanmalı; “Devlet düzeni” olarak kabul olunan ve doğru sayılıp “kamu düzeni” namıyla korunan nice “resmi ideolojinin”, olağan ya da ara rejimlerle değiştirildiği, yerine ikâme edilenlerin yine “Devlet düzeni” adı altında “yeni doğrular” olarak hukukun koruması kapsamına alındığı, bunların da bilahare yerini yenilerine terk ettiği hatırlanmalı, bu değişimleri benimseyenlerle, benimsemeyip cesaretle eleştirenlerin oluştura geldiği Kamu’nun, birlikte yaşama zorunluluğu ve yararı düşünülmeli, halkı farklı tercihlerden soyutlamanın ve yönetenlerin düşünceleri doğrultusunda kabule zorlamanın olanaklı bulunmadığı, bu nedenle de “kamu düzeni” kavramının ideolojik “Devlet düzeni” ile her zaman örtüşmediği sonucuna varılmalıdır.”

 

Yargıtay Ceza Genel Kurulu aynı kararında ayrıca kamu düzeni hakkında da şu tespitleri yapmış bulunmaktadır: “Kamu düzenini korumak gerekçesi altında belli bir ideolojinin dokunulmazlık zırhına büründürülmesi, ya da “en fazla korunmaya mazhar” bir ideolojik kategorinin yaratılması çoğulculuğu baltalayacaktır. Aksoy/Türkiye davasında da AİHM, Türkiye Devletinin mevcut düzenini, ilkelerini ve yapısını sorgulayan, ancak şiddete ya da silahlı direnişe teşvik edici hiçbir unsur içermeyen konuşma ve yayınların cezalandırılmasını düşünce özgürlüğünün ihlali olarak görmüştür. Öte yandan AİHM, açıklanan düşüncenin salt saldırgan bir nitelik taşımasının dahi, düşünce açıklamalarının cezalandırılması için yeterli olmadığını, düşüncenin açıklandığı yer ve zaman koşullarının dikkate alınmak suretiyle bir sonuca varılması gerektiğini vurgulamıştır (…) Ayrıca AİHM. bir çok kararında düşünce özgürlüğünün yalnızca zararsız bilgi ve düşünceler açısından değil, “devleti veya halkın bir bölümünü rahatsız eden, taciz eden/şoke eden veya kaygılandıran” bilgi ve düşünceler açısından da geçerli olduğunu kabul etmiştir(…)AİHM. şiddet unsuru içermemek koşuluyla, toplum ve devlet katında yaygın olan siyasal görüşlerin sorgulanabileceğini. bunlara ters düşen düşüncelerin özgürce açıklanabileceğini ortaya koymuş ve böylece çoğulcu toplum yapısını korumak istemiştir…”

 

Söz konusu Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararında yapılan şu vurgu da bu soruşturma bakımından önem arz etmektedir: Kanun maddesinde yazılı suçu, “öncelikle, düşüncesini açıklayan kişinin bilmesi ve eylemini buna göre denetlemesi lüzumu ortaya çıkmaktadır. Hangi davranışının ceza yaptırımıyla karşılanacağını, hangisinin ise ifade özgürlüğü kapsamında olacağını yorumlamada hataya düşmemesi ehemmiyet arz etmektedir. Kişinin, yasaya uygun olduğu ve suç oluşturmayacağı inancıyla yaptığı bir yayını, yargıcın kendi duyarlılıklarından kaynaklanmış yorum ve değerlendirmesiyle mahkûmiyete götürmesi, hukukun temelini oluşturan güven duygusunu zedeleyecektir” denilerek, yargıç ve savcıların subjektif yorumlarla hareket etmesinin hukuka aykırılığına dikkat çekilmiştir.

 

Yani, düşünce adamlarının, yazdıklarının ya da konuştuklarının suç kapsamına girip girmediğini, bir savcının iddianamesi ortaya koymadan bilemeyeceği, hangi düşünce açıklamasının suç sayılıp sayılmayacağının düşünce adamlarınca önceden bilinmesinin mümkün olmadığı ve kapsamına giren suçların, ancak özel yetenekli savcı ve yargıçların yorumlarıyla belirlenebildiği gizemli hükümlerin varlığının Ceza Hukukunun temel prensiplerine aykırı olduğu ifade edilmiştir.

 

Buradan hareketle ifade etmek isterim ki, bir düşünce adamı olarak yıllardır yazdıklarımdan ya da konuşmalarımdan dolayı bu tür maddelerle sürekli muhatap kılınıyorum ve bu maddeler hakkında açık ve net bilgilere sahip bulunmaktayım. Bu bilgilerim çerçevesinde değerlendirdiğimde, yaptığım konuşmada hiçbir suç unsuru bulunmadığı konusunda mutmainim. Çünkü bu yasaları çıkarılış gerekçeleri, suç unsurları bakımından çok iyi biliyorum. TCK 216. maddeyle; toplumu teşkil eden farklı ırk, din, mezhep ve bölgesel kesimlerin, bu farklılıkları kullanarak birbirine karşı, kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikeyi ortaya çıkaracak şekilde kin ve düşmanlığa tahrik edilmesini engellemeyi ya da bu farklı halk kesimlerinin aşağılanmasını önlemeyi hedeflemektedir ki, bizim için, bu iki fiilin işlenmesinin önünde en büyük engel, öncelikle İslami kimliğimiz ve vahyin ölçüleridir. Davetimizin muhatabı kesimleri birbirine kin ve düşmanlığa tahrik etmek yerine, bütün kesimleri vahyi mesajla buluşturmak, iman kardeşliğinde bütünleştirmek suretiyle kurtuluşlarına vesile olmak, iman etmeyenlerle de, “dinimiz konusunda bizimle ve dinimizle savaşmamak, bizi yurtlarımızdan çıkarmaya kalkışmamak” şartıyla iyi komşuluk ilişkileri içinde barış, iyilik, adalet ortamında birlikte yaşamayı dinimiz istemektedir. 301. maddede ve 5816 sayılı yasada koruma altına alınanlar ise kimi kesimlerin kutsallarını, ilah ya da putlarını teşkil etmektedirler. İşte bunlara hakareti de yine dinimiz yasaklamakta olduğu için, bu kesimlere davetçi, şahit ve örnek olma sorumluluğu taşıyan mü’minler olarak bizim bu tür suçları işlememiz mümkün değildir.

 

Bu sebeple, savcıların ve yargıçların, anlamını ve neyi kapsadığını ancak ve sadece kendilerinin bilebildiği bir takım gizemli hükümler varmış gibi davranıp, subjektif yorum ve kıyas yoluyla, TCK’daki veya diğer yasalardaki maddelerin metnini genişleterek suç ihdas etmeleri gibi, hukuki olmayacağı Yargıtay Ceza Genel Kurulunca da beyan edilen, hukuksuz ve ideolojik yaklaşımlar olmadığında, yani mevcut yasalara riayet edildiğinde, keyfilikten uzak, önyargısız ve objektif davranıldığında biz Müslümanlara bu maddelerden ceza verilmesi mümkün değildir.

İlginizi çekebilir

Şehid Âlim Şeyh Said’e, Türkçü, Atatürkçü, Laik Zihniyetleri ve Kirli Dilleriyle ‘Hain’ Diyenler, İslâm’la Hükmedilmesine ve Ümmetçiliğe Karşı Çıkıp İslam Kardeşliğini Yok Ederek En Büyük Bölücülüğü Yapan Gerçek HAİNLER Değil midir?

Yazıklar olsun bu büyük zulüm ve adaletsizliği temsil edip ülkeye ve halklarına ABD, NATO ve İsrail ile kol kola bunca kötülüğü yaptıkları halde hâlâ utanmadan bu milleti sevdiklerini ve vatanın bölünmesine karşı olduklarını söyleyerek bu kadar ikiyüzlü davrananlara?