Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Makale / Hududullah’a tabi olmadan adaletin tesisi mümkün değildir

Hududullah’a tabi olmadan adaletin tesisi mümkün değildir

Son dönemlerde artan bir ivmeyle kendini gösteren İslamsız adalet söylemleri ve iktidar iddiasından uzaklaştırılmış İslam algısı konusunda düşünce ve aksiyon adamı Mehmet Pamak’la gerçekleştirdiğimiz ve cevapların topluca ve geniş olarak verilmesi sebebiyle kapsamlı bir soruşturma mahiyeti alan söyleşimizin ikinci bölümünde Pamak, Yüce Allah’ın “hudutlarım” dediği muhkem hükümlerin, tarihselcilik ve rölativizm gibi batıdan ithal yaklaşımlarla tarihe gömülüp yerine yeni hükümler ihdas edilerek, hak ile bâtıl, vahiy ile heva ve zan karıştırılarak adaletin tesisinin mümkün olmadığını kaydediyor.

İşte Pamak’ın bu bölümde ifade ettikleri:

Amaç, yeniden İslami dirilişi ve ümmetin Kur’an’la yeniden izzet kazanmasını engellemektir. İşte bu sebeple İslam coğrafyasını Batı modern paradigmasının seküler değerleri ve modeliyle kuşatmak isteyenler bu hedefe ulaşmak amacıyla ardı ardına projeler üretmektedirler. En son gelinen noktada ise, Türkiye’de terbiye sürecinden geçip İslami devlet olamayacağı konusunda ikna olan, dinin bireyselliğine ve İslam’ın siyasi, ekonomik ve hukuki devlet düzenine karışmaması gerektiğine inanır hale gelen şahsiyetlerin öncülüğünde ve önce iktidar nimetlerinin yol açtığı pragmatizmle, bilahare de 28 Şubat süreci baskılarının etkisiyle aynı istikamette değişim geçiren aydınların ve STK’ların desteğinde, laiklik ve liberal demokrasi ile bireysel ibadetlere indirgenmiş İslam algısının uzlaştırılmaya çalışıldığı bir model üretilmeye ve tüm İslam coğrafyasına da örnek olarak “işte böyle olun” diye sunulmaya çalışılmaktadır.

Allah kıyamete kadar geçerli ve evrensel olanın ilkeler olmasını ve her toplumun kendi çağına göre bu ilkelere dayalı farklı hükümler koyabilmelerini uygun bulsaydı ya da öngörseydi, şüphesiz kıyamete kadar geçerli olmak üzere indirdiği evrensel ölçüleri vazettiği Kitab’ında sadece bu ilkeleri vazeder ve insanları bu ilkelere dayalı olarak istedikleri hükümleri koymada serbest bırakırdı. Mesela; “Hırsızlığı suç sayıp yasaklayın ve cezalandırın, adam öldürmeyi suç sayıp yasaklayın ve cezalandırın, zinayı suç sayıp yasaklayın ve cezalandırın…” derdi ve değişik çağlarda yaşayacak toplumları, bu konularda hükümleri ve cezaları belirlemede serbest bırakırdı. Şüphesiz Allah bunu yapmaktan aciz değildir. O halde herkes haddini bilmeli ve Peygamber’e bile tanınmayan yetkileri kullanarak, Allah’ın hudutlarıyla oynamaktan vazgeçmeli, Allah’ın şedit azabından korkmalıdır.

Siyasi, ekonomik, hukuki tüm toplumsal, kamusal ve devlet alanlarında Allah’ın hak olarak indirdiği hükümleri, çerçeve naslarla belirlediği hudutları (hududulllahı) esas almadan insanlık adalet sistemine ulaşamaz. Yüce Allah pek çok ayetinde hudutlarına dikkat çektikten sonra, bu hudutlarına riayet edilmesini ve azgınlık yaparak hudutları aşma teşebbüsünde bulunulmamasını da emretmektedir… Anlaşılmaktadır ki, adalet de, barış da, huzur da, kurtuluş da insanlığın ancak bu hudutlara riayetiyle sağlanabilecektir. Tıpkı diğer varlıkların kendileri için konmuş ilahi yasalara, kevni hudutlara irade dışı da olsa riayet etmesiyle evrendeki muhteşem ahengin meydana gelmesini sağladıkları gibi, insanlığın da kendileri için belirlenmiş hakka, hukuka, adalete dair sınırlara özgür iradesini ve aklını doğru kullanarak itaat etmesiyle, bu sınırları aşıp hakkı batılla karıştırma dalaletine sürüklenmemesiyle insanlık dünyasında gerçek anlamda adalet ve barış düzeni kurulabilecektir.

Kur’an’ın çok farklı biçimlerde anlaşılabileceğini ve hangi anlamın daha doğru olduğunun bilinemeyeceğini savunmak, Kur’an’ın hiçbir anlamının olmadığını iddia etmek demektir ki, bu türden sözler bir Müslüman tarafından kesinlikle söylenemez. Çünkü Kur’an’a iman etmek demek onun bir anlamının olduğunu ve bu anlamın muhatap tarafından algılanıp kabul edildiğini ikrar etmek demektir. Anlamsız olan bir “söz”e iman etmek ise iyi niyetle yaklaşıldığında ya zihni bir özrü ya da cehaleti belgeler.

Tıpkı batının kendine özgü tahrif edilmiş din anlayışı ve inancının tarihsel gelişimi açısından, “hermonetik” ve “tarihselcilik” gibi kavramlar, nasıl bir zaruret sonucunda gündeme gelmişse, “entegrizm” ve “sekülerlik” de aynı zaruretlerin bir dayatması üzerine ortaya çıkmış ve orada, kendini doğuran şartların zemininde, hakikaten bir anlam da ifade edebilmiş kavramlardır. Ancak Türkiye’deki çoğu entelektüel gibi, kimi Müslümanlar da bir kompleksle kendilerini ve düşüncelerini illa bu batılı kavramlara göre tanımlama ve konumlandırma ihtiyacı duymakta ve bilahare de bu kavramların dönüştürücü etkisiyle değişim geçirmektedirler. Halbuki biz Müslümanlar özgün kavaram, ölçü ve değerlerin oluşturduğu özgün bir kimliğe sahibiz. Kendimizi asla batılı kavramların dar ve saptırıcı kalıpları içine hapsetmemeliyiz. Kendimizi sürekli özgün kavramlarımızla tanımlamaktan ve vahye dayalı değerlerimizle sürekli yeniden üretmekten asla vazgeçmemeliyiz.

Fazlur Rahman, Hasan Hanefi, Garaudy ve onların yerli takipçileri gibi tarihselcilikle Kur’an’ın muhkem hükümlerini bile tarihe gömüp, bugün geçerli olan laik pozitif hukuka uyumlu seküler bir İslam anlayışı oluşturarak, İslam’ı böylece evrenselleştireceklerini düşleyenler, İslam hukuku ile batının ürettiği ve dünyaya dayattığı laik pozitif hukuk arasında bir çelişki bulunmadığını ispat etmeye çalışmaktadırlar. Bu bağlamda, Allah’ın “hudutlarım” diye nitelendirdiği ve uyulmasını emrettiği; “miras hükümlerinin, hırsızın elinin kesilmesinin, kısas hükmünün ve zinaya celde cezasının” vb. hep tarihsel hükümler olduğunu ve bugün geçerli olamayacağını, bu alanda yeni düzenlemeler yapılabileceğini ve beşeri pozitif hukuka uyumlu hükümler ihdas edilebileceğini iddia etmektedirler.

Batının özgün şartlarında, tahrif edilmiş kitabın hükümlerinin ve ilahlaştırılmış ruhbanın yorumlarının mutlaklaştırılıp, değiştirilmez hükümler olarak dayatılmasının bunalttığı Batı zemininde, “Tanrının gerçek muradına yönelik anlam arayışlarını”, bu anlamda “hermonetik”, “tarihselcilik” gibi pek çok yöntemi devreye sokarak, Kilisenin ürettiklerini dogmalaştırmasına ve bu anlamda “entegrizm”e karşı durmayı anlamak mümkündür. Fakat aynı yöntemleri, Allah’ın koruması altındaki Kur’an vahyinin muhkemleri, İslam’ın sabiteleri için de kullanmaya, Kur’an’ın muhkem hükümlerinin bile değişmesi gerektiğini iddia etmeye kalkmak asla kabul edilemeyecek büyük bir sapmadır.

Tevhid ve onun doğal sonucu olan adaleti ikame etmek üzere indirilmiş vahyin hükümleri, çağdaş cahiliyenin modelleriyle uzlaşma sağlamak amacıyla tahrif edilerek, Allah’ın “hudutlarım” dediği muhkem hükümleri bile tarihe gömülüp yerine yeni hükümler ihdas edilerek, hak ile bâtıl, vahiy ile heva ve zan karıştırılarak adaletin tesisi, adil bir hukuk sisteminin üretilmesi mümkün değildir. Bu sebeple de bu anlayışla/zihniyetle gerçek anlamda adil bir siyasi yönetim de oluşturulamaz.

Kur’an’ı Değiştirmek İsteyen Tarihselcilik ile Kamu Alanını Sekülerleştiren Sentezcilik Adil Bir Siyaset, Ekonomi ve Hukuk Sistemi Üretemez

“İslam ve Hayat” sitesince yöneltilmiş sorularda ve bu sorulara cevabımızın yayınlanan önceki bölümünde ifade edildiği üzere, tevhidden, İslam’dan, Kur’an’ın hükümlerinden soyutlanmış adalet, kamu alanı ve devlet algısı oluşturma amaçlı küresel ve yerel yönlendirme ve arayışların, laik rejimleri görece iyileştirip demokratikleştirerek, despotizmden bıkmış, yılmış Müslüman toplumları görece daha demokratik laik sistemlere eklemlemeye yönelik dönüştürme çabalarının gündemi belirlediği bir süreçten geçiyoruz. İşte bu süreçte laiklik ve sekülerlikle sentez edilmiş eklektik İslam algısı, tevhidi niteliğini kaybetmiş, ekonomik, siyasi, hukuki alanları düzenleme iddiasından vazgeçip bireysel ibadetler alanına çekilmiş “ılımlı İslam” anlayışı oluşturulmaya çalışılıyor.

 

Modernitenin ürettiği siyasi, ekonomik, hukuki sistemleri evrensel modeller olarak kabul edip, modern seküler paradigmanın ürünü liberal-kapitalist ve sosyalist materyalist ideolojileri önemseyip, bunların karşısında içine düştükleri kompleksli anlayışla kendilerini bu modellere nispet ederek tanımlama ihtiyacı duyan, İslam’ı bunlardan birisine eklemlemeye meyletmiş sentezci anlayışlar ileri sürülüyor. Bir yanda İslam’ın daha çok liberalizmle, diğer tarafta daha çok sosyalizmle örtüştüğünü isbata çalışanlar yer almakta, ama iki eklektik taraf da İslam’ın demokrasiyle örtüştüğünde, kamu alanını, siyasi, ekonomik, hukuki toplumsal alanları sekülerleştirmek gerektiği inancında birleşmektedirler. İşte böylece gelişen “Demokratik liberal İslam” ya da “Demokratik İslami sol” gibi sentezci anlayışlarca, “bütün dinlere eşit uzaklıkta duran, bütün dinlerden soyutlanmış, hak-bâtıl uzlaşmasına dayanan, ‘ortak iyi’nin hâkimiyeti adı altında kamu alanını hak ve bâtıl bütün dinlerin ortak yönetimine tahsis eden devlet” anlayışı oluşturarak, rejimi İslami olmayan ve gayri Müslimlerce de yönetilebilen bu tür sentezci devlet anlayışının İslam toplumunun devleti olabileceği iddia ediliyor. Müslümanlarca ya da gayrimüslimlerce yönetilebilen gayri İslami rejimlerin de adaleti sağlayabileceğini, Müslüman ya da gayrimüslimlerce yönetilen ve Kur’an hükümlerini esas almayan laik devletlerin Allah’ın muradı olan adaleti tesis edebileceğini iddia eden söylem ve projeler gündeme getiriliyor. Bütün bu savrulmalara götüren yolun taşlarını döşeyen ise, tarihselci, rölativist düşünceler ve hak-bâtıl karışımı projeler, “dinsel çoğulculuk” ve “ortak iyi”de buluşma arayışları ile rasyonalizm, aklın vahiy olmadan da temel hakların ölçü ve hudutlarını, hukuk ve adalet sistemini üretebileceğine inanan sekülerleşme ve Protestanlaşma eğilimi ve çabalarıdır. Bu tür eklektik fikirlerin vahyin hüküm, ölçü ve ilkeleriyle bağdaşmadığını söylememize bile tahammül edemeyip fikre fikirle cevap yerine hakaretle saldırıya geçenleri akletmeye, tercihlerini ahiret ve hesap bilinciyle bir daha düşünmeye çağırıyoruz.

 

Önceki bölümdeki tespitlerimize katılıp destek veren, değerli katkılarla ilave açılımlar getirme çabası gösteren bütün kardeşlerimize dua ediyorum. Allah kendilerinden razı olsun. Olumsuz tepki verenlerden ise, ciddi bir eleştiri yapılmamasına rağmen, bize ulaşan çeşitli tepkilerde dile getirilen bazı anlama sorunlarına aşağıdaki bölümlerde genel olarak açıklık getirmeye çalışacağım. Bu tür anlama sorunları, genelde yazılanı önyargıyla okumaktan ve bu psikolojiyle okuduğunu anlamamaktan ya da aynı duygusallıkla veya tembellikle sadece başlığı ve girişte ifade edilenleri okumakla yetinip metnin tamamını okumamaktan kaynaklanmaktadır.

 

Ayrıca hakaret, iftira, yalan içeren yazılarla saldırıda bulunan “Müslüman solcu”ları değil de onları okuyan iyi niyetli insanları, söz konusu kesimin bu gayri İslami ve gayri ahlaki üsluba sessiz kalan üstadlarını dikkate alarak, İslami sorumluluk gereği bazı hatırlatmalar yapma ihtiyacı duyduğum ilave bir yazıyı da ilgi duyanlarla bu bölümün sonunda paylaşmak istiyorum.

Monarşi, Oligarşi, Teokrasi ve Demokrasi: Hepsi de Bâtıl Sistemlerdir

Belki anlamak istemeyenlere de anlatabiliriz ihtimaline binaen şu konuyu bir daha açıklığa kavuşturmak istiyorum. Evet, defalarca yazdığımız halde görmeyen ve anlamayanlara bir daha söyleyelim ki, laik demokratik iddiası taşıyan ama aynı zamanda Kemalist ve despot olan mevcut statükoyu değiştirip, yine laik-demokratik sistemde görece daha özgürlükçü konuma geçişle, zulmünde ve Kemalist dayatmalarında bir miktar azaltma sağlayacak olan sistem içi değişim, halkımız için mevcut zorba/despot statükodan görece daha olumlu bir durumu ifade etmektedir. Bu değişimi sağlamak isteyen AKP hükümeti öncüleri bugüne kadarki hükümetlere ve öncülerine nazaran daha barışçı, halka ve değerlerine daha yakın, daha saygılı bir konumda bulunmakta, daha zalim statükoyu kısmen değiştirip halkın görece özgürleşmesini sağlamak isteyen niteliğiyle sistem içi görece olumluluğu temsil etmektedir. Üstelik, tevhidi bilince ulaşamamış halk kitlelerinin CHP-MHP-Darbeci bürokratlardan oluşan en koyu zulümat kulvarına, en zalim despotizme değil de, aynı cahili sistem içinde AKP’nin temsil ettiği görece özgürlükçü gri ton kulvarına doğru yönelip desteğini bu “görece iyi”ye (ehveni şer’e) vermesinin, halkın despotizmden özgürlüğe doğru kaçışı anlamında görece bir olumluluk olarak değerlendirilebileceğini de sürekli ifade etmekteyim. Karşı çıkıp eleştirdiğim ise, muvahhidlerin de böyle bir eğilime girerek tevhidi duruşlarını gölgelemeleri, demokrasinin ve seküler haklar anlayışının da evrensel değerler olarak zikredilip İslam ile sentez edilmeye kalkışılmasıdır.

Ayrıca bizimle dinimiz konusunda savaşmayan, bizi yurdumuzdan çıkarmaya çalışmayan, geçmişteki hükümetlere nazaran görece özgürlükçü olan bu kadrolara karşı biz de Mümtehine 8. ayet gereğince “iyilik ve adaletle” mukabele etmekten yanayız. Ancak neticede şirk sistemini devam ettirdiği, görece olumluluklarla Müslümanları dönüştürme, sisteme eklemleme ve Müslüman halkın İslam algısını Protestanlaştırma, hayat tarzını küresel kapitalist sisteme entegre etme riski de taşıyan bu sistem içi değişimi abartarak Müslümanların bile peşine takılması gereken bir adaleti tesis etme çabası olarak takdim etmeye itiraz ediyoruz. Çünkü şirk sistemi içinde daha zalim bir kulvardan görece daha az zalim bir başka kulvara geçiş anlamındaki bu değişimin, tevhidi kesimin bile kendisine eklemlenmesi gereken bir değişim çabası olarak takdim edilmesi, tevhidi stratejik yürüyüşümüzü yaralayacak, Kur’an’la toplumu ve sistemi değiştirme amaçlı tevhidi mücadeleden uzaklaştıracak bir sapmaya yol açmaktadır. İşte biz sadece buna itiraz edip Müslümanları bu konuda dikkatli olmaya, tevhidi stratejik mücadeleyi ısrarla ve tavizsiz, uzlaşmasız bir ilkeli duruşla, tıpkı Mekke’deki ilk Kur’an nesli gibi cahiliyeye karşı bütüncül bir karşı çıkışla “Kur’an ile büyük cihadı” tavizsiz bir azimle sürdürmeye çağırmaktayız.

Üstelik demokrasinin, cahiliye tarafından üretilen bâtıl sistemler içinde, vahyi esas almayan insanlarca üretilebilen görece daha özgürlükçü olduğunu da ifade ediyoruz. Bizim eleştirimiz, parlamentoya seçilenlerin ve temsil ettikleri halkın heva ve arzularını yasa yapmada, şeriat vazetmede nihai belirleyici konuma getiren[1] bu batıl sistemi, halkın yöneticileri serbest seçimlerle belirleyip denetleyebilmesine indirgeyip, İslam’ın şura prensibiyle de paralellik kurarak meşrulaştırma çabalarına ve İslam toplumunun da bu sistemi benimseyebileceği iddiasında bulunanlaradır. İslami sistemde de ümmet özgür iradesiyle yöneticileri seçer ve “emri bil maruf nehyi anil münker” sorumluluğuyla denetlemeyi sürdürerek onlar Allah’ın hükmüyle ve adaletle yönettikleri, yani Allah’a ve Resulüne itaat ettikleri sürece itaat eder[2], seçim döneminde ya da adaletten sapıldığında ise, hesap sorma, azletme, değiştirme yetkisini de elinde tutar. Bu tür bir serbest seçimlerle halkın yönetimleri belirlemesi, denetlemesi ve değiştirmesi yöntemini ve tekniğini demokrasi de, İslam da, başka sistemler de kullanabilir.

Yüce Allah Kur’an’da, mü’min kullarını kendi emrinden oluşan şeriata uymaya, bilmeyen insanların ve kurumların hevalarına, vahiyden soyutlanmış arzu ve isteklerine uymamaya çağırmaktadır.[3] Kendi hevalarına ya da başkalarının hevalarının ürünü olan şeriata aykırı yasa ve kurallara isteyerek ve benimseyerek itaat edenlerin, onları ilah edinecekleri uyarısını yapmaktadır.[4] Kur’an, Allah’ın vazettiği hükümlere aykırı kurallar koyanları, bu bağlamda kendi hevalarını veya başka bilmeyenlerin hevalarını ilah edinenlerin, vahyi işitme ve akletme çabası göstermeyerek bu duruma düştüklerini ve bu yola yönelenlerin bu tercihleriyle Allah’a itaatten başka bir şey yapmayan hayvanlardan bile aşağı düştüklerini açıkça bildirmektedir.[5] Anlaşılmaktadır ki Allah, kullarını ya Allah’ın emrinden oluşan şeriatı benimseyip tabi olmak ve böylece sadece Allah’ı ilah edinmek ya da ilahi vahyi esas almadan insanların hevalarının ürünlerini yasalaştırmayı, şeriat/hukuk haline getirmeyi benimseyip onlara itaat etmek, böylece “Allah’ın dinde izin vermediklerini onlar için şeriat/hukuk haline getirmelerini kabul ederek” Allah yanında onları da ilah edinmek[6] imani tercihiyle imtihan etmektedir.

Demokrasi ise, teoride yasa yapma, yönetme ve yargılamada halkın iradesi üzerinde ilahi otorite dâhil hiçbir otorite kabul etmeyen, pratikte ise halkın iradesinin ilahlığını bile sağlayamayıp, bürokratik ya da büyük sermaye oligarşilerinin ilahlığına dönüşen modern cahiliye sisteminin adıdır. Buna rağmen Müslüman olmayanların despot rejimlere, baskı ve zorbalığa, haksızlık ve adaletsizliklere karşı çıkarak daha özgürlükçü demokratik sistemlere meyletmeleri kendi çerçevesinde makul ve tutarlı bir tercih iken, Müslümanların bâtıl despot rejimlere karşıtlığının, görece daha özgürlükçü olsa bile bir başka batıl sistem olan demokrasiye savrulmalarına yol açması İslami kimlik, inanç ve tutarlılıkla bağdaşmayan bir tercihtir. Sözde demokratik emperyalist batı ülkelerinin uşağı konumundaki işbirlikçi yönetimler olan, Türkiye’deki despot Kemalist bürokratik oligarşinin ve haksızlık ve cehaletle İslam’a nispet edilen Ortadoğu’daki monarşilerin zulüm, baskı ve adaletsizliklerine nazaran batıda uygulanan standartlardaki demokratik rejimlerin daha özgürlükçü uygulaması batıl içindeki görece olumluluğu temsil etmekle beraber, İslam’a nazaran adaletsizliği ve cahiliye zulmünü ifade etmektedir.

Buna rağmen demokrasiyi bir yönteme indirgeyip, İslam’ın da bu yöntemi kullanabileceğini iddia edenler, liberal ve sosyalist demokratlara şu soruyu yöneltsinler: “Siz liberal ve sosyalist değer ve ölçülerle ekonomik, siyasi ve hukuki projeler hazırlayıp, örgütlü bir mücadeleyle bu projelere toplumu davet ederek halk desteği aldığınızda liberal ve sosyalist bir sistemle toplumu yönetebildiğiniz gibi, bizler de tüm bu alanları vahyin hükümlerini esas alan projelerle düzenlemeye dayalı örgütlü davetimize halk desteği aldığımızda İslami bir sistem kurup toplumu bu sistemle yönetebilir miyiz?” İşte bu sorunun liberal ve sosyalist demokratlar tarafından kesinlikle şöyle cevaplandırıldığını göreceklerdir; “Ama bu dediğiniz demokrasiye aykırıdır”. Çünkü onlar demokrasiyi sadece bir yöntem olarak değil, ilahı, halk iradesi olan bir dünya görüşü, bir hayat nizamı olarak kabul edip dayatmaktadırlar.

Nitekim demokrasinin onlarca tanımının değişmez ortak paydası, ilahi otorite de dâhil üzerinde başka hiçbir otorite tanımaksızın “halkın iradesinin mutlak hâkimiyetidir”. Ve bu sebeple de halk temsilcilerinden oluşan Parlamentoda yasa yapılırken hududullahın sınırlamasını, vahyin nihai belirleyiciliğini, halkın çok büyük ekseriyeti destek verse de, kabul etmezler. İşte bundan dolayı da Cezayir’de, Tunus’ta, Mısır’da ve en son olarak da Filistin’de, vahye dayalı bir hükümet kurmak üzere örgütlenip, İslami bir davet gerçekleştirerek, halkın çok büyük ekseriyetinin de desteğini alan İslami partiler ve onları destekleyen Müslüman halk büyük acılara ve zulümlere sebep olan darbelerle, baskı, yasak, kuşatma, saldırı ve katliamlarla muhatap kılındılar. Dünyanın bütün demokratları utanmadan bu vahşeti sessizce seyrettiler. Putlarına sahip çıkıp, “Demokrasiye göre halka sunduğu projesiyle halkın çoğunluğunun desteğini alan, vaat ettiği İslami yönetim biçimiyle yönetmek üzere hükümeti kurmalıdır” demediler ve putlarını kolayca yediler. Çünkü demokrasinin, aynı materyalist seküler modern paradigmanın ürünü olan liberal ve sosyalist sistem ve yönetim biçimine izin verdiğine, ama ilahi vahyin belirleyiciliğine dayalı bir proje ve sistemin uygulanmasına karşı olduğuna inanmaktadırlar. Zaten demokrasi de esas olarak işte budur.

 

Hatta Türkiye’de İslami bir konumda olmadığı ve laikliği içselleştirdiği halde, RP’nin İslam coğrafyasındaki kimi ülkelerle daha iyi ilişkiler kurmasına bile tahammül edemeyip aynı darbeci saldırılar gerçekleştirilmiş, RP mevcut laik hukuka da aykırı bir despotizmle kapatılmış ve bu haksızlık AİHM tarafından da onaylanmıştır. Tıpkı başörtüsü yasağı getirerek en temel insan hakkını yok eden despot uygulamanın aynı “demokratik” kurum ve kesimlerce kolayca onaylanıvermiş olması gibi. Amaç, yeniden İslami dirilişi ve ümmetin Kur’an’la yeniden izzet kazanmasını engellemektir. İşte bu sebeple İslam coğrafyasını Batı modern paradigmasının seküler değerleri ve modeliyle kuşatmak isteyenler bu hedefe ulaşmak amacıyla ardı ardına projeler üretmektedirler. En son gelinen noktada ise, Türkiye’de terbiye sürecinden geçip İslami devlet olamayacağı konusunda ikna olan, dinin bireyselliğine ve İslam’ın siyasi, ekonomik ve hukuki devlet düzenine karışmaması gerektiğine inanır hale gelen şahsiyetlerin öncülüğünde ve önce iktidar nimetlerinin yol açtığı pragmatizmle, bilahare de 28 Şubat süreci baskılarının etkisiyle aynı istikamette değişim geçiren aydınların ve STK’ların desteğinde, laiklik ve liberal demokrasi ile bireysel ibadetlere indirgenmiş İslam algısının uzlaştırılmaya çalışıldığı bir model üretilmeye ve tüm İslam coğrafyasına da örnek olarak “işte böyle olun” diye sunulmaya çalışılmaktadır. Üstelik AKP öncülerinde yaşanan ve politikalarına da yansıyan açık sekülerleşmeye, İslam’dan uzaklaşmaya rağmen, batılı demokratik ülkeler ve yerli demokratlar bir türlü razı olmamakta, onlara tam anlamıyla güvenmemekte, bir gizli ajandaları olabileceği endişesiyle de sürekli takip ve baskı altında tutmaya çalışmaktadırlar.

 

Bütün bu proje, baskı ve yönlendirmelerle ulaşılmak istenen amaç, İslami adalet sisteminin Müslüman halkları yeniden kuşatır hale gelmesini ve tüm dünya insanlığını kurtaracak Kur’ani mesajın, vahye dayalı hayat tarzının bir ümmetin pratiğinde uygulanarak dünya insanlığına sunulmasıyla kendi sömürü düzenlerinin sonunu getirmesini engellemektir. Yukarıda bahsettiğim çizgi, modern seküler paradigma içinde liberal-demokratikleşme çizgisidir. Ancak bölge halklarının giderek İslami eğilimlerinin artması dikkate alındığında “Liberal-demokratik İslam” sentezinin aynı paradigma içinde kalan alternatifinin oluşmaması halinde, liberal politikalardan rahatsız olanların, özellikle mustazaf kitlelerin sömürüden kurtuluş arayışıyla yine de seküler sistem açısından “İslami tevhidi uyanış çizgisine kayabilme tehlikesi” vardır. Bu projenin taraftarlarının böyle bir boşluk bırakmaları mümkün değildi. İşte bu boşluk da bugün “Sosyalist-demokratikİslam” sentezi taraftarlarınca gönüllü olarak doldurulmaya, seküler sistem içinde kalarak “sosyalist-demokratik-İslam” alternatifi oluşturulmaya çalışılmaktadır. İşte biz İslami sorumluğumuz gereği bu iki yönlü sekülerleştirme, dönüştürme çabasını ifşa etmeye, gücümüz yettiğince tevhidi istikametin korunmasına vesile olmaya çalışmaktayız. Bu sebeple de saldırı ve hakaretlere maruz kalmaktayız.

 

Bizim eleştirilerimizden en fazla rahatsız olan, çok yaygın kesimlere yönelik tüm eleştirilerimizi kendilerine yaptığımızı zanneden “Müslüman solcular”(!)ın üstad şahsiyeti İhsan Eliaçık, kendi sitelerinde yayınlanan bir röportajda açıkça şu ifadeyi kullanıyor: “İslam’ı bir taraftan sosyalizm diğer taraftan demokrasi tecrübeleriyle yeniden harmanlamaya çalışıyoruz. Çağın vicdanı olacak bir din perspektifi geliştirmeye çalışıyoruz.” Halbuki İslam’ın mutlak mülkiyetçi kapitalizme, emeğin sömürülmesine, faizci-rantçı sömürü ekonomisine, servetin belli ellerde birikmesine, zenginin malındaki Allah’ın takdir ettiği fakire ait hakkın sahibine verilmemesine, yetimin ve yoksulun itilip kakılmasına vb. karşı olması ve bunların tam tersi istikamette sosyal adaletçi bir yapıdan yana olması başka bir şeydir, İslam’ın bu tür özellikleri sebebiyle, materyalist modern paradigmanın ürünü sosyalizmle örtüştüğünü ve ikisini sentez ederek, harmanlayarak “İslam-sosyalizm-demokrasi” sentezinden bahsedilebileceğini iddia etmek başka bir şeydir. Birincisi hakikatin ifadesiyken, ikincisi sapmanın işaretidir. İslam’ın bâtıl hiçbir ideolojiyle sentez edilmeye, harmanlanmaya ihtiyacı yoktur.

 

İşte bu sebeple bizim itirazımız, “liberal demokrasi”yi ya da “sosyalist demokrasi”yi İslam ile sentez ederek hak-bâtıl karışımı modeller icat edilmek istenmesinedir. İslam’ın, modern paradigmanın materyalizm zemininde ürettiği ferdiyetçi liberal kapitalizme de, toplumculuk iddiası altında devletçilikten kurtulamayan sosyalizme de uzakta duran, sadece vahyin nihai belirleyici olduğu özgün bir hayat nizamı, özgün bir model olduğunu, ekonomik, sosyal, hukuki ve siyasal alanları da düzenleyen çerçeve nasslar, hudutlar vazettiğini, bu sebeple insan heva ve zannının ürünü bütün beşeri modelleri, monarşiyi, oligarşiyi, aristokrasiyi, din adamlarının hevasının hakimiyeti olan teokrasiyi de reddetmemiz gerektiğini açıkça söylemekteyiz.[7] Buna rağmen, sırf felsefi ideolojik boyutuyla ilahi vahyin belirleyiciliğine karşı çıkarak insan arzu ve isteklerinin (halk iradesi-genel istenç’in) hukuk yapmada, hakları ve mükellefiyetleri belirlemede nihai belirleyici kılındığı demokrasi ile vahyin nihai belirleyici olduğu İslam’ın sentez edilmesine karşı çıkmamızdan kalkarak, o halde siz despotizmden, monarşiden yanasınız gibi sonuçlar çıkarılması iyi niyetle ve ahlakilikle bağdaştırılması mümkün olamayan bir iftiradır. Devlet ve kamu alanını bütün dinlerden soyutlayan, siyasi, ekonomik, hukuki alanı sekülerleştiren laik devletin adaleti sağlayabileceği, İslam toplumunu gayri İslami rejimlerle gayrimüslimlerin de yönetebileceği iddialarına, ilmi olarak vahye dayalı itiraz ve eleştirilerde bulunmak İslami sorumluğumuzdur. Hiçbir kınayıcının kınamasına aldırmadan bu sorumluluğumuzu yerine getirmeye ve gücümüz, kapasitemiz yettiğince, Allah rızası için hakkı ifade etmeye devam edeceğiz inşallah.

 

Antiemperyalist Tarihselciler ile Kamu Alanını Dinden Soyutlama Çabası İçinde Olanlar, Emperyalist Projelerin de İstediğini Yapıyorlar

 

Ayrıca şunu da ifade etmek isterim ki, önceki bölümde “İslam’dan, vahiyden soyutlanmış kamu ve devlet alanını, laik-demokratik devleti İslam’la sentez etme çabalarının emperyalist güçlerce üretilen ‘ılımlı İslam’ projesiyle örtüşmekte olduğu”na dair tespitimizle, bu görüş sahiplerini emperyalizmin işbirlikçisi olmakla nitelememiştim, böyle anlaşılmaması için de bu kesimlerin “emperyalizme karşı olduklarını da açıkça ifade edegeldiklerini” özellikle belirtme gereği duymuştum. Ancak bu kesimlerin, ortaya koydukları antiemperyalist söylemlere rağmen, büyük bir çelişkiyle ürettikleri fikir ve projelerin emperyal “ılımlı İslam” projesiyle de örtüştüğünü hatırlatmıştım. Çünkü ekonomik, siyasi ve hukuki alanları düzenleyen nassların tarihsel hükümler olduğunu ve bugün değiştirilebileceğini ve sonuçta bugün üretilen laik pozitif hukukun da İslam toplumunda uygulanabileceğini iddia eden “tarihselcilerin” ya da bütün dinlere eşit uzaklıkta duran kamu ve devlet alanının, bütün sosyal kesimlerin temsilcilerinin konsensüsle yapacakları seküler hukukla düzenlenebileceğini ve bunun İslam’a uygun olacağını iddia eden proje sahiplerinin ürettikleri bütün bu yaklaşımlar, önceki bölümde belgeleriyle ortaya koyduğumuz üzere emperyalist projelerin de İslam’ın müdahale etmediği laik demokratik siyaset, ekonomi ve hukuk oluşturma önerileriyle örtüşmektedir.

 

Bu tespitimizin doğru olmadığını söyleyenlerin haklı olmaları için, İslam toplumunda kamu ve devlet alanının, ekonomik, siyasi, hukuki toplumsal alanların vahyin belirlediği hudutlara riayet edilerek düzenlenmesi gerektiğine inandıklarını, kamu ve devlet alanını sekülerleştirmekten, laik-demokratik sistemden yana olmadıklarını, İslami adalet sistemini istediklerini ifade etmeleri yeterli olacaktır. Ancak bize ulaşan kimi tepkilerden anlaşılan odur ki, hem kamu ve devlet alanını, ekonomik, siyasi, hukuki toplumsal ilişkileri bütün dinlerin temsilcilerinin birlikte yapacakları yasalarla düzenleme, yani seküler bir anlayışla bu alanları bütün dinlerden soyutlama çabası savunulmakta, bu alanlarda vahyin belirleyiciliğini savunmamız ise “despotizm” ve “dinci faşizm” olarak karalanmakta, böylece emperyalist batı devletlerinin de istediği İslam’ın siyasete, ekonomiye, hukuka müdahale ettirilmemesi ve sadece bireysel ibadetler alanında tutulması talebiyle tam anlamıyla örtüşülmekte, hem de bu konudaki tespitimizden dolayı rahatsızlık duyulmaktadır. Öyle anlaşılmaktadır ki, asıl rahatsızlık sebebi, kendilerinin tercihi olmayan bir düşünceye sahip olduklarını ifade etmemiz değil, emperyalist projelerle paralellik arz eden bu tür sentezci, eklektik bir İslam algısı üreterek düştükleri konumun ifşa edilmiş olmasıdır.

 

Ayrıca tarihselcilerin, Allah’ın kendilerine bıraktığı özgürlük alanlarını bile yeterince kullanmadan, ilahi vahyin belirlediği hudutlarla savaşmaya kalkışmaları da haklarında bol miktarda soru işareti oluşmasına sebep olmaktadır. Şöyle ki, Yüce Allah siyasi, ekonomik ve hukuki kamusal ve toplumsal alanların düzenlenmesi için az sayıda çerçeve naslar vazetmiş ve “bunlar benim hudutlarımdır” diyerek mü’min kullarını bu hudutlara itaate çağırmıştır. Allah’ın hükme bağladığı ve Resulünün o hükmü somutlaştırdığı bir konuda mü’min bir erkek ve kadının farklı bir tercih yapma hakkının olmadığını da bildirmiştir[8]. İşte mutlaka itaat edilmesi istenen bu az sayıda çerçeve nasların teşkil ettiği ilahi hudutların içinde geniş bir alanı tarihi ve toplumsal şartlarına uygun projeler üreterek doldurmaları için kullarına vahyi hayata aktarmada geniş özgürlük alanı olarak bırakmıştır.

 

Birçok tarihselci akademisyen ve aydın sürekli hudutlarla savaşınca kimilerine şu soruları sormak ihtiyacı duymuştum: “Sizler az sayıda ekonomik nasla çerçevelenmiş geniş alanda çağın ihtiyaçlarına ve şartlarına uygun bir ekonomik proje ürettiniz de Allah’ın size bıraktığı özgürlük alanı dar mı geldi, konulan hudutlara sığamadınız mı? Aynı şekilde sizler siyasi ve hukuki alanları çerçeveleyen az sayıda köşe taşı nasların teşkil ettiği hududullah içinde size bırakılan özgürlük alanını kullanarak çağın ve toplumun şartlarına uygun bir siyasi proje ve bir hukuk sistemi ürettiniz de, Allah’ın size bıraktığı özgürlük alanı dar mı geldi? Evet, size bırakılan özgürlük alanları ürettiğiniz projeler için dar mı geldi de hudutları zorlamaya ve aşmaya çalışıyorsunuz?” Bu sorularla sorgulandıklarında hiçbirisinin kendilerine bırakılan alanları kullanarak bir tek ekonomik, siyasi proje ve hukuk sistemi üretme çabası göstermediği ortaya çıkmaktadır. Anlaşılmaktadır ki, modernitenin ürettikleri karşısında düştükleri kompleksle doğrudan hudutlara yönelmekte ve İslam’ın hudutlarını aşarak modern seküler paradigmanın ürettiği siyasi, ekonomik model ve pozitif laik hukuk sistemiyle uyumlu bir İslam algısı üretmeye çalışmaktadırlar.

 

Mesela “İslami sol” sapmasının da öncülerinden olan Hasan Hanefi, Hristiyan, Yahudi, putperest ve laikler de dahil bütün kesimlerin İslam ümmetini oluşturduklarını ve bunların hepsinin fıtrat dini olduklarını, aralarındaki farkın özde değil, sembol, ayin ve fiili tatbikatta olduğunu ifade etmektedir. Şeriat ile çağdaş laikliğin tabii İslam’ın bir parçası olduklarını; laiklik ile İslam’ın ve şeriat ile aydınlanmanın idealleri arasında fark olmadığını beyan etmektedir.[9] Bu tür sapkın görüşler, hiç şüphesiz Kur’an’ı tarihselcilik iddiaları ile tarihe gömmeye kalkanların oluşturduğu, muhkem hükümlerin tamamının (tevhid ve gayb haricindeki bütün hükümlerin) tarihe ait olup, bugün değişmeye mahkum olduğu tezinin oluşturduğu, hudut ve sabite kabul etmeyen kaygan zeminlerde yeşermektedir.

 

Fazlurrahman da bu zeminin oluşmasına büyük katkı sağlayanlardan olarak şunları söylemektedir: “Kur’an’ın gayesi ebedi hukuksal hükümlerde bulunmak değil, ebedi ahlaki yargılarda bulunmaktır.” Ona göre Kur’an’daki hükümler o günün ortamına ait olup, tarihseldir, önemli olan bu hükümlerin içeriğindeki ilkeyi esas almaktır. Mesela hırsızın elinin kesilmesi hükmü tarihseldir, bugün geçerli olamaz, önemli olan bu hükmün genel ilkesini bugüne taşımaktır ki, o da hırsızlığın yasaklanmasıdır. Aynı şekilde zani’ye ceza getiren hükmün de genel ilkesi zinanın yasaklanması, ‘kısas’ hükmünün ilkesi ise adam öldürmenin yasaklanmasıdır. Ona göre yapılacak olan, bugün de geçerli ve evrensel olanın, cezai hükümler değil, bu ilkeler olduğunun bilinciyle hareket edip, bu suçlara ‘daha çağdaş’ cezalar getirmektir. Yine ona göre İslam ancak böyle çağa ve tarihe uydurularak yaşatılabilir, evrensel kılınabilir. Fazlurrahman şu sonuca ulaşmıştır: “Bugünün toplumsal şartlarında Kur’an’ın uygulanması lafzi şekilde olamaz… ezeli geçerlilik Kur’an’ın tekil (hüküm)lerine değil, genel ilkelerine aittir.”[10]

 

Sadece Kur’an ilkelerinin evrenselliği, hükümlerinin ise tarihsel oldukları iddiasıyla değiştirilmesi gerektiği kabul edilince, Hasan Hanefi’nin düşüncesi haklılık kazanacak, laik hukukla, İslam hukuku arasında fark kalmayacaktır. Çünkü her ikisi de hırsızlığı, adam öldürmeyi yasaklamaktadır. Zaten, modernizmin karşısında duyulan aşağılık kompleksi ile varılmak istenen nokta da tam burasıdır. İslam’ı, insanın ürettiği pozitif hukuk ve laiklikle özdeşleştirmek, muhkem hükümleriyle Kur’an’ın bugünkü topluma müdahalesini engellemektir.

Nitekim yerli tarihselcilerden, aynı zamanda “Müslüman solcu”ların yerli üstadı İhsan Eliaçık da 07. 02. 2010 tarihinde Sabah’ın Pazar ekinde yayınlanan röportajında bunlara paralel söylemlerle Kur’an hükümlerini değiştirmeye dair görüşlerini şöyle ifade etmektedir: “Dinin kurallarını hırsızın elini kesmek, türban takmak, zina edeni cezalandırmak, mirası erkeğe iki kadına bir şekilde vermek, … şeklinde anlıyorsanız bunlar dinin evrensel değerleri değildir. Bunlar dinin evrensel değerlerinin Arap toplumunda nasıl hayata geçeceğine dair verilmiş örneklerdir.” Ve “Bunlar değişebilir mi?” sorusuna mukabil olarak da; “- Zaman içerisinde dönüşebilir, yerlerine yenileri uygulanabilir. Değişimci ve dinamik bir din anlayışıyla bunlardan kurtulmak mümkün.” ifadelerini kullanmaktadır.

Halbuki, Kur’an’ı kıyamete kadar geçecek bütün çağlarda geçerli olmak üzere indiren Yüce Allah, Kur’an’ın muhkem ayetlerini değiştirmek isteyenleri uyarmakta ve Allah’ın ayetlerinin hükümlerini değiştirme yetkisini gönderdiği Peygamberine (s) bile tanımamaktadır: “Onlara bir âyet getirmezsen: ‘Kendin onu uyduruverseydin ya!’ derler. De ki: ‘Ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım…”[11] “Ayetlerimiz onlara apaçık deliller halinde okunduğu zaman Bize kavuşmayı ummayanlar: ‘Ya (bize) bundan başka Kur’ân getir yahut onu değiştir’ dediler. De ki: ‘Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değil. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Şâyet Rabbime isyan edersem, şüphesiz büyük bir günün azabından korkarım.”[12]

 

Allah kıyamete kadar geçerli ve evrensel olanın ilkeler olmasını ve her toplumun kendi çağına göre bu ilkelere dayalı farklı hükümler koyabilmelerini uygun bulsaydı ya da öngörseydi, şüphesiz kıyamete kadar geçerli olmak üzere indirdiği evrensel ölçüleri vazettiği Kitab’ında sadece bu ilkeleri vazeder ve insanları bu ilkelere dayalı olarak istedikleri hükümleri koymada serbest bırakırdı. Mesela; “Hırsızlığı suç sayıp yasaklayın ve cezalandırın, adam öldürmeyi suç sayıp yasaklayın ve cezalandırın, zinayı suç sayıp yasaklayın ve cezalandırın…” derdi ve değişik çağlarda yaşayacak toplumları, bu konularda hükümleri ve cezaları belirlemede serbest bırakırdı. Şüphesiz Allah bunu yapmaktan aciz değildir. O halde herkes haddini bilmeli ve Peygamber’e bile tanınmayan yetkileri kullanarak, Allah’ın hudutlarıyla oynamaktan vazgeçmeli, Allah’ın şedit azabından korkmalıdır. Peygamber (s) bile; “Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değil. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Şâyet Rabbime isyan edersem, şüphesiz büyük bir günün azabından korkarım.”[13] derken, birileri Allah’a isyan konumuna sürüklenmekten ve Allah’ın azabından korkmuyorlar mı ki, Allah’ın muhkem ve delalet-i kat’i ayetlerini bile değiştirmeye teşebbüs ediyorlar? Ki tarihselcilerin bugün geçerli değil diyerek değiştirmeye kalktıkları hükümler, genelde Allah’ın “bunlar benim hudutlarımdır, onlara riayet edin” diye buyurduğu hudutları, bir kısmı da beş temel hakkın güvencesi olan müeyyideleri (kısas, el kesme ve celde cezalarını) kapsamaktadır.

Siyasi, ekonomik, hukuki tüm toplumsal, kamusal ve devlet alanlarında Allah’ın hak olarak indirdiği hükümleri, çerçeve naslarla belirlediği hudutları (hududulllahı) esas almadan insanlık adalet sistemine ulaşamaz. Yüce Allah pek çok ayetinde hudutlarına dikkat çektikten sonra, bu hudutlarına riayet edilmesini ve azgınlık yaparak hudutları aşma teşebbüsünde bulunulmamasını da emretmektedir.

“Bu hükümler Allah’ın sınırlarıdır, ona yaklaşmayın” [14] “Tevbe edenler, ibâdet edenler, hamdedenler, seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten men’edenler ve Allah’ın sınırlarını koruyanlar mü’minlerdir… İşte o mü’minleri müjdele”[15]

Yüce Allah, Nisa Suresi’nin 12. ayetine kadar, bugün tarihselcilerin değiştirmek ve aşmak istedikleri birçok hukuki ölçü vazedip, 13. ayette işte bunların hudutları olduğunu ve riayet edilmesi gerektiğini emretmektedir: “Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’a ve Elçisine itâ’at ederse Allah onu, altlarından ırmaklar akan, içinde sürekli kalacakları cennetlere sokar. İşte büyük başarı budur.”[16]

Anlaşılmaktadır ki, adalet de, barış da, huzur da, kurtuluş da insanlığın ancak bu hudutlara riayetiyle sağlanabilecektir. Tıpkı diğer varlıkların kendileri için konmuş ilahi yasalara, kevni hudutlara irade dışı da olsa riayet etmesiyle evrendeki muhteşem ahengin meydana gelmesini sağladıkları gibi, insanlığın da kendileri için belirlenmiş hakka, hukuka, adalete dair sınırlara özgür iradesini ve aklını doğru kullanarak itaat etmesiyle, bu sınırları aşıp hakkı batılla karıştırma dalaletine sürüklenmemesiyle insanlık dünyasında gerçek anlamda adalet ve barış düzeni kurulabilecektir.

Aynı şekilde bir başka örnek daha verecek olursak; Yüce Allah En’am Suresi’nin 151 ve 152. ayetlerinde Peygamber (s)’in insanlara “Gelin, Rabbinizin size harâm kıldığı şeyleri okuyayım:” diye başlayarak, temel haklarla ilgili ve hukuki bir kısım emir ve yasaklarını bildirmesini emrettikten sonra, 153. ayetinde, “İşte bu benim dosdoğru yolum (sırat-ı mustakîm), o halde ona uyun, sizi bu yoldan ayıracak başka yollara uymayın” diyerek, adalet, barış, iki dünya saadeti ve kurtuluş için takip edilmesi gereken tek yol olarak hak yoluna işaret etmekte, bu yoldan ayıracak olan bâtıl yollara sapılmaması ve bu yolu hak yol olmaktan çıkaracak sentezlere itibar edilmemesi konusunda uyarmaktadır.

Hukuku, hakları ve ölçülerini belirleyen ve güvence altına alan ve adaleti sağlamayı amaçlayan bu hudutları ve müeyyideleri ortadan kaldırmayı hedef alanlar, heva ve zanna göre üretecekleri yeni hüküm ve müeyyidelerle temel hakları nasıl güvenceye alacaklar ve nasıl Allah’ın arzda sağlanmasını emrettiği adaleti nasıl ikame edecekler?

Kur’an’ı doğru okumayı ve doğru anlamayı, Kur’an’ı hayata değil de hayatı Kur’an’a uydurmayı engellemek, ümmetin ortak bir Kur’an anlayışında bütünleşmesi ve yeniden ayağa kalkma çabalarını akamete uğratmak amacıyla ortaya atılan bir diğer fitne de “rölativizm”, “görelilik”, “izafilik”tir. Mutlak bir Kur’an bilgisi olamayacağı, herkesin kendisine göre farklı bir Kur’an anlayışının olacağı, herkesin Kur’an’ı farklı anlayacağı ve farklı çıkarımlarda bulunabileceği iddiasıdır. Kur’an’ın çok farklı biçimlerde anlaşılabileceğini ve hangi anlamın daha doğru olduğunun bilinemeyeceğini savunmak, Kur’an’ın hiçbir anlamının olmadığını iddia etmek demektir ki, bu türden sözler bir Müslüman tarafından kesinlikle söylenemez. Çünkü Kur’an’a iman etmek demek onun bir anlamının olduğunu ve bu anlamın muhatap tarafından algılanıp kabul edildiğini ikrar etmek demektir. Anlamsız olan bir “söz”e iman etmek ise iyi niyetle yaklaşıldığında ya zihni bir özrü ya da cehaleti belgeler. Kur’an’ın hayata müdahalesini engellemek için daha önce rasyonalist ve pozitivist yorumları öne çıkaranlar, bugün gelinen noktada post modern yöntemlerle onun anlamını subjektifleştirerek bu amaçlarına ulaşmaya çalışıyorlar. Bu tür tezlerin üretimi ile egemen söylem karşısında direnme azmi gösteremeyerek geri adım atanların “bir arada yaşama” ve “çoğulculuk” projeleri üretme süreçlerinin iç içe geçmiş olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. Kur’an ya tarihselci yaklaşımlarda olduğu gibi, belli bir döneme ve tarihe hapsedilerek, bugün için “referans” olmaktan çıkarılmaya çalışılmakta ya da bugüne de getirilse rölativizm ve post-modernizmle anlamı belirsizleştirilerek suskun ve bir şey söylemeyen bir kitap kılınmak istenmektedir.[17] Böylece bütün Müslümanların üzerinde mutabık oldukları, çevresinde vahdet oluşturacakları ve birlikte hakim kılmak üzere uğrunda mücadele verecekleri ortak bir Kur’an algısının, ortak bir akıdenin ve sabiteleri olan bir din anlayışının ortaya çıkması ve ümmetleşme engellenmek istenmektedir.

Liberal ya da sosyalist demokrasi taraftarı veya devlet ve kamu alanını sekülerleştirip bütün dinlerden eşit uzaklıkta tutma, tevhid ve vahiyden soyutlanmış adalet devleti düşüncesi ve seküler haklar üretme çabası içinde olanlar, bütün hayat alanlarını vahyin çerçeve naslarına uyumlu hale getirme, siyasi, ekonomik, hukuki, sosyal bütün bireysel, toplumsal sahaları, devlet ve kamu alanlarını tevhid gereği vahiyle düzenleme inancını benimseyenleri, vahyin bu alanlarla ilgili hükümlerini, ilk indiği metinlerini değiştirmeden esas almak ve ilk inşa ettiği hayattaki şahidliği/örnekliği (sünneti) dikkate alarak uygulamaya taşımak gerektiğini söyleyenleri “entegrist” olarak niteleyip karalamaya çalışmaktadırlar.

Entegrizm, çok yeni tarihlerde batıda üretilen bu kavramdır. Tahrif edilmiş kitabın ayetlerini yorumlama tekelini elinde bulunduran kilisenin kendi yorumlarını mutlak doğrular olarak dayatmasını, değişime kapalı dogmacı tutumunu ifade etmek üzere ortaya çıkmış bir tanımlama olup, laiklik karşıtlığı olarak da ifade edilmektedir. Tıpkı batının kendine özgü tahrif edilmiş din anlayışı ve inancının tarihsel gelişimi açısından, “hermonetik” ve “tarihselcilik” gibi kavramlar, nasıl bir zaruret sonucunda gündeme gelmişse, “entegrizm” ve “sekülerlik” de aynı zaruretlerin bir dayatması üzerine ortaya çıkmış ve orada, kendini doğuran şartların zemininde, hakikaten bir anlam da ifade edebilmiş kavramlardır. Ancak Türkiye’deki çoğu entelektüel gibi, kimi Müslümanlar da bir kompleksle kendilerini ve düşüncelerini illa bu batılı kavramlara göre tanımlama ve konumlandırma ihtiyacı duymakta ve bilahare de bu kavramların dönüştürücü etkisiyle değişim geçirmektedirler. Halbuki biz Müslümanlar özgün kavaram, ölçü ve değerlerin oluşturduğu özgün bir kimliğe sahibiz. Kendimizi asla batılı kavramların dar ve saptırıcı kalıpları içine hapsetmemeliyiz. Kendimizi sürekli özgün kavramlarımızla tanımlamaktan ve vahye dayalı değerlerimizle sürekli yeniden üretmekten asla vazgeçmemeliyiz.

Garaudy’ye göre Entegrizmin ana nitelikleri: ilk olarak “uyum sağlamayı red” “her türden gelişmeye, evrime karşı kemikleşme”; ikinci olarak da geçmişe dönüş; “geleneğin takipçisi olmak” ve üçüncü olarak ise “dogmacılık”, “uzlaşma kabul etmeme”. “Kelimesi kelimesine söylenecek olursa entegrizm, tekamüle karşı hareketsizlik, modernizme karşı gelenek; tarafsızlığa karşı dodmacılık demektir. Tek bir kelime ile entegrizm laikliğin karşıtıdır, diyebiliriz.[18] Yine Garudy’ye göre “Entegrizmden kurtulmak için dünya ne bir Sezar’ a veya ne de bir Napolyan’a muhtaçtır. Milyonlarca erkek ve kadının yeni Lutherlerin yeni Gandhilerin çağrısına uyup yürümeleri yeterlidir.”[19] Demek ki Entegrizm, ancak yeni Lutherlerin sekülerleştirici, Protestanlaştırıcı, laikleştirci çabalarıyla aşılabilirmiş. Evet tüm bunlar, tahrif edilmiş bir kitaba ve ilahlaştırılmış Ruhban’ın mutlak sayılan yorumlarına dayanan bir din anlayışının egemen olduğu Batıda normal karşılanabilecek, hatta bundan dolayı kendi zemininde anlamlı da kabul edilebilecek sonuçlardır. Çünkü vahiyden kopuk, vahyin aydınlığından uzak karanlık bir zeminde, tahrif edilmiş kitapların ve ruhbanın hevasının dogmalarıyla kuşatılmış batılı insan can havliyle böyle bir arayış içinde kendisini bulmuştur.

Aynı tanım ve sonuçları, tamamen farklı ve tahrif edilmemiş bir kitapla belirlenen bir din olan İslam havzasına taşımaya kalkışmak ise, ancak sapmaya sebep olabilecek yanlış bir yaklaşım olacaktır. Çünkü Kur’an, Yüce Allah tarafından korunmuş olarak ve tahrif edilmeden elimizdedir. O halde vahyin muhkemleri, dinimizin sabiteleri kıyamete kadar geçerli, değişmez ölçü ve değerlerimiz olarak algılanmaya devam edilecektir. Bu alandaki, değişmez mutlak doğruların varlığına inanmak ve bugün de onların hâkimiyeti için çaba göstermek tarihselciler tarafından, değişime kapalı dogmacılık anlamında “entegrizm” olarak nitelenip mahkum edilmeye çalışılmaktadır ki, işte büyük sapma ve saptırma çabası, yeni Luthercilik budur. Fazlur Rahman, Hasan Hanefi, Garaudy ve onların yerli takipçileri gibi tarihselcilikle Kur’an’ın muhkem hükümlerini bile tarihe gömüp, bugün geçerli olan laik pozitif hukuka uyumlu seküler bir İslam anlayışı oluşturarak, İslam’ı böylece evrenselleştireceklerini düşleyenler, İslam hukuku ile batının ürettiği ve dünyaya dayattığı laik pozitif hukuk arasında bir çelişki bulunmadığını ispat etmeye çalışmaktadırlar. Bu bağlamda, Allah’ın “hudutlarım” diye nitelendirdiği ve uyulmasını emrettiği; “miras hükümlerinin, hırsızın elinin kesilmesinin, kısas hükmünün ve zinaya celde cezasının” vb. hep tarihsel hükümler olduğunu ve bugün geçerli olamayacağını, bu alanda yeni düzenlemeler yapılabileceğini ve beşeri pozitif hukuka uyumlu hükümler ihdas edilebileceğini iddia etmektedirler.

 

Entegrizm karşıtı ve tarihselci Garaudy’ye göre, Kur’an’ı bir bütün olarak ele alıp kavrama ve analojik akıl yürütme, Allah’ın Kur’an ayetlerinde gözettiği “gaye” yi, Hz. Peygamber tarafından açıklanmış bulunan “büyük ilahi niyeti” ve bir ayetin ve ayetlerin “derin anlamı”nı ortaya çıkaracaktır. İçtihad ve yorum ortaya çıkarılmış bulunan ilahi niyete göre yapılacak ve Kur’an’dan bu esasa göre her daim yeni bir hayat modeli çıkarılacaktır. Yoksa entegrist ve anakronik bir tutumla tarihin bir dönemini bütün tarihlerde geçerli kılarak evrenselleştirmek değildir. Bu bakımdan tamamen Hz. Peygamber dönemi Arapların tarihsel temayül ve şartlarına göre şekillenmiş bulunan Kur’an ahkamını her devir ve şartta geçerli kılmanın ve şeriatı uyguluyorum diye mesela hırsızın elini kesmenin, bazı ayetleri, yer aldığı metnin bütününden ve indikleri tarihsel ortamdan soyutlayıp bu ayetlerle “İlahi Kanunu” birbirine karıştırmaktan öte bir şey değildir… Halbuki Allah’ın niyetinin yer aldığı Kur’an’ın manası bu değildir. ”[20]

Tüm bu açıklamalar göstermektedir ki, batının özgün şartlarında, tahrif edilmiş kitabın hükümlerinin ve ilahlaştırılmış ruhbanın yorumlarının mutlaklaştırılıp, değiştirilmez hükümler olarak dayatılmasının bunalttığı Batı zemininde, “Tanrının gerçek muradına yönelik anlam arayışlarını”, bu anlamda “hermonetik”, “tarihselcilik” gibi pek çok yöntemi devreye sokarak, Kilisenin ürettiklerini dogmalaştırmasına ve bu anlamda “entegrizm”e karşı durmayı anlamak mümkündür. Fakat aynı yöntemleri, Allah’ın koruması altındaki Kur’an vahyinin muhkemleri, İslam’ın sabiteleri için de kullanmaya, Kur’an’ın muhkem hükümlerinin bile değişmesi gerektiğini iddia etmeye kalkmak asla kabul edilemeyecek büyük bir sapmadır. Bu tür sapmalara, Allah’ın uyulmasını emrettiği hudutlarının değiştirilmesi çabalarına itirazı ve bu anlamda “emri bil maruf” sorumluluğunun gereği olarak yapılan uyarıları ise “entegrizm” olarak damgalayıp mahkum etmeye kalkışmak, ancak bâtıla doğru savrulma olarak nitelenebilir. İşte emperyalistlerin sekülerleşme projelerine hizmet de böyle savrulmaların yaygınlaştırılması suretiyle gerçekleştirilmektedir.

Diğer taraftan şu hususu da hatırlatmak isterim ki, Kur’an’da yer alan sübutu ve delaleti kat’i muhkem bir hükmü, ayet metnine ve Kur’an bütünlüğüne aykırı biçimde keyfi ve zorlama bir yorumla kendi ürettikleri düşünce ve projeleri tasdik etmeye zorlayanların bu yaptıkları tahrifattan başka bir sonuç vermez. Mesela Kur’an’da yer alan çok sayıda muhkem, yoruma açık olmayan hükümle “mü’minlerle kâfirlerin velayeti yasaklanmış” olmasına rağmen, birileri tek bir ayetin mefhumu muhalifinden kalkarak bunun aksini Kur’an’dan çıkarmaya kalkarsa bu yapılan “tahrifattan” başka hangi kavramla ifade edilebilir? Aynı şekilde Yüce Allah’ın “hudutlarım” diye vurgu yaptığı, mutlak itaate çağırdığı muhkem nasları ve bu bağlamda temel hakların güvencesini teşkil eden muhkem hükümleri bile tarihselcilik iddialarıyla, zanna dayalı yorumlarla değiştirmeye kalkışmak, şüphesiz ki ancak “dinde tahrifat” olarak nitelenebilecek çabalardır.

Tevhid ve onun doğal sonucu olan adaleti ikame etmek üzere indirilmiş vahyin hükümleri, çağdaş cahiliyenin modelleriyle uzlaşma sağlamak amacıyla tahrif edilerek, Allah’ın “hudutlarım” dediği muhkem hükümleri bile tarihe gömülüp yerine yeni hükümler ihdas edilerek, hak ile bâtıl, vahiy ile heva ve zan karıştırılarak adaletin tesisi, adil bir hukuk sisteminin üretilmesi mümkün değildir. Bu sebeple de bu anlayışla/zihniyetle gerçek anlamda adil bir siyasi yönetim de oluşturulamaz.

İnşaallah gelecek bölümde, tevhidden, vahiyden, İslam’dan soyutlanmış “adalet”in mümkün olup olmadığı, aklın kendi başına adil bir hukuk sistemi üretmeye yeterli olup olmadığı ve hak-bâtıl karışımı sistemlerle adaletin temin edilip edilemeyeceği ve bu tür sekülerleşme eğilimlerinin gelişmesine mümbit bir zemin oluşturan “dinsel çoğulculuk”, “hakikatin çokluğu” gibi konuları yine Kur’ani delillerle ele almaya çalışacağız.

Birinci bölüme yönelik saldırı ve hakaret sebebiyle bazı hatırlatmalar:

 

Fikirleri Eleştirmek Yerine, Hakaret Üslubuyla Şahsiyetleri Hedef Almak,

Fikri Acziyetin, Ahlaki Çürümenin ve Seviyesizliğin İşaretidir

 

Allah’ın yasak ettiği hak-bâtıl sentezine sürüklenmiş kesimleri vahiyle uyarmak önemli bir sorumluluktur. Bu bağlamda, İslami kimliklerini sağcı kapitalist kimlikle sentez ederek kirletenleri vahyin ölçüleriyle ıslah etme mücadelesi uzun yıllardır sürmekteyken, son zamanlarda bir de “İslami sol” adı altında İslami kimlikle sosyalist düşünceyi sentez eden ve vahyin belirlediği hudutlara sığmayan kişiler türedi. İşte bunlardan vahyin belirlediği İslami ahlakı içselleştirememiş ve hatta insanı kendine ve Rabbine yabancılaştıran seküler ideolojilerin tesiri altında insani fıtri erdemlerini bile yitirmiş bir kibirle azmış ve sol jargonlarla konuşmayı maharet sayan, kul hakkı, ahiret ve hesap bilincinden yoksun biçimde azgınca davranmayı kolay becerir hale gelmiş birileri, daha önce yayınlanan eleştirilerimiz üzerine fikre fikirle karşılık verme hususunda acze düşünce, şahsiyetleri hedef alıp, büyük bir kin ve düşmanlıkla saldırıya geçtiler.

Başlığına “adil” kavramını yazdıkları internet sitelerinde, aynı sitede yazan üstadlarının da gözü önünde ve dolaylı da olsa rızasını almış olarak (ki hiç değilse genel olarak uyarma gereği duymuş olmamız da bundan dolayıdır, en azından bu kişiye yakışmamıştır, yoksa tetikçinin tutumu uyarıya bile değmezdi) husumet, haset, nefret, kibir, hakaret, iftira, zulüm gibi bütün olumsuz kavramları kendinde toplayan bir üslup ve içerikle kin ve düşmanlıklarını kustular. Aslında böylece bizim de dikkat çekmek istediğimiz “seküler adalet”in ne olduğunu bizzat kendileri ortaya koymuş oldular. İşte vahiyden, tevhidden soyutlanmış, laiklikle, sekülerlikle sentez edilmiş adalet anlayışının nasıl bir sonuca yol açtığını anlamak için bu tür bir “adalet”i ikame etmek amacıyla yayın yapan bu siteyi ve yazılarını takip etmek yeterli olacaktır. Özellikle bizim fikri eleştirilerimize hakaretle, zulümle, haksızlıkla karşılık vererek, bir tek yazıda onlarca iftira, hakaret ve zulmü işlemenin, bu kadar çok hukuk ihlalini bir yazıda gerçekleştirmenin nasıl becerilebildiğinin ve tüm bunları yaparken Allah’ın azabı ve hesabıyla ilgili hiçbir kaygı taşımadan tüm bunların nasıl kolayca gerçekleştirilebildiğinin çok çarpıcı örneğini görmek mümkün olacaktır.

Sonuçta bir daha anlaşılacaktır ki, vahiyden, tevhidden, ahiret ve hesap bilincinden soyutlanmış olan hak-bâtıl karışımı seküler davranışlar adalet değil zulüm üretmektedir. İşte bundan dolayı, inandıkları hak-bâtıl karışımı fikirlerini vahyi ölçüleri hatırlatarak eleştiren düşüncelerimiz sebebiyle, hiçbir fikir kırıntısı taşımayan, kendinden başkasının konuşma hakkı bile olmadığına inanan gerçek anlamda faşist bir üslupla yazılan ve çelişkilerle dolu bir küfürnameyle hem de “adil” sıfatını verdikleri bir sitede ortaya çıktılar. Bir internet sitesindeki küçük iktidar alanlarında bile kendileri gibi düşünmeyen ve ürettikleri tezlere eleştiri getiren Müslümanlara yönelik nasıl bir seküler “adalet”(!) uygulaması yaptıklarına bakılarak, Allah muhafaza etsin ya bir de ülkede iktidar olurlarsa, “komünist demir perde” sistemi faşizmini aratacak zulümlerle nice masum kitlelere kan kusturabileceklerini tahmin etmek zor olmayacaktır.

Rabbimiz bize Müslüman adını verdiği halde, modern paradigmanın seküler ürünleri karşısında düştükleri iflah olmaz gibi görünen bir psikolojik kompleksle kendilerini “solcu Müslüman” olarak tanımlayan bu kişiler, bu yanlış konumun doğal bir sonucu olarak, kendileri gibi solcu eklektik anlayışa itibar etmeyen ve Kur’an ve sünnete bağlı kalıp sadece Müslüman olmakla yetinenleri “sağcı-kapitalist-faşist”, “dinci faşist” olarak damgalayıp kolayca saldırıya geçebilmektedirler. Tamamen materyalist düşünce ürünü bir yaklaşımı İslam’ın içine taşıma gayreti içine girince, yani din algı ve anlayışlarının merkezine akideyi değil de, üretim araçları mülkiyetini yerleştirince,[21] bu sentezci yaklaşımla İslam’ı sosyalist ideolojinin hizmetinde kullanılan bir araç haline dönüştürme konumuna sürüklenmekten kurtulamamış görünüyorlar. Sonuçta, akidevi konuların ihmaliyle, hatta küçümsenmesiyle sentez eğilimlerinin önü iyice açılıyor ve artık sol jargonlarla konuşabilen, kendini böyle tanımlayan eklektik bir kafa yapısı oluşuyor.

Böylece öncelikle akidevi netlikten yana olup taviz vermeyen Müslümanlara karşı “dinci-faşist” karalaması kolayca yapılırken, “solcu”lar ve “anarşist”lerle birliktelik arayışları ve bu amaçla da daha fazla taviz kaçınılmaz hale geliyor. Bu sebeple abdestli bile olduğu tartışmalı “İslami sol” sentezine müptela olanlar, kendileri gibi düşünmeyenleri “ötekileştirip”, “abdestli kapitalist” nitelemesiyle mahkûm etmeye, susturmaya çalışmaktadırlar. Tıpkı modern paradigmanın diğer ideolojileri ve düşünce sistemleri gibi, kendilerini kendi özgün değerleriyle tanımlayıp ayakta tutmakta acze düşünce, bir düşman “öteki” icad edip ona karşıtlık üzerinden kendilerini tanımlayıp var kılmaya çalışmaktadırlar.[22] Bu sebeple son derece seviyesiz, agresif, saldırgan, hazımsız, fikre fikirle karşılık vermekten aciz, hasım olarak gördükleri muhataplarına tercih etmediği şeyleri ve hatta açıkça reddedip eleştirdikleri tutum ve fikirleri dahi iftira ederek yamamaya kalkacak kadar ne yaptığını bilmeyen, aslında başkasına konuşma hakkı bile tanımayacak kadar gerçek anlamda “faşist” bir konumu içselleştirmiş görünüyorlar. Bu sebeple bu kesime, arka planda duranlarıyla, hakaret için öne sürülenleriyle beraber şifa dileyip, muhatap bile almamak en doğru davranış olacaktır. Ancak iflah olmaz bir solcu bağnazlıkla muhataplarına hakaret ve saldırıyı tercih edenlere fikri açıklamalar yapmak fayda vermese de, onları takip eden iyi niyetli insanlara yönelik “emri bil maruf” mükellefiyetimiz bakımından genel bazı açıklamalar yapmak da sorumluluğumuzdur.

Bu sebeple söz konusu kişileri, eklektik fikirlerin yol açtığı kafa karışıklığıyla kaleme alınmış, seküler-sol jargonların sık kullanıldığı, yazı bile denemeyecek, kibir, kin, husumet, haset, hakaret karışımı mide bulantısı ürünleriyle baş başa bırakıp ve kendilerine acil şifalar dileyerek, Kur’an ve sünnet okumalarımızdan çıkardığımız ve vahyi doğrulara dayandırdığımız kanaatlerimizi, insani fıtri değerlerini koruyan tüm erdemli insanlarla ve Müslüman kardeşlerimizle paylaşmaya devam edeceğiz inşaallah. Yüce Allah düşünce ve tespitlerimizde isabet kaydetmeyi ve rızasını kazandıracak iman, söz ve amellerle dolu bir hayatı yaşayarak yüz akıyla huzuruna dönmeyi hepimize nasip etsin. Bu tür bunalımlara sürüklenmiş, kendilerinden olmayana hakaret ve zulüm yaparak “adalet” sağlayacaklarını zannedenlere de Rabbimiz hidayetini nasip etsin, hepimiz için hidayetini daim kılsın ve hepimizi tevhid bayrağı altında ortak akide ve vahyî muhkem değerler ortak paydasında kardeşleştirip vahdete ulaştırsın inşaallah. Bu hakaret, haksızlık ve zulmü yapanlara, yaptıklarından pişmanlık duyup tevbe etmeleri ve bir daha hiçbir Müslümana bu tarz insani erdemlerle ve İslam ahlakıyla bağdaşmayan haksızlık ve iftiralarda bulunmamaları halinde ve bu kayıtla hakkımı helal edeceğimi şimdiden ifade ediyorum.

Her zaman ısrarla hatırlattığımız temel prensibin altını bir daha çizelim. Bizler elhamdülillah sadece Müslümanız ve bütün inanç, düşünce ve hayatımızı vahye dayandırmakla, yaratılış gayemiz ve imtihan sorumluluğumuz gereği yalnız Allah’a ibadet edip, yalnız O’ndan yardım dilemek ve hayatımızı ibadet kılmakla mükellefiz. Bu sebeple, kitaba imanımızın temel gereği olarak, Kur’an’ı anlamak, öğüt almak ve yaşamak amacıyla “hakkıyla” okumak, aklımızı, imanımızı, şahsiyetimizi, düşüncelerimizi ve hayatımızı vahiyle arındırmak, Kur’an ve sünnet ölçüleriyle inşa etmekle mükellefiz. Bu büyük sorumluluğumuz gereğince, Kur’an ve sünnetten akide ve amellerimizle ilgili tespit ve çıkarımlarda bulunur ve hayatımıza bu ilke ve ölçülerle yön vermeye çalışırız. Dinimizin, akidemizin de içinde yer aldığı muhkemleri, sabiteleri, mü’minler arasında ortak paydayı oluşturan, hepimizi bağlayan ve bizi kardeş yapan değişmezleri olduğu gibi, farklılıklarımızı hoş görmemiz gereken yoruma, ictihada ve değişime açık bölümü de bulunmaktadır. Ortak paydamız olan, homojen olmamız gereken akidevi konularda, sabite ve muhkem ayetler alanında da, insan olmamızdan kaynaklanan zaaflarımızla hataya ve yanlışa sürüklenebilir, yanlış çıkarımlar yapabilir, hatalı ameller sergileyebiliriz. Bu sebeple de Rabbimiz “emri bil maruf ve nehyi anil münker” sorumluluğunu çok önemli bir mükellefiyet olarak omuzlarımıza yüklemiş bulunmaktadır.

İşte bu sorumluluk gereğince, birbirimizin fikir, düşünce ve amellerindeki yanlışlarını, tevhidden ve vahyin ölçülerinden sapma teşkil eden hatalı çıkarımlara dayalı söylem ve eylemlerimizi, Allah rızası için vahyin ölçüleriyle uyarmak, ıslah etme çabası göstermek mecburiyetindeyiz. Tabii ki, hakaret etmeden, zulmetmeden, iftira etmeden, şahsiyetleri hedef almadan, sadece üretilmiş fikir, düşünce ve projelerdeki sapma ve yanlışları vahyin ölçüleriyle delillendirerek eleştirilerimizi özgürce ifade etmeliyiz, hiç kimse de bundan gocunmamalı, kendini eleştiriden müstağni addetmemelidir. Bu sorumluluk, hem kardeşlerimizin kendi ahiretlerine zarar vermelerini engellemek bakımından kardeşlik hukukunun gereğidir, hem de hepimizin müntesibi olduğumuz Allah’ın diniyle ilgili algı ve anlayışlarda bir bozulmanın, tahrifatın ortaya çıkmasına fırsat vermemek bakımından temel mükellefiyetimizdir.

Tabii ki bu bağlamda bizim de gerek kendi düşüncelerimizi oluştururken, gerekse bu tür bir uyarı sorumluluğunu yerine getirirken yanlışa düşmemiz, hatalı çıkarım ve tespitler yapmamız, eleştirilerde isabet kaydetmeme ihtimalimiz, insan olmamızın doğal bir sonucu olarak mümkündür. Böyle bir durumda yapılması gereken, şahsiyetleri hedef alan hakaret ve aşağılamalarda bulunmak, iftira ederek söylemediklerimizi, tercih etmediklerimizi bize yamamaya kalkışmak değil, bizim de yaptığımız gibi fikir, düşünce ve eleştirilerimizdeki vahye aykırılıkları delilini de göstererek düzeltme ve bizi yanlışlarımızı düzeltmemiz için uyarma çabası göstermektir. Üstelik bu tür eleştiri, uyarı ve düzeltme sorumluluğu, her birimizin birbirimiz üzerindeki hakkımızdır. Şahsen diğer mü’minlerin, hepimizin dini olan İslam’ın hayata geçirilmesi sadedinde ürettikleri düşünce ve projelerdeki yanlışlıkları, hataları tespit edip eleştirme ve düzeltme (ki eleştiri yazılarımda ve bu soruşturmada ilk bölümde kendimize yönelik öz eleştirilere de yer veriyorum) çabası göstermekle, hem İslami sorumluluğumu yerine getirmeye, hem de o kardeşlerimizin üzerimdeki haklarını vermeye çalışıyorum. Tabii ki, doğal olarak tüm Müslümanlar üzerindeki, onlar tarafından eleştirilme, düzeltilme hakkımı da talep ediyorum.

Evet, tespit, düşünce ve eleştirilerimizde isabetsizlik, vahye aykırılık söz konusuysa, bunları tespit eden fakat bizi uyarmayan kardeşlerimiz, hakkımızı vermeyerek bize haksızlık yapmış olurlar. Kardeşlik hukukunun ve İslami sorumluluklarının gereğini yapmayarak, emri bil maruf mükellefiyetlerini yerine getirmeyerek, hem kendi nefislerine, hem bize, hem de İslam’ın yanlış anlaşılmasına yol açma ihtimali gördükleri hatamızı düzeltmeyerek Allah’ın dinine zulmetmiş olurlar. Bu sebeple hepimiz bu sorumluluğun bilinciyle hem eleştirme görevimizi hakkıyla yerine getirmeli hem de eleştirilmeye hazır ve tahammüllü olmalıyız. Ancak bu sorumluluğu yerine getirirken, sadece fikir, düşünce ve projelere yönelik fikri alanda kalmak ve en önemlisi de duygusal tepkiler vermek yerine delilini göstererek ilmi eleştirilerde bulunmak, şahsiyetlere yönelik yalan, iftira ve hakaretlerden, hukuk ihlali yapmaktan ise ahiret ve hesap bilinciyle kaçınmak, ahlaklı ve erdemli davranmaktan hiçbir sebeple vazgeçmemek gerekir.

——————————————————————————–

[1] Şura 21: “ Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşru kılacak (şeriat ve hukuk haline getirecek) ortakları mı vardır? Eğer kesin yargı bulunmayacak olsaydı aralarında hemen hükmedilirdi. Doğrusu, zalimlere can yakıcı azap vardır. »

[2] Nisa 59, Ahzab 36

[3] Casiye 18

[4] Casiye 23, Furkan 43

[5] Furkan 44, Araf 179

[6] Şura 21

[7] Allah’ın, insanı kulluk için yaratıp, dünyaya imtihan için gönderdiğini ve kendisine “halifelik” misyonu yüklenerek evrendeki diğer yaratıkları (hayvan ve bitkileri) onun emrine tahsis ettiğini, bunların üzerinde tasarrufta bulunurken ve hemcinsleri ile ilişkilerinde Allah’ın hükümlerine ve adalete riayet etmesi gerektiğini beyan eden vahyi bilgi dışlanarak, “aydınlanma”nın seküler anlayışı içinde, “tanrı, insan ve hayvan” eşit hale getirildiler. Bir yandan insanla hayvan arasında soy bağı kurarak hayvanlaştırdıkları insanı, diğer yandan onun akıl ve iradesini her şeyin tek ve nihai ölçü ve kaynağı haline getirerek ilahlaştırıyorlardı. Hristiyanlık İsa’yı (as) ve ruhbanı ilahlaştırırken, “aydınlanma” insanı ilahlaştırdı. Ortaçağ karanlığına nazaran görece bir aydınlanma daha doğrusu grileşme ve büyük bedeller ödenerek elde edilen görece bir özgürleşme, şüphesiz bir olumluluk olarak nitelenebilir. Ancak vahy’den uzak düşünce karanlıktan kurtulmak söz konusu olamadı, karanlığın kulvarları arasında şerit değiştirilmiş oldu.

Çağdaş cahiliye olarak ifade edilen pozitivizm zemininde, rasyonalizm ve hümanizm (yani insanı ve aklını, hevasını ilahlaştıran yaklaşımlar) çerçevesinde laiklik ve demokrasi dünyaya gelmiştir. Demokrasi, kurucularının ve izleyicilerinin ifadeleriyle teoride halk iradesinin mutlak hâkimiyetidir. Yani halk çoğunluğu ne istiyorsa, o doğru olandır. Bu iradenin üzerinde Allah’ın otoritesi de dahil başka bir otorite kabul edilemez. Pratikte ise hiçbir ülkede halkın çoğunluğunun iradesi mutlak egemen olamamıştır. Daha ziyade sermaye oligarşisinin egemenliği esas olmuştur. Türkiye gibi az gelişmiş taklitçi ülkelerde ise, silahlı ve sivil bürokrasi ile büyük sermayenin oluşturdukları oligarşik bir diktatörlük demokrasi olarak yutturulmaya çalışılmaktadır.

İslam noktai nazarından ise, halk çoğunluğunun iradesi dahi mutlak egemen olamaz. Mutlak hakim, hüküm koyucu ancak ve sadece Allah’tır. Yönetenler de yönetilenler de aynı Allah’ın hükümlerine uymak zorundadırlar. Toplumun (ümmetin) yetkisi ise yöneticilerini seçme ve azletme ile sınırlıdır. Yani halk ya da ümmet serbest iradesiyle yönetici kadroları seçmek, iktidara getirmek, beceremediği ya da başarısız olduğunda ise azledip, görevden uzaklaştırmak yetkisine sahiptir. Ancak demokrasiden en temel fark ise; yönetilen halkı da onun seçtiği yöneticieri de aynı ilahi hükümlerin bağladığı hususudur. Yönetenler de yönetilenler de Allah’a ve Rasulüne itaat etmekle mükellef olup, Allah ve Rasulü bir mesele hakkında bir hüküm vaz etmişse, aynı meselede, mü’min bir erkek ve kadınının yeni bir tecih yapma hak ve özgürlüğü yoktur.(Ahzab 36) Ümmetin seçtiği ehil insanlardan oluşan şura ancak nass vazedilmemiş alanlarda, yine nassların ışığında ikincil derecede kanunlar yapabilirler.

Laiklik ise, insanı ve hevayı ilah edinmek, insanın hayatına yön verecek kural ve kanunları yine insanın yapmasını ve Allah’ın dünya hayatına karışmaması gerektiğini esas almak demektir. Bu bakımdan bütün beşeri sistemler mutlaka laik sistemlerdir. Hepsinin ortak paydası laiklik, yani insanı hayatı düzenlemede ilah kabul etmektir. Demokraside (en azından teoride) halk çoğunluğu ilahtır. Halk çoğunluğunun ya da temsilcilerinin çoğunluk kararı kesindir, mutlaktır, onun üzerinde ilahi otorite dahil başka bir otoriteye yer yoktur. Demokrasilerde Allah’ın hükümleri geçersizdir. Yani demokrasi, insan iradesini ilah edinmek bakımından, mutlaka laik bir sistemdir. Oligarşide ise bir grup insanın iradesi mutlak egemendir, yani ilahtır. Bu sebeple bu sistem de laiktir. Monarşide de bir tek insanın iradesi ilahtır. Onun dediği kanundur. Üzerinde başka bir otorite kabul edilmez. Tüm bu sistemlerde, hatta batının geliştirdiği kendilerince en iyi sistem olan demokrasilerde bile, insanın hak ve yükümlülüklerini, uyması gereken kuralları yine bir başka insanların belirlemesi ve insanı yaratan, başı boş bırakmayıp ne yapıp yapmaması gerektiğinin, hak ve ödevlerinin ne olduğunun hükümlerini de vaz eden Allah’ın hayata müdahalesinin engellenmesi söz konusu olduğundan, zulüm, haksızlık ve adaletsizlik kaçınılmaz bir sonuç olmuştur. Teokraside ise, yine insan olan ruhbanın iradesi, Allah’ın adı da istismar edilerek, Allah adına mutlak egemen kılınır. Bu bakımdan bu sistem dahi insan iradesini nihai otorite kabul etmek bakımından laikliktir yani ilahi olandan soyutlanmıştır. Bu sistemde dahi ilahi irade mutlak egemen olmayıp, din adamlarının, ruhbanın arzu ve tercihleri, heva ve zannı egemendir. Rabbimiz bu konumu Kur’an’da tespit ve ilan etmektedir: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rablar (ilahlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de. Oysa onlar da, tek olan bir ilah’a ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar.“ (Tevbe 31).

 

[8] Ahzab 36

[9] Prof. Hasan Hanefi, İslamiyat Dergisi’nde “Soruşturmasına Verdiği Cevap”, İslamiyat Dergisi, Ekim-Aralık 1998, clt 1, Sayı 4, s. 285, 286.

[10] Dr. Adil Çiftçi, “Fazlur Rahman’ın Dinamik Şeriat Anlayışı”, İslamiyat Dergisi, “Şeriat Dosyası”, Sayı 4, Ekim-Aralık 1998, s. 176 – 184.

[11] Â’râf, 7/203.

[12] Yûnus, 10/15.

[13] Yûnus, 10/15.

[14] Bakara-187

[15] Tevbe-112

[16] Nisa-13

[17] Fethi Kılınç, “Kur’an’ı Çok Anlamlı Okuma Sorunu ya da Hakikatin Tekliğinden Korkup, Çokluğun Batıllığına Sığınmak”, Haksöz Dergisi, Aralık 1998, Sayı 93.

[18] Roger Garaudy, Entegrizm, Pınar yayınları, İstanbul-1993, S. 12

[19] Roger Garaudy, Entegrizm, S. 11

[20] Dr. Şevket Kotan Kur’an ve Tarihselcilik Beyan Yayınları Sayfa 240

[21] “Müslüman solcu”ların üstadlarının kendi sitelerinde yayınladıkları; Kur’an’ın toplumu “alttakiler” ve “üsttekiler” diye sınıflara ayırdığını iddia eden yazısında toplumdaki bu sınıfsal ayrımda temel saikin ise akide değil mülk ile ilişki olduğu iddia edilmiştir. “… ayrımda temel saik dil, din, ırk, itikat, renk, bölge, cinsiyet vs. değil; mülk (servet ve iktidar) ile ilişkidir”. İnsanları temelde akidevi ayrıma tabi tutan, ekonomik durumuna bakmadan tüm mü’minlerin akidede kardeş olduğunu ilan eden, köle Bilal ile bilahare onu parasıyla özgürleştirecek olan Ebubekir’i kardeşleştiren ve toplumsal ilişkilerin merkezine akideyi oturtan tevhid dininin, tamamen materyalist bir yaklaşımla insanlar arasındaki ayrımın merkezine mülkle ilişkiyi koyduğunu, insanları temelde mülkle ilişkisine göre sınıflandırdığını iddia etmek, kendi ürettiği sentezci projesini meşrulaştırmak için Kur’an’ı tahrif etmekten başka bir anlam taşıyabilir mi?

[22] İslam ise, herhangi bir düşman “öteki”ye ihtiyaç duymadan var olabilen, kendini kendi özgün değerleriyle tanımlayıp her şartta ve zamanda hududullah içinde kalarak yeniden üretebilen bir dünya görüşü, hayat nizamı, düşünce sistemi ve dindir. Çünkü İslam ilktir, asıldır. İlk insan bir Peygamber, ilk din İslam, ilk insanlar tek bir ümmet, ilk ümmet İslam ümmetidir. İşte bu tevhid ümmeti içinden birileri dinde ayrılığa düşüp cahiliyeyi üretince diğer yeryüzü dinleri, batıl dinler ortaya çıkmaya ve tek tevhid ümmeti parçalanıp bölünmeye başladı. Ve cahiliyeye yönelenler sürekli İslam karşıtı olarak kendilerini tanımlayıp hevalarına tabi olarak bâtıl hayat tarzlarını ve ideolojileri ürettiler. Bâtıl olanlar, asılsız, dayanaksız ve yok olmaya mahkûmdur. Bu zayıflık ve çürüme tohumunu sürekli içinde taşıdıkları için de, ayakta kalabilmek, taraftarlarını motive edip bağlılıklarını sürekli kılabilmek için hep bir düşman “öteki”ye ihtiyaç duyarlar, işte bu “düşman”a karşı mücadele sürecinde kendilerini yeniden üretmeye çalışırlar.

İlginizi çekebilir

Şehid Âlim Şeyh Said’e, Türkçü, Atatürkçü, Laik Zihniyetleri ve Kirli Dilleriyle ‘Hain’ Diyenler, İslâm’la Hükmedilmesine ve Ümmetçiliğe Karşı Çıkıp İslam Kardeşliğini Yok Ederek En Büyük Bölücülüğü Yapan Gerçek HAİNLER Değil midir?

Yazıklar olsun bu büyük zulüm ve adaletsizliği temsil edip ülkeye ve halklarına ABD, NATO ve İsrail ile kol kola bunca kötülüğü yaptıkları halde hâlâ utanmadan bu milleti sevdiklerini ve vatanın bölünmesine karşı olduklarını söyleyerek bu kadar ikiyüzlü davrananlara?