İLKAV’ın Ankara’da düzenlediği “Resmi İdeoloji Kıskacında Eğitim Sistemi ve Din Eğitimi” başlıklı panelin ardından yaşanan medyatik linç ve hukuksuzluk sürecini İLKAV Başkanı Mehmet Pamak’la görüştük. Haksöz Dergisi Ankara Temsilciliği’nden Abdurrahman Çeliker’in gerçekleştirdiği bu röportajda panelde verilen mesajlardan Devlet Bakanı M. Ali Şahin’in başlattığı soruşturmaya ve İslami camianın tepkilerine kadar pek çok konu ele alınıp tartışıldı.
-Resmi ideoloji ve eğitim ilişkisini sorgulayan bir panel düzenlemeye neden gerek duydunuz?
Bütün medya, sürekli toplumsal çürüme haberleriyle dolup taşıyor. Toplumsal yapıda meydana gelen ürkütücü boyutlardaki yozlaşma, aşınma ve çürümüşlük, herkesin dikkatini çekecek açıklıkta cereyan ediyor.
Militarizme teslim olmuş, ideolojik kuşatma altında kışla haline dönüştürülmüş eğitim kurumlarında yetiştirilen, materyalist, seküler değerlerle zihinleri kirletilen gençlik, şiddet, uyuşturucu ve fuhuş bataklığına sürülmüş bulunuyor. Anketler, istatistikler, araştırmalar, erdemli insanları utandıracak ve telaşlandıracak boyutlarda sapkınlıkların toplumu ve gençliği kuşattığını ortaya koyuyor. Uyuşturucu ve fuhuş yaşının 10-11 yaşlarına kadar indiğini, şiddeti de esas alan çeteleşmenin ilköğretim okullarına kadar yayıldığını ortaya koyuyor. Çocuk pornosunda Türkiye’nin ilk sıralarda yer aldığı ve bu tür sapkınlıkların öğretmen öğrenci ilişkilerine kadar indiği tespitleri yapılıyor.
Diğer taraftan, eğitimin niteliğinde ve seviyesinde büyük düşüş yaşanıyor. Çocuklarımız, ilmi eğitim programlarından uzak ideolojik programlarla, doğru ve ilmi bilgiden uzak bir ezbercilikle mahvediliyor. Kimlik ve şahsiyet alanında bunalımlı, değerler alanında yozlaşmış, kültür seviyesi düşük ve niteliksiz nesiller yetiştiriliyor.
Üstelik bütün bu çürümede hiçbir dahli olmayan, tam tersine yasaklar ve baskılarla kuşatılmış, tehdit ve düşman konumuna oturtulmuş bulunan İslam ve Müslümanlar ise, bu büyük yozlaşmanın gerçek sorumluları tarafından sürekli “irtica” yaftasıyla karalanıp suçlu ilan edilmeye çalışılıyor.
İşte biz bu panelle, bu büyük ve yaygın çürümenin, kokuşmuşluğun gerçek sebebini araştırdık. Çocuklarımızı ve toplumu bu hale getirenlerin üzerine, ilmin, araştırmaların, anketlerin, raporların ve selim aklın ışığını tuttuk. Haklarımızı, özgürlüklerimizi gündemleştirip herkes için adalet talep ettik. İşte bu panelde suçları ifşa edilenler, büyük bir telaşa kapılıp, suç üstü yakalanmanın psikolojisiyle saldırıya geçtiler.
-Panelde ne gibi tespitler yaptınız, neleri eleştirdiniz de bu kadar büyük tepki doğdu?
Özetle şu tespitleri ve eleştirileri yaptık:
“Bütün sorunlara kaynaklık eden en temel sorun, öncelikle çözülmesi gereken en önemli mesele, eğitimin sivilleştirilip, özgürleştirilmesi, askeri vesayet altından kurtarılması meselesidir.
Kemalist sistemin, “tevhid-i tedrisat” kanunuyla dayatılan, farklılıkları yok eden, tek tipçi pozitivist eğitimle, kimlik ve değerler alanında büyük erozyon yaşanmış, düşünce alanında sığlık ve seviyesizlik yaygınlaşmıştır.
İdeolojik bağımlılık ve taassup eğitim kurumlarında ve üniversitelerde görevli kadroların yeni fikirler üretmelerini, bilimsel atılımlar yapmalarını engellemiş, bu ideolojik bağnazlık bilimsel ufukları sınırlandırmış, düşünce üretimini dondurmuştur. Bu kadroların, resmi ideoloji kıskacında yetiştirdikleri gençlik de doğal olarak, kimlik ve şahsiyet kargaşası içinde, hedefsiz, niteliksiz, seviyesiz ve bunalımlı bir gençlik olmuştur.
Laik devlet, bir yandan dinin kendi kurumlarını oluşturup, kendi ayakları üzerinde durmasını engellemiş, diğer yandan din üzerinde velayet ve vesayet oluşturmuştur. Bu ise, laiklik değil bizantinizmdir. Laik devlet, bir yandan kamu okullarında verilen “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi”nde ve İmam Hatip Liselerinde bile laikliği ve Atatürkçülüğü empoze etmeye çalışırken, diğer taraftan tektipçi, farklılıkları yok eden “Tevhidi tedrisat yasası” ile İslami eğitim veren özel okullar açılmasını da yasaklamıştır. Laik devletin ideolojik kuşatması, camilerdeki yaygın eğitimi de tahrip etmiş, hutbeler, vaazlar ve Kur’an kursları bile Laik devletin arzularına ve laik politikalarına tabi kılınmıştır.”
-Peki sizin teklifleriniz nelerdi?
Çocukların, devletin değil ailelerin olduğunu, bu sebeple de, nasıl bir eğitim almaları gerektiğini belirleme yetkisinin de devletin değil, tıpkı taklit edilen Avrupa’da olduğu gibi sadece ailelerin olması gerektiğini ifade ettik.
Çocukları; resmi ideolojinin kulu olarak yetiştirilmek üzere okula teslim edilmiş, beyinleri yıkanması gereken nesneler, ezberci bir eğitim sistemiyle doldurulması gereken boş kaplar ve iradesiz robotlar olarak görmeyen özgürlükçü bir eğitim sisteminin kurulması gerektiğini gündeme taşıdık ve şu hususların altını çizdik.
“Fıtrata yönelik baskıların kalktığı, şahsiyetleri askeri ve ideolojik kalıplarla öğütmeye yönelik faşist dayatmaların son bulduğu özgür ortamlarda, insanın kendine ve Rabbine yabancılaşmaktan kurtarılarak, imtihan dünyasında kendini özgürce gerçekleştirebilmesinin önü açılmalıdır. Eğitim askeri ölçülerle kuşatılmış dar ufuklu bireyler ve ideolojik bağnazlıkla malül niteliksiz, şahsiyetleri öğütülmüş nesiller yetiştirmeyi değil, fıtratı (yaratılıştaki temizliği) koruyup geliştirerek “iyi insan” yetiştirmeyi hedeflemelidir.”
“Fıtratı koruyup tekâmül ettirmeye zemin hazırlama fonksiyonu görecek bu adil sistemde, öğrencilere, sahih bilgiye ulaşmanın, bilgiyi elde edip değerlendirmenin, sonuç çıkarıp anlamanın yol ve yöntemlerini, öğretmen-öğrenci birlikteliği ile öğreten, düşünebilme, tefekkür edebilme, üretebilme, tercih edebilme, karar verebilme, sorgulayabilme, itiraz edebilme, öneri getirebilme ve imtihan için bulunduğu bu dünyada kendini özgürce gerçekleştirebilme yeteneklerini ortaya çıkarıp geliştirebilme imkânları hazırlanmalıdır.”
“Özgür bir eğitim sisteminde, şahsiyetleri ve fıtratları korunmuş özgür nesiller yetiştirebilmek için, eğitimin öncelikle temel insan hakları zeminine oturtulması, askeri vesayet ve militarizmden soyutlanıp sivilleştirilmesi gerekmektedir” dedik. Bu bağlamda, okullarda askeri denetim ve vesayet aracı olarak işleyen ve kışla tipi eğitimin simgesi haline gelen Milli Güvenlik Derslerinin ve çocukların tazime zorlandıkları “seküler kutsal”ların, dogmatik dayatmaların kaldırılması gerektiğini gündeme taşıdık. Okullara kışla ve tapınak görüntüsü veren “hazırol-rahat” komutları, büstler önünde saygı duruşları, askeri disiplin, tek tip kıyafet, tek tip düşünce dayatarak yol açılan geriliğe dikkat çekerek, and, marş, tören vb askeri ve dinsel ritüellerin kaldırılmasını talep ettik.
-Özelde Müslümanlar ve genel olarak toplumdaki tüm kesimler adına ne tür haklar talep ettiniz?
Panelde, İslami kimliğimizi belirleyici kılan, ancak ayrım yapmadan bu ülkenin bütün insanları için adalet ve özgürlük isteyen konuşmalar yapıldı. Tabii ki, Müslümanlar olarak muhatap kılındığımız, başta başörtüsü yasağı olmak üzere, bütün baskı ve yasakların kaldırılmasını da gündeme taşıyan, gasp edilmiş bulunan hak ve özgürlüklerimizi savunan tebliğler sunuldu.
Askeri vesayet altındaki eğitim sisteminde okutulan “Atatürkçülük”, “Milli Güvenlik” ve “İnkılap Tarihi” gibi ders kitaplarında, “Kemalizm” ya da “Atatürkçülük” ideolojisinin, “bütün beşeri alanları kapsayacak genişlikte” bir ideoloji ve “bir yaşam tarzı” olarak benimsenmesi gerektiği ifade edilmektedir. İslam dini de, beşeri hayatın bütün alanlarını kuşatan hükümler vazederek bir hayat modeli sunmakta ve inananlarını bu hayat tarzını yaşamaya çağırmaktadır. O halde bir Müslüman’a, Kemalizm ya da Atatürkçülük ideolojisini dayatmak en büyük insan hakları ihlali, en büyük zulümdür. Bu sebeple, “kamu okullarında, devlet hiçbir ideolojiyi ya da dini dayatmamalı, dileyene seçmeli “Atatürkçülük” dersi, dileyene de seçmeli “Kur’an ve İslam eğitimi” dersi alma imkânı verilmelidir”.
Bunun dışında, Atatürkçü, Hıristiyan, Yahudi, Müslüman vb tüm kesimler kendi özel okullarını açabilmeli ve laik devlet bu okulların ne müfredatlarına ne de öğretmen kadrolarına asla karışmamalıdır. Bugüne kadar, sistemin seküler programları dahilindeki İmam Hatipleri İslami eğitim kurumu gibi sahiplenip, laik devletin karışmaması gereken esas İslami eğitim hakkımızın hiç gündeme taşınmamış olmasını eleştirdik ve Müslüman halkımızı, gasp edilmiş bulunan İslami eğitim kurumları açma hakkımızı elde etmek için mücadele etmeye çağırdık.
Şunun da çok iyi kavranmasını istedik; “Biz Müslümanlar, tüm insanlara ayrım gözetmeden adaletle muamele etmek zorundayız. Biz, insanlara, kendilerini özgürce gerçekleştirebilecekleri özgür ve adil ortamları hazırlamakla yükümlüyüz. Başkaları bizim düşünce özgürlüğümüzü savunmasalar da, biz onların da özgürlüklerini savunacağız. Çünkü biz bunu bir ibadet olarak yapıyoruz.”
“Herkes özgür olsun ve her fikir, her düşünce serbestçe kendini ifade edebilsin. Dileyen dilediği dini, ideolojiyi özgürce tercih edip yaşayabilsin. Dileyen Atatürkçü, dileyen Hıristiyan yada Yahudi olsun. Dileyen sosyalist, dileyen liberal olsun. Ama dileyen de Kur’an’ın belirlediği anlamda bir Müslüman olabilsin. Kimse kimseye zulmetmesin, kendi ideolojisini ve dinini dayatmasın.”
“Bırakalım silahları, bırakalım makamları, mevkileri, rütbeleri gelelim bir araya özgür ortamlar oluşturalım, özgürce tartışalım, bu ülkenin insanlarının önünü ve özgürlük yollarını açalım ki, baskılar yüzünden iki yüzlü olmasınlar. Hangi dini ve ideolojiyi tercih ediyorlarsa etsinler, ama özgürce tercih edebilsinler. Yüreğiniz varsa, düşüncenize güveniyorsanız, buyurun özgür ortamlarda tartışalım. Silahlar, baskı ve şiddet konuşmasın, kitap, kalem, düşünce ve fikirler konuşsun.”
-Herkes için özgürlük ve adalet isteyen tutumunuza rağmen, medyada gördüğünüz muameleyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kendisi de 28 Şubat andıçlarının mağduru olan M. Ali Birand başta olmak üzere kimi medyatörlerin, böylesine adil ve ilmi içerikli bir düşünce açıklamasına, bu kadar faşist bir tutumla, son derece bağnaz ve seviyesiz bir üslupla saldırıya geçip yargısız infaz ve linç gerçekleştirmeleri, Türkiye’de dilediğini yapma azgınlığı içinde olan medyanın geldiği noktayı ortaya koyan utanç verici bir sonuçtur. Aslında bu sonuç, en AB’cilerin bile ne kadar bağnaz, ne kadar özgürlük düşmanı, ne kadar sığ ve niteliksiz olduğunu göstermekte ve bizim bu sistemin yol açtığı çürüme ve yozlaşmayla ilgili tespitlerimizin haklılığını ortaya koymaktadır.
İşte tüm bu baskıcı ve zorba tutumlar, faşist saldırılar gerçek dogmatizmi, boş inancı, irticayı ve geriliği kimlerin temsil ettiğini açıkça ortaya koydu. Kemalizmi ve sekülarizmi savunanların seviyesini, fikre fikirle karşılık vermeye yeterli olmadıkları için şiddete başvuran acizliklerini bir daha ortaya koydu.
Kemalist sisteme yöneltilen nitelikli eleştirileri, düşünsel üretimleriyle ve kendi yetenekleriyle karşılamakta yetersiz kalanların, fikre fikirle karşılık vermede acze düşenlerin, Mustafa Kemal’i öne çıkarıp, onu kalkan gibi kullanmaya ve onun üzerinden terör estirmeye kalkmaları adil ve haklı taleplerimizin karşısında söyleyecek söz bulamamalarının ifadesidir. Yeri geldiğinde AB savunuculuğunu kimselere bırakmayan bu hukuk düşmanlarına şu soruyu sorma hakkımız doğmaktadır: Hani sizin AB kriterleriniz, insan hakları ve demokrasi iddialarınız? Yoksa bunlar, acıkınca yemek üzere ürettiğiniz putlarınız mıydı?
Peki, Vakıflardan sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in, daha medyadaki saldırgan muhbirin yayını bitmeden onu arayarak, gerekeni yapacağına, kimsenin Atatürk’e böyle eleştiriler yapamayacağına, gerekirse vakfın kapatılabileceğine ve bu amaçla hemen müfettişleri görevlendirdiğine ilişkin açıklamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tabii ki bu, hukuk adına utandırıcı bir tutum. Söz konusu Bakan, hem de daha haberin yayını sürecinde hemen talimat verip soruşturma açtırdığını söylemişti. Bunu hangi hukuk anlayışı ve hangi ahlaki ilkeyle bağdaştırabilirsiniz? Nasıl oluyor da, kendileri ve genel başkanları hakkında da defalarca aynı provokatif haberleri yapan sabıkalı bir medyanın son derece seviyesiz ve yönlendirici muhbirliğinin dolduruşuna gelip, hiç bir ön araştırmaya bile gerek görmeden, bu yönlendirici yayını hemen talimat gibi algılayarak harekete geçebiliyor. Görevlendirdiğini ifade ettiği müfettişlerin, Bakanlarının bu peşin hükmü ve yönlendirici açıklaması karşısında, ne kadar bağımsız hareket edebileceklerini de kamu oyunun takdirine bırakıyoruz.
Sanırım savcılıkta konu ile ilgili bir soruşturma başlattı değil mi?
Evet. Zaten bu kadar ısrarlı hedef göstermeden sonra, hele Türkiye şartlarında soruşturma açılmaması beklenemezdi. Bu sebeple, savcılığın incelemesini; İslami kimliğe karşı önyargıların bu kadar keskin olduğu bir ülkede, üstelik bu kadar tahrik ve baskı karşısında doğal bir sonuç olarak görüyorum. Ancak şunu da söylemem gerekir ki, eğer İslam’a hakaret söz konusu olsaydı ne kadar tahrik ederseniz edin gene de kimseyi harekete geçiremezdiniz. Nitekim İslam’a en ağır hakaretleri yapan bir bayan profesör, hem malum medya tarafından “düşünce özgürlüğü” adına baş tacı edildi, hem yargı, yaptığı onca hakareti bile “düşünce özgürlüğü” çerçevesinde değerlendirip beraat ettirdi, hem de her gün irtica ihbarı yapan Cumhurbaşkanı’nın eşi tarafından, yüksek rütbeli askeri bürokratların eşlerinin de katıldıkları Çankaya köşkündeki bir törenle “Atatürk’ün yolunda bir ömür” ödülüyle taltif(!) edildi. Biz ise, sadece ilmi ve düşünsel düzeyde fikirlerimizi ifade ettiğimiz için, hakarete, saldırıya ve soruşturmaya muhatap kılınıyoruz. Düşünce özgürlüğümüze yönelik en faşist saldırılar gerçekleştiriliyor ve insan haklarını savunma iddiasındaki liberal, sol ve “demokratik Müslüman” çevreler topluca seyrediyorlar.
İnsan Hakları Dernekleri, bu kadar sert, bu kadar açık bir biçimde gerçekleştirilen ve bu kadar çok insanın izlediği bir insan hakları ihlali karşısında nasıl bir tutum sergilediler?
Maalesef Özgür-Der haricinde suskun kaldılar. Özgür-Der, genel merkez ve tüm şubeleriyle, hem düşünce özgürlüğümüze, hem de ortak şiar ve söylemlerimize sahip çıkarak gerçekten onurlu bir duruş sergilemiştir. Üstelik aynı konuda bir paneli gerçekleştirerek ve MEB’e verilmek üzere hazırlanmış, resmi ideoloji baskısının, askeri vesayetin ve militarizmi dayatan Milli Güvenlik Derslerinin, ant, marş ve tören gibi “seküler kutsallar”a tazime zorlayan gerilik ifadesi ritüellerin kaldırılması gerektiğini vurgulayan aynı bildiriyi imzaya açarak, gerçekten son derece ilkeli, onurlu ve örnek bir duruş sergilemiştir. Özgür-Der Genel Merkez ve tüm şubelerinin sergilediği bu onurlu duruşun, İslami referanslardan taviz vermeyen ilkeli ve İslami kimlikli bir insan hakları mücadelesini esas almaktan kaynaklandığı kanaatindeyim.
Olayın ardından yaptığınız basın açıklaması beklediğiniz etkiyi gösterdi mi?
Maalesef yanımızda olacaklarını düşündüğümüz İnsan Hakları Kuruluşlarının gereken tepkiyi veremediklerini gözlemledik. Prof. Atilla Yayla’nın düşünce özgürlüğü, hem de aynı konuda saldırıya uğradığında bütün bu kuruluşlar, hemen ikinci gün yanında yer almışlardı. Aslında biz de, Atilla Yayla’yı ve Liberal Düşünce Derneğini arayarak ziyaret etmek istemiş, özgürlüğünü savunmuş ve ona destek olmak üzere panelimizin açış konuşmasını yapmasını da teklif etmiştik. Ancak burada sorun, aynı hak ve özgürlüğümüz, aynı konuda ve aynı medyadan saldırıya uğradığında, aynı çevrelerin, aynı duyarlılığı bizim için de göstermek gereği duymamış olmalarıdır. Ve bunun bir defalık bir ihmal değil, süreklilik arz eden bir çifte standart olmasıdır. Onların dikkatini çekmek ve ilgisine mahzar olmak için, illa da onlar nezdinde akredite olmak, onların razı olacakları düşünce yelpazesi içinde kalan fikirler ifade etmek mi gerekmektedir?
Peki, kartel medyasından bu derece haksız ve hedef gösterici haberler yapılarak düşünce özgürlüğünüz baskı altına alınıp, medyatik terör estirilirken, yanınızda yer alacaklarını umduğunuz basın organlarının tutumu nasıl oldu?
Maalesef daha önce ifade ettiğim çirkin çifte standardı, görmezden gelme ve yok sayma utanmazlığını, okuyucu çoğunluğunu Müslümanların teşkil ettiği medya da, yine her zamanki gibi ortaya koymaktan çekinmedi. Vakit ve Hilal TV dışında, hiçbir gazete ve televizyon hak ve özgürlüklerimize sahip çıkmadıkları gibi, faşist medya terörüne karşı yaptığımız basın açıklamasını bile görmezden geldiler ve nötr bir haberciliği bile esirgediler. İslami duyarlılık ve adalet duygusundan vazgeçtik, insani erdemlere ve basın ahlakına, dürüst ve objektif habercilik ilkelerine bile aykırı bir tutum takınmaktan utanmadılar. Vakit gazetesinin dört ve Star gazetesinin bir köşe yazarı, yapılan haksızlığa karşı adaleti gündemleştiren, düşünce özgürlüğümüzü savunan yazılar kaleme aldılar. Halbuki olayı gündeme taşımayanların bir kısmı sıkıntılara düştüklerinde, mahkemelerde yanlarında yer alarak, ceza evlerinde ziyaret edip destekleyerek, yahut bir başka tarzda mutlaka yanlarında yer aldığımız eski dostlarımızdılar. Tabii ki biz, onların başına bir sıkıntı geldiğinde destek verirken, karşılık bekleyerek değil sadece Allah rızası için bunu yaptık. Onların bugünkü zulmün karşısındaki suskun tutumlarına rağmen, yine bir sıkıntıya maruz kaldıklarında, şüphesiz biz yine destek vermeye koşacağız. Çünkü biz bu yaptığımızı ibadi bir sorumluluk olarak algılıyoruz. Ancak gerek İslami kimliğin, gerek insani erdemlerin gerektirdiği adaletli tavrı, yahut hiç değilse ahde vefayı, insanlık ve Müslümanlık adına umutları arttıracak adil bir tutumu görmeyi insan bekliyor doğrusu.
Üstelik kartel medyasının medyatörleri, yaptıkları saldırgan haberde, bütün bu gazetelerin çoğunluk yazarlarını da rahatsız etmesi gereken bir biçimde, panel açılışında Kur’an okunmasını ve kadın-erkek ayrı oturulmasını bile, bir suçüstü yakalama gibi defalarca göstererek ve aşağılayıcı bir üslup kullanarak ihbar etmişti. Üstelik panelin içeriğinde de, kendilerini İslam’a ve insani, fıtri erdemlere nispet etmekte samimi olan insanları rahatsız edecek herhangi bir husus söz konu değildi. Velev ki, kendilerinin katılmayacağı düşünceler bile açıklansa, yine de düşünceyi açıklama özgürlüğümüzü savunmaları gerekmiyor muydu? Ama onlar kendilerine oligarşinin uyguladığı akreditasyondan rahatsız olurlar, ama “ezilenlerin pedagojisi”nde ifade edildiği gibi, ellerine fırsat geçtiğinde, kendilerinde güç vehmettiklerinde, ezenlerinin yolunu izleyerek, onlar da başkalarına aynı davranışı sergilemekten çekinmezler. Bu bir yozlaşmanın işareti, ezilenlerin ezenlerine öykünmesinin hikayesidir. Halbuki İslami ve insani olan, insanlık onuruna ve insani erdemlere uygun tutum sergileyerek, zulme uğrayanın, en temel insan hakları ihlal edilenin yanında yer almak ve zalimlere karşı, din ve düşünce ayrımı yapmadan herkesin düşünce özgürlüğünü, temel haklarını ve adaleti savunmaktır.
İşte bu çevre ve kuruluşların ve ellerinde bulundurdukları medyanın ilgisine muhatap olabilmek, onlar tarafından hak ve özgürlüklerimizin savunulabilmesi, zulüm görmemize ve haklarımızın ihlal edilmesine razı olmamaları için, mutlaka onların razı olacakları bir düşünsel çizgide bulunmamız gerekiyor. Bu sebeple, akredite olabilmek, oluşturulmuş kastın (“körler sağırlar birbirini ağırlar” kabilinden bir dayanışma kastının) içinde yer alabilmek için: ya kısmen de olsa liberalleşmeyi, sekülerleşmeyi içimize sindirmemiz, sentezci İslami anlayışlara savrulmamız gerekiyor; ya Osmanlıcılık yada Türkiyecilik boyutunda bile olsa ulusalcı anlayışlara yaklaşmamız gerekiyor; ya geleneği, tasavvufu, tarihsel birikimi dinleştirmemiz gerekiyor; ya kimi sistem partilerine yakınlaşıp, ikbal ve rant hesapları içinde uzlaşmamız gerekiyor; ya liberal ve sol çevrelerle İslami kimliği ikinci plana iten ilkesiz ilişkiler kurmak suretiyle ve onların kavramlarıyla kendini tanımlayan, ifade eden savrulmalar yaşayarak, önce onların itibarını kazanıp kendini İslam’a nispet edenlerin sosyetesine bu destekle yeniden giriş yapmak gerekiyor; yada tüm bunların bilincinde olarak, içten kabullenmeden ama dıştan onlar gibi görünerek ve bu amaçla pragmatik ilişkiler kurmak gerekiyor.
Biz de diyoruz ki, oluşturdukları kastların dışında kaldığımız ve yukarıdaki anlamda akredite olmadığımız için, bizden hoşnut olmasalar da, bizim de insan haklarına sahip olmamızı, düşünce özgürlüğümüzü içlerine sindiremeseler ve kendilerine aykırı gelen düşüncelerimizi açıklamamızdan rahatsız olsalar da, Allah’ın vazettiği temel değişmez İslami ilkelerden taviz vermeye Allah’ın izniyle yanaşmayacağız. Tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesinden inşallah geri adım atmayacağız. Bazı yazarlarına yaptırdıkları yönlendirici araştırmaları yayınlayarak teşvik ettikleri sekülerleşmeye, liberalleşmeye karşı olmayı ve her şeye rağmen İslami ilkeleri savunmayı Allah’ın izniyle ısrarla sürdüreceğiz. Rabbimiz böyle bir savrulmadan bizleri muhafaza buyursun, onlar razı olmasalar da Rabbimiz bizden razı olsun yeter.
İslami camiadan/çevrelerden nasıl bir tepki aldınız?
Aslında panelde işlediğimiz konular ve gündemleştirdiğimiz talepler, hiçbir Müslümanın ve erdemli insanın karşı çıkamayacağı, son derece adil söylem ve taleplerden ibaretti. Bu bakımdan Müslüman çevrelerden sadece dua ve destek bekliyorduk. Gerek panele katılanlardan gerekse Türkiye çapındaki bilinçli Müslümanlardan umduğumuz dua ve desteği aldığımızı da zannediyoruz ve bunu bize ulaşanların olumlu tepkilerinden anlıyoruz. Ancak özellikle Ankara ve İstanbul’da merkezleri bulunan İslami çevrelerin önder kadrolarından, Haksöz ve Özgür-Der dışında tek kişinin bir telefonla bile arayıp destek vermemesi düşündürücü olmuştur. Hatta kimilerinin, “ne gerek vardı”, “bu ortamda böyle bir panel yapılır mı?”, “fitne çıkarıyorlar”, “üslupları sert” gibi dedikodularla, neredeyse zalimleri haklı gören, bizim düşüncelerimizi açıklama özgürlüğümüze saldıranlara meşruiyet kazandıracak konuşmalarına da muhatap olduk. Bu tamamen suskun kalmaktan da kötü bir duruma işaret etmektedir.
Halbuki, hiç olmazsa telefonla arayarak yada ziyaret ederek kardeşlik hukukunun gerektirdiği dayanışmayı göstermektir. Ama maalesef, geçmişte ve bugün yaşadıklarımız bu dayanışma kültürünün henüz çok uzağında bulunulduğumuzu gösteriyor. İnşallah zaman içinde bu İslami ahlakı da kazanırız. Biz bu konudaki kardeşçe uyarıları da yaparak, yine de umutlu olmak istiyoruz. Bir hakkı teslim etmek adına ifade etmek istiyorum ki Haksöz, Özgür-Der, Vakit ve Hilal TV’nin tavrı örnek alınmalı ve daha da olgunlaştırılıp geliştirilmelidir. Bu ülkede yaşayan bütün insanlar ve özelde bütün Müslümanlar için son derece önemli ve yaşanan büyük çürüme bakımından da son derece acilen ele alınması gereken bir konuda yaptığımız paneli, herkes sahiplenmeli ve yaygınlaştırmalıdır ki, bu ideolojik kuşatmanın kirliliğinden çocuklarımızı kurtaracak özgürleşmeyi temin edebilelim. Bu bakımdan, Özgür-Der’in aynı içerikli bir paneli bir hafta sonra İstanbul’da tekrar etmesi ve Abdurrahman Dilipak ve Hilal TV’nin de üçüncü adımı atarak aynı konuyu ekrandaki bir açık oturuma taşımaları, gerçekten umutları arttırıcı bir dayanışmanın ve ortak sorunlara birlikte sahip çıkmanın onurlu ve yüreklendirici örnekliğini oluşturmuştur. Allah kendilerinden razı olsun. Rabbimiz, bu güzel örnekliğin, dayanışma ve kardeşlik kültürünün yaygınlaşmasını nasip etsin.
Teşekkür ederiz Sayın Pamak. Biz de şunu bir kez daha belirtmek istiyoruz ki resmi ideoloji kıskacında çürümeye yüz tutmuş eğitim sistemiyle ilgili açıklamalarınızı paylaşıyor ve direngen tavrınızı desteklediğimizi bildiriyoruz.
Röp.: Abdurrahman Çeliker