Hayatın Gayesi Olan “İbadet” Kavramında
Meydana Gelen Eksen ve Anlam Kaybının
Yol Açtığı Büyük Erozyon
İslami kimlik ve ilkeler alanında yaşanan geleneksel ve modern savrulmaların arka planında pek çok unsur yer almakta ve bu tür tahrif edici, saptırıcı etkenlerin tesiri altındaki süreçlerde Müslümanların İslam anlayışlarında büyük bozulmalar meydana gelmektedir. Gerek muharref geleneğin, gerekse modern kirlenmelerin yaygınlaşmasına ve yer tutmasına yol açan işte bu tür temel etkenlerin en önemlilerinden birisi de, Kur’an’dan kopuk ve bütünlükten yoksun bir ibadet algısının ortaya çıkması, sonuçta da ibadet kavramının eksen ve anlam kaybına uğramasıdır.
Rabbimiz, “insanları ve cinleri yalnız bana ibadet (kulluk) etsinler diye yarattım” ayetiyle, yaratılış gayemizin “sadece kendisine ibadet (kulluk)” olduğunu açıkça ifade etmiştir. Buna rağmen, Allah’a kulluk ve ibadetin belirleyici olmaktan çıkarılıp, ikinci plana atıldığı, iman-amel bütünlüğünün parçalandığı, dünyevileşmenin anaforunda oradan oraya sürüklenen, anlamını ve istikametini yitirmiş bir hayatın insanlığı -“Müslümanım” diyenlerin çoğu da dahil olmak üzere- kuşattığı, öğüttüğü bir süreci yaşamaktayız. O halde, Allah rızası için, iman, amel (ibadet) ve İslami kimlik alanında yaşanan bu büyük erozyonun sebepleri üzerinde ciddiyetle düşünmek, zaafları tespit etmek ve aşmak mecburiyetimiz vardır.
Müslümanların, uzun tarihsel süreç içinde kaynaktan kopmaları ve hatta namaz kılanların çoğunluğunun bile, sürekli okudukları Fatiha suresini, “yalnız sana ibadet eder yalnız senden yardım dileriz, bizi doğru yola ilet” dediklerinin farkında ve bilincinde olmadan okuyor olmaları, sonuçta yapılan ibadetlerin, amellerin hedefini bulmasını engellemekte ve dinimizin yüklediği işlevlerini yerine getirmekten uzaklaşarak içi boş ve anlamsız ritüeller haline dönüşmelerine yol açmaktadır. İşte bu sebeple, Kur’an’dan ve Resulullah(s)’ın güzel örnekliğinden kopuş serüveni sonunda; İbadet kavramının anlam ve içeriğinde bozulma yaşandı. İbadetler anlam ve eksen kaybına uğradı, içi boşaltıldı. Deruni anlam ve gayelerini yitiren ibadetler, giderek bir forma ve şekle indirgendiler.
İşte bu sebeple, bugün yaygın olarak Namaz; ruhi derinliğini, arındırıcı, kötülükten alıkoyup iyiliğe sevk edici işlevini, anlam ve gayesini yitirerek neredeyse jimnastik yapmak gibi şekli bir boyuta indirgenmiş bulunmaktadır. Kur’an’dan ve Resulün örnekliğinden koparılmış, ibadetler bütününden soyutlanmış, ihdas ediliş gayesinden uzaklaştırılmış namaz ve ibadetlerin insan ruhunda ve hayatında istikamet üzere bir değişime yol açması mümkün olamamaktadır. Bu sebeple namazlarımız ve diğer ibadetlerimiz, bugün, ilk Kur’an neslinde meydana getirdiğine benzer bir sonuca yol açmıyor, onlarda gerçekleştirdiği büyük inkılabı bizim toplumumuzda meydana getiremiyor. Bu büyük erozyon ve son derece ciddi boyutlardaki anlam ve eksen kaybı bütün amellerde, ibadetlerde meydana gelmiş ve ibadetlerimiz bizi dönüştürme, vahyin ölçüleriyle yeniden inşa etme, tekâmül ettirme, kötülüklerden alıkoyup iyiliğe sevk etme fonksiyonlarını yerine getiremez hale gelmişlerdir.
Oruç da aynı akıbete uğramış ve çoğunlukla derinliğini, arındırıcı takva boyutunu ve sosyal işlevini yitirerek, perhiz ya da diyet konumuna veya salt aç kalmaya indirgenmiştir. Böylece Ramazan, ibadet, itikaf, arınma ve infakı da içine alan sosyal boyutunu giderek kaybetmiş, nefsî, siyasi, ticari şov ve reklam aracı haline getirilmiş medyatik yardımlar, lüks otellerde verilen gösterişe dayalı iftarlar yaygınlaşmıştır. Fakir ve muhtaçlar yerine, kalbur üstü tabakaya verilen iftarlar, kimileri açısından güç ve gövde gösterisine dönüşmüştür. Sadaka ve infakta gözetilmesi gereken incelikle bağdaşmayan kaba bir yöntemle, halka açıktan, medyatik ortamlarda propaganda ederek verilen iftarlar ve dağıtılan yardımlar, hem gösterişe imkân verdiği için Ramazan ve Kur’an’ın ruh ve manasına aykırı düşmekte, hem de fakir insanların rencide edilmesi bakımından da ahlâkilik boyutunda zaafa yol açmakta ve faziletli davranış olmaktan uzaklaşmaktadır. Sonuçta, dini bir vecibe ve ibadet boyutu ikinci plana atılan oruç, folklorlaştırma ve eğlence eğilimli bid’atlarla dejenere edilmektedir. Ramazan ayında kurulan sergiler, çadırlarda icra edilen eğlence programları, kahvehanelerde ve evlerde oynanan bir nevi kumar olan tombala oyunları, havai fişek gösterileri ve müzik programları gibi pek çok, oyun ve eğlence ağırlıklı etkinlikler, Ramazan’ı giderek temel ekseninden daha fazla uzaklaştırmaktadır. Böylece, Kur’an, ibadet, rahmet ve arınma ayı olan Ramazan, tıpkı taklit edilen Batı’nın paskalya ve karnavallarını andıran bir festival boyutuna sürüklenmektedir. Bu durum, birey ve toplumun giderek daha fazla çürüyüp çözülmesine, dünyevileşip yaratılış gayesinden uzaklaşmasına yol açmaktadır. Sonuçta bu dünyevileşme, birey ve toplumun, fıtri değerlerini koruyup vahiyle bütünleştirerek yüceltmesine ve kendini olumlu istikamette tekamül ettirmesine engel olmaktadır.
Hacc ibadeti de, kulluk, ahiret, hesap bilinciyle ve ümmetçi bir duyarlılıkla yılda bir defa mü’minlerin kıblesi kılınan Kâbe’de toplanan Müslümanların, tavaf, say ve vakfe gibi son derece anlamlı, Allah’a teslimiyetin, bağlılığın ve Allah’ın ipine topluca sarılmanın, bireysel ve toplumsal halimiz sorgulayıp arınmanın zemininde, bu bilinçten yoksun şekillerin zindanında, anlamsızlığın girdabında kayboldukları gözlemlenmektedir. Bu sebeple Hacc, tevhid bilincinin zirveye çıktığı ibadetlerin Allah rızası için yerine getirileceği ve böylece dünyanın tüm kirlenmelerinden, şirkten, fesattan, günahlardan arınmayı, mü’minlerin iç dünyasını Kur’an’ın hükümleri ve Resulün güzel örnekliği çerçevesinde yeniden dizayn etmeyi hedefleyen derinliğini ve ümmetin sorunlarına çözüm üretmeye yönelik büyük anlamını yitirmiştir. Ümmet şuuruyla bir araya gelen her renkten ve bölgeden Müslümanların küresel bir kongresi olma hüviyetini de kaybetmiştir. Tüm dünya Müslümanlarının, sorunlarını görüşecekleri, İslami ölçülerle çözümler üretecekleri, görüş alışverişinde bulunup İslami mesajın tüm insanlığa ulaşması için projeler üretecekleri ve tüm bu alanlarda güç birliği yaparak kolektif akıl ve iradeyi harekete geçirecekleri bir büyük İslam kongresi olma işlevi görmekten çok uzaklaşarak, sadece kimi şekli ritüellerin bireysel boyutta yerine getirildiği, içerikten ve derinlikten yoksun formların öne çıktığı, turistik seyahat ve ticari alışveriş yönü baskın bir konuma getirilmiştir.
İnfak, sadaka ve zekât da, fakirin Allah tarafından takdir edilmiş bulunan zenginin malındaki hakkını, bir aracı, emanetçi olan zengin tarafından sahibine teslim etmesi demek olan sahici anlamından uzaklaşarak, sanki zenginlerin fakirlere kendi mallarından bir lütufta bulunmaları anlamına doğru saptırılmış ve fakirlerin infak eden, sadaka veren zenginlere minnet duyması gereken bir lütufları gibi algılanmaya başlanmıştır. Bu sebeple, fakirlere, muhtaçlara yapılan yardımlar hem yapanların bir lütfu gibi algılanırken hem de malların en iyileri yerine, en kötülerini ya da kullanılmayanlarını, eskilerini vermek şeklinde ahlaki olmayan tutumlar yaygınlaşmıştır. Kur’an’ın belirlediği içerikten ve Resulün örnekliğinden uzaklaşma sonucu ortaya çıkan bu anlam kaybı ve eksen kayması, söz konusu ibadetin malımızı ve nefsimizi arındırma, temizleme işlevini görmesini de engellemiştir. İbadetler alanındaki bu büyük erozyon giderek yaygınlaşmış, bütün ibadetleri etkileyen ve işlevsizleştiren bir musibet halini almıştır. Rabbimizin “tesettür” emri bile; Kur’an’dan, Rasul’den ve takva boyutundan koparılıp, içi boşaltılarak basit bir şekle indirgenmiş, cazibeyi ve ziyneti gizleme işlevini kaybederek, tam tersine, modern bir form içinde cazibeyi arttırıcı bir işlev görmeye başlamıştır.
Aynı şekilde, yaşanan bu büyük erozyon ve anlam kaybı sonucunda, hayatın bütününü kuşatması gereken ibadet anlayışından uzaklaşılmış, kimi parça ibadetleri şekli boyutta yerine getiren, sözgelimi bu anlamda namaz kılan, oruç tutan insanların bile önemli bir kısmının, mesela ticaret alanını ibadet kavramının dışına çıkardıkları ve orada ya hevaya göre ya da kapitalizmin kurallarına göre hareket etmekte bir sakınca görmedikleri gözlemlenebilmektedir. Bu bağlamda, Kur’an’ın emredici ve sakındırıcı hükümlerine rağmen, ölçüyü tartıyı doğru yapmadıkları, mallarını abartarak, olmadığı gibi takdim ederek yalan söyledikleri, borçlarına sadakat göstermedikleri, yanlarında çalışanların emeğinin karşılığını, hakkını tam vermekten imtina ettikleri görülebilmektedir. Bireysel ve toplumsal hayatın bütün alanlarını kuşatan Kur’an hükümlerine rağmen, kendisini İslam’a nispet eden ve kimi parça ibadetleri şekli boyutta yerine getiren bir çok insanın, ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki alanları düzenleyen vahyi ölçüleri görmezden geldikleri, hayatlarını düzenlerken bunları da esas almak mecburiyetine dair tevhid bilincini kaybettikleri ve tüm bu alanları ilahi hükümler dışındaki hevaya dayalı beşeri hükümlerle düzenlemeye rıza gösterdikleri ya da böyle seküler bir anlayışı tercih ettikleri görülmektedir. Sonuç olarak, gelinen noktada kendisini İslam’a nispet eden, ancak Kur’an’dan, kulluk bütününden ve Resulullah(s)’ın güzel örnekliğinden kopuk kimi parça ibadetleri formel bir biçimde yerine getiren, ancak bir çok alanda da hevasına tabi olan insanlar çoğalmıştır. Sonuçta, namaz da kılan, oruç ta tutan, ama yalan da söyleyebilen, sözünde de durmayabilen, emanete de ihanet edebilen, ahde vefa duyarlığını da kaybetmiş olan, İslam’ın imajını bozan, yanlış anlaşılmasına yola açan, niteliksiz, ilkesiz, ölçüsüz yığınlar ortaya çıkmıştır.
Bu tür savrulmalar ve değişimler sonucunda, sapmaları engellemede son derece önemli, gerekli ve fonksiyonel olan irşad ve tebliğ görevi, vahyin ölçülerini hatırlatan uyarı ve eleştiri sorumluluğu da terk edildiğinden savrulmalar önü alınmaz bir hızla yaygınlaşmıştır. Allah ve Resulünün asla terk edilmesine cevaz vermedikleri ve terk edildiğinde, kalplerin benzeşmesi suretiyle tüm toplumun helak sebebi olacağını ısrarla vurgulayıp uyardıkları “emr-i b’il maruf ve nehy-i an’il münker” yapma sorumluluğunun neredeyse tamamen terk edildiğini gözlemlemekteyiz. Bu büyük sorumluluğu yerine getirmekten vaz geçmeyenler, ne pahasına olursa olsun Allah rızası için emri bil maruf nehyi anil münker sorumluluğunun gereğini yerine getirmek isteyenler ise sertlik ve uzlaşmazlıkla suçlanıp engellenmek istenmektedir.
Yalnız Allah’a ibadet etmek,
O’nun rengiyle boyanmaktır
Halbuki, yaratılış amacımız ve imtihan konumuz olan “yalnız Allah’a kulluk yapma” temel ilkemiz, hayatımızı kuşatan, hayatımıza anlam ve derinlik kazandıran bir kavramı, Kur’an ve Resulün güzel örnekliğiyle bağlantılı olarak sürekli gündemde ve belirleyici noktada tutmamızı gerekli kılmaktadır ki, bu kavram, “ibadet” kavramıdır. En geniş ve en basit tanımıyla ibadet ise, Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla, O’nun vahiyle bildirdiği emir ve yasaklarına uymak, O’nun koyduğu şartlar dahilinde hayatın bütün alanlarında sadece Allah’ın hükümlerine tabi olmak, dini, hayatı, ibadeti ve itaati sadece Allah’a tahsis etmektir. Kısaca ibadet, Kur’an’ın hükümleriyle ahlaklanmaktır.
Yaratılış gayemiz olan yalnız Allah’a ibadet etmek, hayatımızın bütün alanlarını düzenlerken, sadece, hiç kimsenin kendisinden daha güzel hüküm koyamayacağı, Allah’ın hükümlerini esas almak, her konuda onu belirleyici kılmaktır. Allah bu durumu, başka renklere itibar etmeyerek Allah’ın rengiyle boyanmak olarak da ifade etmektedir.
“Allah’ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah’tan daha güzel rengi kim verebilir?
Biz ancak O’na kulluk ederiz (deyin).”
Rabbimizin bu ayetinden anlaşıldığı üzere, bu din, aynı zamanda Allah’ın verdiği bir renktir. Kim Allah’tan daha iyi, daha güzel bir renk verebilir ki? Allah’ın rengini ise, O’nun Kur’an’da vazettiği hükümleri belirlemektedir. Bu hükümlere iman edip gereğince amel eden, onlara tam bir teslimiyetle tabi olan Allah’ın rengiyle boyanmış olmaktadır. Bu hal, sadece Allah’a ibadet ve kulluk yapmak demektir. Kendi rengi ile boyanmamızı emreden ve kendisinden daha güzel rengi vermeye kimsenin gücünün yetmeyeceğini beyan eden Rabbimiz, aynı hususu bir başka ayette şu şekilde ifade etmektedir;
“Onlar hâlâ cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk
için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdir?”
İşte başka hiç kimsenin aynı seviyede hüküm koymayı asla başaramayacağı güzellikteki Allah’ın hükümlerinden oluşan bu din, yüce Allah’ın insanlığa son mesajı olmasını dilediği bir ilâhi rengidir. Amaç; taassuba ve kine yer vermeyen, ırk ve deri rengi ayrımı tanımayan geniş çaplı bir insanlar arası birliğe dayanak sağlamak, zemin hazırlamaktır. Yani kendisiyle boyanılacak iki renk vardır, birisi batılı temsil eden cahiliyenin rengi, diğeri ise hakkı temsil eden Allah’ın hükümlerinin oluşturduğu ilahi renktir. İşte kurtuluş bu ilahi renge boyanmaktan geçmektedir. Cahiliyenin rengi zulumat içinde yer alan bütün renk tonlarını ihtiva eden bir renkler demeti gibidir, insan hangisiyle boyanırsa boyansın hüsrandadır. Allah’ın rengi ise nur olarak nitelendirilen, aydınlığı ve kurtuluşu temsil eden tek renktir.
Söz konusu ayette yüce Allah’ın “dine” boya adını vermesi istiare ve mecaz yoluy¬ladır. Tıpkı boyanın etkisi kumaşta nasıl ortaya çıkıyor ise, dinin öngördü¬ğü ameller, izler, renkler de o dine bağlı olan kimseler üzerinde, simalarında, hayatlarında, davranış ve amellerinde, özetle ahlaklarında tezahür eder.
Bu sebeple, Allah’ın rengini verecek hükümleri, ahlaki, hukuki, ameli ölçüleri ihtiva eden Kur’an’dan uzaklaşma ve Rasul’ün güzel örnekliğinden kopuş süreci, kaçınılmaz olarak Allah’ın renginin hayatımıza, amellerimize yansımasını engellemiş, ibadetlerin içini boşaltmış, anlam ve istikamet kaybına yol açmıştır. Allah’ın boyası olan vahiyden kopuk ibadetler; başka renklere dönüşmüş, atalardan devralınan şekli hareketler, içerikten yoksun örf ve adetler konumuna sürüklenmiştir.
Böylece kulluk ve ahiret eksenli hayat tasavvurunun yerini, dünya ve “dünyanın süsleri” eksenli, seküler bir hayat tasavvuru almış, Allah’ın boyası, Kur’an’ın ahlakı hayatımıza yansımaz olmuştur. İslam ümmeti, işte bu kaynaktan uzaklaşma, Kur’an’dan kopuş serüveni sonunda zillete düşmüş, onurunu, bağımsızlığını ve özgürlüğünü kaybetmiştir.
İlk neslin, Kur’an
ve ibadet algısı
İbadetlerle, yüzeysel ve formel boyutta kalmayan, özlü, derinlikli, kalbi boyutu, tefekkürü, takvayı ve arınmayı öne çıkaran doğru bir ilişki kurabilmek için, onlara anlam ve değer kazandıran, gaye belirleyen ve bize onları yapmamızı emreden hükümleri ihtiva eden ve Allah’ın kurtarıcı ipi olan Kur’an’la, bilinçli, ihlaslı, ilkeli ve ciddi bir ilişki kurmak gerekir. Tıpkı ilk neslin Kur’an’la kurduğu nitelikli, ihlaslı ve hayata anlamını veren ilişki gibi bir bağlantı kurulmadan ve tüm ibadetler ubudiyet bütünü içindeki birbirini besleyen yerine oturtulmadan, ibadetler asla gerçek anlamına ve işlevine kavuşturulamaz. Böylesine anlam kaybına uğramış, içerikten ve gayeden yoksun, kaynaktan ve birbirinden kopuk şekli ibadetlerin de, bizi ve toplumumuzu istikamet üzere dönüştürmede hiçbir olumlu katkısı olamayacağı gibi, bu tür yanlış ibadet algı ve uygulamasının sapma ve savrulmaları artırcı olumsuz bir tesiri de söz konusudur.
İlk Kur’an neslinin hayatını ve kulluk eksenli tevhid ve adalet mücadelesini dikkatle incelediğimizde, aynı Kur’an’ın ve aynı ibadetlerin, bu ilk nesil üzerinde muazzam bir tesir meydana getirdiğini, onları büyük bir inkılaba uğrattığını görüyoruz. Kur’an ve öngördüğü ibadetler, cahili bir toplumu muazzam bir inkılapla tevhid eksenli bir adalet toplumu haline dönüştürüyor, onlara şeref ve izzet kazandırıyor, onları zalimlere, kafirlere karşı üstün kılıyordu. Neden? Çünkü; Onlar için Kur’an; okumak, anlamak, öğüt almak ve yaşanmak üzere indirilmiş, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkaracak hükümleri ihtiva eden, hidayet rehberi bir kitaptı. Onlar kitabı okurken Allah’ın kendileriyle konuştuğuna yakin bir imanla inanıyor ve Kur’an’da emredilenleri öğrenip hemen hayata taşıma heyecanını duyuyorlardı. Yani kitabı hakkıyla, gereği gibi okuyor, aldıkları öğütleri kulluk bütünü içinde hayata hakim kılıyorlardı. Onlar için ibadet ise; yaratılışın asıl gayesi, hayatı kuşatan bir kavramdı. İbadet; “Yalnız Allah’a kulluk yapmak, yalnız O’na itaat etmek, yalnız O’nun hükümlerine uymak”tı ve kulluk eksenli hayat tasavvurunda en temel belirleyiciydi. Ve bu tevhidi hayat tasavvurunda, günahlar istisna, ibadet ise hayatı kuşatan ve istisna olan günahları temizleyen, mü’minleri arındıran, tezkiye eden, tekâmül ettiren, yeniden inşa eden bir fonksiyona sahipti.
Kur’an’dan ve Resulün güzel örnekliğinden kopulunca ya da Kur’an yanlış okununca, ibadetler istisna haline gelip, hayatın bir kısmı ibadete tahsis edilince, o zaman günahlar, boş işler, yanlışlar boşluğu doldurmaya başladı. Böyle olunca da, zamanla günahlar ve münker hayatı kuşatır hale geldi ve ibadetlerin içini de boşaltıp, forma indirgedi.
Göz ardı edilmemesi gereken bir başka önemli husus da, ibadetlerimizin bütünlük içinde anlam kazanmaları ve ancak bu kulluk bütünlüğü içinde, diğer ibadetlerin de katkısı ile gerçek arındırıcı fonksiyonlarını ifa etmeleridir. İbadetler bütünlük içinde yerine getirildikleri zaman hayatı inşa edebilmekte, birbirlerinin tesirini de arttırıcı katkılarda bulunmaktadırlar.
Kitabı ve ibadetleri parçalara ayırıp,
bir kısmına uyanlar, ibadetleri kıyısından tutanlar
Kitabın bir kısmını uygulayıp, bir kısmını uygulamayanları, ibadetler bütününü bölüp, parçalayıp, bir kısmını dışlayanları, Allah “kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr edenler olarak nitelemekte ve dünyada rezil, rüsva olmakla ve ahirette de azap ile tehdit etmektedir. Tıpkı İslam ümmetinin içine sürüklendiği bugünkü zillet ve rezillikte olduğu gibi.
-“Bu misakı kabul eden sizler, (verdiğiniz sözün tersine) birbirinizi öldürüyor, aranızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarıyor, kötülük ve düşmanlıkta onlara karşı birleşiyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak size haram olduğu halde (hem çıkarıyor hem de) size esirler olarak geldiklerinde fidye verip onları kurtarıyorsunuz. Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık; kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir.”
-“Nitekim biz, (Kur’an’ı) kısımlara ayıranlara azabı indirmişizdir. Onlar, Kur’an’ı bölüp ayıranlardır. Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsini sorguya çekeceğiz.”
Bu toplumlar, bu Kur’an’ı bütünüyle kabul etmiyorlar. Bir kısmını kabul ederken; bir kısmını reddediyorlar. Bunu yaparken arzularına, ihtiraslarına uyuyorlar. Kur’an’ın ayetleri arasında ayırım gözeten bölücüler, yaptıkları bu ayırımdan sorumludur.
Yukarıda zikredilen Bakara 85. ayette bahsedilen geçmişteki bölücüler, dinlerini birçok bölüme ayıran ve onda ayırıcılık yapan Yahudilerdi. Onlar, dinin bir bölümüne inanıyor, bir bölümünü reddediyor, dine bazı şeyleri ekliyor, bazı şeyleri de dinden çıkarıyorlardı. Bu şekilde hepsi birbirine düşman birçok gruplara ayrılmışlardı. Onların Kur’an’dan muradı Tevrat’tır. Onlara Tevrat nazil olmuştur. Hz. Muhammed (s.a)’in ümmetine nazil olan Kur’an gibi. “Onlar Kur’an’larını çeşitli bölümlere ayırdılar.” “Onlar kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmına inanmazlar.” Çünkü ayette de ifade edildiği üzere, birbirleriyle savaşıp yurtlarından çıkarmaları haram kılındığı halde bunu yapıyorlar, kitabın bu hükmüme uymuyorlar, ama aynı kitabın esir alınanların fidye verilip kurtarılmalarını emreden ayetine ise uyarak birbirlerini esaretten kurtarıyorlardı. Allah onları ve onlar gibi kitabın bir kısmını hayata taşıyan uygulayan ama bir kısmına da aykırı davranmakta hiç bir sakınca görmeyenleri uyarmakta, şu soruyu yöneltmektedir: “Siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?”
Burada müminler, Allah tarafından yapılan uyarıyı dikkate almayan ve işledikleri günahta ısrar eden Yahudilerin durumundan ders almaları için uyarılmaktadırlar: “Yahudilerin düştüğü rezaleti görmektesiniz. Bu uyarıyı dikkate almayarak aynı sonla karşılaşmak ister misiniz?” “Eğer istemezseniz, onların kitabı ve ibadetleri bölüp, parçaladıkları gibi, siz de Kur’an’ı ve ibadetlerinizi bölmeyin, parçalara ayırmayın ve bir kısmını yerine getirip bir kısmını dışlamayın, aksi taktirde siz de Yahudileşirsiniz. Ve dünyada zillet, rezalet ve rüsvaylık, ahirette ise azap sizin de kaderiniz olur” denilmektedir.
İnsanların bazıları ise, Allah’a kulluk yaparken, ibadetleri bir ucundan, kıyısından tutmakta, samimiyetle ve tam anlamıyla kucaklamamakta, işleri iyi gittiği, hayatın akışı içinde zorluklarla sınanmadığı sürece bu kıyısından tuttuğu ibadetlerini sürdürürken, bir musibetle, sıkıntıyla imtihan edilse hemen gerisin geriye döner, dinden yüz çevirir, zaten kıyısından tuttuğu ibadetlerini de kolayca terk eder. Adeta kendisine isabet eden musibetin faturasını Rabbine keserek, dünya ve ahiretini mahveder.
“İnsanlardan kimi Allah’a yalnız bir yönden kulluk eder. Şöyle ki: Kendisine bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de musibete uğrarsa çehresi değişir (dinden yüz çevirir). O, dünyasını da, ahiretini de kaybetmiştir. İşte bu, apaçık ziyanın ta kendisidir.”
Bu tür bir insan zayıf bir karaktere sahip olduğu ve İslâm’la küfür arasında kararsızlıkla gidip geldiği için “nefs”inin kölesi olur. İslâm’ı kişisel çıkarı için seçer: Bütün istekleri yerine gelir, kolay ve rahat bir hayat sürerse İslâm’a bağlı kalır; Allah’tan razı olur ve imanında “sebat” eder. Tam tersine, eğer “iman”ı ondan bazı fedakarlıklar ister veya bazı sıkıntılarla karşılaşır, Allah yolunda zorluk ve kayıplara katlanması gerekir, yahut da istediklerine sahip olamazsa, Allah’ın ilahlığı, Rasûl’ün elçiliği hakkında tereddüt etmeye başlar ve “İman”ın her şeyinden şüphe duyan bir kimse olur. İşte o zaman bir kazanç elde edeceği veya bir kayıptan korunmasını sağlayacak olan her gücün önünde boyun eğmeye hazır bir hale gelir. Bu, kapalı bir şekilde ifade edilmiş büyük bir gerçektir. Kararsız insan aslında hem bu dünyada hem de ahirette ziyandadır ve bir kâfirden bile kötü durumdadır. Kâfir kendisini sadece bu dünyanın faydalarını kazanmaya ayarlar, az veya çok bunda başarılı olur. Çünkü o kendisine Allah korkusu, ahirette hesaba çekilme ve İlahi kanunun koyduğu yasaklar gibi sınır ve engeller koymaz. Aynı şekilde gerçek bir mümin de sabır ve sebatla Allah yolunda ilerler ve bu dünyada da başarı kazanması mümkündür. Fakat dünya malının hepsini kaybetse de, o ahirette kurtuluşa ereceğinden emindir. Buna karşılık “Kararsız Müslüman” hem bu dünyada, hem de ahirette ziyan içindedir. Çünkü o, şüphe ve kararsızlık içindedir ve iki dünyadan birini seçememektedir… “Allah’a ibadet” ile “dünyaya tapma” arasındaki bu çatışma, onu hem bu dünyada, hem de ahirette hüsrana uğrayanlardan kılar.
Kur’an-ı Kerim’in ifade tarzı, onun Allah’a yönelik ibadetini “bir yol kenarındaymış gibi” şeklinde tasvir etmektedir: Bu ibadet samimi ve yakin bir imana dayanmamakta, bu yüzden o kişi sürekli ve kalıcı olarak ibadet etmemektedir. Kur’an-ı Kerim bu tip insanların ibadetini daha ilk dokunuşta yere yıkılacak gibi dengesiz duran bedensel bir hareket gibi tasvir ediyor. Bunun için bir fitne ile karşı karşıya kalınca hemen yüzüstü yere kapanıyor. Dengesiz durduğu için yere yuvarlanması kolay oluyor.
Böyle olmaması için, ibadetlerin bütün hayatı kuşatan bir bütünlük içinde ve tam ortasından kucaklanması, gereğinin de samimiyetle ve hakkıyla yerine getirilmesi gerekmektedir. Kulluk eksenli hayat tasavvurunda, samimi bir imanı müteakip, hayatın bütün alanlarının Allah’a tahsis edilmesi, bütün alanlarda Allah’ın hükümlerinin esas alınması ve yüzlerin her alanda tek kıbleye dönmeleri gerekmektedir. İşte ancak o zaman, farklı alanlardaki değişik ibadetlerimiz birbirini besleyen, tamamlayan, destekleyen bir bütünlük içinde hayatımızı tevhid ekseninde inşa eden, tevhidi inkılâba uğratan bir fonksiyon icra edeceklerdir.
Ancak Kur’an’a dayalı ve ibadetler
bütünü içindeki yerini alan ibadetler
anlamlı, arındırıcı ve inşa edicidir
İşte Kur’an’la irtibatı kesilmiş, Resulullah’ın (s) örnekliğinden, sahih sünnetinden koparılmış, parçalanarak, bölünerek, bir kısmı yapılıp bir kısmı yapılmayan ibadetler, birbirini besleme ve tamamlama imkânından yoksun kılınmış parça ibadetler, zamanla anlamını ve eksenini yitirerek şekle indirgenmektedir.
Ancak, ibadetler bütünü içindeki yerini alan ve hayatı kuşatan Kur’ani ibadet kavramı ekseninde kalan ibadet; tezkiye, inşa ve inkılâba yol açabilmektedir. İşte ancak bu anlamıyla ibadetler hayatı kuşatırsa, günahları temizleyerek hayattan kovma fonksiyonu görebilmektedir. Allah, Kur’an’da şöyle buyurmaktadır:
“(Resûlüm!) Sana vahyedilen Kitab’ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ın zikri elbette en büyüktür. Allah yaptıklarınızı bilir.”
Bu ayetten de anlaşılacağı üzere, Allah kitabı okumayı ve namazı kılmayı emretmektedir. Böylece yapılan ibadetin hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyacağını bildirmektedir. Namazda olduğu gibi, aslında bütün ibadetler, eğer içi boş formdan ibaret değilse, huşu içinde, ihlasla ve Kur’ani içerikle yapılıyorsa, mü’mini kötülükten alıkoyma, günahlardan arındırma ve iyiliğe sevk etme fonksiyonu göreceklerdir.
A – Kur’an okumak
Ayetteki hitap, görünüşte Hz. Peygamber’edir (s.a), fakat aslında bütün müminleri kapsamaktadır. Burada mü’minlere, Allah ile irtibatın, Allah’a itaatin, O’na sığınmanın, tevekkülün temini ve Allah yolunda mücadelede sabır ve sebatın sağlanabilmesi için, Kur’an okuyup namazı ikame etmeleri söylenmektedir. Çünkü Kur’an okuma ve namaz kılma, mümini sadece bâtıl ve kötülüğün şiddetli fırtınalarına cesaretle karşı koymasını değil, aynı zamanda onları yenmesini de sağlayan güçlü bir karakter ve mükemmel bir kapasiteye kavuşturan iki araçtır. Fakat insan, ancak sadece kelimeleri okumakla kalmayıp Kur’an’ın öğretilerini iyice anladığında ve onları ruhunda sindirdiğinde ve namazı, sadece fiziksel hareketlerden ibaret kalmayıp kalbinden gelen bir hareket ve ahlâk olursa, Kur’an okumak ve namaz kılmaktan güç kazanabilir. Namazın nasıl olması gerektiği, bir sonraki cümlede Kur’an’ın kendisi tarafından açıklanmaktadır. Kur’an okumaya gelince, boğazdan aşağısına, kalbe ulaşmayan bir okumanın, değil kişiye küfre karşı koyma gücü vermek, imanında sebat etmesi için yeterli güç bile veremeyeceğine dikkat edilmelidir.
Bu tür insanlar hakkında bir hadiste şöyle buyurulmaktadır : “Onlar Kur’an okuyacaklar, fakat Kur’an boğazlarından aşağıya geçmeyecektir: Onlar okun yaydan çıktığı gibi imandan çıkarlar.” Aslında kişinin düşünce, ahlâk ve davranışlarında hiçbir değişiklik meydana getirmeyen ve onun Kur’an’ın yasakladığı şeyleri yapmaya devam etmesini engellemeyen bir okuma, gerçek müminin okuyuşu değildir. Böyle kimseler hakkında Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Kur’an’ın haram kıldığını helal kılan, aslında hiç Kur’an’a inanmamış gibidir.” Böyle bir okuyuş, kişinin nefis ve ruhunu ıslah edip güçlendirmez, aksine onu Allah’a karşı daha küstah, vicdanına karşı inatçı yapar ve karakterini tamamen bozar. Çünkü Kur’an’ın ilâhî bir kitap olduğuna inanan, onu okuyup Allah’ın neler emrettiğini öğrenen, sonra da emirlerine karşı gelen kimsenin durumu, bilmediği için değil, kanunu çok iyi bildiği halde suç işleyen sanığın durumuna benzer.
Hz. Peygamber (s.a), bu noktayı çok kısa bir cümle ile ifade etmiştir: “Kur’an sizin lehinize de, aleyhinize de bir şahittir.” Yani! “Eğer Kur’an’a doğruca uyarsanız, o sizin lehinize bir şahit olur.” Burada veya ahirette ne zaman yaptıklarınızdan hesaba çekilirseniz, yaptıklarınızın Kur’an’a uygun olduğunu söyleyerek, Kur’an’ı şahit getirebilirsiniz. Eğer bu kitap size ulaşmış, siz de onu okumuş ve rabbinizin sizden neler istediğini, neleri yasaklayıp neleri emrettiğini öğrenmiş, sonra da ona aykırı bir tavır içine girmişseniz, o zaman bu kitap sizin aleyhinize bir şahit olur. Allah’ın mahkemesinde sizin suçunuzu daha da teyid eder. İşte o zaman ne cezadan kaçmanız, ne de cehaletinizi öne sürerek daha hafif bir cezaya çaptırılmanız mümkün olur.”
“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler (den bazısı) onu, hakkını gözeterek (gereği gibi) okurlar. Çünkü onlar, ona iman ederler. Onu inkâr edenlere gelince, işte gerçekten zarara uğrayanlar onlardır.”
Bu ayetten de anlaşıldığı üzere, kitabı yüzeysel alelade bir okumanın anlamsızlığı ve yetersizliği vurgulanıyor. Ancak hakkını gözeterek ve gereği gibi okuyanların, kitaba iman ettikleri ifade edilmektedir. “Gereği gibi okuma”nın ne anlama geldiğine dair yorumlardan bazıları şöyledir: “Oradaki emir ve yasaklara uyarak helalini helal, haramını ha¬ram bilip muhtevasına uygun, kapsadığı hükümler gereğince amel ederek ona hakkıyla uyarlar; demek olduğu İkrime tarafından söylenmiştir.” “Kitabı, lafızlarını tertil ile (ağır ağır, tane tane) okurlar, anlamlarını da idrak ederler”, şeklinde anlaşıl¬abileceği de İmam Kurtubi tarafından ifade edilmiştir. “Çünkü manalarının gereği gibi anlaşılması ile -bu konuda ken¬disine başarı ihsan edilenler için- bu anlamlara uymak, mümkün olur” denilmiştir.
Yukarıda izah edilmeye çalışılan tüm bu Kur’an’a yanlış yaklaşımların yozlaştırıcı tesirinden kurtulabilmek için, Rabbimizin bizzat Kur’an’da ifade ettiği doğru yaklaşımı yakalamak mecburiyetimiz vardır. Önyargılarımızdan mümkün olduğunca arınmış olarak, bütünlüğünü ihmal etmeden ve Rasulullah’ın güzel örnekliğini, şahitliğini de dikkate alarak, Allah rızasını kazanmak amacıyla bir an önce okuyup, anlamak, öğüt almak ve hayata taşımak üzere Kur’an’a yaklaşmak gerekmektedir.
Kur’an şerefimizdi, izzetin tamamı Allah’ın yanındaydı, izzeti yanlış yerde arayıp şerefimizi terk ettiğimiz, Kitab’ın mirasçıları olma konumumuza ihanet ettiğimiz için bu haldeyiz.
Kur’an pek çok ayetinde, insanları, esas indiriliş maksadına uygun bir biçimde kendisini okumaya ve öğüt alıp, hükümleriyle amel etmeye çağırmakta, mümin olmanın ve kurtuluşa ermenin de ancak böyle mümkün olabileceğine dikkat çekmektedir.
“Gerçekten Allah’ın kitabını okuyanlar … asla zarara uğramayacak bir ticareti umabilirler.” Kitab’ı okumak, anlamını düşünmek, anlamak, öğüt almak, etkilenmek, onunla amel etmek gibi bütün boyutları kapsar.
“Sonra kitabı, kullarımız arasından seçtiklerimize miras bıraktık…” Bu seçilmişliğin ve mirasçılığın, Kitab’a varis kılınanlara bir şeref bahşetmenin yanında büyük bir sorumluluk yüklediği de unutulmamalıdır. Ancak Kitab’a iman eden, onu okuyan ve onunla amel edenler Kitab’a varis olma şerefine nail olabilmektedirler. Ya da, ancak varis olmanın bu anlamdaki gereğini yerine getirenler emanete riayet etmiş ve onurlarını korumuş olmaktadırlar.
“İşte o kitap; kendisinde hiç şüphe yoktur; müttakiler için yol göstericidir.”
“Bilen bir toplum için ayetleri açıklanmış, Arapça okunan bir kitaptır. Müjdeleyici ve uyarıcı-korkutucu olarak (gönderilmiştir). Fakat çokları yüz çevirmiştir; onlar işitmezler.”
“Alemlere uyarıcı olsun diye kuluna (Muhammed’e) Furkan’ı (Kur’an’ı) indirenin şanı yücedir.”
Okunup bilinmek ve gereğince amel edilmek üzere indirilmiş, müjdeleyici, uyarıcı ve yol gösterici kılınmış, hak ile bâtılı ayırma (Furkan) fonksiyonu görmek için indirilmiş Kur’an eğer okunmazsa bu işlevini görebilir mi? Tabii ki göremez. Bu sebeple Rabbimiz bu anlamda Kur’an okumayanları, ondan yüz çevirmiş olarak kabul etmektedir.
Biz de toplum olarak, Kur’an okumayı, anlamayı ve öğüt almayı terk edeli, bir nevi Kur’an’dan yüz çevirme konumuna sürüklenerek, Allah’ın rahmetinden uzaklaşmış ve bugünkü zillete düşmüş bulunmaktayız.
“Elif, Lâm, Ra. (Bu Kur’an) Rabblerinin izniyle karanlıklardan nura, Aziz ve Hamid’in (Allah’ın) yoluna insanları çıkarasın diye sana indirdiğimiz o kitaptır.” Eğer Kur’an, doğru bir amaçla, doğru bir yaklaşımla, kulluk bilinci ve teslimiyetiyle ve ihlasla okunmazsa insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarma işlevini nasıl görecektir?
“Andolsun biz Kur’an’ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?” Böylesine apaçık bir uyarıya rağmen, öğüt alıp düşünmemiz için kolaylaştırılmış olan Kur’an’ı, okumamak ya da ölülere okumak, haz duymak için okumak durumuna sürüklenmiş olan bir toplumun hidayet bulması ve kurtuluşa ulaşması mümkün olabilir mi?
Kur’an, insanlığa rahmet ve hidayet vesilesi olması, kurtuluşa götürecek bir rehberlik fonksiyonu görmesi ve bu amaçla da Hakk’ı batıldan ayırma kabiliyetini kazandırması için indirilmiştir. Allah’ın muradı, insanları karanlıklardan nura çıkaracak ölçüleri taşıyan vahyin, yine Allah’tan temiz olarak dünyaya gelmiş fıtratla buluşup, insani ve İslami şahsiyetlerin istikamet üzere inşa edilmesidir. Yeryüzünde halife kılınarak onurlandırılan, arzda Allah’ın emirlerine göre tasarrufta bulunmak ve bir imtihan ve tekamül sürecini yaşamak üzere emaneti yüklenen , hakikatin mesajını tüm insanlara tebliğ etmekle yükümlü kılınan insanın, bu sorumluluğunu yerine getirebilmesi için Kitab’ı okumak ve onun hükümleriyle ahlaklanmak mecburiyeti vardır. Bu sebeple Allah, ikisi de kendisinden gelen fıtrat ile vahyin dünyada buluşup bütünleşmesini, ikisinin arasının kesilmemesini, tevhidle ve vahiyle bağın koparılmamasını emretmektedir. Ancak bugün gelinen noktada, maalesef Kur’an devre dışı bırakılarak, halifelik misyonunun gereğini yerine getirmekten uzaklaşılmış, tevhidle bağ koparılmış, yüklenilen emanete ihanet edilerek fıtratın yolundan sapılmıştır.
Yaratılış amacının, halifelik misyonunun ve yüklendiği emanete riayetin tabii bir gereği olarak, vahye uygun bir hayatı inşa etmek durumunda olan insan, bu sorumluluğunun gereğini yerine getirmekten uzaklaşmıştır. Emanete ihanet ettikçe, toplumlar kaçınılmaz olarak çürümeye ve çok yönlü bir yozlaşma ve çöküntüye sürüklenmişlerdir.
Kurtuluş yolu; insanı ve toplumu vahyin belirleyiciliğinde yeniden inşa sürecini başlatmaktan, tevhid ve adaleti ikame suretiyle emanete riayet etmekten geçmektedir. Kurtuluşa ve izzete ulaşabilmek, ümmeti gerçek nitelikleriyle vahyin ölçüleri içinde yeniden inşa edebilmek için; Allah’ın azabından korkarak, Allah’ın ipi olan Kur’an’a sımsıkı ve topluca sarılmamız gerekmektedir.
Hesap günü Peygamber’in (s); “Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur’an’ı terk edilmiş olarak bıraktı.” şikayetine muhatap olacak hallere düşmekten kaçınmalı, bugün toplumumuzda yaygın olarak yaşanan “Kur’an’ı terk edilmiş bırakma” konumundan kurtulmak için ciddi ve samimi çabalar göstermeliyiz.
Rabbimiz biz kullarına şöyle seslenmektedir: “Andolsun, size, (bütün durumlarınızı kapsayan) zikrinizin (şan ve şerefinizin) içinde bulunduğu bir kitap indirdik. Yine de akıllanmayacak mısınız?” Evet bize, Kur’an’la, bütün durumlarımızı, ahlakımızı belirleyici, bize şan ve şeref kazandırıcı hükümler, değerler, ölçüler indirildi; hâlâ akledip de şerefimize sahip çıkmayacak mıyız?
İzzetin, onurun tamamı Allah’ın yanındayken ve izzeti yanlış yerlerde aramanın yol açtığı zilletten kurtulmak için Kur’an’a ve Rabbimize tam teslimiyet gerekiyorken, bu konuda hâlâ tereddütlü davranmayı sürdürecek miyiz?
Rabbimiz kitabında, “Kâfirlere itaat etme ve onlarla, onunla (Kur’an’la) büyük cihad et” buyurmaktadır. Kur’an’la teçhiz olmayanların, Kur’an’dan öğüt almayanların Kur’an’la cihadı gerçekleştirmeleri mümkün olabilir mi?
İlk Kur’an nesli, Allah’ın kendileriyle Kur’an ayetleri aracılığı ile konuştuğuna ve emir ve talimatlar verdiğine kesin olarak iman ederek bir an önce onları hayata aktarmak heyecanını yaşıyorlardı. Bu sebeple de Kur’an’ın bereketi onları kuşatıyor, onlara izzet ve şeref kazandırıyordu. Daha sonra bu bilinç, bu iman ve kaynakla bütünleşme terk edilince bugünkü yaygın zillet meydana geldi. İman ve amellerimiz eksen ve anlam kaybına uğradı, istikamette büyük sapmalar meydana geldi.
B – Namazı ikame etmek ve
kötülüklerden alıkonulma:
Ankebut 45. ayetin nüzul ortamında, Müslümanların Mekke’de yaşadıkları şiddetli düşmanlık ve reddedilmeye karşı maddi güçten çok moral (ahlâkî) bir güce ihtiyaçları vardı. Bu moral gücü sağlamak ve onu geliştirmek için ayette ilk önce iki araca değinilmektedir: Kur’an okumak ve namazı ikame etmek. Ardından da namaz kılmanın Müslümanları, o dönemde çevrelerindeki gayr-i müslim Arapların ve Arap olmayanların meşgul olduğu, İslâm’dan önce kendilerinin de ortak olduğu kötülüklerden arıtıp temizleyeceği söylenmektedir. Namazın burada zikredilen faziletinin iki yönü vardır.
1. Birincisi onun ayrılmaz ve kaçınılmaz özelliği olan kişiyi kötü ve iğrenç şeylerden alıkoyması;
2. ikincisi onun istenilen özelliği, yani namaz kılan kişinin davranışlarında kötü ve iğrenç şeylerden kaçınması.
Birinci özelliğini ele alırsak, namaz insanı kötülükleri yapmaktan alıkoyar. Namazın doğası hakkında biraz düşünen herkes, insanın kötülüklerden sakınması için konulan sınır ve engeller içinde en etkilisinin namaz olduğunu kabul edecektir. Hangi kontrol mekanizması, insanı günde beş defa Allah’ı zikretmeye çağıran, ona defalarca bu dünyada tamamen hür olmadığını, bilakis Allah’ın kulu olduğunu ve Allah’ın onun yaptığı gizli açık her şeyden, hatta gönlünden geçirdiği gizli niyet ve amaçlardan bile haberdar olduğunu ve bütün yaptıklarından Allah’ın huzurunda hesap vereceği bir günün geleceğini hatırlatan namazdan daha etkili ne olabilir? Namaz mümine sadece bunları hatırlatmakla da kalmaz, aynı zamanda ona, Allah’ın hiçbir emrine gizli de olsa isyan etmemesi için her namaz vaktinde ahlâkî bir eğitim de verir. Çünkü bu ibadetin içeriğinden tek haberdar olan Allah’tır ve mü’min şahsiyet, bunun bilinciyle sürekli Allah’ın denetimi altında kendini hissederek bu ibadetini gerçekleştirir.
Bu konuda, Hz. Peygamber’den (s.a), bazı sahabe ve tabiinden de sözler nakledilmiştir. İmran bin Huseyn, Hz. Peygamber’in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: “Namazı kendisini kötü ve iğrenç şeylerden alıkoymayan kimse, aslında hiç namaz kılmamış demektir.” İbn Abbas (r.a) Hz. peygamber’in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Kişiyi kötü ve iğrenç davranışlardan alıkoymayan namaz, onu Allah yolundan daha da uzaklaştırır.” İbn Mesud’dan (r.a) rivayet edilen başka bir hadis de şöyledir: “Namaza itaat etmeyen namaz kılmamış gibidir ve namaza itaat de kişinin kötü ve iğrenç davranışlardan kaçınmasıdır.” İmam Cafer es-Sadık da şöyle demiştir: “Namazın kabul edilip edilmediğini öğrenmek isteyen kimse, namazın kendisini kötü ve iğrenç davranışlardan ne dereceye kadar sakındırdığına bakmalıdır. Eğer bu kimse kötülüklerden sakındırılmışsa, namazı kabul olmuştur.” (Ruh’ul-Me’ani)
“Gündüzün iki ucunda ve gecenin ilk saatlerinde namaz kıl ; iyi ameller kötülükleri giderirler. Bu hatırlatmalar öğüt alacak yetenekte olanlar için birer öğüttür.”
Ayette, namaz kılmak (ikame etmek) -eksiksiz ve dosdoğru bir şekilde- emredildikten sonra iyi amellerin kötülükleri giderdiği vurgulanıyor. Bu ifade geneldir ve tüm iyilikleri (Salih amelleri) kapsamaktadır. Namaz da en büyük iyiliklerden (salih amellerden) biridir. Bu sınıflandırmaya öncelikle dahildir. Yoksa bazı tefsircilerin anladığı gibi kötülükleri gideren iyilik namazla sınırlı değildir.
Kötülüğü dünyadan kazımanın yolu gösterilmekte ve “Salih ameller işleyin ve onlarla kötülüğü yenin” denilmektedir. Faziletli olmanın en iyi yolu namazı ikame etmektir. Namaz size tekrar tekrar Allah’ı hatırlatacak, hakikatin tebliğine karşı teşkil edilmiş, birleşik ve sistemli kötülük cephesine karşı başarıyla savaşmanız için gerekli nitelikleri size kazandıracaktır. Ayrıca size hayır ve ıslah sistemine işlerlik kazandırma gücü verecektir.
“Allah, inkar edip kendisinin yoluna engel olanların işlerini boşa çıkarmıştır. İnanıp iyi ameller işleyenlerin, Rabbleri tarafından Muhammed’e indirilen gerçeğe (Hakka) inananların da günahlarını örtmüş ve hallerini düzeltmiştir.”
İnsan ruhu, her yönelişinde, kendisinden harekete geçsin ve her davranışında ve yönelişinde kendisine başvuracağı bir kaynağa bağlansın diye mutlaka tevhidi bir imana sahip olmalıdır. İşte o zaman iyi amelin bir anlamı, bir hedefi, bir sürekliliği ve ilahi sistem uyarınca vereceği sonuçları olur. Bu ilahi sistem, bu kainatın tüm elemanlarını bir kanuna bağlar, her amel ve her harekete bir fonksiyon yükler. Ve bu varlık aleminin bünyesinde fonksiyonunu yapmasında ve gayesine varmasında da bir etki bahşeder.
Öte yandan bu ayette yer alan birinci “iman edenler” deyimi, Hz. Muhammed’e indirilen Kur’an’a iman etmeyi de içerir. Ancak ne var ki ifadenin akışı Kur’an’ı, “Rabbleri tarafından bir hak” olma niteliği ile nitelemek ve bu anlamı pekiştirip yerleştirmek için ön plana çıkarıyor ve gözler önüne seriyor. Vicdanda yer etmiş bir imanın yanı sıra, hayatta dışa vuran amel etmek de gerekir. Amel, imanın varlığını, canlılığını ve çağlayıp kaynadığını gösteren bir meyvedir. İşte yüce Allah, inkar edenlerin amellerini, şeklen ve dış görünüş açısından güzel görünseler bile, iptal edip boşa çıkarmasına karşılık, iman edenlerin “…hallerini düzeltmiştir.”
Bu ayet gereğince, Allah, ancak iman edip salih amel işleyenlerin ve Hz. Muhammed (s)’e inen Hakka (gerçeğe) inananların günahlarını örtmekte ve hallerini düzeltmektedir. Ancak bu örtme ve düzeltme işleminin, mü’minlerin iman edip ve salih amel işlemenin yanında, Kur’an’ın Rabbin katından indirilmiş bir hak olduğuna da inanmalarından sonra gerçekleşeceği bildirilmektedir. Böylece bugün ümmetin yaygın hali dikkate alındığında, Kur’an’ın ve ibadetlerin neden arındırıcı, izzete kavuşturucu ve inşa edici bir fonksiyon görmedikleri de anlaşılmaktadır.
“Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır; Allah’ı onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.”
Burada iki anlam söz konusudur: 1. İçten tövbe ettiği zaman, iman ve Allah’a itaat hayatına başlar ve Allah’ın rahmet ve yardımıyla, küfür halindeki kötülüklerin yerine iyi ameller işlemeye koyulur ve kötülüklerinin yerini iyilikleri alır. 2. Yalnızca geçmişteki kötülükleri silinmekle kalmaz, ayrıca amel defterine, Rabbi’ne isyanı bırakıp O’na itaat yolunu benimseyen bir kul olarak yazılır. Sonra, geçmiş günahlarına üzülüp tevbe ettikçe, daha çok salih ameller hanesine kaydolunur. Çünkü, günahtan tevbe etmek ve af dilemek bizzat salih bir ameldir. Böylece, amel defterinde iyilikleri bütün kötülüklerini bastırır ve böyle bir kişi yalnızca ahirette cezadan kurtulmakla kalmaz, aynı zamanda Allah’ın büyük nimetlerine de kavuşur.
Tevbe etmenin kuralı ve şartı da şu şekilde belirleniyor. “Kim tevbe eder de arkasından iyi amel işlerse o kimse kararlı bir pişmanlıkla Allah’a yönelmiş olur”. Tevbe etmek; pişman olmakla, günahtan vazgeçmekle başlar; tevbenin gerçek olduğunu, içten olduğunu kanıtlayan salih amelle sonuçlanır. Salih amel, aynı zamanda günahtan vazgeçmekle ruhta meydana gelen boşluğu dolduran pozitif bir karşılıktır. Çünkü günah bir ameldir, bir harekettir. Bu yüzden ondan boşalan yeri karşıt bir hareketle, yani Salih amelle doldurmak gerekir.
Aynı şekilde, bir ibadet olarak sadaka vermenin de, mü’minleri günahlardan temizleyeceği, onları arındırıp yücelteceği ifade edilmektedir. “Diğerleri ise günahlarını itiraf ettiler, iyi bir ameli diğer kötü bir amelle karıştırdılar. (Tevbe ederlerse) umulur ki Allah onların tevbesini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayan, pek esirgeyendir. Onların mallarından sadaka al; bununla onları (günahlardan) temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin. Ve onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir (onları yatıştırır). Allah işitendir, bilendir.”
Bir alandaki ibadet bir başka alanda
da Allah’a itaat ve ibadete sevk eder
Bir alanda Allah’a itaat ederek gerçekleştirdiğimiz ibadetimiz, hayatı kuşatan bu kavramın yönlendiriciliğinde başka alanlarda da Allah’a itaat etmeye ve başka ibadetleri de yerine getirmeye sevk eden ve bizleri arındırıp yücelten bir fonksiyon görür. Tabii ki bu fonksiyonu görebilmesi için, Kur’ani bir anlam ve içerikle, ihlaslı bir teslimiyetle yapılan ve kulluk (ubudiyet) bütünü içindeki yerinde duran ibadetler bu fonksiyonu görebilmektedir. Mesela kavminin müşrikleri Şuayb (as)’a vahye dayanarak kendilerinden yapmalarını istediği şeyleri, (şirkten uzaklaşma, zekât verme, ticaret alanında ölçüyü tartıyı doğru yapma, birbirinin mallarını haksızlıkla yememe) konusundaki emirleri tebliğ ettiğinde, kendisine “sana bunları namazın mı emrediyor?” diye soruyorlardı. Onlar bunu alay etmek amacıyla söylemiş olsalar da, bu tespit aynı zamanda onların namazın böyle bir işlevini fark ettiklerini de göstermektedir.
“Dediler ki: Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları), yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın!”
İşte namaz bu yüzden inkarcıların hedefi haline gelmektedir. Ve bir kimse namazı gerçekten kılıyorsa hakikatleri tebliğe başlar ve onların kötü yollarını eleştirir. Nitekim korktukları budur ve bu yüzden sanki tüm belaların nedeni namazmış gibi onu giderek artan bir şiddetle yuhalarlar.
“Ey Şuayb, atalarımızın taptıkları ilahlara tapmayı bırakmamızı ve mallarımız konusunda dilediğimiz tasarrufları yapmaktan kaçınmamızı emreden, empoze eden faktör, şu kıldığın namaz mıdır?” diyorlar.
Bu iki şey gayet açık bir şekilde İslami yolla “cahili” yolu birbirinden ayırmaktadır. “Cahili” yol bir kimsenin atalarının yolunu izlemesi gerektiği varsayımına dayanır; bu düşünüşe göre bir şeyin atalardan tevarüs edilmesi (kabulü için) yeter sebeptir. (Cahili yolu izleyenlerin dayandığı) ikinci varsayım bir kimsenin inanç ve dininin, yalnızca ibadet törenlerine ilişkin olduğu, dünya hayatıyla hiçbir ilişkisinin bulunmadığı ve bu hayatta herkesin canının istediğini yapabileceği yolundadır.
Buradan anlaşıldığına göre, Hz. ‘Şuayb’ın (a.s) kavminin sahip olduğu şeyleri keyfince tasarruf edebilme talebi, hayatın dini ve dünyevi şeklinde iki ayrı bölmeye ayrılması teorisine yeni bir şey eklenmediğini göstermektedir. Aşağı-yukarı 3500 sene önce Şuayb kavmi, bugün batılının ve batılılaşmış toplulukların ısrar ettikleri bölünmede (din-dünya) ısrar etmişlerdi.
Bu adamlar anlamıyorlar ki -ya da anlamak istemiyorlar ki- namaz bu inanç sisteminin gereklerinden ve Allah’a kulluğun, Allah’ın kayıtsız egemenliğini benimsemenin ifade biçimlerinden biridir; tek Allah’a inanmadan, gerek kendilerinin ve gerekse atalarının Allah’ı bir yana bırakarak taptıkları putları bırakmadan bu inanç sisteminin varlığından söz edilemez; bunun yanı sıra bu inanç sisteminin ayakta durabilmesi için ticarette, her türlü mal alışverişinde, pratik hayatın her alanında, bütün insanlar arası ilişkilerde yüce Allah’ın yasalarının uygulanması gerekir.
İman ve Salih ameller, inanç ve ibadetler organik bir bütün oluştururlar. Ne inanç, namazdan ve ne de bunların ikisi pratik hayatın yasalarından ve sosyal kurumlardan ayrılamazlar.
İbadetler ile inanç ve her ikisi ile insanlar arası ilişkiler arasındaki bağı yadırgayan bu sakat zihniyeti kınamadan önce, Medyenliler’in bu binlerce yılın gerisinde kalmış aptalca zihniyetini uzun uzun karalamadan önce hatırlamamız iyi olur ki, günümüzün insanlarının böyle bir çağrı karşısındaki tepkileri, Hz. Şuayb’ın soydaşlarının tepkilerinden farklı değildir. Günümüzün içinde yaşadığımız cahiliyesi, klasik cahiliyeden daha üstün, daha zeki ve daha kavrayışlı değildir. Hz. Şuayb’ın soydaşlarının benimsedikleri müşriklik, putperestlik, günümüz insanlığının bir bütün halinde benimseyip uyguladığı müşrikliğin, putperestliğin aynısıdır. Yahudi olduklarını, Hıristiyan olduklarını ve hatta Müslüman olduklarını söyleyenlerin çoğunluğu da bu hükmün kapsamına girerler. Bunların hepsi, inanç ve ibadet ile yasayı ve insanlar arası ilişkileri birbirinden ayrı görürler. Kur’an’ı ve ibadetleri bölüp, parçalarlar ve bir kısmına tabi olup, diğer kısmını dışlarlar.
İnanç ile ibadetleri Allah’a yöneltir, O’nun emirlerine uygun yapmaya çalışırlarken yasalar ile insanlar arası ilişkileri Allah dışındaki kaynaklara dayandırırlar, bunları o kaynakların direktiflerine göre düzenlerler. İşte özü ve kökeni itibari ile müşriklik, putperestlik budur. İnsanı arındırmayan, tevhidi inkılaba yol açamayan ibadetler de, Kur’an ve ibadetler bütününden ve hayatın tümünü kuşatması gereken ubudiyet kavramından soyutlanmış ve şekle indirgenmiş içi boş parça ameller de bu tür insanların amelleridir.
İşte Şuayb (as)’ın kavmi, onun namazının, kendisine hayatın bütün alanlarında namazın Rabbinin kurallarına uymayı emrettiğini, bunun ise kendilerince kabul edilemeyeceğini söylüyorlardı. Namaz ibadetinin, hayatın diğer alanlarında da aynı Allah’ın hükümlerinin esas alınmasına sevk edeceğini ve bütün alanlarda sadece Allah’a ibadet ve kulluk yapılması gerekeceğini onlar bile fark ediyor ve bu da işlerine gelmediği için tevhid dinine karşı çıkıyorlardı.
Kendimizi sorgulamalıyız. Acaba bizim namazlarımız da bize her alanda Allah’a itaat etmeyi, Allah’ın dini uğrunda fedakârca hizmet etmeyi emrediyor, bizi bu hayırlı istikamette yönlendiriyor mu? Yoksa namazlarımız, oruçlarımız ve bütün ibadetlerimiz, sadece şekli bir boyutta kalıp, hayatımızda inkılap meydana getirmeyen içi boş şekiller haline mi geldiler?
Rabbimiz, Maun suresinde de, namazdan gafil olanların, namazı ruhtan yoksun bir biçimde ve şekli olarak icra edenlerin, bilinçsizce namaz kılanların, samimiyet ve içtenlikten yoksun olarak, gösteriş için şeklen namaz kılanların dini yalanlayan konumda oldukları belirtiliyor. Bunların “yetimi itip kakacakları, yoksulu doyurmaya yanaşmayacakları, hayra da mani olacakları” tespitleri yapılıyor.
“Dini yalanlayanı gördün mü? İşte o, yetimi itip kakar; Yoksulu doyurmaya teşvik etmez; Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, Onlar namazlarını ciddiye almazlar. Onlar gösteriş yapanlardır, Ve hayra da mâni olurlar.”
Onlar namaz kılarlar fakat namazı hakkı ile ikame etmezler. Namazın hareketlerini yerine getirir, namazın dualarını okurlar fakat kalpleri namaz gerçeğine, namazda okunan Kur’an’a, dualara ve tesbihlere ve bu tesbihlerdeki gerçeğe katılmaz. Onlar namazı sırf Allah için değil, insanlara gösteriş için kılarlar. İşte bu nedenle onlar namazlarından gafildirler. O’ndan habersizdirler. O’nu hakkı ile ikame etmezler. İnsandan asıl istenen namazı ikame etmektir. Sırf onu eda etmek değildir. Namazı ikame etmek ise ancak onun gerçeğini yaşamak ve onu yalnız Allah için kılmakla olur.
Namazlarını gaflet içinde eda eden bu namaz kılanların işlerinde namaz bu yüzden etkilerini göstermez. Ve bu nedenle onlar yardımlaşmayı engellerler. insan olan kardeşlerine yardımı; hayır ve iyiliği engellerler. Yani Allah’ın kullarından iyiliği esirgerler. Eğer onlar gerçekten namazı Allah için ikame etselerdi, onun kullarından iyiliği esirgemezlerdi. İşte Allah katında kabul edilen gerçek ibadetin mihengi budur. Gerçek namaz ve ibadet, hayatın diğer alanlarında da Allah’a itaate sevk etmelidir.
Böylece bir kere daha kendimizi bu inanç gerçeğinin önünde, bu dinin kuşatıcı, bütüncül karakterinin önünde buluyoruz. Görüyoruz ki, Kur’an’ın apaçık bir hükmü, namazı hakkı ile ikame etmedikleri için namaz kılanları “veyl” ile uyarıyor. Namazı ruhsuz bir şekilde sırf hareketleri ile eda ettikleri için, namazda kendilerini sırf Allah’a vermedikleri için, gösteriş hareketleri ile namaz kıldıkları için. Bundan dolayı namaz onların kalplerinde ve eylemlerinde etkisini bırakmamıştır. Öyle ise bu namaz boşa gitmiştir. Hatta bu namaz ağır bir biçimde, cezalandırmayı gerektiren bir günaha dönüşmüştür.
Bu gerçeklerin ışığı Altında yüce Allah’ı insanlara peygamberler göndermesinde, kendisine iman etmeleri ve O’na kulluk etmeleri için mesajlar göndermesinde kullarından istediği şeyin gerçekliğini görebiliyoruz… Yüce Allah imanı ve ibadeti kendisinin ihtiyacı olduğu için onlardan istememektedir. Zira O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Bu emirlerle onların kendi iyiliklerini istemektedir. Onlar için iyilik istiyor, kalplerinin arınmasını istiyor. Hayatta mutlu olmalarını diliyor. Onlar için tertemiz bir bilinç, güzel bir dayanışma, şerefli bir huzur, sevgi, kardeşlik, kalp ve ahlâk temizliği üzerine kurulan üstün bir hayat diliyor. Öyle ise insanlık bu iyilikten uzaklaşıp nereye gidiyor? Bu rahmeti, bu güzel, üstün ve şerefli zirveyi bırakıp nereye yöneliyor? Yol ayrımında bu nur önünde olduğu halde cahiliyyenin hangi karanlık, uğursuz çöllerinde batmaya gidiyor.
Demek ki, ibadetlerin bizi arındırma, tekâmül ettirme ve yeniden inşa etme tesiri meydana getirebilmeleri için, mutlaka Kur’an’la irtibatlı olmaları ve samimi bir yönelişle Allah’ın Kur’an’da vaz ettiği hükümlerini hayata hakim kılmanın ayrılmaz bir parçası olarak algılanmaları gerekmektedir. İman ve amel bütünlüğü ve hayatı kuşatan bir ibadet anlayışı içinde diğer ibadetlerle bütünleşmesi gerekmektedir. Hayatın bütün alanlarında Allah’a itaat ve ibadet geçerli olmalıdır.
Bu bağlamda düşünmek, düşünce üretmek ve düşünceyi açıklamak da bir ameldir mü’min bu alanda da Allah’ın hudutlarına uymak zorundadır. Bu alanda da sadece Allah için ve sadece Allah’ın koyduğu ölçülere bağlı kalarak hareket etmek yani sadece Allah’a ibadet etmek mecburiyetindedir. (Ahzap Suresi 36)
Allah’ın tebliğ emrini yerine getirmek, hakikatin mesajını diğer insanlara da ulaştırmak, yanlış din anlayışlarını, yanlış düşünceleri eleştirmek, emri bill maruf görevini yerine getirmek sorumluğunu taşımaktadır. Bu görev yerine getirilmediğinde ibadetlerin bütünlüğü sağlanamayacaktır. Kıldığımız namaz, eğer bu alanda da sorumluluğumuzu yerine getirmeye, namazın Rabbine ibadet ve itaat etmeye sevk etmiyorsa, o namaz gözden geçirilmelidir. İşte bu sebeple yaralanan ibadetler bütünlüğü parçalanınca da bizi inşa etmesi söz konusu olamayacaktır.
İbadetler ve günahlar birbirini
hayattan kovmaya çalışır
Yukarıdaki bölümde doğru konumdaki ibadetlerin, mü’minleri günahlardan arındıracağını, sahih bir imana ve Kur’an’a dayalı ibadetlerin kötülüklerden alıkoyacağını, günah işlemeye engel olacağını ve insana onur kazandıracağını tespit etmiş bulunuyoruz. İbadetler hayata hakim olup kuşattıkça, günah ve kötülükleri hayattan kovma fonksiyonu görmektekdir.
Eğer günahlar hayatı kuşatır hale gelirse, o zaman da günahlar ibadetleri hayattan kovmakta, giderek azalmasına ve içinin boşalmasına yol açmaktadır. Yani hayat alanında, ibadetler ve günahlardan hangisi hakimse diğerine hayat hakkı tanımamakta, biri diğerini sürekli hayattan kovmaya çalışmaktadır. Günahın ve kötülüklerin bir insanı tamamen kuşatması hali ise, artık imanı da yok eden bir işlev görmektedir ki, Rabbimiz bu konuda bizleri uyarmaktadır:
“Hayır! Kim bir kötülük (günah) eder de kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktirler. Onlar orada devamlı kalırlar.”
Bir başka ayette ise, Kur’an’ın hükümlerini çiğneyip günaha dalanlar, onu yalanlayanların kazandıklarının kalpleri üzerinde pas tutup onu kararttığı, Allah2ın böyle kalpleri perdelediği ifade edilmektedir.
“Onu ancak hükümleri çiğneyen ve günaha dalan kimseler yalanlar. Ona ayetlerimiz okunduğu zaman: “Geçmişlerin masallarıdır” dedi. Asla, hayır; onların kazanmakta oldukları, kalpleri üzerinde pas tutmuştur. Hayır; gerçekten onlar, Rablerinden perdelenerek-yoksun tutulmuşlardır. Sonra onlar, kuşkusuz cehenneme yollanacaklardır.”
Evet, isyankarlıkta direnen kalb kararır ve körelir. Üzerini kalın bir perde örter. Aydınlığın oraya girmesine engel olur. Onu aydınlıktan mahrum eder. Yavaş yavaş duyarlılığını kaybettirir. Zayıflamasına ve ölümüne yol açar. Rasulullah (s.a) kalbin paslanmasını şöyle izah etmektedir:
“Bir kul günah işlediğinde, kalbinde siyah bir leke meydana gelir. Eğer o kul tevbe ederse, bu siyah leke kaybolur. Şayet tevbe etmez ve günah işlemeye devam ederse, bu leke onun tüm kalbini sarar.”
Kur’an-ı kerim’in “Hayır! Aksine kazandıkları kalplerini karartmıştır.” ayetinde geçen karartma işte budur. Hasan Basri diyor ki: Bu üst üste günah işleyip kalbin körelmesine ve ölmesine kadar bu hareketi sürdürmek demektir. Bu sebeple, iman edenlerin imanları bile böyle süreçlerin sonunda yok olabilmekte, imana şirk bulaştırılabilmekte, zulüm giydirilebilmektedir.