Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Makale / Abant Konsül Nihai Kararı: “Biz Çözüldük, Siz de Çözülün”

Abant Konsül Nihai Kararı: “Biz Çözüldük, Siz de Çözülün”

Bilindiği üzere insanlık tarihi boyunca egemenler sürekli, dava adamlarını, yollarından döndürmek, saptırmak ve davalarından taviz verdirmek için çeşitli girişimlerde bulunmuşlar, zaman zaman da uzlaşma teklifleri ile karşılarına çıkmışlardır.

Dava adamlarını yollarından saptırmak, onlara küçük de olsa tavizler verdirmek için egemenler büyük servetleri feda etmekten bile çekinmezler. Bu tür uzlaşma tekliflerine kananlar, genelde egemenlerin taleplerini çok basit ve küçük tavizler olarak nitelendirip böyle bir tavizin verilmesiyle elde edebileceklerini umdukları maslahat ve çıkarların sarhoşluğu içinde hareket eder. Maslahat uğruna “böyle küçük bir taviz vermekte bir sakınca yoktur” diyerek başlayan sürecin sonunda ise davalarını tamamen terk etmeleri sonucuna kadar savrulurlar. Üstelik bu sonucu dejenarasyonu kanıksadıkları için de farkedemezler. Hatta hallerini, yaşadıkları büyük savrulma ve sapmaları dahi Allah’ın ayetlerini zorlayarak meşrulaştırma gayreti içine girerler. Böylece yolun başında vermekte sakınca görmedikleri küçük bir sapma, yolun sonunda artık Allah’ın dinine zarar verecek boyutlarda büyük bir sapmaya yol açar.

Aslında samimi, ihlaslı bir dava adamının inancı, davanın feda edilebilecek taviz verilebilecek hiçbir parçasının olamayacağı, en küçük bir parçasını feda etmekle davanın tamamını feda etmek arasında hiçbir farkı bulunmayacağı noktasında netleşmek durumundadır. Davasının küçük de görülse bir kısmını teferruat diye niteleyip feda etmekten çekinmeyenlerin imanlarını yeniden gözden geçirmeleri, sorgulamaları icabeder. Ayrıca bir vakıa olarak yaşanmaktadır ki, başlangıçta bu tür küçük tavizlerle yola çıkanlar, belli bir süreç sonunda artık tamamen davalarını feda edebilecek dejenerasyonlara ulaşmaktadırlar. Bu sebeple, egemen güçler de dava adamlarından başlangıçta veremeyecekleri büyük tavizler istemezler, daha kolaylıkla gerçekleştirebilecekleri ufak tefek değişiklikler yapmalarını talep ederler. Bir kere taviz verildi mi, arkasının geleceğini de bilirler.

Egemenler, müstekbirler, tağutlar, tağuti rejim ve devletler muhalif söylemleri hep böyle çökertmişler, daha başlangıçta tavizler almak suretiyle, işbirliğine, uzlaşmaya razı ederek psikolojik bir bozguna uğrattıkları dava adamlarını ve davalarını kolayca geriletmişlerdir.

Kur’an’ın ve Rasulullah (s)’ın Uzlaşmazlığı, Tavizsizliği

Bizim güzel Örneğimiz Hz. Muhammed’e de ayni taktikle yaklaşılmış, işkence zulümle geriletemediklerinde uzlaşma teklifleri ile karşısına çıkılmış ve davasından bazı “ufak tefek”1 tavizler vermesi talep edilmiştir.

Uzlaşmaya yanaşması, daha yumuşak bir tutum içine girmesi, onların ilahlarını inkar etmekten ve ibadetlerini saçmalık olarak nitelemekten vazgeçmesi veya bazı konularda kendilerine uyması, dolayısıyla kendilerinin de onun dinine uymaları, böylece Arap kitleleri karşısında onurlarını kurtarmaları için müşriklerin Peygamberimize (s) çeşitli uzlaşma önerilerinde bulundukları hususunda pek çok rivayet söz konusudur.

Fakat Hz. Muhammed dininde kararlıydı, dinini pazarlık konusu yapmadı, taviz vermez bir tutum içindeydi. Daveti dört bir yandan kuşatıldığı ve bir avuç arkadaşı da Allah yolunda dayanılmaz eziyetlere, işkencelere uğratılmak üzere yakalanıp zincirlere vuruldukları halde güçlü zorbaların yüzüne karşı söylemesi gereken sözü gizlemeye yeltenmemişti. Kalplerini İslam’a ısındırmak veya baskı ve işkencelerini savmak için dahi böyle bir manevraya gerek görmemişti.

Bugünle mukayese edildiğinde gerçekten çok daha zor durumda ve bir avuç denebilecek sayıda müslümandılar. Peygamber (s) ve etrafındaki bu bir avuç mü’min yok edildiğinde İslam’ın dünyadan silinmesi, bitmesi tehlikesi söz konusu olduğu halde güzel örneğimiz, Allah’ın dinini tavizsiz bir netlikle ortaya koymaktan vazgeçmemiş, takiyye yapmamış, dinini gizlemek, kamufle etmek, kafirlerle iyi ilişki kurmak için taviz vermek, uzlaşmak ve böylece kadrosunu ve çıkarlarını güvence altına almak gereği duymamıştı.

Peygamberimizden, bugünkülerle mukayese edilmeyecek derecede büyük vaadler, teklifler karşılığında istenen tavizler ve bu hususlarda Allah’ın ikazları ile ilgili bazı örnekler vermek konuyu daha da anlaşılır hale getirecektir.

Birinci Örnek: Müslümanların henüz çok zayıf oldukları ve Peygamberimize (s) karşı direnen Kureyş kabilesinin zulmünün zirvede olduğu bir dönemde, Kureyş büyüklüğünde bir kabile olan Sakifoğulları toptan müslüman olmak için şu tavizleri isterler:

“Bize Araplara karşı övüneceğimiz özellikler tanı; namazda eğilmeyelim, biz başkaları üzerindeki faizlerimizi alalım, başkalarının bizdeki faizlerini kaldır. Putumuz Lafı terk etmemiz için bir yıl süre tanı bizim vadimizi de Mekke gibi kutsal yap…”

Bir avuç müslümanın yok edilme tehlikesi altında, amansız zulümlere muhatap olduğu bir sırada çok büyük bir kabile toptan İslam saflarına geçmeyi, bu tavizler verilirse, kabul edeceklerini söylüyorlardı. İslam dinini yerleşik düzenin seküler yapısıyla barıştırmak için Abant’ta bir toplantı düzenlendi. Uzlaşmayı egemen sistem değil, emancılar öneriyordu. Abantçıların durumu ile mukayese edildiğinde; bir kere Mekke oligarşik sistemi bu nevi bazı tavizler karşılığında müslüman olmayı vadederek uzlaşma teklif etmektedir, tam tersine Abantçılar çok daha büyük tavizlerle laiklik, demokrasi, rasyonalizm gibi resmi ideoloji ilkelerini benimseyeceklerini vadederek sisteme uzlaşma teklifi götürmektedirler. İkinci olarak, verilen tavizler İslam’ın akidevi boyutuyla alakalı temel ilkelerden vazgeçmek şeklindedir.

Bugünkü tavizciler açısından bakıldığında, çok büyük bir maslahat karşılığında çok küçük tavizler olarak nitelenebilecek ve kabul etmekte bir an bile tereddüt etmeyecekleri Sakifoğulları’nın talep ve teklifleri karşısında Allah Peygamberi çok ağır ikazlara muhatap kılmakta ve şunları söylemektedir: “Onlar neredeyse, sana vah-yettiğimizden başkasını bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi; o zaman da seni dost edineceklerdi. Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık andolsun, sen onlara az bir şey de olsa eğilim gösterecektin. Bu durumda Biz sana hayatında kat kat; ölümün de kat kat (acısını) tattırırdık; sonra bize karşı bir yardımcı bulamazdın. “2

Abantçıların karşılığında İslam’a yarayacak hiçbir vaad söz konusu olmadan verdikleri büyük tavizlerin yanında son derece basit kalan ve karşılığında da toptan müslüman olmayı vaadeden Sakifoğulları’nın teklifleri üzerine Allah’ın en sevgili kulu peygamberine, hem de henüz taviz verilmeden yönelttiği bu ağır ve ürpertici ikaz her birimizi sarsmalı, kendimizi sorgulamaya sevk etmelidir.

İkinci Örnek: İbn Hişam siretinde ibn İshak’a dayanak şu rivayeti nakletmektedir:

“Peygamberimiz (s), kavminin düzmece ilahlarını gündeme getirip, ibadetlerinden dolayı onları kınamaya başlayınca, onlar büyük bir tepki gösterdiler… düşmanca bir tutum takındılar. Buna rağmen Rasulullah (s) tavizsiz bir biçimde, insanların sapmalarını, hem de İbrahim’in dini adına içine düşülen şirki ve müşriklerin ilah edindiklerini ve onların zarar veya fayda veremeyecek, akledemeyecek aciz varlıklar olduğu hakikatini, onlara yapılan ibadetlerin boşa olduğunu açıkça eleştirmekten, kınamaktan, ne pahasına olursa olsun vazgeçmiyor, taviz vermiyordu. (Halbuki düzmece ilahlarına ve onlara yaptıkları kulluğa müdahale etmese, yalanlayıp hedef almasa, aşağılayıp dışlamasa; kesinlikle kendi dinini yaşayıp yaymasından bu derece rahatsız olmayacaklar, zulmetmeyecekler, onunla uzlaşmayacaklardı.)

Bunun üzerine Kureyş müşriklerini temsilen bir heyet Ebu Talib’e gidip şöyle dediler: “Ey Ebu Talip, yeğenin ilahlarımıza küfrediyor, dinimizi aşağılıyor, fikirlerimizi saçmalık olarak nitelendiriyor, geçmiş atalarımızı sapıklıkla suçluyor… Artık biz buna katlanamayız. Ya ona engel olursun ya da iki gruptan biri helak olana kadar seninle ve onunla her türlü ilişkimizi keseriz” dediler.

Ebu Talip Peygamberimize (s) bu söylenenleri iletip, “Bana ve kendine acı. Altından kalkamayacağım bir yükün altına sokma beni” deyince; Rasulullah şu karşılığı verdi: “Amcacığım, vallahi bu işten vazgeçmem. Allah bu dini üstün getirene veya ben bu uğurda ölene kadar bir an bile mücadeleden geri kalmam.”

İbn İshak’ın rivayetine göre bu tehdit ve uzlaşma teklifleri sürecinde Utbe b. Rebia Kureyş müşrikleri adına şu teklifi gelirdi:

“Ey yeğenim… Sen kavminin başına büyük iş açtın. Birliklerini parçaladın. Fikirlerini saçmalık olarak niteledin. İlahlarının çokluğunu ve dinlerini ayıpladın. Geçmiş atalarını tekfir ettin… Eğer sen bu getirdiğin dini kullanarak mal elde etmek istiyorsan, senin için mal toplar ve en çok mala sahip olanımız olursun. Eğer bununla şeref kazanmak istiyorsan, seni başınıza lider tayin ederiz ve sensiz hiç birşey yapmayız. Eğer kral (devlet başkanı) olmak istiyorsan, seni devlet başkanı yaparız…”

Bu sözleri dinledikten sonra Rasulullah (s) Fussilet 1-5. ayetleri okuyarak, kendisinin de bir insan olduğunu ve yaptıklarının vahy gereği olduğunu ve ne pahasına olursa olsun bunlardan vazgeçemeyeceğini, taviz veremeyeceğini ifade ederek muhataplarını Allah’ı tevhid ederek iman etmeye çağırdı.3

Abantçılara ise bırakın devlet başkanlığını herhangi basit bir vaad dahi yokken ve sistemin dinini ve ilahlarını eleştirmekten vazgeçmeye ve bu anlamda uzlaşmaya çağrılarak muhatap alınmamışken (zaten böyle bir tebliğ ve eleştiriden de uzaktırlar), onlar kendi dinlerinde reform yaparak sisteme uzlaşma teklifi hazırlıyorlar. Hem de bu tekliflerinde dinin esaslarını feda etmekten çekinmiyorlar.

Üçüncü Örnek: Yine İbn İshak’ın rivayetlerine göre; bir grup müşrik Kabe’de peygamberimizle karşılaştığında şöyle dediler: “Ya Muhammed, gel biz senin taptığına tapalım, sen de bizim taptığımıza tap. Böylece seninle ortak bir noktada buluşalım…” Bu uzlaşma teklifi üzerine de Allah (c) Kafirun sûresini indirdi.4

Bu örnekte de görüldüğü üzere uzlaşma teklifi şirk dini ile tevhid dininin karıştırılarak bir din haline getirilmesidir. Hak ile batılın karıştırılması halinde hak din şirke bulaşmış olacağından özelliğini, arılığını, tesirini kaybedecektir. Onun için egemenler her iki dine birden tabi olmayı, her iki dini ilahlarına da tapmayı önermektedirler.

Abantçı entellektüel ve akademisyen “İslamcılar” ise gerek Abant da, gerekse değişik zamanlarda ve yerlerde yapılan bu tür toplantılar da egemenlere veya onlarla ortak paydada buluşan laik yazar ve “aydın”lara doğrudan kendileri dinleri karıştırıp yeni bir din üzerinde uzlaşmayı teklif etmektedirler.

Rasulullah’ın bu tür uzlaşma tekliflerini reddetmesini sağlayan, ayrışmayı emreden Kafirun sûresi bile bu tür entellektüeller tarafından, sûrenin açık ve net tavrına ve ayrışmayı esas alan üslubuna rağmen “le’kum dinikum veliye dîn” ayeti sebebiyle Peygamberimizin müşriklere uzlaşma teklifi olarak yorumlanabilmekte, saptırılabilmektedir.5

Halbuki kafirlerin bu tür uzlaşma tekliflerinin reddi ve ayrışmanın vurgulanması ile ilgili daha pek çok ayet bulunmaktadır.6

Dördüncü Örnek: Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden Abdullah b. Ümeyye al-Mahzumi ve Velid b. Muğire’nin de içinde yer aldığı 5 kişilik heyet Peygamber (s)’e giderek ondan, akıllarına uygun olan, ilahlarına ses çıkarmayan, yahut insanlar kendisine uymak istediğinde duruma göre değiştirilebilen veya onların durumuna göz yuman başka bir Kur’an getirmesini istediler.7

Tıpkı bugün yine 5 kişilik general heyetinin köşk uleması olarak nitelenebilecek ve Abant’a da katılan ilahiyatçı akademisyenleri toplayıp, onlardan;

– Akıllarına uygun,

– Resmi ideolojiye ve onun ilahlarına karşı çıkmayan,

– Atatürk ilkelerine, laikliğe, demokrasiye, Türk ulusçuluğuna ve ulus devlete uyumlu,

– İnsanların isteğine, hevasına göre değiştirilebilen veya mevcut yaşantılarına göz yuman bir Kur’an getirmelerini, Kur’an’ı ve İslam’ı bu taleplerine göre reforme etmeleri,

– İslam’ı “Türk İslamı” veya “Anadolu İslamı” adı altında ulusal bir din haline dönüştürüp ümmetçi tevhidi uyanışı engellemelerini istemeleri gibi.

MGK emrinde, bazı menfaatler uğruna, sistemle bütünleşip “İslam Gerçeği” kitabını yazmak suretiyle İslam’ın hakikatini saptırarak bu taleplere hizmet etmeye çalışan ilahiyatçı akademisyen ve entellektüeller Abant’ta da müslüman olmayanlarla aynı amaca hizmet edecek muhtevada bir uzlaşmaya varıyorlardı.

Örneğimiz, rehberimiz olarak, Peygamberimiz (s) ise aynı taleplere karşı Yunus 15. 16 ve 17. ayetlerde cevap veriyordu:

“Ayetlerimiz onlara apaçık deliller halinde okunduğu zaman, bize kavuşmayı ummayanlar, ya (bize) bundan başka bir Kur’an getir yahut onu değiştir dediler”.

“De ki; ‘onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değil. Ben ancak bana vahyolunan uyarım. Şayet Rabbime isyan edersem, şüphesiz büyük günün azabından korkarım.

De ki; “Eğer Allah dileseydi (bana bu Kur’an’ı indirmez, ben de) onu size okumazdım ve (Allah) onu size bildirmezdi. Ben bundan önce aranızda bir ömür geçirdim hala akıllanmaz mısınız? Allah’a iftira ederek yalan uydurandan, yahut ayetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Muhakkak ki suçlular (günahkarlar) iflah olmazlar”

Bugünkü İslamcı” entellektüel ve akademisyenlerinin uzlaşmacı zelil, dini muhkem nasslarından bile fedakarlık yapan, dini revize eden, egemenlerin, resmi ideolojinin isteğine göre yorumlayan tavizkar yaklaşımlarına rağmen Rasulullah (s) aynı neviden taviz taleplerine, Kur’an’ı, İslam’ı değiştirme taleplerine karşı tavizsiz bir tutum takınıyor; “Benim Kur’an’ı değiştirmem, revize etmem, insanların veya kendimin nevasına uydurmam imkansız. Ben ancak bana vahyedileni tebliğ eder kendim de ancak ona uyarım. Aksi takdirde, yani haddi aşarsam Rabbimin azabından korkarım” diyordu.

Bugünkü “İslamcı” entellektüel ve akademisyenlerin büyük çoğunluğu ise maalesef Rasulullah’ın korktuğu gibi Allah’tan korkmadıkları için olsa gerek, “Kur’an İslam’ı” adı altında Peygamberin bize ilettiği vahyi değiştirmeye çalışmakla, laiklik, demokrasi, rasyonalizm ve ulusçulukla, egemen güçlerin hevalarıyla uyumlu bir şirk dinini İslam’ın gerçeği diye takdim edebilmektedirler.

Rasulullah (s) ise, kendisine inen vahiyden başkasını tebliğ etmemiş kendisine vahyedilende herhangi bir eksiltme, arttırma, kendince ifade etme veya herhangi bir maslahat için de olsa müşriklerin taleplerine, nevalarına göre değiştirme cihetine gitmemiş, böyle bir durumdan özenle kaçınmıştır. Aksini yapmış olsaydı Allah’a iftira eden, yalan söyleyen bir konuma sürüklenmiş olurdu.8

Cenab-ı Hak (c), Kur’an’ı değiştirme veya kendinden din ölçüleri vazetmek durumda Peygamber (s) bile olsaydı ona çok ağır tehditler yönelterek ağır cezalara çarptıracağını vurgulamaktadır:

“Eğer Muhammed kendinden bir şeyler uydurup da bize isnad etseydi, şu muhakkak ki, onun elini kıskıvrak kavrar da şah damarını kesip koparıverirdik”9

Peygambere dahi böyle büyük bir tehdidin yöneltildiğini dikkate alarak, bugün Kur’an’ı kendi nevalarına veya resmi ideolojinin ilkelerine uydurmaya çalışan belamların, samirilerin halleri ve istikballeri üzerinde düşünmeleri ve Allah’tan korkarak, vahyi değiştirmekten, laiklik ve demokrasi ile özdeşleştirmekten, Hak ile batılı karıştırmaktan kaçınmaları gerekir.

Hak İle Batıl Kıyamete Kadar Uzlaşmayacaktır

“Uzlaşma”, lügatlarda “varolan fikir ve düşünce ayrılıklarını, farklılıklarını gidererek uyuşturmak” olarak ifade edilmektedir. Görüldüğü üzere “uzlaşmak” ayrı ve farklı olmaktan çıkmaktır. Tarafların düşünce farklılıklarını gidererek ortak bir paydada bütünleşmeleridir. Tarafların inançlarından bazı fedakarlıklar yaparak, tavizler vererek, ortak bir inançta buluşmaları, yani taraf olmaktan çıkmalarıdır.

“Anlaşma” ve “ittifak” da daima iki bağımsız taraf söz konusu iken ve anlaşma ve ittifak sonunda da bu taraf olma özellikleri devam ederken, uzlaşma sonunda artık taraf olmaktan çıkılarak aynı değerlere İnanan tek taraf haline gelinmektedir. Abant bildirisinde olduğu gibi uzlaşma toplantısına oturan taraflar pazarlıklar sonucu inançlarını törpülemişler, özellikle müslümanlar, temel değişmez değerlerinde tahrifatlar yaparak, karşı tarafın batıl değerlerini benimsemişler ve böylece ortaya çıkan bildiriyi hep birlikte imzalayarak uzlaşmışlar ve artık bildiride özetlenen aynı inancın tek taraflı müntesipleri haline dönüşmüşlerdir.

Halbuki, İslam mutlak hakikati temsil etmekte olan Allah’ın vahyine dayalı bir dindir. Diğer yeryüzü dinleriyle uzlaşmak için değil, bilakis onlara üstün gelmek üzere gönderilmiştir10, insanlığın kurtuluş reçetesini ihtiva eden İslam, kıyamete kadar bağımsız bir taraf olma özelliğini muhafaza edecek ve batıl hiçbir din veya ideoloji ile uzlaşmayacaktır. Çünkü uzlaşma İslam’ın hak olma vasfını ve arılığını sona erdirecektir.

Bu sebepten dolayı müslümanların diğer din ve ideolojilerin müntesipleri ile şartlar oluştuğunda ve gerektiğinde Medineli yahudilerle yapıldığı gibi ortak düşmana karşı bir “ittifak” kurmaları veya savaştıkları Mekke müşrikleriyle Hudeybiye’de yapıldığı gibi savaşa ara veren bir “anlaşma” yapmaları mümkündür. Çünkü her ikisinde de müslümanlar bağımsız bir taraf olmayı sürdürmektedirler. Ancak taraf olmaktan çıkaran, hak ile batılın karışımı olan, aynı inancın müntesipleri haline getiren uzlaşma yapmaları ise kesinlikle söz konusu olamaz.

Buna rağmen korku sebebiyle ve riskten kaçınmak, menfaat ve çıkarlar elde etmek amacıyla ilkesizliği esas alan, şahsiyet zaafı gösteren pek çok müslüman tarih içerisinde çeşitli uzlaşmalar yapmışlardır. Temel değer ve ilkelerine aykırı esasları kabul ederek, batıl güçlerle uzlaşmaya yönelmişlerdir. Bunlar belki kısa vadeli rahat ve çıkarlara kavuşmuşlardır ama Allah’ın dinine zarar vererek ahiretlerini yitirmişlerdir. Buna rağmen de başlangıçta onurlu bir biçimde küçük bedelleri ödemekten kaçınanlar, daha ileriki safhalarda yani uzun vadede çok daha büyük bedelleri hem de zillet içinde ödemekten de kurtulamamışlardır.

1980″li Yılların Sonlarından İtibaren Türkiye’de Yaygınlaştırılmaya Çalışılan Uzlaşmacı Yaklaşımlar

1980’li yılların sonlarından itibaren uzlaşmacılığın öne çıkarıldığı bir süreç yaşanıyor. Başlangıçta bazı “İslamcı” entellektüel veya akademisyenlerin bireysel çabaları, yazıları, kitapları, konferansları çerçevesinde ortaya konulan uzlaşmacı tavırlar, zamanla müslümanlarla ateist ve laiklerin ortaklaşa panel ve sempozyumları ile sürdürüldü.

Bazılarında korku ve tehdidin tesiriyle, bazılarında diğer kesimlerden itibar görme, medyatik olma eğilimlerinin dürtüsü ile, bazılarında makam ve mevki hırsının, bazılarında ise mal, mülk, ihale, kredi elde etme arzularının, yani kısaca çıkarcılığın, pragmatizmin ve oportünizmin yönlendirmesi ile şahsiyet zaafının, ilkesizliğin ve yanlış İslam anlayışlarının sonucunda gelişen tavizkar ve uzlaşmacı arayışlar, yaklaşımlar, geleneksel cemaatlerde oluşan maddi saltanatların korunması endişesi ile bu büyük ve zengin imkanların da tahsis edilmesi suretiyle etkinliğini arttırarak sürdürdü. Ve bu tavizlerin, uzlaşmaların getirdiği sapmalar giderek bu kesimlerin inancı haline dönüştü. Başlangıçta kendilerince bazı maslahatları temin için ve taktik olarak söyleyip yaptıklarını iddia ettikleri hususların giderek İslam’ın, Kuran’ın ölçülerini de zorlayarak ve saptırarak, İslam’dan olduğunu iddia etmeye başladılar.

Zaman zaman ülkede yaşanan sorunlarla ilgili konularda müslüman olmayan kesimlerle bir araya gelen, onlarla bütünleşen sözde “İslamcı” entellektüel ve akademisyenler, kendi özgün kimlik ve değerlerini ibraz etmekten ya kompleks duyarak utanmışlar, ya da bunları uzlaşma adına kolayca feda edebileceklerine inanmışlardır. Bu sebeple sözde ortak (!) zeminlerde ve ortak (!) bildirilerde hep gayri İslami ilke, ölçü ve değerler söz konusu edilmiş, çözüm olarak önerilmiştir.

Korkaklar, ilkesizler, İslami kimliklerini açıkça, mertçe ibraz etmekten çekinenler onurlarını ayaklar altına alarak gayri İslami söylemlerle ortaya çıkmakta, batı kavramları ile kendilerini tanımlamakta herhangi bir sakınca görmemişler, hatta bazı “maslahatlar” ummuşlardır.

Laik, demokratik, hatta Atatürkçü çevrelerce hazırlanan, laikliğin, demokrasinin ve rasyonalizmin (aklı nihai otarite-ilah kabul etmenin) tek çözüm olduğu ifadelerine yer verilen “ortak” (!) bildirilere, uzlaşma adına verilmesi gerekli küçük tavizler olarak görerek cüretkarca imza atanlar sonuçta bu batıl değerlere iman eden “mü’minler” haline gelerek çok daha büyük tavizlere ulaşmışlardır.

İnandıkları dava uğrunda herhangi bir riski göze alamayanlar, bedel ödemekten kaçınanlar, onurlu, ilkeli ve şahsiyetli bir yürüyüşü gerçekleştiremezler. İnandıkları davayı bozulmadan ileriye taşıyamazlar. Nitekim uzlaşmacı yaklaşımlar ve İslami kimliğin ibrazından kaçınan, özgün olmayan kavram ve ilkeleri içselleştirerek yaşanan, kendini ve inancını batı kavram ve ölçüleri ile ifade etmeye yönelik savrulmalar, bu kesimlerin, nötr olmayan bu kavramların beraberinde taşıya geldikleri dünya görüşlerini de benimsemelerine doğru evrilmeleri ile sonuçlandı. Artık İslam’ın temel değişmez değer ve ölçülerini, Kur’an’ın muhkem hükümlerini de saptırarak Batı gibi düşünmeye, laik, demokrat ve rasyonalist olduklarını ve bunların da İslam’la bağdaştığını cüretkar bir biçimde ifade ve iddia etmeye başladılar.

“İslamcı” entellektüel ve akademisyenlerin maalesef önemli bir kesiminin yaşadığı bu dejenerasyon sürecinin başlangıcında, üzerlerindeki bazı tehdid iddialarını savuşturabilmek ve rahat yaşayabilmek adına kendi özgün konum ve muhtevasından saptırdıkları Medine Vesikasını kullanarak oluşturulmak istenen “birarada yaşama, sivil toplum ve çoğulcu toplum projeleri” zamanla, İslam’ın devlet ve siyaset sisteminin olmadığı, “devlet ve kamu alanının bütün dinlerden soyutlanması gerektiği”, İslam’ın adı altında hak ile batılın karışımı yeni bir dinin oluşumuna yöneldi.

Din ve devlet ilişkilerini ele alan ortak panel ve sempozyumlarda artık “müslümanlar” ve “gayrimüslimler” birlikte vahye dayalı İslam’ın sınırlarını yeniden çizmeye ve laik ulus devlete alan açmaya veya zaten egemen olan laik sisteme meşruiyet sağlamaya çalıştılar.

Kur’an sempozyumları dahi, köşk ulemasının, MGK yönlendirmesi ile, “laikliğin Kur’an’dan bile önemli olduğunu” iddia eden, “tarihselcilik” iddiaları ile Kur’an’ı tarihe gömmeğe çalışan, hatta .”Kur’an metninin yeniden yazılması gerektiğini” iddia edecek derecede sapıtan yaklaşımlarını “ilmi”lik kamuflajı altında sunarak kafaların karıştırılmağa çalışıldığı arenalar haline getirildi.

Entellektüel ve akademik çevrelerde bahsedilen pragmatik amaçlarla meydana gelen bu savrulma ve kırılma sürecinde, zaten bu süreci takip etmekte, hatta el altından tahrik etmekte olan laik devlet de, gelişen ümmetçi evrensel İslami düşüncenin önünün kesmek amacıyla, Türkiye’ye özgü ulusal boyutlara indirgenip içeriği boşaltılmış ve saptırılmış bir “İslam”(!) arayışı içerisine girmiş bulunmaktaydı.

İşte bu iki çizginin çakıştığı ve tabiri caizse birbirini arayıp, kucaklaşmak için bir fırsat kolladığı sırada 28 Şubat süreci devreye girmiş oldu. Bu sürecin meydana getirdiği aşırı korku ve panik ve 28 Şubatçı egemenlerin yönlendirmesi, söz konusu entellektüel ve akademisyenlerin sistemin “değişmez, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” ifadeleriyle putlaştırılan cahili dogmaları ile müslümanları uzlaştırma arayışına yeni ivmeler kazandırdı.

Bu amaçla aslında son yirmi yılda oluşturulup geliştirilmeye çalışılan ve 1983’den itibaren devletin resmi ideolojisi ile bütünleştirilen “Türk-İslam-Batı sentezi” teslisi (üçlemesi) çerçevesinde iki ulusal din arayışı, son yıllarda “Anadolu İslam’ı”, “Türk İslam’ı” adı altında, bazı tasavvufi ekollerle ve ateizme bulaşmış alevilik ile bütünleştirilerek sun’i bir şekilde yükseltilmeye ve ümmetçi, vahye dayalı gerçek İslam ise engellenmeye çalışılmaktadır.

Ulusal çıkarları, ulusal birliği temel alan İslami (!) anlayışı sahiplenenlerin, ülkenin kalkınmasını ve “devlet gemisinin” herşeye rağmen yürümesini ve zarar görmemesini hedefledikleri dikkati çekmektedir. Çeteleşerek de olsa, tuğyanı ve şirki egemen kılarak da olsa illa “kutsal devlet gemisi” su üstünde durmalıdır. İşte bu uğurda, Türkiyeci bir ulusçuluğun dürtüsü ile her şeye rağmen uzlaşmak, “Anadolu İslam’ı”, “Türk İslam’ı” oluşturmak, ümmetçi tevhidi dirilişe engel olmak üzere, pek çok geleneksel İslami grup ve bunların emrindeki entellektüel ve akademisyenler harekete geçtiler. İşte bu tür uzlaşmacı gruplar ve bunların saltanatlarının sağladığı maddi imkanlarla beslenen pek çok “İslamcı” entellektüel ve akademisyen ile laik demokrat “aydın”lar elele ve sistemin desteğinde bu amaca hizmet etmek ve maslahat ve çıkarlarını korumak üzere “Allah’ın ayetlerini az bir paha karşılığında satmak” sonucunu doğuran pazarlar kurmaktan (uzlaşma toplantıları yapmaktan) çekinmediler.

14 Haziran 1993 İstanbul “İslam ve Laiklik” Sempozyumu

Bu amaçla sürdürüle gelen toplantılardan sondan bir evvelkisi. Fethullah Gülenin onursal başkanlığını yaptığı gazeteciler ve yazarlar Vakfı tarafından 14 Haziran 1998 tarihinde İstanbul’da yapıldı. Konusu “İslam ve Laiklik” olan bu sempozyuma yine laik ve “İslamcı aydın”lar, akademisyenler katıldılar ve Allah’ın dinini laikliğe uydurmanın yollarını aradılar. Bu toplantıyı köşesinde değerlendiren Ali Bulaç “ortaya çıkan sonuç şaşırtıcı olmadı; Devletin doğal bir tutumu olduğu sürece laikliğin, İslam’la ve İslami hayatı gündelik pratiklerinde yaşamak isteyen müslümanlarla bir alıp vermediği yok”11 tespitinde bulunuyordu.

Aynı Ali Bulaç, Yeni Şafak’ta yazdığı son yazılarından birinde de “Devlet ve kamu alanının bütün dinlerden soyutlanması ve devletin bütün dinlere eşit uzaklıkta durması” anlamındaki bir laikliğin İslam’a uygun olduğunu düşündüğünü yazmıştı.

14 Haziran toplantısını Zaman’daki köşesinde değerlendiren Fethullah Gülen camiasının önemli isimlerinden Hüseyin Gülerce ise köşesinde şunları yazmaktadır: “… Dini fert ve toplumun vicdanında ve dünyasında bulunması gereken yerde rahat bırakmadıkça, devlet ve millet olarak bizler de rahat yüzü göremeyeceğiz”. Görüldüğü üzere Allah’ın hükümlerinden oluşan İslam’ın fert, toplum ve devlet hayatını kuşatan bir kurallar bütünü olması reddedilmekte, İslam’ın fert ve toplumun vicdanında durmaması ve kamu hayatına, devlet düzenine de müdahale etmeye kalkışması halinde devlet ve millet olarak rahat yüzü görülmeyeceği ifade edilmektedir. Zaten tüm bu sapma ve savrulmaların İslam’ı laiklikle bütünleştirip, sistemle uzlaştırıp kendisi olmaktan çıkarma gayretlerinin arkasındaki temel gerçek de işte bu “rahat” arayışı ve risklerden kaçış değil midir?

Hüseyin Gülerce aynı yazısında, Taha Akyol’un “laiklik-İslamcılık mücadelesi modernleşmemizin engellenmesi ve Türkiye’nin ufuklarının daraltılmasından başka bir sonuç doğurmamıştır” sözünü çok güzel olduğunu ifade ederek alıntılamaktadır. Gülerce aynı yazısında devamla “Türkiye evet iki büyük tehlike ile karşı karşıyadır. Birincisi, güzel dinimizin bir ideoloji ve dogma haline getirilmesi siyasi zeminlere çekilmesidir…” diyerek uzlaşmanın gerekliliğini, dinin zamana ve şartlara uydurabileceğini, siyasete karışmaması gerektiğin vurgulamıştır.12

Siyasi parti yetkililerinin de birer konuşma yaptıkları bu sempozyumda Başbakan yardımcısı Bülent Ecevit’in gönderdiği yazılı mesajda; “Türkiye Cumhuriyeti, inançlara saygılı laikliğin İslam’la bağdaşabildiğini ve İslam alemine büyük dinamizm kazandırabileceğini kanıtlamıştır ve bu bakımdan yeni Türk cumhuriyetlerine de olumlu bir örnek oluşturmaktadır” ifadeleri yer almıştır. İslam şeriatına karşı savaş halinde olan bir sistemin yetkililerinden Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi de, katıldığı bir sempozyumda yaptığı konuşmada; “Laiklikle İslamiyetin bağdaşmaması için hiçbir sebep yoktur” demiştir.13 Zaman gazetesi yazarı H. Gülerce’nin ifadesi ile İslam fert ve toplum vicdanında tutulup, devlet, siyaset ve kamu alanına karıştırılmazsa, tabii ki hristiyanlaştırılmış böyle bir “İslam” anlayışı ile “devlet, siyaset ve kamu alanına Allah karışmasın” diyen laiklik arasında bir sorun çıkmayacaktır. Ve bu tür sempozyumlar İslam’ı bu istikamette “reforme” etme amacı gütmektedir. Onun içinde bu sempozyumlara laik sistemin tavizsiz taraftarları, siyasi partileri ve başbakan seviyesinde yöneticileri de katılıp destek vermektedirler.

14 Haziran 98 “İslam ve Laiklik” sempozyumunu düzenleyen Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı onursal başkanı Fethullah Gülen’de gönderdiği mesajda şunları söylemiştir: “Ana karakteri itibariyle iman, marifet, ibadet, muhabbet ve zevk-i ruhani çizgisinde insanın dünya ve ahiret saadetini temin eden ve öncelikle akli bir kabulle birlikte, kalbi tastik ve itminan ve vicdani bir duyuş ve zevkediş olan dinin, sert bir ideoloji ve kati bir doğma haline getirilmesi nasıl tehlikeli ise, esasen din, düşünce, vicdan ve dini yasama özgürlüğünü devlet garantisine alan laikliğin de zaman zaman kati bir dogma ve ideoloji halinde toplum mozağimizi ve milli birliğimiz tehdit edici bir kimliğe büründürülmesi de aynı şekilde tehlikelidir inancındayım.”15

Fethullah Gülen, bu ifadeleri ile vicdanlarda kalmayıp, devlet düzenine ve kamu hayatına çekidüzen vermeye kalkışacak, siyasete müdahale edecek bir din anlayışını, yani vahye dayalı, hayatın her alanını kuşatan İslam’ı tehlikeli bulduğunu, “milli birliğe” zarar vereceğine inandığını ortaya koymaktadır. Ona göre “din”, sadece, “iman, marifet, ibadet, muhabbet ve zevk-i ruhani”dir, imandan sonra, sadece “vicdani bir duyuş ve zevkediş”ten itibaren saydığı dinin hayata, siyasete, devlete, kamu hayatına müdahale etmeye kalkışması sert bir ideoloji haline dönüşmesidir ki bu çok tehlikelidir. Anlaşıldığı üzere onun dini Allah’ın vahyinde tamamlandığını ve bize din olarak seçtiğini beyan ettiği İslam’la mutabakat halinde değildir. Çünkü Allah’ın dini Kur’an’ın ve Rasulullah’ın uygulamasının ortaya koyduğu üzere, iman ve amel bütünlüğünü arayan ve bireysel ve toplumsal hayatın, ekonomik, sosyal, siyasi, hukuki tüm alanlarını kuşatan nasslar vazeden “marifet, ibadet, muhabbet, vicdani duyuş ve zevk-i ruhani”nin çok ötesinde, aynı zamanda siyasi, ekonomik, hukuki ve sosyal bir düzendir.

İşte bu 14 Haziran 1998 tarihli “İslam ve Laiklik” sempozyumunda uzunca bir süredir oluşturula gelen uzlaşmanın temel maddelerinin altı çizilir ve kamuoyu Abant Konsili’ne hazırlanır. Bu konuların tartışılmasına devam edilmesi gerektiği, bunun faydası ve önemi vurgulanarak sempozyum sona erdirilir.

16-19 Temmuz 1998 “Abant Konsili”

Yukarıda ifade etmeye çalıştığım sürecin sonunda 14 Haziran’da İstanbul’da alman karar gereğince 16-19 Temmuz tarihleri arasında Abant’ta “İslam ve Laiklik” konulu geniş katılımlı bir toplantı düzenlenerek, İslam ve Allah yeniden tanımlanmaya ve laiklikle uzlaştırılmaya çalışılmıştır. Ancak bu sefer önemli bir adım atılarak tüm katılımcıların imzaladığı bir de bildiri yayınlanmıştır.

Toplantıya katılanların arasında;

– ahireti ve vahyi inkar edenler,

– ateistler,

– şirke bulaşmış bir imanı olanlar,

– laikler, kemalistler, solcular yanında

– Modernist ve gelenekçi çizgiyi temsil eden bazı “dindar aydınlar”, işbirlikçi, laik, tarihselci ilahiyatçı akademisyenler,

– Kur’an sempozyumlarında, laiklik, demokrasi ve tarihselciliği savunan, Kur’an’a müsteşrik gibi profesyonelce yaklaşan ve müsteşrik iddialarını mesleği gereği toplumumuza taşıma gayreti sergileyen ilahiyatçı akademisyenler.

– Devlet gemisini koruma endişesi ile Türkiyeci bir hassasiyetle ve bazı maslahatları umarak bu tür toplantılara katılan ve kullanılan bazı akademisyenler,

– Medine Vesikası’nı da saptırarak batıcı çizgide çoğulcu, bir arada yaşama projeleri üreterek, batı kavram ve değerlerinin İslam’a karışmasına ve bu anlamda bir dejenerasyona sebep olan ve gelinen noktada ise artık, açıkça laikliği, demokrasiyi ve rasyonalizmi savunmaktan çekinmeyen, üstelik bunların İslam’la bağdaştığını iddia eden “İslamcı entellektüeller”.

– Ve bazı sağcı muhafazakar, mukaddesatçı, Türkiyeci, geleneksel cemaat önder ve müntesipleri ile sağcı “yarı aydınlar”, yer almıştır.

İşte bu özelliklen taşıyan laik, demokrat, solcu, sağcı, ateist müslüman 50’nin üzerinde “aydın” ve akademisyenin katıldığı Abant Konsili’nde gerçekten İslam üzerinde önemli pazarlıklar cereyan etmiş ve Allah’ın bazı muhkem ayetleri maalesef az bir paha karşılığında satılmıştır. STV’de bir kısım tartışmaları izleme imkanını bulunca, laik ve ateist tarafın bayağı sıkı pazarlıklar yaptıklarını özellikle bastıran tarafın, karşı imiş gibi görünmelerine rağmen aslında sistemle laiklik, demokrasi ve pozitivizm ortak paydasında bütünleşen taraf olduğunu, müslümanların ise onları razı etmek için sürekli alttan alıp, sürekli İslami ölçülerden, ilkelerden fedakarlık yaparak geri çekildiklerini ve nihayet İslami olmayan maddelerde uzlaştıklarını izledik.

İslam’ı değiştiren, reforme eden, sistemin “değiştirilemez” İlkeleriyle uzlaştırıp, resmi din haline dönüştürmeye çalışan böyle bir toplantıyı, hristiyanlığın egemen siyasi otoritenin emrine sokulduğu ve hayatın bütün alanlarını kuşatan bir din olmaktan çıkarılıp, vicdanlara hapsedilen soyut bir inanç sistemine dönüştürüldüğü “İznik Konsili”ne benzeterek, “Abant Konsili” nitelemesi yapmak son derece isabetli olmuştur.

Tıpkı İznik Konsili’nde yapıldığı gibi Abant Konsili’nde de “Göklerin hakimiyeti tanrıya yeryüzünün hakimiyeti ise Sezar’a” ya da “Sezarları temsil eden ulus iradesine” bırakılmıştır.

İşte İslam’a böylesine büyük bir darbe vuran, tevhid akidesini parçalayarak değişik ilahlara ait farklı egemenlik alanları oluşturan, Allah’ın ayetlerinin, az bir pahaya (riskden, bedel ödemekten uzak rahat yaşamak, maddi birikimlerini, saltanatlarını korumak, egemenlere yaranarak yeni imkanlara kavuşmak, laik çevrelerden, medyadan alkış almak, kendilerince umdukları bazı maslahatlara ulaşmak gibi çıkarlar karşılığında) satıldığı böyle bir toplantı, bakınız farklı gazetelerde nasıl değerlendirilmiştir?

Fehmi Koru bu toplantıyı “Devrim” gibi sunarak, Taha Kıvanç mahlası ile yazdığı köşede de “Tarihi Abant Buluşması” olarak niteleyerek Erzurum Kongresi’nin fonksiyonu ile irtibatlandırırken. bu toplantı sonunda yayınlanan uzlaşma bildirgesini Zaman gazetesi de “özgürlük bildirgesi” olarak duyurmuştur.15

Hürriyet gazetesi de sonuç bildirgesini “Devrim niteliğinde kararlar” diye lanse etmiştir.16

Milliyet gazetesi ise, “çağdaş İslam tartışması” başlığı altında olumlayarak duyurmuş, din-siyaset ilişkilerine yeni ve çağdaş yorumlar getirildiğinin ve İslam’da ilk kez “rasyonalizmin” benimsendiğinin müjdesini vermiştir.17

Gerek gazetelerde, gerekse televizyonlarda, aralarında Yaşar Nuri Öztürk, Hayrettin Karaman, Hüseyin Hatemi, Mehmet Aydın gibi isimlerinde bulunduğu pekçok kişi bu toplantının ve sonuç bildirisinin çok önemli olduğunu vurgulayan konuşmalar yapmışlar, yazılar yazmışlardır.

Gazeteciler ve yazarlar vakfı, demokrasi hareketi, hoşgörü hareketli gibi kuruluşlarca düzenlenen Abant Toplantısı’na bir mesajla katılan Fethullah Gülen ise, İslam ve laikliğin “ferdi ve içtimai hayatımızda kökleşmiş bulunan iki değer” olduğunu ifade etmiştir. Bununla söylenmek istenen çok açıktır. Mademki “İslam ve laiklik ferdi ve toplumsal hayatımızda kökleşmiş iki değerdir” o halde bu iki değere de sahip çıkmamız gerekmektedir. Madem ki kökleşmişlerdir, o halde söküp atamayacağımız bu “iki değeri” uzlaştırmak ve ikisini birlikte muhafaza etmek mecburiyetindeyiz denilmek istendiği son derece açıktır.

Bu zat Kur’an’a vakıf olsaydı, vahyi özümseyebilmiş bir bilince ulaşmış bulunsaydı, peygamber örnekliklerini idrak edebilseydi kesinlikle bunları söylemeyecekti. Çünkü tüm peygamberlerin, laiklikten çok daha öncelere giden, yüzyıllarca derinliğe ulaşacak derecede toplumlarda kökleşmiş, kemikleşmiş cahili değerleri yıkmak ve yerine vahye dayalı hak değerleri ikame etmek üzere gönderildiklerinden haberdar olacaktı. Firavun’un toplumunda kökleşmiş olan dinin ve Hz. İbrahim’in babalarının şirk dininin kökleşmiş değerlerinin, Hz. Muhammed’in atalarının yüzyıllara dayalı kökleşmiş putlarının, şirke ait değerlerinin, bu ülkede henüz 60 yıllık olan ve halkça bilinçli bir şekilde benimsendiği de söylenemeyecek olan laiklikten daha az kökleştikleri iddia edilemeyeceğine göre; peygamberler söz konusu putları, şirke dayalı cahili değerleri ayakları altına alıp, reddediyor ve halkı da bu reddedişe çağırıyorlar da Fethullah Gülen ve Abantçılar neden laikliği reddemeyecekleri kökleşmiş değer olarak niteleyip uzlaşmaya ve Allah’ın dinini bu uğurda tahrife yöneliyorlar?

Hangi peygamber, davetine muhatap olan cahiliye toplumun cahili değerleri ile vahiy arasında bir uzlaşma arayışına girmiştir. Hangi peygamber, ulusal birlik zedelenmesin, ülke kalkınsın gibi endişelerle Allah’ın dininden taviz vermiştir. Hangi peygamber ulusal birliğin parçalanması ve şirk devletlerinin yıkılması pahasına tevhidi, adaleti ikame etmeye, şirke ait değerleri yok etmeye çalışmamıştır?

Abant bildirgesinin madde madde değerlendirmesini nasip olursa gelecek sayıda sürdüreceğiz.

 

Dipnotlar

1- Seyyid Kutub, Fi’zilal’il Kur’an. c. 10. sh. 126-131.

2- İsra, 73, 74, 75

3- Seyyid Kutub, a.g.e., sh. 127-129

4- Seyyid Kutub. a.g.e. sh. 130

5- Ali Bulaç, Birikim Dergisi, Sayı, 38-39

6- Kalem/8-16, Zümer/64, Yunus,/41,104, Şuara/215, Sebe/25-28, Zümer/39-40, Mümtehine/4

7- İzzet Derveze, et-Tefsirü’le-Hadis, c. 2, s. 387-399

8- Yunus, 17

9- Hakka, 44-47

10- Tevbe, 33.

11- 16 Haziran 1998 Zaman

12- 13 Haziran 1998 Zaman

13- 13 Haziran 1998 Zaman

14- 15 Haziran 1998 Zaman

15- 20 Temmuz 1998 Zaman

16- 20 Temmuz 1988 Hürriyet

17- 20 Temmuz 1998 Milliyet

İlginizi çekebilir

Şehid Âlim Şeyh Said’e, Türkçü, Atatürkçü, Laik Zihniyetleri ve Kirli Dilleriyle ‘Hain’ Diyenler, İslâm’la Hükmedilmesine ve Ümmetçiliğe Karşı Çıkıp İslam Kardeşliğini Yok Ederek En Büyük Bölücülüğü Yapan Gerçek HAİNLER Değil midir?

Yazıklar olsun bu büyük zulüm ve adaletsizliği temsil edip ülkeye ve halklarına ABD, NATO ve İsrail ile kol kola bunca kötülüğü yaptıkları halde hâlâ utanmadan bu milleti sevdiklerini ve vatanın bölünmesine karşı olduklarını söyleyerek bu kadar ikiyüzlü davrananlara?