Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Makale / Güneşin de Devletin de Dini Vardır

Güneşin de Devletin de Dini Vardır

“Devletin Dini Olmaz, Devlet Güneş Gibi Olmalıdır” Diyorlar. Hâlbuki Güneşin de, Devletin de Dini Vardır

Kur’an ve sahih sünnetin belirlediği sahih İslam anlayışına ulaşmanın önündeki engellerden geleneksel cahiliyeye, tarihte üretilmiş bid’at ve hurafelere karşı mücadele veren bazı ilahiyatçı akademisyenler ve Müslüman “aydınlar”, nedense sıra modern cahiliyeye, laikliğe, demokrasiye, modernitenin ürettiği seküler ideoloji ve modellere gelince, ya susarak dolaylı ya da konuşup yazarak doğrudan destekçi olmaktan çekinmiyorlar. Egemen modernitenin ürettiklerine sığınarak, modern kavram ve modellere yakınlaşıp uyum sağlayarak izzet, itibar ve kurtuluş arıyorlar. “Devletin dini olmaz.”, “Hangi rejimle yönetilirse yönetilsin devletin âdil olması yeterlidir.” iddialarıyla, mevcut egemen laik sisteme meşruiyet kazandırmaya çalışıyorlar. Bu tür anlayışa sahip danışmanları olan Tayyip Erdoğan da İstanbul Belediye Başkanlığı’ndan bu yana değişerek, laikliğin İslam ile bağdaştığına inanmaya ve bu Hak-bâtıl sentezi anlayışı yaymaya başladı.

“Devlet’in Dini Olmaz” Söylemleri, Tayyip Erdoğan’ı da “Laiklik İslam İle Bağdaşır” İnancına İkna Etmiş Görünüyor

1989 yılında bizzat şahit olduğum bir gerçek olarak, eski Erdoğan laiklikle İslam’ın asla bağdaşmayacağına inanıyordu. Ancak zamanla kendisine yakın akademisyenlerin “Devletin dini olmaz. Devlet bütün dinlere eşit uzaklıkta olmalıdır. Din bireylere aittir.” türü söylemlerinden etkilenip ikna oldu ve yıllardır ısrarla, “Devletin laik olmasına İslam’ın engel olmadığını, laiklikle İslam’ın bağdaştığını.” söylüyor. Bunu Türkiye’de söylemekle kalmıyor, Mısır, Tunus ve Suudi Arabistan gibi ülkelere gittiğinde, özellikle tüm Müslüman halklara teklif ediyor ve onları ikna etmek için ısrar eden özel bir çaba harcıyor. Bu söylem, bir seferliğine ağzından kaçırdığı ve sonra bir daha gündeme getirmediği bir husus da değil. Uzun zamandan beri ve özellikle Müslüman halklara yönelik sürekli gündem yapıp tekrarladığı ve muhataplarını ikna etmek için ısrar ettiği bir söylem. Bu çaba tam da emperyalist devletlerin uzun süredir “dine karşı din” amaçlı ürettikleri ve Müslüman halklara kabul ettirmeye çalıştıkları “Ilımlı İslam” projesiyle örtüşen, ona hizmet eden bir söylem. Tabii ki, bir yandan emperyalizmle ters düştüğü için sürekli operasyonlara maruz bırakıldığı bir süreçte bile bu söylemi tekrarlaması, söz konusu emperyalist projeye hizmet amaçlı olmayabilir. O zaman tek bir şık kalıyor geriye, o da Tayyip Erdoğan’ın söz konusu Müslüman aydın ve akademisyenler tarafından ikna edildiği ve artık samimiyetle böyle inandığı gerçeğidir. Ben de bu ikinci şıkkın geçerli olduğunu düşünüyorum. Çünkü samimiyetle böyle bir laiklik anlayışına inanmasa bu kadar ısrarla tekrarlayıp savunmaz ve ısrarla Müslüman halklara da kabul ettirmeye çalışmaz.

Şimdi Tayyip Erdoğan bu inancını en son tekrar ettiği söyleşiye bakalım. Şubat 2017’de gittiği Suudi Arabistan’da bu ülkenin bütün Arap halklarına hitap eden El-Arabia TV kanalında yaptığı konuşma sırasında sorulan “Siz İslam ile laiklik kavramını güzel birleştirebiliyorsunuz. Bu konuda Arap dünyasına tavsiyeniz nedir?” sorusu üzerine bakınız neler söylüyor: “Yani ben bu bağ kurmayı niye bu kadar İslam dünyası geciktirdi onu anlamakta zorlanıyorum. Biz partimizi kurduğumuz zaman laikliğin tanımını getirdik. Sayın Mursi, Mısır’da iş başındayken Mısır’a yaptığım ziyarette Kahire’deki Opera Binasında bir konferans verdim. Bu konferansta o akşam laikliği anlattım ve İslam’la ilişkisini anlattım. Peki, neydi bizim kurduğumuz partimizdeki laiklik tanımı? Laiklik… Bir defa kişiler laik olmaz, devlet laik olur. Laiklikte devlet, her inanç grubuna eşit mesafededir, her inanç grubunun inancını yaşamasını teminat altına alır. Bunun İslam’a ters olan bir yanı var mı? Yok. Ama bunu hâlâ farklı yerlere çekenler var. Bize de tabii geçmiş yıllarda laikliği, ladinilik diye, dinsizlik diye anlattılar. Ama biz şu anda partimizdeki tanımına bunu koyduk, dedik ki: Laiklik devletin bütün inanç gruplarına eşit mesafede olmasıdır ve bu inanç gruplarının inancını güvence altına almasıdır. Bu tanım bizim ülkemizde de çok kabul gördü. Mısır’daki o konferanstan sonra Müslüman Kardeşler’in lideriyle ertesi sabah kahvaltı yaptım, o da, ‘Biz böyle bilmiyorduk, böyle olduktan sonra bizim de söyleyecek bir şeyimiz yok’ dedi. Rahmetli Seyfülislam El Benna da ‘Ben bunun altına imzayı atarım’ dedi.” Dünyada birçok alanda değişim, dönüşüm yaşandığına dikkati çeken Erdoğan, “Bu değişim-dönüşümü yaşarken inanıyorum ki düşüncelerin, mefhumların, kavramların da bir gelişme kaydettiği ortadadır. Dolayısıyla laiklik tanımıyla dinimizin bu noktadaki yaklaşımını da biz bu şekilde tanımladık; ülkemizde anlattık ve kabul de gördü.” [1]

Şu söylemin neresini düzelteceksiniz? Bu söylemler sürekli tekrarlanıyor ve tevhidî uyanış süreci öncüleri tarafından bile ciddi bir eleştiri ve tavır ortaya konmuyor. Sanki Tayyip Erdoğan herkesi ikna etmiş gibi. Uyaran, eleştiren yaygın bir tepki yükselmezken, tam tersine onun bu bâtıl görüşünü destekleyenlerin sesleri daha fazla çıkıyor ve Erdoğan’ı bu yanlış yolda daha da cesaretlendiriyor. Zaten Erdoğan da bu tepkisizliği ve sessizliği de onay şeklinde anladığı için, bu laiklik anlayışı için “ülkemizde anlattık ve kabul gördü” diye genellediği bir ifadeyle Müslüman halklara da duyurmak suretiyle, onlara da kabul ettirmeye çalışıyor.

Tayyip Erdoğan, bunca ilâhiyatçı akademisyen danışmanı varken, hiçbir danışmanı olmayan ve Kur’an’ın içeriğinden habersiz 31 yaşındaki “Türk-İslam Sentezcisi” yalnız bir genç olarak yaklaşık 36 yıl önce söylediklerimi tekrar ediyor. O dönemde bulunduğum darbecilerin baskısı altındaki Meclis’te, yani 1982 Anayasa’sını yapan Danışma Meclisinde yaptığım konuşmada söylediklerime benzer sözleri bugün tekrarlayarak çok önemli bir açılım getirdiğini zannediyor. Ben o gün, 1982 Anayasa’sını yapan Profesör Orhan Aldıkaçtı başkanlığındaki, bir grup anayasa profesörü ve generalin de bulunduğu anayasa komisyonunda ve darbe baskısı altındaki bir Meclis’te “Halka rağmen halk için” elitizmine son verilmesini ve halkın değerlerine düşman jakoben politikaların terk edilmesini, halkın kaderi üzerinde söz sahibi olmasının önünün açılmasını istedim. “Laiklik ilkesi bugün din ve vicdan hürriyeti üzerinde bir baskı vasıtası olarak kullanılıyor. Dindara baskı aracı olarak kullanılıyor. Bu olmasın. İnsanlar özgürce istedikleri dini tercih edip yaşasınlar. Devlet laik olabilir ancak insanlar birey olarak laik olamaz. Bunun dayatılmaması gerekir” dedim.“Ben Müslümanım ve bu sebeple laik değilim ve laik olamam” dedim. Halkın İslami kimliğine düşman bir laiklik anlayışının Devlet ilkesi olmaktan da çıkarılması gerektiğini ifade ettim. Bunun üzerine Anayasa Komisyonunda, uzun uzadıya kişilerin laik olup olamayacağı, bir Müslümanın laik olup olamayacağı tartışıldı ve Komisyon üyelerinden profesörler Orhan Aldıkaçtı ve Kemal Dal, emekli generaller İhsan Göksel ve Tevfik Fikret Alpaslan ısrarla benim de laik olduğumu söylememi sağlamaya çalıştılar, ama başaramadılar.

Şimdi tam 36 yıl sonra bugün, Tayyip Erdoğan da şunları söylüyor: “Kişi laik olamaz, devlet laik olur. Laik devlet de, her inanç grubunu koruma altına alır, güvence altına alır, hepsine de eşit mesafededir.” Bir süre önce de Meclis Başkanı İsmail Kahraman benzer sözleri, çok yeni ve önemli bir şey söylüyormuş gibi ifade etmiş ve günlerce basında tartışılmıştı.

Tayyip Erdoğan devletin laik olmasının İslam’a aykırı olmadığını ısrarla propaganda ederek dinimizi tahrif etme çabası gösteriyor. Diyor ki; “Laiklikte devlet, her inanç grubuna eşit mesafededir, her inanç grubunun inancını yaşamasını teminat altına alır. Bunun İslam’a ters olan bir yanı var mı? Yok. Ama bunu hâlâ farklı yerlere çekenler var.” Haydi, bulunduğu konum itibariyle o böyle bir anlayış üretmeyi kendi iktidarını dindar kitleler nezdinde meşrulaştırmak için böyle bir formül üretmek ihtiyacı duyuyor. Peki, etrafındaki bu kadar Müslüman aydın ve akademisyen niye uyarmayıp tam tersine bu istikamette teşvik ediyorlar? Üstelik onun giderek bu konudaki çabalarını bir proje gibi bütün Müslüman coğrafyasına ihraç etmeye çalışmasını, susmak suretiyle dolaylı ya da doğrudan destek vererek neden onaylıyorlar? Bunun, egemen modern seküler sisteme uyum sağlayarak iktidar ve ikbal hesaplarını güvence altına almak ya da aşağılık kompleksiyle modernitenin seküler ideoloji ve modellerinden etkilenerek yaşadıkları kafa karışıklığından başka izahı var mıdır?

Çok basit bir akletme çabasıyla fark edilebilecek şu hususlar, açık çelişkiler nasıl görülmez? Mesela, “Laik devlet her inanç grubuna eşit mesafede durup her inanç grubunun inancını yaşamasını teminat altına alır.” cümlesi, İslam söz konusu olduğunda nasıl gerçekleşebilecek? İslam’ın, devlet yönetimini, kamu alanını, siyasal, sosyal, hukuki ve ekonomik toplumsal alanları da düzenleyen hükümlerinin uygulanmasına laik devlette fırsat verilmeyeceğine göre, laik devlet Müslümanların da inançlarını yaşamalarının güvencesi nasıl olacaktır? Müslüman, dininin kamusal ve toplumsal alanla hükümlerini uygulaması engellendiğinde, nasıl olacak da inancını yaşamasının güvence altında olduğu iddia edilebilecektir? Müslümanlara, devlet tarafından laik bir hukuk, seküler ekonomik kurallar dayatıldığı halde, nasıl Müslümanın inanç özgürlüğüne sahip olduğu iddia edilebilecektir? Diğer bir husus, devlet ve kamu alanındaki düzene İslam’ın müdahale etmesine izin vermeyen laik bir devlet, heva ve aklın nihâî otorite olarak yaptıkları yasalarla, liberal hukuk ve kapitalist ekonomik kurallarla bu alanı düzenlediğinde, ilahı akıl, piyasa ve heva olan laiklik, demokrasi ve libearlizm dinini devlet alanına müdahale ettirdiği halde, nasıl olacak da bütün inanç ve hayat tarzlarına eşit mesafede olduğu iddia edilebilecektir? İslam’a kapatılan kamu alanına seküler ideoloji, model, hayat tarzı ve dinler egemen kılındığı halde böyle bir iddiada bulunmak, açık bir yalan ve aldatma olmayacak mıdır?

Üstelik Tayyip Erdoğan’ın “Ekonominin dini imanı olmaz, din bireyseldir.” iddiaları da, İslam’ı tahrif anlamı taşımaktadır. Erdoğan bu tür bir yanlış İslam inancıyla, İslam’ın toplumsal alanla, hukuk ve ekonomiyle ilgili hükümlerini yok sayınca, bu zihinle laiklikle İslam’ı tabii ki kolayca bağdaştırabilmiştir. Tayyip Erdoğan, ister artık değişip böyle inandığı için, isterse politik şartlar gereği iktidarını korumak için olsun, kendisini böyle laik bir anlayışa konumlandırmak ihtiyacı duyuyorsa, kendi bileceği bir şeydir. Rabbine vereceği kendi şahsi hesabıdır. Ancak Allah’ın dinini rahat bırakmalı ve kendi bâtıl konumunu Hak gibi göstermeye teşebbüs etmemeli ve Hakk’a bâtıl karıştırmaya kalkışmamalıdır. Böyle yaptığı takdirde bizim ona itiraz sorumluluğumuz başlamaktadır. Bir takım maslahatlarla, elde ettikleri görece özgürlükler ve imkânlar sebebiyle, Tayyip Erdoğan’ın dinimizi tahrif eden “Laiklik İslam ile bağdaşır, din bireyseldir, ekonominin/paranın dini, imanı olmaz” türü söylemleri karşısında itiraz edip düzeltmek yerine susanlar, Allah muhafaza etsin, “Bize sağladığın bu imkânlar ve kazanımlar sebebiyle biz de sana dinimizi veriyoruz.” demiş gibi olurlar.

Bu din Tayyip Erdoğan’ın şahsi tasarrufuna açık kişisel dini ya da ideolojisi olsaydı, yapacağı değişiklikler bizi ilgilendirmezdi. Ancak İslam hepimizin müntesibi olmakla şereflendiğimiz Allah’ın dinidir. Hiç kimsenin hevasına göre keyfi değişiklikler yapmak hak ve yetkisi yoktur. Bu dinin, ölçülerini ve temel ilkelerini belirleyen sadece Kur’an’dır. Dinimizi doğru anlamamız için gerekli olan ikincil kaynak ise, Rasûlün vahyi hayata uygulama örnekliği olan sahih sünnettir. Kim, müntesibi olduğumuz Allah’ın dinini, hevaya dayalı keyfi yorumlarla tahrif edici açıklamalar yaparsa, onun karşısına çıkıp hayır demek ve yanıltılan kitlelere, işin Kur’an’a ve sünnete dayalı doğrusunu anlatmak imanî sorumluluğumuzdur. İşte bu yazdıklarımla söz konusu sorumluluğumu yerine getirmeye çalışmaktayım.

Erdoğan, yukarıya alıntılanan sözlerini ifade ettikten sonra bir de, “Bunun İslam’a ters olan bir yanı var mı?” diye sorup “yok” diye cevap veriyor. Hâlbuki Erdoğan’ın sözlerinin, “Her inanç grubunun inancını yaşamasını teminat altına alır.” ifadesi, yani “bütün dinlerin kendi sosyal kesimlerinde örgütlenip kendi inançlarını özgürce yaşamaları” haricindeki bütün ifadeleri, izah ettiğimiz üzere İslam’a açıkça aykırıdır. Belki bir de “Laiklik dinsizlik değildir.” sözü, Tayyip Erdoğan’ın kastetmediği anlamda doğrudur denebilir. O da şudur: Evet laiklik de kamusal alanı düzenleyecek kurallar koyup bunları emreder ve insanlardan da itaat bekler, itaat etmeyeni de cezalandırır. Bu bakımdan, laik devletin de dini vardır. Laik devlet dinsiz devlet demek olmayıp onun dini de heva ve aklı ilah kabul eden “laiklik dini”dir.

Kur’an’da yer alan, yaratmanın da, emretme/hükmetmenin de nihâî anlamda sadece Allah’a ait olduğu[2], yöneticilerin toplumu yönetirken Allah’a ve Rasulüne itaat etme mecburiyeti[3], Allah ve Rasulünden gelen bir hüküm varsa başka bir tercih haklarının olmaması[4], Allah’ın din konusunda izin vermediklerini şeriat/yasa haline getirmenin ilahlık taslamak ve Allah’a eş koşmak olacağı[5], Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenlerin küfre gireceği[6] vb. birçok ayet gereğince, laikliğin hiçbir türü İslam ile bağdaşmamaktadır. Buna rağmen Tayyip Erdoğan’ın, Müslüman coğrafyasındaki halkları ikna etmek için İHVAN’ında kendi bâtıl tezini desteklediğini beyan edip İHVAN önderlerini töhmet altında bırakması en hafif tabirle ayıp olmuştur, yakışmamıştır. Tayyip Erdoğan İHVAN liderleri hakkında şunları söyleyebilmiştir: “Mısır’daki o konferanstan sonra Müslüman Kardeşler’in lideriyle ertesi sabah kahvaltı yaptım, o da, ‘Biz böyle bilmiyorduk, böyle olduktan sonra bizim de söyleyecek bir şeyimiz yok’ dedi. Rahmetli Seyfülislam El Benna da ‘Ben bunun altına imzayı atarım’ dedi.” Meğer onlar Tayyip Erdoğan kadar laikliğin ne anlama geldiğini o güne kadar bilmiyorlarmış da, Erdoğan söyleyince “biz bilmiyorduk, eğer böyle ise bizim de söyleyecek bir sözümüz olmaz” deyip Erdoğan’ın tanımladığı laikliği kabul etmişlermiş. Bu açıklama hiçbir boyutuyla makul karşılanamaz. Muhtemelen bir tercüme hatası olmuş ya da misafirlerini kırmamak için kullandıkları nazik bir üslûbu böyle anlamlandırmış olabilir. Velev ki İHVAN temsilcisi bazı şahsiyetler de Tayyip Erdoğan’a katılmış olsalar, sadece onlar da aynı bâtıl anlayışı tekrarlamış olurlar, yoksa onların da katılıyor olması bu anlayışa haklılık ve meşruiyet kazandırmaz. Ama İHVAN’ın on yıllardır açık olan laiklik karşıtı tutumu ve laikliğin hiçbir türünün İslam ile bağdaşmayacağına dair inancı ve Tayyip Erdoğan’dan sonra yaptıkları açıklamalar ve yeni anayasa yapılması sürecinde ortaya koydukları pratik, başka türlü anlaşılmaya imkân vermeyecek kadar nettir.

Nitekim, Tayyip Erdoğan’ın Mısır’da yaptığı söz konusu konuşmayı müteakiben Müslüman Kardeşler (İHVAN) sözcüsü, Dr. Muhammet Gazlan yaptığı açıklamada, “Diğer ülkelerin tecrübeleri bize uymaz. Türkiye halkı laik sistemi istiyor ve kabul ediyor; ancak diğer halklar bu sistemi istemiyor. Başbakan Erdoğan’ın Mısır’ın içişlerine karışma hakkı yoktur. Bu konuda söz sahibi olan Mısır halkıdır.” dedi.[7] Aynı şekilde, Mısır’daki İhvan-ı Müslimin’den İsam El-Aryan da, Erdoğan’ın tavsiyesine tepki göstererek, Mısır’ın laikliğe ihtiyacının olmadığını söyledi. Aryan yaptığı açıklamada, “Mısır halkı, Türk rejimi dahi olsa hiçbir laik düzenin savunulmasını anlayışla karşılamayacak ve bunu asla kabul etmeyecektir.” dedi.[8] Zaten daha sonra yaptıkları Anayasa’da da laikliği değil, vahyin belirleyiciliğinde İslam hukukunu esas aldılar. Tayyip Erdoğan’ı bu yanlış fikre ikna edenler, Allah’a hesap verecekler. Tayyip Erdoğan da, kendisi laik bir sistemi savunmakla kalmayıp bu tür propagandalarla hem dini tahrif etmeye çalışmaktan dolayı, hem de bu bâtıl sistemi diğer Müslüman halklara da yaymaya çalışmaktan dolayı onların da vebalini üstlenerek ahiretteki hesabını daha da zorlaştırmaktadır. İnşaAllah bu uyarılımız kendisine ulaşır da İslam’ı tahrif eden açıklamalardan vazgeçer. Aşağıdaki bölümlerde, bu fikrin bâtıl olduğunu ve laiklikle İslam’ın asla bağdaşmayacağını, devletin de dininin olduğunu, ilmî ölçülerle daha kapsamlı biçimde ortaya koymaya çalışılacağım.

Laik Devleti Meşrulaştırmaya Çalışan İlahiyatçı Akademisyenlerin ve Bazı Müslümanların “Devletin Dini Olmaz” İddiaları

Modern cahiliye olan laiklik ve demokrasiye karşı Kur’an merkezli İslam anlayışıyla eleştirel yaklaşması gerekenler, bırakın bunu yapmayı, Abdülaziz Bayındır, Mehmet Görmez ve Mustafa İslamoğlu gibi örneklerde görüldüğü üzere tam tersini yaparak “Devletin dini olmaz.” söylemleri eşliğinde laikliğe meşruiyet kazandırıcı kitaplar yazabiliyor, açıklamalar yapabiliyorlar. Hatta devletin hangi rejimle ve kimin tarafından yönetilmesinin önemli olmadığını, önemli olanın adalet olduğunu, isterse gayri İslami rejim, isterse gayrimüslim yönetici olsun farketmeyeceğini bile söyleyebiliyorlar.

Mustafa İslamoğlu, bir hutbesinde önemli olanın adaletin sağlanması olduğunu, âdil devletin mü’min devlet olduğunu, bu adaleti sağlayan ister gayrı İslami rejim, isterse gayrimüslim yönetici olsun fark etmeyeceğini, Kur’an’ın hükümleri esas alınmadan gayrimüslimlerce de adaletin sağlanabileceğini iddia edebiliyor: İşte Mustafa İslamoğlu’nun 19. 02. 2010 tarihli hutbesindeki bu ibretlik sözleri: “Devletin imanı olmaz, devletin imanı adalettir. Adaletli devlet mü’min devlet olur. Kim yönetiyor olursa olsun, ister gayrimüslim, ister müslim yönetsin. Allah adaleti emretmiştir, kim olursa olsun, yöneten ne ile yönetiyor olursa olsun, yönetenin ideolojisi, dini, inancı ne olursa olsun, o tali bir hadisedir.”

DİB. Mehmet Görmez de şunu söylüyor: “Bir İslam bilgininin ifadesiyle devletin mü’mini kâfiri olmaz, adili zalimi olur. ‘Devletin imanı adalet, küfrü de zulümdür.’.”[9] Görüldüğü üzere DİB’nın en sonuncusu ve görece en olumlusu olan Mehmet Görmez bile bunları söyleyebiliyor. İlahiyatçı akademik çevrelerde ve Müslüman entelektüel kesimde giderek yaygınlaşan “Devletin, ekonominin dini, imanı olmaz.”, “devletin bütün inançlara eşit mesafede olması gerektiği” gibi laikliğe meşruiyet kazandırma çabalarına Mehmet Görmez de bu açıklamasıyla katkı sunmuş oluyor. Bu tür söylemler, birçok kişinin sapmasına sebep olmuş bulunmaktadır. Mazlum-Der de “Derneğin dini olmaz.” söylemleri eşliğinde sekülerleşip demokratikleşerek kuruluştaki İslami ilkelerinden uzaklaşmıştı.

İşte toplumun İslam algısında derin bir tahrifata, Müslüman zihinlerin kirlenmesine ve egemen laik devletlerle uzlaşıp Kur’ani inkılâp ruhunu kaybetmelerine yol açacak son derece büyük riskler barındıran bu savrulmayı, özelde Abdülaziz Bayındır’ın bu konuları içeren kitabının değerlendirilmesi ekseninde ilmî ölçülerle ele almaya çalışacağım inşaAllah. Böylece, Tayyip Erdoğan’ı “laiklikle İslam bağdaşır” inancına getiren ve daha birçok kafaları karıştıran söz konusu yanlış anlayışın düzeltilmesine, Abdülaziz Bayındır’ın kitabını Kur’ani ölçülerle değerlendirerek katkıda bulunmak istiyorum.

Bahsettiğimiz yanlış bakış açısına sahip bir ilahiyatçı akademisyen olan Prof. Abdülaziz Bayındır da, yukarıda alıntılanan söylemlere paralel ifadelerle laik devleti rahatlatacak ve Müslümanları devletçi yapacak bir içerikle aşağıdaki açıklamalara “Din ve Devlet İlişkileri: Teokrasi ve Laiklik”kitabında yer vermiş bulunmaktadır:

“Devlet bir kurumdur. Kurumların dini olmaz, insanların dini olur. Devlet namaz kılmaz, oruç tutmaz ve ahiretle ilgili bir endişe taşımaz. Devlet gibi diğer kurum ve kuruluşların da dini olmaz. Din devleti demek doğru olmadığı gibi, dinsiz devlet demek de doğru değildir. Dindarlık veya dinsizlik sadece insanla ilgili bir kavramdır.[10]

Bu söylem, egemen laikleri rahatlatıp yakınlık kurmayı hedefleyen tam bir demagoji ve mugalata örneğidir. Yahu kardeşim, “devletin dini” derken, hiç kimse onun iman ettiğini ve gerçek kişiler benzeri namaz ve oruç gibi ibadetler yaptığını aklının ucuna bile getirmez, getiremez. Hatta böyle bir durumu hiç kimse düşünemez bile, peki siz nasıl da bunu aklınıza getirebildiniz ve bu konuda cümleler kurabildiniz anlayabilmiş değilim. Sizin ve benzerlerinizin bu tutumunuz, “hüküm ve hâkimiyet tabii ki Allah’ın değil ümmetindir, Allah mı gelip bizi yönetecek” saçma söylemine benzemektedir. Ama aynı kişiler, hiç başka bir şey düşünmeden çok kolaylıkla “kozmik hâkimiyet Allah’ındır” diyebilmektedirler. Yani böyle derken “kozmik hâkimiyet ve evren üzerinde hüküm Allah’ın olamaz, Allah mı gelip bitkileri bitirecek, rüzgârı bizzat estirip bulutları gezdirip elektriklenmeyi sağlayarak yağmuru yağdıracak” demek akıllarına bile gelmemektedir. Neden? Çünkü hüküm ve hâkimiyet insan için olunca, küresel egemenliği eline geçirmiş zorba seküler paradigmanın karşısında duyulan kompleksle ona ve demokrasisine yakınlık kurup karşıtına sığınarak var olmak psikolojisiyle hareket edince “hâkimiyet ve hüküm ümmetindir” demek ihtiyacı duymaktadırlar.

Hâlbuki Kur’an ve İslam hakkında biraz bilgisi olan ve aklını kullanabilen herkes bilir ki, insan hayatı bakımından da “hâkimiyet ve hükmün Allah’a ait olması” ifadesinin açılımı, tıpkı Allah’ın evrendeki hâkimiyeti gibidir. Yani Allah’ın evreni işletecek yasaları koyması ve ondan sonra evrendeki tüm işleyişin bu sünnetullah çerçevesinde Allah’ın evrene dair emir ve hükümlerine uygun olarak işlemesi gibi, insanın bireysel ve toplumsal hayatını düzenlerken de riayet etmesi gereken hükümleri nihai anlamda vazetme yetkisinin Yaratan Allah’a ait olduğunu anlatır. İnsanlar ise kendi yönetimlerini gerçekleştirirken ancak Allah’ın hükümlerinin sınırları içinde kalarak ve onlara uyumlu olmak şartıyla kendilerine bırakılan alanlarda ikincil derecede yasalar, kurallar koyabilirler.

Tıpkı bunun gibi, “devletin dini”nden bahseden de asla devletin gerçek kişiler gibi iman etmesini, namaz ve oruç gibi ameller yapmasını düşünmez. Çünkü böyle bir ihtimal, normal bir insanın aklının, hayalînin ucuna bile getiremeyeceği kadar absürt bir düşüncedir. O hâlde böyle bir demagojik anlatıma neden ihtiyaç duyulmuş olabilir? Hele de Bayındır’ın bu kitabını yazdığı dönemin 28 Şubat süreci olması dikkate alındığında, olsa olsa egemen laik kesimleri rahatlatıp onlara yakınlık tesis etmek için “devletin dini olmaz” diyebilmek amacıyla bu tür absürt cümleler kurmuş olabilir. Ancak bu yaklaşım doğru ve ilmî değildir. Devletin ekonomi, hukuk, siyaset alanlarını düzenlerken dayanacağı kuralların, hukukun referansı, dayanağı ne olacaktır? İşte bu kurallar bütünü o devlet alanının dinini teşkil eder.

Nitekim Allah da (cc), Yusuf’un (as) Mısır’a hükmederken kendisinden önce yönetici olan Melikin dinini “Din’il melik”/Melikin kurallarını değil de Allah’ın dini olan Yakup’un (as) dinini/şeriatını esas almış olduğunu bildirmektedir. Rabbimiz, o gün Mısır melikinin yönetimini gerçekleştirdiği kurallar bütününü “din” olarak nitelendirmektedir. Bütün mealler de Yusuf Suresindeki “Dini’l melik” ifadesini kralın dini, kralın hukuk sistemi ve kralın yasası şeklinde ifade etmişlerdir.[11] Başka bir meal vermek de mümkün değildir. Yusuf’un (as) yönetimle ilgili uygulamasında esas aldığı hukuktan bahsedilirken bir kuralın melikin dininde olmadığı ifade edildiğine göre, herhâlde alakasız biçimde melikin kişisel inancı ve dini kastediliyor olamaz.

Ayrıca bir başka ayette Rabbimiz “Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidar sahibi kılarsak, dosdoğru namazı kılarlar, zekatı verirler, ma’rufu emrederler, münkerden sakındırırlar”[12] buyurmaktadır. Demek ki mü’minler iktidar olduklarında, devlet yönetmeye başladıklarında namazı ikame edip zekatı verecekler ve “emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker” yapmak sorumluluğu altına gireceklerdir. Demek ki birçok ayette mü’min emir sahiplerine Allah’ın hükmüyle hükmetmek emredildiği,[13] ihtilafların çözümü için Allah’a ve Rasûlü’ne müracaat edilmesi emredildiği[14] gibi, bu ayette de ma’rufun emredilmesi, münkerin yasaklanması görevi verilmektedir. Peki, mü’min yöneticiler/emir sahipleri/iktidarlar, bütün bu görevleri hangi hukuka dayanarak yapacaklardır? Ma’ruf ve münkerin ölçüsünü neye göre belirleyeceklerdir? Allah mü’minlere iktidar verdiğimizde onlar İslami hükümlerle hükmederler diyerek devlete dini sorumluluk ve görevler yüklüyor ve devlet alanını düzenleyen yasalar/kurallar bütününü Yusuf Suresinde açıkça “din” olarak nitelendiriyor, buna rağmen bazı Müslüman âlimler ise “Devletin dini olmaz.” diyorlar.

“Devletin ve kurumların dini olmaz.” şeklindeki bu yanlış düşünce, basitçe geçiştirilecek ya da görmezden gelinerek idare edilecek önemsiz bir fikir farklılığı olarak asla görülemez. Tam tersine kamuoyuna açık olarak işlenmiş olan bu fikir cinayeti, ısrarla üzerinde durulup, ilmî olarak yine kamuoyu önünde çürütülmesi gereken, aksi takdirde başka alanlarda başka sapmalara da sebep olabilecek kadar önemli çok temel bir sapma ve savrulmadır. Tehlikeyi daha da arttıran ise, birçok ilahiyatçı akademisyen, aydın ve Diyanet İşleri Başkanları tarafından bu görüşün yıllardır tekrarlanıp yaygınlaştırılıyor olmasıdır. Bu sebeple bu yanlış anlayışa karşı güçlü bir ilmî karşılık üretilerek Kur’ani ölçülere uygun bir bilincin Müslümanlar arasında yaygınlaştırılması çok önemli bir sorumluluktur.

Hiç kimsenin aksini iddia edemediği bir gerçektir ki, her devletin, devlet ve kamu alanını, ekonomiyi, hukuku, siyaseti düzenleyecek kurallara, hukuka ihtiyacı vardır. İşte bu hukukun kaynağında Allah’ın vahyi yer aldığında devlet yönetimi Allah’ın hükmüyle hükmettiğinde, devletin dini/melikin dini İslam, ilahı Allah olacaktır. Aksi takdirde heva ve zannın ilahlığında seküler akıl, kuralları belirlediğinde, o zaman da devletin dini laiklik ya da şirk dini olacaktır. Ayrıca dinsizlik diye bir nitelemenin de karşılığı yoktur. Her gerçek kişinin de, tüzel kişinin de hayatı düzenlerken uyacağı kuralları vardır. Bunlar ya Allah’ın şeriatı ya da hevanın arzularıdır.[15] Yani her devletin bir dini vardır, dinsiz devlet asla yoktur. O hâlde her gerçek ve tüzel kişi, hayatı ya tevhid dinine göre düzenler ya da şirk dinine göre düzenler. Bu sebeple de her devletin dini de vardır, bu din ya tevhid dini ya da şirk dinidir. Kimse ilmî bırakıp da mugalata ve demagojiyle laik devleti meşrulaştırmaya kalkışmamalı, bunu yapanlar Allah’ın azabından korkmalıdır.

Tabii ki, devlet ya da dernek gibi tüzel kişiler, insanlar gibi iman etmez, namaz kılmazlar. Ama devletin ve kamu alanının da bir takım kurallara uyarak düzen sağlaması söz konusudur. İşte bu kuralları belirlerken, devletin toplumu yönetirken riayet edeceği hukukun referansı ne olacak ve hangi kurallara ve hukuka tâbi olacaktır? Dernek vb. diğer tüzel kişiler de aynı durumdadır. Faaliyetlerini sürdürürken tâbi olacakları ölçüleri, kuralları, ilkeleri kim belirleyecektir sorusu, bu tüzel kişilerin tâbi oldukları dini ortaya koyar. İşte devlet veya diğer tüzel kişiler, ilke, ölçü, değer, kural ve hukuk belirlerken Allah’ın hükümlerini esas alırlarsa, dinleri İslam ilahları da Allah olur. Heva ve zanna dayalı laik hukuku, seküler ilke, ölçü ve değerleri esas alırlarsa o zaman da dinleri sekülerizm ya da laiklik, ilahları da insanın heva ve zanna dayalı aklı olacaktır. Kamusal ya da özel, dinsiz ve ilahsız herhangi bir hayat alanı tasavvur bile edilemez. Çünkü her hayat alanını düzenleyen bir kurallar manzumesi mutlaka olacaktır, yoksa düzensizlik, kaos ve kargaşa oluşacaktır. Bu sebeple Allah’tan ve dininden soyutlanan her alanda mutlaka bir başka ilah ve din ortaya çıkacaktır. Sonuçta, kamusal ya da özel herhangi bir hayat alanının ilahı Allah ve dini İslam değilse, mutlaka ilahı heva ve zan, dini de ilahlaştırılan seküler aklın ürettiği laik yasalar manzumesi olacaktır.

Rabbimiz Kur’an’da, bireysel alanla sınırlı hükümler inzal etmekle yetinmemiş, siyasi, sosyal, hukuki, ekonomik, toplumsal ve kamusal bütün hayat alanlarını düzenleyen ve yöneticilere, bu alanlarla ilgili emirler veren hükümler de vazetmiştir. O hâlde ekonominin de, siyasetin de, hukukun da, kamusal alanın da dini ve ilahı vardır, eğer İslam ve Allah değilse, başka din ve ideolojilerin varlığı ve onları üretenlerin ilahlığı söz konusu demektir. Bu alanların belirleyicisi din olarak İslam şeriatı ve ilah olarak Allah değilse, Kur’an’ın ifadesiyle “bilmeyenlerin heva ve zannının” din ve ilah edinilmesi söz konusudur.[16] Bu sebeple, bütün dinlerden soyutlanmış devlet ve kamu alanı tasavvur bile edilemez. Devlet ve kamu alanını düzenleyecek kuralları kim koyuyorsa, o, devletin ilahıdır ve o kurallar bütünü de devletin dinidir. Bu sebeple laik devletin dini de laikliktir ve ilahı ise o alanı düzenlemek üzere laik yasaları, laik hukuku hevasına göre yapan laik parlamentolardır.

Görülmekte ve anlaşılmaktadır ki, Diyanet Başkanları ve bu kitabın başka bölümlerinde kendilerinin bu konudaki sözlerine atıf yapılan, başta tarihselciler olmak üzere ilahiyatçı birçok akademisyenler, Mustafa İslamoğlu ve Abdülaziz Bayındır gibi tevhidî uyanış sürecinde öncülük yapmış şahsiyetler bile, birbirleriyle örtüşerek laik devleti meşrulaştırmaya yarayan aynı ortak paydada buluşmaktadırlar. Birbiriyle örtüşen bu ortak görüşe göre, “Devletin dini, imanı olmaz.”, “Bütün dinlere eşit uzaklıkta devlet ve bu bağlamdaki laiklik anlayışı İslam’a uygundur.”, “Devletin imanı adalettir.”, İslam, devletin rejimiyle ilgilenmez. “, “Adil devlet mü’min devlettir, isterse rejimi ve yönetimi gayri İslami olsun.”. Buna benzer birçok laikliği meşrulaştırıcı söylemlerin tekrarlanıp durmasının Tayyip Erdoğan’ı da ikna ettiği anlaşılıyor. Bu sebeple o da, “Bütün inançlara eşit mesafede devlet anlamında laiklik İslam ile bağdaşır, din bireyseldir, ekonominin dini, imanı olmaz.” gibi açıklamalarında ısrar eden bir anlayışa sahip olmuş bulunuyor.

Peki devlet, kamu alanını düzenlerken, siyaset, ekonomi ve hukuk sistemini kurup işletirken, adaleti tesis ederken hangi kurallara, ölçülere uyacak ve bu kuralların referansı, temel dayanağı kim olacaktır? Adaleti sağlayacak hukukun referansı, ölçüsü ne olacaktır? Allah ve O’nun vahyi mi, yoksa insanın vahiyden soyutlanmış seküler aklı, hevası ve bunlara dayalı şirk hukuku mu? Allah, adaletin ölçüsünü, mizanı vahiyle inzal ettiğini ve bu ölçülere uyarak adaletin sağlanmasını emretmişken[17], nasıl oluyor da gayri İslami rejim ve yönetimler ya da seküler akla ve hevaya dayalı olup büyük bir zulüm olan şirk hukuku ile de adaletin sağlanabileceği ve “adil devlet” olunabileceği iddia edilebilmektedir?

 

Hâlbuki tevhid olmadan ve vahye dayanmadan bütüncül ve sahici adaletin sağlanması mümkün değildir. Çünkü adaletin ölçüleri inzal edilmiş vahiyle belirlenmiş ve Allah adalet bakımından tastamam olan Kur’an’ın hükümleriyle adaletle hükmedilmesini emretmiştir.[18] Nitekim bizzat İslamoğlu’nun kendi mealinde Maun Suresi’nin başlangıcındaki giriş bölümünde “Tevhid ve adalet dinin iki kanadıdır. Bunlardan biri kırıldığında, diğeri işlevini ifa edemez.”[19] açıklaması yer almaktadır. Ben de onun bu tespitini olumlu ve doğru bulup onaylıyorum. Ama o bu doğru tespit ve kanaatini hangi sebeple değiştirip, son dönemlerde “rejim gayri İslami”, “yönetici gayrimüslim” de olsa devlet âdil olabilir ve bu “âdil devlet” “mü’min devlet” olur diyebiliyor, bunu anlamakta zorlanıyorum. Üstelik Rabbimiz “inne’ş-şirke le zulmun azîm”/”Muhakkak ki şirk büyük bir zulümdür.”[20] beyanında bulunduğu hâlde, nasıl oluyor da vahiyle değil de hevaya göre yapılan şirk kanunlarıyla hükmedenin “âdil” olabileceği iddia edilebiliyor?

İslamoğlu’nun değiştirmeden önceki doğru görüşünde de ifade edildiği gibi tevhid egemen değilse, yani devlet ve birey, kamu ve özel ayrımı yapılmaksızın hayatın bütün alanlarında Allah’ın hükümleri ile hükmedilmeden gerçek ve bütüncül anlamda bir adalet asla sağlanamaz. Ancak bâtıl sistem içinde fıtratını koruyan erdemli yöneticilerin iktidara gelmeleri hâlinde fıtrî/insanî erdemleri belirleyici kıldıkları ölçüde görece olumluluklarla parça ve görece adalet sağlanabilir. Böylece daha zalim olan bâtıl sisteme nazaran görece olarak zulmü azaltan, görece olarak daha fazla mazlumlardan yana duran yönetimlerden bahsedilebilir, ama “adil devlet”ten değil. Çünkü bütüncül adalet ancak herkesin Rabbi ve bütün kullarının haklarının güvencesi olan Allah’ın hükümleriyle hükmederek sağlanabileceği için, “büyük bir zulüm”[21] olan şirkle hükmeden devlet, görece olumlulukları olsa da “zalim” olma vasfını sürdürüyor demektir.

Bayındır, “Devletin Dini Olmaz.”, “Devlet Güneş Gibi Olmalıdır” Diyor, Peki Güneşin Dini Yok mudur?

“Devletin dini olmaz.” diyen Bayındır, “Din ve Devlet İlişkileri: Teokrasi ve Laiklik” kitabında şunları da yazıyor:“Devletin vatandaşı ile ilişkisi dinî veya ideolojik boyutta değil, adalet boyutunda olmalıdır. Devletin temel görevi, adaleti, iç ve dış güvenliği sağlamak, vatandaşların temel hak ve hürriyetlerine engel olan şeyleri ortadan kaldırmaktır. Devlet güneş gibi olmalıdır. Güneş nasıl Müslüman, Hıristiyan,  Yahudi, zengin, fakir ve ırk ayrımı yapmadan herkese aynı mesafede ise devlet de vatandaşlarına karşı hep aynı mesafede durmalıdır.”.[22]

Diyelim ki devlet böyle bir konumda olacak; peki devlet, Bayındır’a göre de yükümlülüğü olan adaleti, iç ve dış güvenliği hangi hukuk sistemi, hangi yasalarla sağlayacak, dış güvenlik açısından “barış” ve “savaş” yapılırken uyulması gereken kuralları kimden alacak, temel hakları belirlerken ve güvenceye alırken hangi hukuki referansa dayanacaktır? İşte bütün bunlar için devletin ihtiyacı olan hukuk, yasa ve kuralları; ya laik sistemde heva ve zanna dayanan seküler akıl ya da İslami sistemde nihai anlamda Allah’ın vahyi ve hükümleri, ikincil olarak da bu nasslara riayet etmek şartıyla ümmetin ehil temsilcilerinden oluşan şûralar belirleyecektir. O hâlde bütün inançlara, dinlere eşit uzaklıkta duran devlet söz konusu olamaz, devlet bütün uygulamalarında illa bir dine, bir hukuk sistemine dayanır. Bu ya ilahîdir, ya da beşerîdir. Devlet ve kamu alanı yönetilirken, ekonomik alan kapitalist piyasa ilahının arzularına göre mi düzenlenecek, yoksa vahyin belirlediği ölçülere göre mi; adalet sistemi, medeni hukuk, miras ve ceza hukuku ve insan hakları alanlarını düzenleyen yasalar insanların hevalarına göre mi yapılacak, yoksa vahyin belirlediği ölçü ve hudutları dikkate alarak mı; başka ülkelerle savaş ve barış yaparken heva ve ulusalcı hırslar mı belirleyici olacak, yoksa Kur’an’da savaş hukuku için vazedilmiş hükümler mi?

İşte bütün bunlar, laik devletin de bir dini olduğunu ve bütün bu alanları insan hevasını ve aklını ilahlaştırarak yapılan yasalarla yönettiği için bu dinin adı şirk dinidir. Şirk ise, Kur’an’a göre büyük zulümdür ve şirkle yönetilen ülkede zulüm kaçınılmaz sonuçtur.Sadece İslam, bütün insanların Rabbi olan Allah’ın dini olduğu için, diğer seküler beşerî din, ideoloji ve modellere dayanan devletlerde oluşan zulüm, asla Allah’ın hükmüyle hükmedilen İslam sisteminde oluşmaz. Çünkü herkesin Rabbi olan Allah bütün insanların haklarını gözeten hükümler vazettiği, İslami yönetimlere de bu âdil ilahî hükümlerle ve adaletle hükmetmeyi emrettiği için ve insanlar üzerinde başka ilahlara imkân verilmediği için sonuçta inkâr edenler bile gerçek adalete ancak hepsinin Rabbi olan Allah’ın hükümlerinin hâkim olduğu İslami sistemde kavuşabileceklerdir.

Abdülaziz Bayındır, devletin“vatandaşlarına karşı hep aynı mesafede durması” gerektiğini söyleyerek “Devlet güneş gibi olmalıdır.” diyor. Ayrıca şunu da söylüyor: “İnsanların dini olur. Devlet namaz kılmaz, oruç tutmaz ve ahiretle ilgili bir endişe taşımaz. Devlet gibi diğer kurum ve kuruluşların da dini olmaz.” Bayındır’a göre sadece insanların dini olur, devletin de, devletin benzemesi gerektiği ifade edilen güneşin de dini olmaz, onlar namaz kılmazlar. Bayındır böyle söylüyor. Hâlbuki Kur’an’a göre her şeyin ve herkesin bir dini vardır. Dinsiz hiçbir yaratık yoktur. Dinsiz, kuralsız, ölçüsüz hiçbir hayat ya da hayat alanı yoktur. Bu sebeple de insanın “dini”, uyması gereken kuralları olduğu, olmak zorunda olduğu gibi, güneşin de uyması gereken Allah tarafından takdir edilmiş kuralları, hayat programı yani “dini” vardır, devletin de “dini”, uyması gereken kuralları olmak zorundadır. İşte devletin uyduğu kurallar Allah’ın vazettiği kurallar olduğunda, itaat Allah’a yapılmış olur ve din de Allah’ın dini İslam olur. İslamiyet teslimiyettir. Bir kişi Allah’a teslim olarak müslim olur. Allah (cc) bu kavramı, yani “esleme” teslim oldu (İslam oldu) kavramını evrendeki varlıklar için de kullanmaktadır.

“Peki onlar, Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde her ne varsa -istese de, istemese de- O’na teslim (müslim) olmuştur ve O’na döndürülmektedirler.”[23]

Görüldüğü üzere bu ayette; “göklerde ve yerde olan her şeyin Allah’a teslim olduğu ve O’na döndürüleceği” beyan edildikten sonra, “bütün varlıklar -isteseler de istemeseler de- Allah’ın emirlerine (esleme) boyun eğip teslim (İslam) olarak Allah’ın ‘dini’ne uyuyorlarken, ey insanlar siz Allah’ın ‘dini’nden başka bir ‘din’ mi arıyorsunuz?” diye sorulmaktadır. Yani bu ayette, göklerde ve yerde bulunanların teslim oluşu (esleme) insana örnek olarak gösteriliyor ve deniliyor ki “Ey insan, işte sen de böyle teslim (müslim) olmalısın! Bütün varlıklar, göklerde ve yerde bulunan her şey, nasıl “yaratmak ve emretmek” yalnız kendi yetkisinde olan Allah’ın emriyle vazettiği kurallara, ölçülere, programa (dine) tam anlamıyla teslim olup secde/itaat ediyorlar ve Allah, kendilerini ne için yarattıysa o işi yapıyorlarsa ve bu emirlerin dışına çıkmıyorlarsa, ey insanlar sizler de kendi iradenizle öyle yapın ve Allah’ın dininden başka din aramayın denilmiş oluyor. İşte Allah’ın yaratıp emrettiği bütün varlıklar için, ilahî emre secde/itaat ve teslimiyetin adı “din”dir ve bu “din”in adı da İslam’dır.

Kur’an’daki pek çok ayette, göklerdeki ve yerdeki bütün varlıkların Allah’ın emirlerine uyarak secde ettikleri, Allah’a teslimiyet ve itaatleri olduğu, yani dinlerinin olduğu açıkça vurgulanmaktadır:

“Göklerde bulunanlar, yerdeki canlılar ve bütün melekler, büyüklük taslamadan Allah’a secde ederler. Üzerlerinde hâkim ve üstün olan Rablerinden korkarlar ve emrolundukları şeyleri yaparlar. Allah, şöyle dedi: ‘İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek ilâhtır. O hâlde, yalnız benden korkun.’ Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. Din de (itaat de) daima O’na olmalıdır. Öyle iken siz Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?”[24]

Görüldüğü üzere bütün varlıkların, üzerlerinde hâkim ve üstün olan Rablerine büyüklenmeden secde ettiklerini beyan eden ilk ayeti müteakiben secdenin açılımı yapılarak “Allah tarafından emredilenleri yaparlar.” denilmektedir. “Yaratmak da emretmek de” kendisine ait olan Allah, yarattığı her bir varlığa ne emretmişse hepsi büyüklenmeden o emre uyarak Allah’a secde/itaat ediyorlar. Yani dinlerinin gereğini yerine getiriyorlar. Ardından gelen ayette ise, insanlara hitapla, siz de evrendeki varlıklarda olduğu gibi tek bir ilaha, sadece Allah’a kulluk ve itaat edin denilmektedir. Sonuncu ayette ise, mademki göklerdeki ve yerdeki her şeyin sahibi Allah’tır, o hâlde doğal olarak dinin de, itaatin de, kulluğun da daima ve sadece O’na ait olması gerektiği vurgulanıyor. Bu ayetler grubundaki son ayette geçen “din” (itaat) kavramı, ilk ayette geçen “secde” kavramıyla bütünlük içinde değerlendirilmelidir. Ayetin manası açıktır; “Ey yaratılan bütün varlıklar! Mademki ‘sahibiniz, yaratıcınız’ Allah’tır, o hâlde hayatınızı düzenleyecek yasaları vazetmek anlamında ’emr’ de O’nun olmalı, ‘din’/itaat de daima O’na olmalıdır”. Bir başka ayette de yine göklerde ve yerdeki her şeyin Allah’a ait olması, bütün her şeyin O’na boyun eğmesinin, O’na itaatinin gerekçesi gibi ifade edilmektedir. “Göklerde ve yerde kim varsa yalnızca O’na aittir. Hepsi O’na boyun eğmekte (itaat etmekte)dirler.”[25]

Bu tür ayetlerden açıkça anlaşılacaktır ki, Allah Kur’an’da “din” kavramını, emrettiği kurallara secde ve itaat etmek anlamıyla bütün varlıklar için de kullanmaktadır. Bu ayetlerden çıkarılacak yorumla ifade edecek olursak, denilmiş oluyor ki, “Ey insanlar! Sizler de evrendeki ahengi, barışı, adaleti ve huzuru istiyorsanız, onların tek bir ilah olarak Allah’a secde/itaat ettikleri, yani Allah’ın kendileri için belirlediği programa/dine uydukları gibi, sizler de başka bir ilah ve din peşine düşmeden sahibiniz olan Allah’a ve dinine itaati tercih edin”.

Allah (cc) bütün evreni, gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri yarattığı gibi başıboş da bırakmayıp hepsine “emretmiştir”. “Yaratmak da emretmek de O’na aittir.”.[26] Yaratan yarattığı bütün varlıkların hepsi için bir işleyiş düzeni takdir etmiş, her birisi için bir hayat programı, ölçüler, kurallar belirlemiştir.“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.”[27] “O, her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir. (Allah, her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mukadderatını tayin edendir).”[28] “Güneşi ışık, ayı aydınlık (parlak) kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için aya menziller takdir eden O’dur. Allah bunları sadece hak olarak yapmıştır, bilen bir toplum için ayetleri böyle açıklıyor.”[29]

Evren ve fıtrattaki işleyiş ve kozmik düzen ilahî/kevnî yasalar çerçevesinde cereyan etmektedir. Örneğin güneş ve ayın yörüngelerinin Allah’ın takdiri olarak nasıl belirlenmiş olduğuna dikkat çeken şu ayetler bu ilahî emir ve yasalara işaret etmektedir.

“Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah’ın takdiri (düzenlemesi)dir.-Ayın dolaşımı için de konak yerleri (evreler) belirledik. Nihayet o, eğrilmiş kuru hurma dalı gibi olur. – Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.”[30]

“Eğer Hak onların arzularına (hevalarına) uysaydı, gökler ile yer ve onlarda bulunanlar elbette bozulur giderdi. Hayır, biz onlara şereflerini (Kur’an’ı) getirdik. Onlar ise bu şereflerinden yüz çeviriyorlar.”[31]

İlahî emir ve hükümlerin maksadı ‘Hak’ tır. Hak, Allah’ın bir hüküm vazetmesi, bir konuda irade ve takdirde bulunmasıdır. Eğer evren ve fıtrattaki kozmik düzen tek bir ilahın bu emrine değil de insanların hevalarına uysaydı her şey altüst olup fesada uğrardı. Evrende ve fıtratın işleyişinde muhteşem bir düzen, muhteşem bir ahenkle işlemeye devam ediyorsa bunun sebebi tek ilah olan Allah’ın yasalarına itaat etmeleridir. Gökler ile yer ve onlarda bulunanlar bozulup dağılmıyorsa, muhteşem bir işleyişi istikrarlı ve sürekli biçimde sürdürüyorsa, tek bir İlâh olarak Allah’ın kevnî yasalarına teslim oldukları (esleme), itaat ettikleri, yani Allah’ın dinine tâbi oldukları içindir.Rabbimizin beyanıyla Kur’an insanlara izzet ve şeref kazandırmak üzere indirilmiştir. “… biz onlara şereflerini (Kur’an’ı) getirdik. Onlar ise bu şereflerinden yüz çeviriyorlar.” Kur’an’a tabi olan şeref, kurtuluş ve adalete kavuşacaktır. Ancak maalesef insanların çoğu Kur’an’dan yüz çevirdiği, şerefine sırtını dönüp izzeti/şerefi yanlış yerlerde aradığı için zillet ve zulüm kaçınılmaz olmaktadır.

Göklerdeki güneş, ay ve yıldızların her birinin yerli yerinde ve kendi yörüngesinde akması, kendi misyonunu yerine getirmesi ontolojik manada haktır. Ontolojik olarak “hak nedir” diye soracak olursak, “hak, eşyanın yerli yerinde olması ve varlık âlemindeki kozmik düzendir.”Hak”; aynı zamanda Cenab-ı Hakk’ın bir ismidir. Ayrıca Hak,  Kur’an-ı Kerim’in de bir adıdır. Hak, mutlak doğru; şahsa, zamana ve yere göre değişmeyen kesin doğru anlamındadır. Hakk’ın ıstılahi manası; mutabık, uygun, muvafık olan demektir. Bir şey bir şeye muvafık, bir şey bir şeye mutabıksa haktır. Mesela kapının ayağının yuvasında olması haktır. Adalet kelimesi de oradan gelir. Taşın gediğinde olması adalettir. O hâlde bir şeyin yerli yerinde olması hak ve adalettir. Hak ile adalet birbirinden ayrılamaz. Sahici ve bütüncül adalet ancak Hak olan Allah’ın, Hak olan hükümlerinin hâkimiyetiyle sağlanabilir.

Allah’tan bize gönderilen kanuna da Hak diyoruz. Çünkü Hak olan Allah’tan geldiği için haktır. Hak kelimesinin çoğulu “hukuk”tur. O yüzden haklar, yani hukuk da, Hakk’a dayanmalı, mutlak doğru hükümler olmalıdır.Hak aynı zamanda hakikate ulaştıran yoldur. Ahlak çerçevesinde düşündüğümüz zaman, eşyanın düzenine uygun yaratılış yasasıdır. Zaten ahlâk kelimesi yaratmadan türer. Halk, huluk ve ahlâk aynı kökten gelmedir. Ahlâki olan yaratılışa uygun olan demektir.

Halk etmek de, yaratılanların hayatiyeti ile ilgili Hulk’un/Hulûk’un kurallarını vazetmek anlamında “emir”de Allah’a aittir. Halk etmek, yaratmak sadece kendisine ait olan Rabbimiz, yarattıklarına amaç belirlemek ve bu amaca nasıl varılacağının kurallarını vazetmek, yol ve yön tayin etmek ve bu yola hidayet edip yönlendirmek hususunda emretmenin de sadece kendisine ait olduğunu beyan ediyor. Evrendeki her şey de Allah’ın bu emirlerine uymak zorundadır. Bu sebeple, evrendeki bütün varlılar “tav’an ve kerhen”/isteseler de istemeseler de bu emre itaat/secde ederlerken, imtihan sebebiyle akıl ve irade serbestisine sahip kılınan cinler ve insanlar ise, kendilerine yönelik ilahî emre, isteyerek, tercih ederek uymaya çağrılmışlardır. İnkâr ve isyan edenlere ise ahirette hesabının sorulacağı bildirilmiştir.Tabii ki, imtihan sebebiyle tercih özgürlüğüne sahip kılınmış olan insan da kendi hür iradesi ve tercihiyle Allah’a teslim olursa, diğer varlıkların zorunlu olarak uydukları Allah’ın emirlerinden oluşan dini, İslam’ı din olarak seçip Müslümanca yaşarsa, bütün evrenin ve evrendeki bütün varlıkların secde/itaat edip boyun eğdikleri o tek İlâha teslim olarak, onlar gibi tek bir ilâha kulluk yaparsa, evren ve fıtratın işleyişindeki muhteşem ahenge, barışa uyumlu huzurlu ve âdil bir hayata ulaşabilir.

Bilinmelidir ki, tek ilah olarak sadece Allah’a itaat etmek, evren ve fıtrattaki istikrarın, düzenin, muhteşem bir ahenk ve uyum, barış ve huzur içinde işleyişin gerçekleşmesini sağlamaktadır. Yukarıdaki ayette ifade edildiği gibi “eğer Hak onların hevalarına uysaydı gökler ile yer ve onlarda bulunanlar elbette bozulur giderdi.” Böyle olmuyorsa sebebi tek bir ilahın evrende hükmediyor olmasındandır. Bir başka ayette de Rabbimiz şöyle buyuruyor:  “Eğer yerle gökte, Allah’tan başka ilahlar olsaydı, ikisi de muhakkak bozulurdu, yok olurdu.”[32] Hâlbuki evrende muhteşem bir ahenk ve barış egemendir.

“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahman’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun? Sonra tekrar tekrar bak; bakışların (aradığı çatlak ve düzensizliği bulamayıp) aciz ve bitkin hâlde sana dönecektir.”[33]

Birden fazla ilahın egemenlik kavgası verdikleri bir hâlde ise, istikrasızlık, kaos, düzensizlik, uyumsuzluk, fesad, sömürü ve adaletsizlik, savaş ve kargaşa kaçınılmaz bir sonuçtur. Bu yüzden evrendeki barış, ahenk ve huzurlu işleyişi insan hayatında bulmak zordur. Çünkü evrende, kozmik hâkimiyetiyle tek bir ilah olarak Allah hükmederken, imtihan sebebiyle irade ve tercih özgürlüğü verilen insanın hayatında heva ve tağutlardan oluşan birçok ilahlar da hükmetmektedir.

Başka daha birçok ayette de, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve hayvanların hepsinin kendilerine Allah’ın emrettiği işleyiş programına, kevnî yasalara uyarak, secde/itaat ederek işlevlerini yerine getirdikleri vurgulanır.

“Görmedin mi ki şüphesiz, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde etmektedir. Birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur. Allah, kimi alçaltırsa ona saygınlık kazandıracak hiçbir kimse yoktur. Şüphesiz Allah, dilediğini yapar.”[34]

Buradaki secde kelimesine ister gerçek anlamda ibadet anlamı verilsin, ister bizim de tercih ettiğimiz gibi itaat anlamı verilsin; değişen bir şey olmayacaktır. Güneş, Allah’a itaat etmekte, O’nun kurallarının dışına çıkmamaktadır. Bu ayetlere göre de bir daha altını çizelim ki, sadece insanların değil, güneşin de dini, itaati varmış. Peki, neden, “Devlet güneş gibi olmalıdır.” diyen Abdülaziz Bayındır kardeşimiz, bu sözünün ne anlama geldiğini düşünmüyor? Güneş bütün insanlara ışık ve ısısını gönderirken hangi kurallara uyuyor? Sünnetullah olarak nitelenen Allah’ın kevnî ayetlerine/yasalarına. İşte bu ayetlere, ilahî yasalara itaat ederek, yani Allah’a secde ederek gerçekleştirir ilahî yasayla belirlenmiş görevlerini. Bu zaviyeden bakıldığında evet güneşin de dini, ilâhı ve secdesi (itaati, ibadeti, tabiri caizse namazı) vardır.  O hâlde, “güneş gibi olması” istenen devlet de güneş gibi secde etmelidir Allah’a. Evet, devlet de güneş gibi Allah’a itaat etmelidir. Allah’ın kendisi için, kamu alanı için, siyasi, sosyal, ekonomik, hukuki tüm alanlar için koyduğu kurallara uymalıdır. Bayındır kardeşimiz, kendi verdiği örneğin kendi tezine ters geldiğini, Kur’an’ı hayata taşıyacak şekilde okusaydı görürdü. Bayındır’a soralım: Devlet güneş gibi olmalıdır, dediğinize göre; peki sizce devlet güneş gibi secde etmeli midir, yani Allah’ın kendisi için, ulu’l emr için, yönetimler için koyduğu kurallara itaat etmeli midir? Güneş Allah’a secde/itaat ediyor da, devlet neden etmesin? Devletlerin de güneş gibi secdesi/itaati vardır. Ya Allah’a secde/itaat edecek ve O’nun vahyinin belirlediği kurallara uyacak ya da hevaya secde edip hevanın ilahlığında yapılan kurallara uyacaktır. Güneş, Allah’ın yasasına/dinine uyarak bütün insanlığa ve evrene, evrendeki tüm varlıklara ışık ve ısısını ihtiyaçları kadar, bir sıkıntıya yol açmadan belli bir düzen ve ahenk içinde ulaştırıyor. Eğer Allah’ın yasasına/dinine değil de, yani Hakk’a değil de insanlarda olduğu gibi hevaya tabi olsa bütün bu düzen bozulacak ve güneş de ışığını ve ısısını ya gönderemez duruma düşecek ya da ihtiyacı aşan biçimde yakıcı ve yok edici biçimde gönderecektir.

Üstelik Kur’an’ın bildirdiğine göre, sadece yaratılmış somut varlıklar Allah’a teslim olup secde/itaat etmekle kalmıyor, onların gölgeleri de aynı şekilde Allah’ın kevnî yasaları gereğince ışığa göre uzamakta ya da kısalmakta, yön ve yer değiştirmekte ve böylece Allah’ın onlar için emretmiş olduğu kevnî yasalara uyarak secde/itaat etmektedirler. Yani göklerdeki güneş, ay ve yıldızların, yerdeki bitkilerin, hayvanların olduğu gibi gölgelerin bile, uydukları kevnî yasalar, Allah’ın emrinden oluşan kurallardan oluşan bir “din”leri vardır.

“Göklerde ve yerde her ne varsa -isteyerek de olsa, istemeyerek de olsa- Allah’a secde eder. Sabah akşam gölgeleri de (O’na secde eder).”[35]“Allah’ın yarattığı herhangi bir şeyi görmediler mi? Onun gölgeleri, küçülerek ve Allah’a secde ederek sağa sola döner.”[36]

Kendisi yaratılmış bir varlık olmayıp “saydam olmayan bir cisim tarafından ışığın engellenmesiyle ışıklı yerde oluşan karanlık”[37] olarak tanımlanan ve ışığın önüne gelen yaratılmışların yere veya yanına bıraktığı karartıdan ibaret olan gölgenin bile uyacağı kuralları Allah emretmiş ve gölgeler de o kurallara uyarak Allah’a secde etmektedirler. Bakınız başlı başına bağımsız bir varlık bile olmayan gölgenin dahi Allah’a secdesi, itaati, uyduğu kurallardan oluşan bir nevi “din”i söz konusu oluyor da, bir tüzel kişi olarak örgütlü bir yapısı ve hükmettiği hayat alanları olan devletin nasıl olur da secdesi, itaati/”dini” olmaz?

NOT: Bu yazı, Mehmet Pamak’ın inşallah çok yakında Ma’ruf  Yayınlarından yayınlanacak olan “İzzeti Yanlış Yerde Aramak” kitabından alıntılanmıştır.


[1]http://www.star.com.tr/yerel-haberler/cumhurbaskani-erdogan-el-arabiyaya-konustu-2-46689/

[2]A’raf Suresi, 7/54; Yusuf Suresi, 12/40.

[3]Nisa Suresi, 4/58, 59, 64, 65.

[4]Ahzab Suresi, 33/36.

[5]Şura Suresi, 42/21.

[6]Mâide Suresi, 5/44-50.

[7]http://www.islamvehayat.com/ihvan-dan-erdogan-a-tokat-gibi-laiklik-cevabi_d5572.html

[8]http://www.dunyabulteni.net/haber/174688/erdoganin-laiklik-onerisi-islamcilari-zora-soktu

[9]http://www.dhaber.com.tr/devletin-mumini-kâfiri-olmaz-adili-zalimi-olur-devletin-imani-adalet-kufru-de-zulumdur.html

[10]Prof. Abdulaziz Bayındır, İ.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi, “Din ve Devlet İlişkileri: Teokrasi ve Laiklik”, Süleymaniye Vakfı Yayını, 1999,sh.13-15.

[11] Yusuf Suresi, 12/76.

[12] Hac Suresi, 22/41.

[13] Nisa Suresi, 4/58.

[14] Nisa Suresi, 4/59.

[15] Casiye Suresi, 45/18.

[16] Casiye Suresi, 45/18, 23.

[17]Hadid Suresi, 57/25. Nisa Suresi, 4/58.

[18] En’am Suresi, 6/115: “Rabbinin kelimesi (Kur’an) doğruluk ve adalet bakımından tamdır…”.Nisa Suresi, 4/58: “Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor…”. Hadid Suresi, 57/25: “Andolsun, Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta  tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizanı indirdik…”.

[19] Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal-Tefsir, Düşün Yayıncılık, Ağustos 2008, sh.1308.

[20]Lukman Suresi, 31/13.

[21]Lukman Suresi, 31/13.

[22]A. Bayındır, age, sh. 16-17.

[23]Âl-i İmran Suresi, 3/83.

[24] Nahl Suresi, 16/49-52.

[25] Rum Suresi, 30/26.

[26]A’raf Suresi, 7/54.

[27]Duhân Suresi, 44/38.

[28]Furkan Suresi, 25/2.

[29]Yunus Suresi, 10/5.

[30]Yasin Suresi, 36/38-40.

[31]Mü’minun Suresi, 23/71.

[32] Enbiya Suresi, 21/22.

[33] Mülk Suresi, 67/3-4.

[34]Hacc Suresi, 22/18.

[35]Ra’d Suresi, 13/15.

[36]Nahl Suresi, 16/48.

[37]TDK, Büyük Türkçe Sözlük.

İlginizi çekebilir

ÜMMET COĞRAFYASINDA NEDEN KAN ve GÖZYAŞI HÂKİM?

ÜMMET COĞRAFYASINDANEDEN KAN ve GÖZYAŞI HÂKİM? Allah’a ve Rasûl’e itaat zayıfladı, çoğaldı hurafelerTevhid ve vahdet ...