Egemen cahiliye sistemi, Türk ulusalcılığına dayalı, tek tipçi, inkârcı ve asimilasyoncu politikalarla, ülkedeki doğal-fıtri farklılıkları yok etmeyi, halkların özgün İslami ve kavmi kimlik ve değerlerini öğütmeyi hedef alan laik resmi ideoloji dayatmasıyla, militarist uygulamalarla pek çok soruna ve bu arada Kürt sorununa da yol açmıştır. Bu yazıda, Kürt sorununa çözüm arayışı içinde olan çevrelerin takip ettiği iki yöntemin varlığına, sistem içi ve sistemi kökten değiştirmek isteyenlerin takip ettiği iki yola önce genel anlamda değineceğim. Ve daha çok, toplumu vahyi ölçülerle dönüştürerek sistemi değiştirmeye yönelik İslami yöntemin getireceği nihai ve sahici adil çözüme dair düşüncelerimi ifade etmeye çalışacağım. İnşallah bundan sonraki yazımda da, mevcut cahiliye sistemini kökten değiştirmeden gerçek anlamda adil bir sistem kurulamayacağına ve bu soruna da sahici adil bir çözüm getirilemeyeceğine inanan bir mü’min olarak, hiç değilse akan kanın durması ve yaşanan zulmün bir miktar da olsa geriletilmesi adına sistem içi çözüm arayışı içinde olanlara, sistem içinde neler yapılabileceğine dair somut önerilerde bulunmaya çalışacağım.
Kürt Sorununa Çözüm Getirmek İsteyen Müslüman’ın İlk Sorumluluğu
Öncelikle yapılması gereken, Kürt halkının kavmi kimliğini ve ana dilini yok etme amaçlı mevcut zulümler, bu alanda gerçekleştirilen insan hakları ihlalleri ve bütün bunlara yol açan sebepler, politika ve uygulamalar doğru tespit edilmeli ve zalimlere karşı adil bir itiraz ortaya konmalıdır. Çünkü İslami kimlik ve değerler, zulmü ve zalimi adaletle tespit edip, mazlumun yanında zalime karşı, haktan yana tavır koymayı gerektirir. İşte bu bağlamda Müslümanların ilk yapmaları gereken şey; bu adil tutumla, zalim resmi ideoloji ile hesaplaşmak, ne kadar gücü yetiyorsa o kadar zalimlerden hesap sormaktır. Bütün bu zulümlere sebep olan Kemalist sistemi ve bir din gibi dayattığı tek tipçi, tek ulusçu ve farklılıkları yok sayan resmi ideolojisini sorgulamak ve itiraz etmektir. Sindirilmiş, korkutulmuş, yıldırılmış halkımızı, korku krallığının surlarında gedikler açarak yüreklendirmek, muhalefet bilincini uyandırıp yükseltmektir. Hiçbir kınamacının kınamasına aldırmadan adil olmak, adaletin gereğini haykırmak, hiçbir önyargının, korkunun ve endişenin, adaletin tecellisinin önünde engel teşkil etmesine fırsat vermemek, en önemli İslami sorumluluktur. Evet, böyle adaletli bir tavırla mazlumdan yana zalime karşı çıkılmalı, Kürt halkının Allah’ın ayetlerinden olan kavmi kimlik ve ana dilinin yok sayılmasına, asimilasyonuna karşı durulmalı, Allah’ın ayetleri savunulmalıdır.
Ancak bunu yaparken, çeşitli hesap ve endişelerle asla zalimle mazlum arasında denge kurma kompleksine düşülmemelidir. Herkes ve her şey, vahyin ölçülerine göre ve adaletle hak ettiği konuma oturtulmalıdır. Hiçbir Müslüman, tevhid ve şirk eksenli İslami mücadeleyi bırakarak ya da erteleyerek, Kürt ya da Türk sorununu veya herhangi bir toplumsal sorunu ana dava haline dönüştürme hakkına da sahip değildir. Bu sebeple, Kürt halkına yapılan zulümlerin yol açtığı Kürt sorunu da, topyekün İslami mücadelenin bir cüz’ü mahiyetindeki adalet ve özgürlük mücadelesinin bir alt başlığı olarak, adalet ve hakkaniyet ölçüleri içinde ele alınıp, vahyin ölçüleri içinde değerlendirilmesi gereken bir sorundur. Şirk sisteminin seküler uygulama ve dayatmalarla yol açtığı Kürt sorununa karşı mücadele ve çözüm arayışlarını, Vahyin ölçülerinden bağımsız, İslami mücadeleden soyutlanmış bir biçimde ve müstakil bir dava olarak ele almak Müslümanlara yakışmaz. Böyle bir tercih, bunu yapanları zulmeden Türk ulusalcılığının izinde Kürt ulusalcılığına doğru sürükleyeceği asla unutulmamalıdır. Kürtçülük de tıpkı Türkçülük gibi ulusalcılık olup, batıldır, bir cahiliye adetidir ve İslam’a aykırıdır.
Kürt Sorunun Çözümünde İki Ayrı Yol
Bu sorunun çözümü ve kanın durması için neler yapılmalı sorusunun cevabı iki boyutta ele alınmalıdır. Birincisi, Batılı kodlara göre dizayn edilmiş mevcut sistemin, kurulduğu konjonktürün etkisiyle oluşan faşist yapılanmasının çağdaş Batının görece özgürlükçü kodlarına göre ıslah edilmesi suretiyle yapılabilecek, sistem içi görece ve nispi bir iyileştirmedir. Zulmün azalması ve insanlarımızın kanlarının akmasının bir an önce durması şüphesiz ki ertelenemeyecek bir aciliyetle kısa vadeli çözümleri de gerekli kılmaktadır. Bu bakımdan birinci çözüm, mevcut sistemin içinde bir alternatif olarak, zalime zulmü durdurma ya da azaltma çağrısı yapmayı öne çıkarmaktadır. Bu konudaki çabalar, sistemin, hiç olmazsa ait olduğu Batı dünyasının ulaştığı, görece olumlu hak ve özgürlük anlayışı çerçevesinde de olsa bu sorunun yol açtığı ıstırapları kısa vadede durdurmasını, bir an önce zulüm politikalarına son verme eğilimine girmesini ya da azaltmasını sağlayabilir.
İkincisi ise, gerçek, kalıcı ve adil çözümü ihtiva eden İslami alternatifin gerçekleştirilmesidir. Bu ise, zulmün doğumuna yataklık yapan seküler paradigmaya dayalı sistemin toptan reddedilip, yerine bölge halkların öz kimliğine ve köklerine de ait olan ve hepsini adaletle kucaklayıp kardeşleştiren özgün tevhidi paradigmaya dayalı olarak yeni bir inşayı gerçekleştirmek ve vahyin ölçülerini hâkim kılacak adalet sistemini kurmaktır. Bu çözüm, uzun vadeli gibi görünse de, aslında en sahici, en kesin ve en adil tek çözüm olmak bakımından, zulmün kesin ve köklü bir biçimde sona erdirilmesine giden en emin ve bundan dolayı da en kısa yoldur. Bu çözüm yolunda, egemenleri ikna ve razı etmek gerekmemekte, toplumu teşkil eden halklar kaderlerine el koymaktadırlar. Zalim egemenlere rağmen, halklar kaderleri üzerinde söz sahibi ve belirleyici olmaktadırlar. Edilgen olmaktan çıkıp iradeleriyle kaderlerini belirleyici hale gelmektedirler. Halklar, özlerindekini vahiyle değiştirmek suretiyle layık olacakları adalet sisteminin yaratıcı tarafından takdir edilmesinin sebebini hazırlamakta, bugün egemen olan güçlerin ise, Allah’ın takdiriyle kurulacak bu adalet sitemini engellemeye güçleri yetmemektedir.
İslam Hâkim Kılınmadan, Kavmi Kimlikler Gerçek Anlamda Güvence Altına Alınamaz
Egemen ulus devletin kuruluşunda gerçekleştirilen ve Kürt sorununa da yol açan temel reddiye öncelikle İslami kimlikle ilgili olandır. Yani en temel düşman İslami kimliktir, İslam şeriatıdır ve ümmet bilincidir. Bu birinci kimliğin reddedilmesi ikincil olarak ve bu ilk reddediş sebebiyle Kürt kimliğinin de reddine yol açmıştır ve Kürt sorununu doğurmuştur. Bu sebeple, birinci mesele çözülse, yani İslami kimliğin reddinden ve İslam şeriatı ile savaşmaktan vazgeçilip, İslam’ın adalet sistemi tekrar tesis edilse, Kürt sorunu da otomatikman çözüme kavuşabilecektir. TC devletinin kurucularının esas aldığı temel paradigma, Batının seküler ve ulusçu modern paradigması olunca, doğal olarak vahye, İslam’a ve İslami kimliğe savaş açılmış, bu ortak değerlerin kaldırılması da, Türk’lerden sonra en fazla nüfusu oluşturan Kürt halkının potansiyel bir tehdit olarak algılanmasına; inkâr, asimilasyon ve zulüm politikalarına muhatap kılınmasına ve sonuçta Kürt sorunun doğmasına yol açmıştır. Bu sebeple, Kürt sorununun da temel, kalıcı, sahici ve adil çözümü için, öncelikle ve mutlaka İslami kimlik sorununun çözülmesi, bütün kavimleri adaletle kucaklayıp, eşit haklara sahip kardeşler kılan İslami sistemin kurulması ve tabii ki, Türk ulusalcısı resmi ideolojinin ve dayandığı modern paradigmanın döktüğü kanlar ve yaşattığı acılarla beraber tarihin çöplüğüne atılması gerekmektedir. Bundan dolayı, Kürt, Türk bütün Müslüman halkların, aslında bu sorununun da en köklü çözümünü sağlayacak İslami mücadeleyi öncelemeleri gerekmektedir. İslami adalet sisteminin kurulması taleplerini öne çıkarıp, bu amaç doğrultusunda toplumu vahiyle yeniden inşa etmeye yönelmeleri, bölge halkları için, hem dünyada adaleti hem de ahrette kurtuluşu getirecek en akıllıca tercih olacaktır.
Buna rağmen, akan kanın, yaşanan ıstırapların bir an önce durması adına sistem içi kısa vadeli çözümün kapısı da sürekli açık kalmalıdır. Egemen oligarşi, on yıllardır yaptığı zulüm ve haksızlıklar sebebiyle mazlum Kürt halkından özür dilemeli ve gasp ettiği tüm hakları iade etmelidir. Irkçı, ekonomik ve kültürel tüm ayrıcalıklara, baskı, yasak ve engellemelere son vermelidir. Ancak bilmeliyiz ki, modern ya da post modern seküler değerler ve seküler mantık, sisteme ve siyasi, hukuki, sosyal, kültürel yapıya ve eğitime yön vermeye devam ettiği sürece, çıkarcı, dünyevi hesap eksenli yaklaşımlar, nefsani, egoist tutumlar, tahakküm arzuları, hevanın yönlendirmeleri sürecek, ulusalcı eğilimler sürekli beslenecek ve farklı kavimlere ait bu tür eğilimler sürekli birbirlerini kollayacaklardır. Fırsatını bulunca, kendisini güçlü hissedince de, derhal harekete geçecekler, güçlü taraf diğerini kendi çıkarlarına göre ezmeyi, bastırmayı, sömürmeyi, kendinden saydığını diğerinin aleyhine kayırmayı mutlaka yeniden deneyecektir. Ve sonuçta, birbirine tahakküm etme mücadelesi ve zulüm asla bitmeyecektir. Ancak ahiret eksenli, kulluk ve ibadet eksenli bir hayat tasavvuru, ahrette verilecek hesap bilinci, kul hakkı duyarlılığı ve İslam kardeşliğinin hasbi derinliğiyle, sevgi, saygı, kardeşi için fedakârlık, merhamet ve adalet kavramlarının yönlendiriciliğindeki kuşatıcılıkla, adanmışlıkla, vahyin ölçülerini, hükümlerini belirleyici kılan İslami bir sistemle soruna köklü, kalıcı ve adil çözüm getirilebilecektir.
Laik Sisteme, Kürt Sorununun Çözümünde İslami Motifleri Kullanması Önerilemez
Sistem içi iyileştirmelerle ilgili görüş beyan eden, sistem içi görece özgürleşme peşinde olan ya da söz konusu gerekçelerle bunları teşvik eden Müslümanların, asla yapmamaları gereken ve Müslüman için en büyük zillet sayılabilecek şey, laik ulusalcı sisteme, kimi İslami kavram ve söylemleri kullanmasını önermektir. Kendini İslam’a nispet eden kimi yazarlar, maalesef, İslami kimliği tehdit ve düşman ilan etmiş, pek çok baskı ve yasakla Müslüman’ca yaşamanın önünde engel oluşturan laik devlete, seküler ulusçu politikalarla oluşturduğu Kürt sorununu çözmek için İslam kardeşliği söylemini kullanılmasını, Genelkurmay Başkanına ve subaylara Kürt bölgelerinde Cuma namazına gitmelerini önermektedirler. Kürt halkına yönelik baskı ve yasakların arkasındaki güç olan, yapılan katliam, yargısız infaz ve faili meçhul cinayetlere pek çok müntesibinin karıştığı bilinen laik Kemalist Orduyu “peygamber ocağı” olarak nitelendirmeyi ve halka yaklaşmak için İslami motifleri kullanmayı teklif etmektedirler. İslami değerler, İslam’ı tehdit ve düşman ilan eden bir sistemin stepne olarak kullanmasına arz edilecek değerler değildir. Ülkedeki halklar arası çatışma ortamlarının giderilmesine karşı birleştirici olabilecek İslami kardeşlik vurgusu ve İslami kavramların, hiçbir biçimde ve hiçbir sebeple, laik politikalarını halka kabul ettirmesi için düzenin propaganda aracı haline getirilmesine rıza gösterilmemelidir. Egemen zalimler, kendilerini değiştirip, tevbe edip samimiyetle İslam’a dönüş yapmadıkça, şirk sistemi İslam’ı tehdit ve düşman konumunda tutan laiklik anlayışını terk etmedikçe ve İslam bütüncül olarak belirleyici kılınmadıkça, seküler politikaları içinde İslami kavramları ve değerleri gündeme getirmemelidirler. İslami kimliğin ibrazına, İslami hayat tarzının yaşamlaşmasına ve bu bağlamda İslami eğitim ve tesettüre yasak koyan zalimler, zulümlerini meşrulaştırmak ve halkı kandırmak için dini istismar anlamına gelecek böyle bir tutumdan uzak durmalıdırlar. Yani ölülerine “şehid” demekten, laik Kemalist TSK’ya “Peygamber Ocağı” demekten, tağuti sistemlerini sürdürmek ve halkı aldatmak için “İslam kardeşliği” kavramı ve benzeri İslami motifleri kullanmaktan vazgeçmelidirler.
Zaten İslam kardeşliği vurgusu ya da kimi İslami söylemler, İslami kimliği yasaklarla kuşatan zalimlerden geldiğinde, açık bir çelişki oluşmakta, mazlum halk tarafından da, haklı olarak samimi bulunmamakta, bir oyunun parçası olarak algılanıp reddedilmektedir. Ancak bu arada, ezenlerin istismar ettikleri İslami sembollerin ve Kur’ani kavramların kamuflajı altında yaptıkları zulümlerin faturası da, bilmeyenlerce, haksız olarak İslam’a kesilmektedir. Sonuçta, zalimler tarafından kullanılan İslami kavram ve şiarlar halk nazarında kirlenmekte, anlam ve değer kaybına uğramaktadır ki, belki de İslam’a yapılan en büyük kötülük de bu olmaktadır. Egemenler zaten yıllardır, ihtiyaç duydukları zaman, aslında savaştıkları İslam’ın, bir takım, sembol, şiar ve esaslarını, kendi zulüm düzenlerini ayakta tutmak amacıyla istismar etmektedirler. Bir taraftan zulümlerini devam ettirirken, zulüm sisteminde bir değişiklik yapmaya yanaşmazken, bir taraftan da direnişi kırmanın, ya da muhalefeti bölmenin bir vasıtası olarak zalimlerce İslami kardeşlik ve ümmet vurgularının öne çıkarılması bu kavram ve değerlere olan güveni yok etmektedir. Nitekim bir dönemde Kürt bölgesinde uçaklarla ayetler yazılı bildiriler dağıtılması, darbeci zalimlerin konuşmalarında Kur’an ayetlerine atıflarda bulunmaları, Kürt halkının, artık bu değer ve şiarların samimiyetle dile getirilmesine bile şüpheyle bakmasına yol açmıştır. İslam karşıtı Kürt muhalefetinin de bu durumu (yani İslami söylemler kullananların Kürtlere zulmetmekte olduğu görüntüsünü) gerçeği bilmesine rağmen istismar etmesi sonucunda, Kürt halkı daha çok İslam’dan uzaklaştırılmaya ve seküler cahiliyeye doğru dönüştürülmeye çalışılmıştır. Hele bugün artık, sistemin önde gelenlerinin İslam’ı kullanmalarına dair bu tür tekliflerin kimi Müslüman yazarlardan da geliyor olması, çok daha tehlikeli sonuçlara yol açabilme riski taşımaktadır ki, bu duruma sebep olanlar, İslami kimliğin onuruyla bağdaşmayacak büyük bir zilleti icra ettiklerini bilmelidirler.
İslami Çözüm Hakkında Neler Söylenebilir?
Bölgemize yönelik işgal, katliam ve dönüştürme, batı çıkarlarına göre yeniden dizayn etmek eksenli emperyal projelerin bu kadar ahlaksızca, bu kadar pervasızca ve açıkça uygulamaya konduğu bu süreçte, bölgenin onurlu bütün halklarına ve gerçek temsilcilerine düşen büyük sorumluluk; özgün kimlik ve değerlerimize ısrarla sahip çıkmaktır. İlk bakışta uzun vadeli gibi görünün, ancak en sahici, en adil ve en kalıcı kesin yol olmak bakımından ise en yakın yol olan İslami inşa ve direniş projesinin uygulamasına hız ve nitelik kazandırmaktır. Bölgenin tüm Müslüman halkları olarak yapmamız gereken, emperyalist güçlere ve yerli işbirlikçileri olan sistem ve örgütlere rağmen, ısrarla bizi biz yapan, bize anlam, şeref ve değer kazandıran ve elimizden alınmak istenen işte bu İslami kimliğimize, bizi ve tüm dünya insanlığını kurtaracak, karanlıklardan aydınlığa, zulümden adalete çıkaracak mesajı ihtiva eden Kur’an’ımıza topluca sarılmaktır. Her türlü bölücü, parçalayıcı, kin ve düşmanlığı tahrik edici tutum ve davranışlardan uzak durmaktır. Bu bağlamda, bölücülüğün ilk tohumlarını eken başta Türkçülük ve Arapçılık, sonra da onların zulmüne karşı itiraz mahiyetinde ortaya çıksa da, kendisi de alternatif bir zulüm kaynağı olmaktan kurtulamayan Kürt ulusalcılığı olmak üzere tüm kavmiyetçilikleri, ırkçılıkları reddederek, İslam’ın kardeşleştirici adil potasında bütünleşmektir.
Yapılması gereken, konuyla ilgili ilk yazımızda ifade ettiğimiz ayet ve hadislerin istikametinde, emperyalizme ve yerli işbirlikçilerinin zulümlerine karşı topluca itiraz edip direnmek ve İslami adalet sistemini birlikte kurmaktır. Aklı, hayatı, çevreyi, insanı kirleten ve insanı kendine ve Rabbine yabancılaştırıp, “insanı insanın kurdu” haline dönüştüren, sorumsuz, soysuz ve ahlaksız hale, hayvanlardan aşağı konumlara sürükleyen seküler değerlerin dönüştürücü tasallutuna karşı birlikte vahiy eksenli bir inşayı başlatmaktır. Öncelikle kendimizden başlayarak ümmeti, Kur’an’la yeniden inşa etmek ve hiçbir sebeple bu özgün projeyi ertelememek, bu evrensel vahye dayalı projeden hiçbir şartta asla dönmemek, vazgeçmemektir. Bu kurtarıcı yoldaki onurlu ve ilkeli yürüyüşten asla taviz vermemek, kınamacıların kınamasına aldırmadan, Nuh (as) misali, tevhid gemimizi inşa etmeyi, uzun soluklu bir mücadele ve direnişle, bıkmak, yorulmak, yılmak bilmeyen bir azimle ve ısrarla sürdürmektir.
İslam’ın kesin olarak haram saydığı ‘asabiye’/kavmiyetçilik; sözlük manasıyla kavim, kabile, grup ve benzeri konulardaki aşırı düşkünlük ve bağlılıktır. Kavmini yüceltme, kavmi ve atalarıyla övünme, diğer kavimlere üstünlük taslama, hâkimiyet amacı gütme, adaleti zedeleyici ayrımcılıklarda bulunma sonucunu doğuran bir sapmadır. Başka kavimlerin Allah’ın ayetlerinden olan kimlik ve dillerini kendi bünyesinde eritip yok etme, başka kavimleri kendi kavmi lehine sömürme, istismar etme eğilimi taşıma gibi boyutlarda tezahür edebilen ve fıtratın yolundan uzaklaşma anlamına gelen kavmiyetçilik, büyük bir bela ve insanlık suçudur. Peygamberimiz (sav), “atalarla övünmeyi yasaklayarak; insanların şu veya bu kavme mensup olmalarının onlara bir şey kazandırmayacağını, insanların ya mü’min ve takva sahibi, ya da günahkâr ve zarara uğramış olarak iki grup olduklarını belirtmiştir.”(K.Sitte 4/259) Kur’an, mü’minlere kendi akrabalarınız, aşiretiniz ve kavminiz aleyhine bile olsa adaletten ayrılmayın demektedir. (Nisa Suresi/135) Mümin, diğer insanları Âdem’in çocukları olarak insanlıkta eş, inananları ise dinde kardeş bilir. Diğer insanlar da, inanmasalar bile Allah’ın kullarıdır. Hepsi de bir ana-babadan dünyaya gelmiştir, hepsi de insan olmak ve kendilerini bu imtihan dünyasında gerçekleştirmek bakımından hukuk ve adalet önünde eşittirler. İnsanların doğuştan sahip olduğu bütün özellikler Allah’ın onlara verdiği fıtrat/yaratılıştır. Kimse kendinde olan bu yaratılış özelliğinden dolayı başkasına karşı üstünlük taslayamaz. Kimin hangi ana-babadan dünyaya geleceği kendi elinde değildir.
Müslüman kavim ve kabilelerin, geçmişte veya bugün birbirleriyle çatışmaları, birbirleri üzerinde tahakküm kurmaya çalışmaları, birbirlerinin kimlik ve dillerini yok etmeye çalışmaları, şüphesiz ki, Kur’an’dan uzaklaşmalarının açık bir göstergesidir. Bu sapmayı ve doğan adaletsizlikleri gidermenin yolu da, ancak Kur’an’ın hakimiyetini tüm ilişkilerimize yeniden hâkim kılmaktan geçmektedir. Kavimlerin, “tanışmak” ve “tanımak” için vesile kılınan ayetler olması, tanıma kavramı üzerinde bizi düşündürmelidir. Acaba bu “tanıma” yüzeysel, sûreten bir tanışmanın ötesinde, onu aşan boyutta da anlamlara sahip midir? Kur’an bütünlüğünde her kavme ve her insana tanınan haklar üzerinde düşünüldüğünde, bu tanımanın her kavmin hak ve hukukunu da kabul etmeyi gerekli kılan bir kavram olduğu anlaşılmaktadır. Hucurat 13. ayette geçen, birbirinizi “tanımak için” ya da karşılıklı “tanışmanız için” anlamına gelen, “li tearafu” ifadesi; başta varlık ve hayat hakkı olmak üzere tüm bu haklara ve hukuka karşılıklı saygı göstermeyi de ihtiva eden bir ifadedir. Tüm kavimler gönüllü bir iman kardeşliği çerçevesinde, birbirlerinin kavmi kimlik, ana dil başta olmak üzere coğrafi, kültürel ve sosyal bütün hak ve hukukuna saygılı olarak, birbirlerini kardeş kabul ederek bütünleşecekler ve “birlikte yaşama” iradesini kuşanacaklardır.
İşte bu içerikle, kavimler adaletle yerli yerine oturtulunca, İslam toplumu vahyi ölçülerin belirleyiciliğinde şu temel unsurlar üzerinde yapısını kurup işletecektir:
1– Eşit haklara sahip halkların gönüllü katılımına açık bir yapı oluşacaktır.
2– Adaletle yöneten, yani bütün insanların ve kavimlerin Rabbi olan Allah’ın hükmüyle hükmeden ve bu sebeple hiç kimseye zulmedilmesine izin vermeyen bir İslami sistem teşkil edilecektir.
3– Şura prensibine işlerlik kazandırılacak, kararlar istişâri katılıma açılacaktır.
4– Emanet ehline verilecek ve yönetimde hiçbir ırka üstünlük tanınmayacaktır.
5– Yönetimde mahalli inisiyatiflere imkân verilecek, kavim ekseninde değil ama bölge bazında mahalli yönetimler güçlendirilecek, halkın kendisini yönetmede söz sahibi olmasına imkân verilecektir.
6– Hakimiyet, egemen insanların, oligarşilerin ya da halkın çoğunluğu adına temsilcilerinin hevasına bırakılmayacak, hâkimiyetin, yasa yapmanın kaynağında bütün halkların ve insanların Rabbinin ilahi vahyi yer alacaktır. Yönetimleri belirleme ve görevden alma yetkisi ise tüm halkların eşit ve saygıdeğer unsurlar olarak içinde yer aldığı ümmetin olacaktır. Bu bağlamda toplumsal hayatın işleyişinde merkezde ve itibar mevkiinde devlet ve yönetenler değil insan ve ümmet yer alacak, devlet insanın ve ümmetin hizmetkârı olarak görev yapan bir hizmet aygıtı olacaktır. Devlet ve yönetenler ise, insana, ümmete vahyin ölçüleri istikametindeki hizmetkârlık görevlerindeki başarıları kadar anlamlı ve değerli sayılacaklardır.
7– Hiçbir kavmi kimlik üst kimlik haline getirilmeyerek, üst kimlik olarak bürün halkların ortak ve şerefli kimliği olan İslami kimlik esas alınınca bütün etnik sorun ve çatışmalar Allah’ın izniyle, adaleti esas alan köklü bir çözümle ortadan kalkacaktır.
İşte gerçek ve kalıcı barış (silm) ancak o zaman tevhid bayrağı altında tesis edilecektir. Çünkü İslam, Kürt’ü de, Türk’ü de yaratan Allah’ın dinidir. Ve Allah, kavim ayrımı gözetmeksizin bütün kulları için İslam’ı din olarak seçmiş ve tüm kavimlerin müntesiplerini eşit haklarla donatmıştır. Kavim ayrımı gözetmeden bütün insanlara, hepsinin yaratıcısı, sahibi, maliki olan ve hepsinin hukukunu gözeterek adil hükümler vazeden Allah’ın hükümleriyle hükmedilecektir. İşte bütün kavimleri, eşit haklara sahip, eşdeğer, saygıdeğer bir konuma oturtan, tevhid ve adaleti ikame ederek insanlık onurunu yücelten bu İslami sisteme geçilmeden de Kürt sorununa gerçek anlamda adil bir çözüm asla üretilemez.
İslam’ı reddeden, sekülerizme dayalı Türkçülük ve Türk ulus devlet yapılanması pek çok sorun ve zulümleri doğurmuş, büyük ıstıraplara yol açmıştır. Buna tepki olarak çıkanların büyük bir çelişkiyle zalimlerini taklide yöneldikleri görülmektedir. Seküler Kürtçülüğe dayalı bir Kürt ulus devletinin ya da Türk ve Kürt laiklerinin ortak seküler üniter devletlerinin de aynı ıstırapları ve zulümleri bir başka düzlemde tekrarlamaktan başka bir şey yapamayacağı, aynı delikten ikinci kez ısırılma tecrübesini yaşamadan, ferasetle görülmeli, aklıselimle akledilmeli, vahyin uyarılarıyla idrak edilmelidir. Tek, kalıcı ve adil çözümün, tüm kavimleri ve dillerini Allah’ın ayeti kabul eden, adaleti mülkün temeline oturtan İslam toplumunun ve İslami sistemin kurulmasından geçtiği asla akıldan çıkarılmamalıdır. Gerek zalim laik statükonun bekçileri, gerekse onların zulmüne itiraz eden ulusalcı-sosyalist-laik Kürt muhalefeti, bu sorunun adil çözümünde samimi olsalardı, bu sorunun oluşmasına ve büyümesine yol açan yerli taklitçi sekülerizme ve emperyalizme karşı çıkar, tek kurtuluş yolu olan halklarının İslami kimliğine ve İslam’a dönüş yaparlardı. Hatta Müslüman olmasalar bile kendi halklarının dinine saygı gösterip, bu halkları mutlu edebilecek ve kurtuluşa taşıyabilecek tek alternatif olan İslam’ın önünü kesmezler, engellemezlerdi. En azından, yokluğu, ihmali ve geriletilmesi bu kadar soruna yol açmış olan İslami kimlikle savaşmaktan artık vazgeçerlerdi.
Üstelik, her biri Allah’ın ayetleri olan bölgemizdeki bütün Müslüman kavimlerin, eşit ve gönüllü katılımıyla, bütün kavimleri eşdeğer, saygıdeğer ve eşit hakların sahibi kabul eden bir adalet anlayışıyla, vahyin belirleyiciliğinde bir İslam Birliğini, artık sadece İslami ölçüler ve tevhid akıdemiz değil, tarihsel durum da zaruri kılmakta ve tarihsel süreç Müslüman halkları adeta bu yönde zorlamaktadır. Uzun süredir dünyada yaşanan gelişmeler, globalleşme veya küreselleşme yönünde ortaya çıkan eğilimler ve bu alandaki uluslararası siyasi, askeri, sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmeler, gelecekte dünyanın birkaç büyük ana topluluğa ayrılacağının, ulus devletlerin yerini bölgesel büyük birlik ve entegrasyonların alacağının ve buna bağlı olarak da dayatılan ulusal sınırların ya tamamen ortadan kalkacağının veya büsbütün anlamsızlaşacağının işaretlerini vermektedir. İşte böyle bir süreçte, bölgenin Müslüman halklarına, önder ve aydın kadrolarına düşen büyük sorumluluk; bu gidişatı doğru okumak ve akıllı politikalarla, üreteceğimiz özgün projelerle, kaybettiğimiz ümmet bilincini yeniden inşa ederek, kötülüğün küreselleşmesine karşı, iyiliği, marufu, evrensel vahyi ölçüleri küreselleştirmenin mücadelesini vermektir. Tüm insanlığın tek kurtarıcı umudu olan Kur’an’ın, karanlıklardan aydınlığa çıkaran evrensel mesajının küresel boyutta şahidliğini yapmak, insanlık onurunu kurtaracak, insani, fıtri erdemleri yüceltecek ilkeleri, adaleti ve tevhidi tüm dünyaya yaymaktır. Tüm dünya insanlığını, emperyalizmin kavurucu cenderesinden, kapitalizmin acımasız ve vahşi sömürüsünden kurtarmaktır. Katil ve zalim bir çocuğu (komünizm), demir perde gerisindeki uygulamalarıyla arkasında büyük acılar bırakarak, tarihin kirli sayfalarına gömülen Batının, aynı seküler ve sapkın paradigmasının ürettiği diğer çocuğu olan kapitalizmi de bütün vahşet ve katliamlarıyla tarihin utanç sayfalarına gömmektir.
İslami Adalet Sistemine Ulaşmak İçin Sorumluluklarımız
Zulumattan Nur’a doğru gerçek ve köklü bir değişimden yana olan biz Müslümanlar, hangi şart altında olursak olalım, içinde yaşadığımız toplumun özündekini tevhidi istikamette değiştirmesine vesile olacak, adalet ve merhamete dayalı tebliğ ve eğitim çalışmalarımızı ve bunlara paralel olarak yürütmemiz gereken hak ve özgürlük mücadelemizi kapsayan ciddi ve kuşatıcı projelerimizle, halkımızın ufkunu ve önünü açmaya gayret göstermeliyiz. Allah, “bir toplum özündekini değiştirmedikçe onun durumunu değiştirmeyeceğine” (Radd Suresi/11) dair toplumsal yasası gereğince, İslami bir sisteme ve onun adalet yönetimine kavuşmak isteyen toplumların, önce kendi özlerindekini değiştirmeleri gerektiğini beyan etmektedir. Özlerinde var olan vahye aykırılıkları, cahili ölçü ve değerleri temizleyerek, tevhidi istikamette, vahyin değer ve ölçülerine uygun bir dönüşüm geçirerek İslami bir sisteme müstahak olmaları gerektiğini hatırlatmaktadır. Eğer tevhidi toplumsal dönüşüm ve inkılâp bir gün gerçekleşecekse, bu, ancak ilkeli, tutarlı, ahlaklı ve şahsiyetli mü’minlerin; aynı temel değerlerin, aynı Hak mesajın davetini yaymaktaki samimi ısrarları ve süreklilik arz eden istikrarlı şahitlikleriyle gerçekleşebilecektir. Bir toplum, eğer davete icabet edecekse, bunun, peygamberlerin örnekliğinde ortaya konan yolu işte budur. Yani şiddeti değil, merhameti, hikmeti ve güzel örnekliği esas alan davet ve eğitim yöntemidir. Tabii ki bu yöntem; iktidar eksenli değil, kulluk eksenli bir hayat tasavvuru içinde, uzun soluklu bir yürüyüşe dayanmayı; sabredip direnmeyi, çabuk bıkmamayı, yılmamayı, yorulmamayı, sürekli yeni umutlar yeşertecek güçlü bir moral, irade ve azmi; risk almayı, bedel ödemeyi göze alan bir yürekliliği; şahsiyetli bir dava adamlığını, davasına ve dava arkadaşlarına karşı güçlü bir sevgi ve bağlılığı; davası ve dava arkadaşları için samimi bir yardımlaşma ve fedakârlık duygusuna sahip olmayı gerektirmektedir.
Kürdüyle, Türküyle, Arabıyla, Acemiyle bütün Müslüman halklar, şiddet ve çatışma yerine eğitim ve tebliğ çalışmalarını, vahye şahidliği ve tevhid, adalet, özgürlük mücadelesini öne çıkarmalı, böylece toplumsal dönüşümü esas alan yöntem dâhilinde, Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla ve kulluk bilinciyle durmaksızın çaba göstermeliyiz. Bu çabalarla, insanlarımızın özgürleşmesi ve tevhidi davetle muhatap olmaları temin edilebilirse, yani bizler bu görevimizi Allah rızası için yerine getirebilirsek ve Kürtler, Türkler, Araplar ve diğer kavimlerden oluşan toplum da bu davete icabet ederek, özündeki batıl kavram, ölçü, değer ve ahlaki normları temizleyip, tevhidi olanları onların yerine ikame edebilirse, yani özündekini Hak istikamette Nur’a doğru değiştirme iradesini gösterebilirse, işte o zaman Allah da vadini yerine getirerek İslami adalet sistemini inşallah takdir edecektir. (Rad Suresi/11) Rabb’imiz Kur’an’da, özetle, eğer siz iman edip, salih ameller işlerseniz, Allah’ın zikrini (Kur’an’ı) okuma, anlama, yaşama ve yayma noktasında çokça çabalar sarf etmek suretiyle kulluk görevinizi yerine getirirseniz, bu istikametteki mücadelede zalimlere karşı yardımlaşarak, dayanışma ve güç birliği içinde mücadele ederek hak ve özgürlüklerinizi elde etmek için üzerinize düşeni yaparsanız, “işte o zaman, o zalimler nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceklerini göreceklerdir.” (Şuara Suresi 227) hükmünü vazederek, şirk ve zulüm sistemine karşı gerçekleşecek olan tevhid ve adalet inkılabının müjdesini vermektedir.
İşte bu umutla, Türk halkını, seküler İslam düşmanı oligarşiye itiraz ederek, ulusalcı kirlilikleri üzerinden atıp İslami kimliğine sarılmaya, Türk ulus devletini ve ulusalcı laik politikalarını sorgulayarak, bunları dayatanları hesaba çekmeye, Kürt kardeşlerine yapılan zulümlere karşı çıkmaya çağırmalıyız. Kürt halkını da, kendisine yapılan zulmün seküler ulusalcı tercihlerden kaynaklandığını fark ederek, bir zulümden kaçarken bir başka zulüm olan Kürtçü sekülerizme savrulmaktan korunmaya, bu bağlamda kendi İslami kimlik ve değerlerine yabancılaşmış, hatta tıpkı Türkçü Kemalistler gibi düşman olmuş sosyalist Kürtçülerin arkasından sürüklenme yanlışından dönmeye çağırmalıyız. Kürt, Türk, bütün Müslüman halkları, kavmiyetçilik, ırkçılık (kimileri -milliyetçilik- demedikçe anlamadıkları için bunu da kastettiğimizi şerh düşelim) hastalığını aşarak, Rabbimizin, uçurumun kıyısından kurtararak tesis ettiği İslam kardeşliğinde bütünleşmeye, birlikte teşkil ettiğimiz ümmeti vahyin ölçüleri içinde yeniden inşa etmeye, Allah’ın ipi olan Kur’an’a topluca sarılmaya çağırmalıyız. Birimize yönelik zulüm ve saldırıyı hepimize yapılmış sayan bir anlayışla, direnişin azim ve onurunu kuşanmaya, bölgemizle ve bizlerle sürekli oynayan, çıkarlarına göre yön vermeye çalışan emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı topluca onurlu bir direnişi gerçekleştirmeye, özgürlük, adalet ve tevhide çağırmalıyız. İşte bütün kavimlerin Yaratıcısının vahyine dayalı bu adil ve evrensel çağrılarımıza icabet edildiğinde de, inşallah hak, özgürlük, adalet ve tevhidi ikame ederek, herkesime adalet ve hukuk sağlayan sistemi hep birlikte kurmaya çalışmalıyız.
O halde, kendi değişen çıkarlarına göre yeniden dizayn etmek üzere sürekli bölgemiz üzerinde oyunlar oynayan, bölgedeki Müslüman halkları sürekli birbirine karşı kışkırtarak vuruşturan ve sömüren emperyalizme ve yerli işbirlikçisi despot ulus devletlerin zulmüne karşı hep birlikte itiraz etmeliyiz. İslam kardeşliği, İslam Birliği ve ümmet anlayışı ile ümmeti vahyin ölçüleriyle yeniden inşa etme projesini de birlikte uygulamaya koymalıyız. Küresel zulme karşı, küresel bir İslami direnişin tohumlarını ekmeliyiz. Halklarımızı, vahyin ışığında bilinçlendirip, kardeşleştirerek, muhalefet ve direniş azmini ve niteliğini kazandırıp yükselterek, tevhidi dönüşümüne vesile olacak İslami eğitim ve tebliğ çalışmalarımıza hız vermeli, vahyin şahitliğini yapacak güzel örneklerin sayısını ve niteliğini artırmalıyız.
Kürt ve Türk Müslümanlar bilmeliyiz ki, üzerimize düşen bu büyük sorumluluğu yerine getirmezsek, vahyin şahitleri olarak “hâl” (ahlakımız) ve “kâl” (sözle tebliğimiz) ile Kur’an’ın karanlıklardan aydınlığa çıkaran mesajını halklarımıza taşıma cehdini göstermezsek, boşluğu Türk ve Kürt ulusalcılarının ideolojilerinin tebliği doldurmaktadır. Ve bu ulusalcı söylemler, sâri bir hastalık gibi kolayca İslam’dan habersiz geniş kitleleri kuşatmakta, tesiri altına alarak yanlış istikametlere yönlendirmekte, çatışmalara sürüklemektedir. Bu ideolojilerin kuşatması altındaki yerlerde ise, İslam yaşama alanı bulamamakta, ırkçı bağnazlığın, taassubun etkisiyle var olan fıtri erdemler, İslami eğilimler bile körelip yok olmaktadır.
Sonuçta, biz Kürt, Türk bütün Müslümanlar, topluca Allah’ın ipine ve birbirimize sarılarak, Kur’an ölçülerinde büyük inkılâbı yaşayarak, yaygınlaştırarak, şirke, zulme, ifsada karşı tevhit ve adaleti ikame, ıslah etme mücadelesi vererek, Allah’ın vaat ettiği mübarek yardımına, mağfiretine ve rahmetine hak kazanmalıyız. Eğer biz üzerimize düşeni yaparak, Allah’ın yardımına müstahak olabilirsek, Allah mutlaka bize yardımını ve rahmetini gönderecek (Muhammed Suresi/7), o zaman da inşallah, seküler aklın ve mantığın kavrayamayacağı derecede muhteşem gelişmeler yaşanacak, galibiyet ve zafer Müslümanların olacaktır (Al-i İmran Suresi/160). Böylece, küresel bir tevhidi direnişle, küresel zalimlere, küresel bir ders vererek, zalim emperyalistleri ve tüm yerli işbirlikçilerini bölgemizden kovup, bütün Müslüman halklar, kardeşçe ve adaletle bir arada yaşama imkân ve onuruna inşallah kavuşacağız.