Hakimiyetin Bölünmesi ve Tevhidin Parçalanması
Abant Bildirgesi’nin 1. ve 2. maddelerinde rasyonalizm ve “açık ifadeli” nasslar alanında bile “gündelik problemleri çözüme kavuşturmak” adına farklı yorum ve uygulamalara gidilebileceği düşüncesi esas alınınca, bu zemin üzerine “hakimiyet”in paylaşılması maddesi kolaylıkla yazılabilecektir. Nitekim 3. madde bu maddelerin oluşturduğu kaygan zemine oturtulmuştur.
“3. Son zamanlarda İslam dünyasında kargaşaya sebep olan kavramlardan birisi de ‘hakimiyet’ kavramıdır. Kur’an açısından bakıldığında, alem üzerinde, bilgisi, iradesi, rahmeti, adalet ve kudreti ile mutlak hakim, hiç kuşkusuz Allah’tır. Bütün varlıklar da bu külli hakimiyetin altındadır. Mü’minler için Allah, ahlaki ve sosyal değerlerin öğreticisi ve yol göstericisidir. Fakat bu “hakimiyet” kavramı ile “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ilkesinde yer alan “hakimiyet” kavramı birbirine karıştırılmamalıdır. “Hakimiyet milletindir” ifadesi, “hakimiyet bir ferdin, sınıfın, zümrenin tabii veya ilahi hakkı değildir” anlamına gelir. Siyasi mânâda milli iradeyi esas almak ve onun üstünde bir güç tanımamak demektir”.
Bu ifadeler dikkatlice tahlil edildiğinde “deist” bir anlayışın esas alındığı ve “hakimiyetin” iki ilah arasında paylaştırılmaya çalışıldığı görülecektir. Kozmolojik anlamda kainat üzerindeki hakimiyeti lütfedip Allah’a bırakmaktadırlar (!) Halbuki bu tür bir hakimiyeti engellemek güçleri zaten yoktur. Herkese ve herşeye rağmen Allah’ın irade ve takdiriyle var olan bir hakimiyettir Allah’ın evren üzerindeki hakimiyeti. Önemli olan Allah’ın bizim irademizle gerçekleşmesini istediği, bireysel ve toplumsal hayatımıza, yani yeryüzündeki düzen ve işleyişe ilişkin Allah’ın hakimiyetidir. Yani bizim irademizle gerçekleştirilebilecek veya reddedilebilecek ve bu sebeple de dünya imtihanına vesile kılınan, işte bu alana yönelik hakimiyetin Allah’a has kılınıp kılınmayacağı hususudur. Nedense müdahale etme imkanları olmayan hakimiyeti, kozmolojik hakimiyeti Allah’a bırakma cömertliğini (!) gösterenler, yeryüzündeki hakimiyeti, toplumsal, siyasal, hukuki, sosyal, ekonomik hayatın üzerindeki hakimiyeti insanlara vermektedirler. Allah ve insan arasında hakimiyeti taksim etmekte ve iki tarafın sorumluluk ve yetki alanlarını belirleme cüretkârlığını göstermektedirler. Hem de müslümanlar ve gayri müslimler elele verip, uzlaşarak… Kainat üzerinde insana rağmen hâkim olan Allah, insanların yeryüzünde kuracakları hukuki düzenlerine karıştırılmamak istenmektedir. Zaten laiklik ve demokrasi de işte budur.
Laik, demokrat, pozitivist gayri müslimler açısından “ahlak” kavramı, toplumsal hayatı düzenleyen normlardan uzak bir şekilde derûni, vicdani kanaat ve eğilimler olarak ön plana çıkmaktadır. Bu bakımdan Allah’ın “ahlaki ve sosyal değerlerin öğreticisi ve yol göstericisi” olmakla sınırlı bir konumda görülmesi, vicdanlarda yer alan bazı ahlaki değerlerle sınırlı bir din anlayışını gündeme getirmekte olduğu için laikler tarafından kabul görmüş bulunmaktadır.
En bariz saptırma gayreti ise, şu cümlelerle ortaya konmaktadır:
“Bu ‘hakimiyet’ (yani kainat üzerindeki kozmolojik hakimiyet) kavramı ile ‘hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ ilkesinde yer alan ‘hakimiyet’ kavramı birbirine karıştırılmamalıdır”.
Bir kere “hakimiyet milletindir (ulusundur)” ifadesi demokrasinin teorisinde yer alan koca bir yalandır. Demokrasinin egemen olduğu hiçbir ülkede, “hakimiyet halkın” olmamıştır. Hep oligarşiler egemen olmuşlardır. Ya sermaye oligarşileri ya da sermaye ve silahlı güçlerin oluşturdukları oligarşiler egemen olmuşlardır. Velev ki, teorisinde olduğu gibi hakimiyet ulusa ya da halka verilseydi, yine tuğyanı, Allah’a başkaldırıyı ifade edecekti. Çünkü toplumsal düzeni sağlayan kuralların ulus adına temsilci olan parlamenterlerce nihai olarak yapılması ve ilahi olanın dışlanması “tevhid”e aykırıdır. İnsan, toplum ve devlet hayatının hiçbir alanı Allah’tan ve Allah’ın hükümlerinden soyutlanamaz. Halkın, ümmetin İslam sistemindeki yetkisi sadece yöneticilerini belirlemek, denetlemek ve gerektiğinde görevden almakla sınırlıdır. Yöneticilerin veya halkın seçtiği yasama organı (şûra) üyelerinin Allah’ın hükümlerini esas almadan, kendi hevaları veya halkın isteklerine göre yönetmek veya yasa yapmak yetkileri yoktur. Yasama, yargı ve yürütmenin tâbi olacağı, esas alacağı hükümlerin kaynağında halk ya da ulus değil, Allah vardır. Yönetenler de, yönetilenler de Allah’ın hükümlerine uymak mecburiyetindedirler. Bu sebeple hakimiyet her zaman ve her alanda Allah’ındır. Halk, yani ümmet ise, yürütme ve yasama görevlerini Allah’ın değişmez, değiştirilemez hükümlerine göre yürütecek olanları seçmek, denetlemek ve azletmekle yetkilidir.
Bunun için Sudan Anayasası’nda “Hakimiyet Allah’ın; yönetim, otorite, önderlik Sudan halkınındır” ilkesi va’zedilmiştir. Bu ilke dahi Türkçe’ye çevrilirken “hakimiyet Allah’ın, egemenlik milletindir” gibi yanlış tercüme edilerek kafalar karıştırılmaktadır.
Diğer taraftan “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir (ulusundur)” ifadesini kabul eden Abantçılar, bu sözü meclis duvarına yazdıranların son derece net bir açıklıkla ortaya koymaktan çekinmedikleri amaçlarını, niyetlerini görmezden gelmektedirler.
Bu sözü, gerek meclisin temel düsturu yapan Mustafa Kemal, gerek bugüne kadar sahip çıkan egemenler, gerekse bu anlamda sözleri ilk defa ortaya atarak laiklik ve demokrasi tanımları yapan düşünürler, bu sistemlerin kurucuları, hep ilahi otoritenin dışlandığı ve beşer iradesinin esas alındığı bir düzeni kastetmişlerdir. Allah’ın hükümlerinin, yani ilahi olanın vicdanlarda kalmasını, hayata müdahale ettirilmemesini, hayatı düzenleyen kuralların ise nihai anlamda, üzerinde hiçbir otorite ve hüküm koyucu, sınırlandırıcı kabul etmeksizin halkın temsilcileri insanlar tarafından konulması gerektiğini vurgulamışlardır. Nitekim, Abant Bildirgesi de parlamentoyu halk adına nihai otorite edinen ve ulusu ilah yapan bu ilkeyi benimseyerek; “siyasi mânâda milli iradeyi esas almak ve onun üstünde bir güç tanımamak” ifadesine yer vermiştir. Mevcut sistem de işte bu anlamda “hakimiyetin kayıtsız şartsız ulusun” olduğunu ifade etmiştir. Tabii ki, Abant bildirgesinde ifade edildiği gibi, “Hakimiyet milletindir” derken, uygulamada tersi olsa da, teoride “hakimiyetin bir ferdin, sınıfın, zümrenin tabii hakkı olmadığı” hususu da vurgulanmakla beraber, aynı zamanda Allah’ın da olmadığı, öncelikle ve özellikle ortaya konmuştur. Yıllardır da açıkça yazılmış ve söylenmiştir. Hatta Abant toplantısına katılan laiklerin tamamının da böyle düşünmekte ve toplumsal, hukuki, sosyal, ekonomik düzeni sağlayan normların belirlenmesinde Allah’ın hükümlerinin, ilahi olanın dışlanması gerektiğine (ki laiklik de budur) ve 3. maddedeki ifadelerin bunu sağladığına inanarak, yeryüzü düzenindeki hakimiyetin, kural belirleme yetkisinin tamamen ve nihai anlamda ve kayıtsız-şartsız insanlara ait olması gerektiğinin kabul edildiği sevinciyle bu bildiriyi imzalamış olduklarında şüphe yoktur. Abantçı laiklere, demokratlara sorulsa, yönetimler seçimle, halk tarafından belirlensin, ancak halkın çoğunluğunun istemesi halinde seçilen yöneticiler, İslam şeriatını esas alan bir düzen kurabilirler mi? Ülkenin, toplumun yönetiminde İslam hükümlerini esas alabilirler mi? En azından müslümanlara yönelik olarak toplumsal ilişkilerin düzenlenmesinde Allah’ın hükümlerini esas alabilirler mi? Devlet ve kamu düzenini Allah’ın hükümlerine dayandırabilirler mi? Bunlara kesinlikle ve şiddetle karşı çıkacaklarından şüpheniz olmasın. “O zaman laiklik ve demokrasi kalmaz” diyeceklerinden emin olabilirsiniz.
O halde onlarla birlikte imza edilen bu bildirgenin sözkonusu ifadeleri kesinlikle kelime oyunlarının, kavram kargaşasının arkasına saklanılarak “hakimiyet” konusunu iki ayrı ilah arasında taksim etmek anlamına gelmektedir.
Diğer taraftan, İslam sisteminde, içtihad alanı olarak “ümmete bırakılan” yöneticilerini belirleme ve nasslar dışında kalan alanlarda ehil temsilcileri vasıtasıyla ikincil derecede kurallar, normlar koyma yetkisinin dahi, cahili değerleri esas alan cahili bir yönetim ve sistemin kutsadığı, ilahlaştırdığı “ulusal iradeye” bırakılmasını kabul etmek de son derece büyük bir çarpıtma hadisesidir. İslami ıstılah ve kavramların egemen şirk sistemlerinin çıkarları istikametinde kullanılması anlamına gelmektedir.
Sistem açıkça kimliğini ortaya koymuş, ilahi olanı değil esas almak, İslam şeriatını isteyenleri düşman ve birinci öncelikli tehdit ilan etmiştir. Duvarında “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözüne yer verilen meclisinde, hevaların istikametinde nihai otorite olarak yasalar yapılmakta, ilahi olana uymak bir yana, ağzına alan hakarete, dışlanmaya, aşağılanmaya maruz bırakılmaktadır. Yani bu sözün ne anlama geldiği pratikte de ortaya konulmuş, yasama, yargı ve yürütme açıkça ilahi olandan soyutlanmış, halk iradesinin ilahlığı kabul edilmiştir. Tüm bu gerçekliğe rağmen “hakimiyet kayıtsız şartsız (ulusundur)” ifadesindeki hakimiyetin anlamı farklıdır diye ahkâm kesmeye kalkışmak, son derece zelil bir yardakçılık ve kraldan fazla kralcılık yaparak, şirk sistemine ve şirk meclisine halk nezdinde meşruiyet kazandırma gayretkeşliği değil de nedir?
Hadi sistem İslam’ı esas almış olsaydı, nass’lar esas alınsa ve sadece Allah ve Rasulü’nün boşlukta bıraktıkları bazı alanları düzenlemek üzere yine nass’ların ışığında ikincil derecede yasalar yapan ümmetin teşkil ettiği şûranın duvarında da bu söz yazılı olsaydı. İslam’ın ölçüsü bilinmekte ve bu İslam şûrasının İslam’a uygun çalışması da takip edilmekte olduğundan, bu yazı belki o zaman bu bildirgede olduğu şekilde te’vil edilmeye çalışılabilir, “milletin hakimiyetinden kastedilen, bir ferdin, sınıfın, zümrenin hakimiyetinin esas olmamasıdır” denilebilirdi.
Halbuki burada, açıkça bu “hakimiyetten” neyi kastettiğini hem yazılı olarak, hem de uygulama halinde ortaya koymuş bir sistemin, “ulus hakimiyetinden” neyi kastettiğinin çarpıtılması suretiyle meşrulaştırılmaya, İslam’a uydurulmaya çalışılması sözkonusudur ki, bu ayrıca utanç verici bir tutumdur.
Değişim Dergisi’nin kendisiyle yaptığı röportajda Abantçı entelektüellerden Ali Bulaç şunları söylüyor:
“Hakimiyet Allah’ındır kavramı, Kur’an’da ve Sünnet’te geçmiyor… Biz İslam dünyası olarak bu cümleyi, Katolik Kilisesi’nden aldık, ithal ettik; olduğu gibi iktibas ettik”1.
Halbuki Kur’an bütünlüğü içinde, Allah’ın hakimiyetinden kasdın ne olduğu açıkça ifadesini bulmaktadır. “Allah’ın hâkimler hâkimi” olduğunu açıkça vurgulayan ayetler bulunmaktadır. Yine Allah’tan başkasına kulluk ve ibadet edilmemesini, sadece Allah’ın hükmüne tâbi ve teslim olunmasını isteyen tüm ayetler bu hakimiyetin altını doldurmaktadır. Hükmün ancak Allah’a ait olduğu2, Allah ve Rasulü’nün va’zettiği bir hüküm varken, mü’minlerin başka tercihler yapmalarının mümkün olmadığı3 ile ilgili ayetler hep Allah’ın hakimiyetini vurgulamaktadır. Yasama, yürütme ve yargı ile ilgili tüm organların tüm faaliyetlerinde Allah’ın hükümlerini esas almak mecburiyetinde olmaları, hep Allah’ın hakimiyeti kavramını tanımlamaktadır. Yasaların kaynağını Allah’a dayandırmak, Allah’ın hakimiyetinin temel gereğidir.
“Yaratmak da, emir de (yalnızca) O’nundur”4.
Sadece, Allah’ın emrinden oluşan şeriata tâbi olunması ve sadece Allah’a itaat edilmesi gerektiği5, yine hep Allah’ın hakimiyetini vurgulayan ayetlerdir.
Allah’ın insanların hem Rabbi, hem meliki (yöneticisi, sahibi) ve hem de ilahı olduğunu vurgulayan ayetler de6 bu hakimiyeti ortaya koymaktadır. “Herşeyin melekûtu (mülk ve yönetimi)”7 O’nun elindedir. Hakkında ihtilafa düşülen konularda hüküm, sadece Allah’ındır8. Din sadece O’na halis kılınmak ve ibadet, itaat sadece O’na yönelmek durumundadır9. Hükmüyle mahkeme olunması gereken sadece O’dur10. Yönetim sadece O’nun hükümleri ile yapılmalı, insanlara sadece O’nun hükümleri ile hükmedilmelidir11. Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler kafirlerdir12.
Bunlara benzer daha pekçok ayet muhkem bir biçimde Allah’ın hakimiyeti kavramını ortaya koymaktadır. Buna rağmen illa da bu kavramı bir ayette aynen bulamadığını iddia ederek, “Allah’ın hakimiyeti” kavramının Kur’an’da bulunmadığını öne sürmek ve insana hakimiyet alanı açmaya vesile kılmak demagojiden başka birşey değildir.
Aynı röportajda Bulaç, şu ifadelere de yer vermektedir:
“Eğer ümmet birşey üzerinde ittifak ederse, ‘bu doğrudur’ derse; bu bütün müslümanların icmaı olur. Yani tıpkı ayet ve hadis gibi geçerli bir referanstır. O halde ‘hakimiyet Allah’ındır’ sözünün bizde bir karşılığı yoktur… Burada aynı zamanda demokrasiye bir geçiş vardır”13.
Ümmet, Allah ve Rasulü’nün kesin hükme bağladığı, hakkında açık ifadeli nass olan bir alanda da böyle oybirliği ile aykırı bir karar verse, doğru mudur? Hayır. Bütün ümmet bir yana, bir kişi de nassın yanına geçse, o tek kişinin bulunduğu taraf, yani nassın olduğu taraf haklı ve doğrudur. O halde hakimiyet Allah’ındır, ümmetin değildir. Ümmet içtihad alanında alacağı kararları bile nasslara aykırı düşmeden ve nassların ışığında almak mecburiyetindedir. Demokraside ise Allah’ın dediği değil, halkın çoğunluğunun aldığı karar haklı ve doğru kabul edilerek, şirke kayılmaktadır.
Bulaç, sözlerinin devamında “hakikaten halkın iradesini siyasete yansıtacak bir rejim modeli peşindeysek ve bunun da köklerini İslam’da arayacaksak, artık bu cümleyi (hakimiyet Allah’ındır sözü kastediliyor) terketmemizin zamanı gelmiştir” diyebiliyor.
Halbuki eğer kastedilen, ümmetin, yöneticilerini belirleme ve içtihad alanında ikincil derecede kuralları yine nasslar ışığında koyabilme yetkisi ise, bunlar zaten Allah’ın hakimiyeti kavramı ile çelişmeyen ve zaten “hakimiyet” kavramı ile alakasız hususlardır. Ve İslam bunları hiçbir zaman reddetmemiştir. O halde hâlâ neden “Allah’ın hakimiyeti” kavramından rahatsız olunmakta ve neden halka sınırsız bir yetkinin, demokratikleşmenin, yani halkı ilahlaştırmanın kapılarını açacak söylemler öne çıkarılmaya çalışılmaktadır?
Sonra hakimiyet ya da egemenlik, hep kaynakta yer alana göre aidiyet kazanır. Mesela demokraside yöneten hükümet ve parlamento olduğu halde, “hakimiyet parlamentonundur” denilmemekte, “hakimiyet ulusundur” denilmektedir. Çünkü demokrasiye göre hakimiyet, nihai anlamda tek yetkili görülen halkındır. İslam’da ise yönetimleri seçmek, denetlemek, azletmek ve nass bulunmayan alanlarda ikincil derecede yasalar yapma yetkisi ümmetindir, ancak ümmete bu hakkı tanıyan ve onu hükümleriyle kayıtlı tutan hakimiyet kaynağı ise Allah’tır. O halde “hakimiyet ya da egemenlik ümmetin”dir denemez. Kaynakta yer alan Allah’ın va’zettiği hükümlere ümmetin ve ümmetin seçtiği yönetici ve şûra üyelerinin uyma zorunluluğu olup, hakimiyet Allah’ındır.
Buna rağmen 3. maddedeki ifadelerin pek çok platform ve yayın organında bazı “İslamcı” aydın ve akademisyenlerce ısrarla gündemde tutulmaya çalışılması ve “Allah’ın hakimiyeti” kavramından rahatsızlık duyulup, artık bundan kurtulunması gerektiğinin vurgulanması, sadece laiklik ve demokrasiye ve bu anlamda ulusun hakimiyetine alan açmak, batı düşüncesi ve modernizmle uzlaşmak içindir. Vahy ile geleni tekrardan sıkılmış olanların illa yeni birşeyler söyleme kompleksi ile bazı vahyi doğruları bile yamultmaktan çekinmemeleri, Batı’da üretilen düşünceleri tekrar etmekten, onlarla bütünleşmekten ise haz duymaları, gerçekten utanç verici bir ibreti sergilemektedir.
Aslında tüm bu hakimiyet tartışmalarıyla, kimi “iyi niyetle” ama ahmakça, kimi “kötü niyetle” de olsa, yol açılan sonuç, Hristiyanlık camiasında yaşanan serüvende olduğu gibi, “Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya, Sezar’ın hakkını Sezar’a verme” şeklindeki şirk düşüncesinin yaygınlaşmasına ve kanıksanmasına sebep olmaktır.
Tüm Dinlerden Soyutlanmış Devlet
Abant bildirgesinin 4. maddesinde ise devletin bütün din ve ideolojilere eşit uzaklıkta durması gerektiği üzerinde uzlaşılmıştır.
“4- …Devletin her türlü ideolojiye, inanç ve felsefi görüşe eşit mesafede bulunması gerekir. Devletin totaliter, otoriter, sert, dayatmacı bir resmi ideolojisi olmaz…”
Bu maddede yapılan devlet tanımı, doğrudan doğruya laik devletin tanımıdır. Ancak laik devlet, bütün din ve ideolojilerden soyutlanabilir. Dinsiz devlet, laik devlettir. Laik devletin bile insanı ilah kabul eden bir dini vardır. Müslüman aydın ve akademisyenler, bugünkü devletin resmi ideolojiden arındırılmasına karşılık İslam sisteminde de devletin İslam’dan soyutlanmasını kabul ederek uzlaşmışlardır. Bütün dinlere eşit uzaklıkta duran ve tüm dinlerden soyutlanmış bir devlet ve kamu alanı anlayışı Batı standardında laik bir anlayıştır. İşte taraflar bu Batı standardında laiklik ilkesinde uzlaşmışlardır.
“Tevhid” ise “devlet” ve “kamu” alanı dahil hiçbir alanın, Allah’tan ve Allah’ın dininden soyutlanmaması demektir. Kim ki, herhangi bir alanı Allah’tan ve Allah’ın dininden soyutlarsa “tevhid”den uzaklaşmış olur. Bireysel, toplumsal ve devlete ait tüm alanlara Allah’ın hükümlerini hakim kılmak “tevhid”in vazgeçilmez bir gereğidir.
Abant bildirgesinde benimsenen laik anlayışın, üstelik İslam’a uygunmuş gibi takdimi, dinin reforme edilmeye çalışılmasının ifadesidir.
Gayet tabii, İslam adaletinin bir gereği olarak, gayrimüslimlerin birey, aile ve cemaat planında istedikleri dini tercih edip, o istikamette özgürce yaşama, örgütlenme özgürlükleri vardır. Ve hatta şahsi ve medeni hukuk alanında bir nevi özerklikleri bile sözkonusudur. Tabii ki, onlara İslami bir hayatı yaşamaları dayatılmaz. Ancak devlet ve kamu düzeni sağlanırken İslam dini, Allah’ın hükümleri esas alınmak zorundadır. Bu alanları dinlerden soyutlayanlar ise, ürettikleri projelerinde, bütün dinlerin biraraya gelip üzerinde uzlaşacakları bir sözleşmeyi esas alacaklarını söylüyorlar. Devlet ve kamu düzenini sağlayacak kuralları ihtiva eden bu sözleşme de, aslında insanların hevaları istikametinde hazırlanan yeni bir din hüviyetindedir. Hiçbir dini veya ideolojiyi esas almayan nötr bir devlet, pratikte hiç gerçekleşmediği gibi teorik olarak da mümkün değildir.
O halde devlet ve kamu alanını düzenlemek için herhâlükarda bir kurallar manzumesine ihtiyaç duyulmaktadır. İşte bu kurallar İslam sisteminde Allah’ın hükümleri, laik sistemde hevanın ürettikleridir. Bu sebeple müslümanlarla, müslüman olmayanlar böyle bir meselede aynı görüşte olamazlar. Ancak İslam sisteminde müslüman olmayanlara geniş özgürlük ve özerklik imkanları tanınırken, laik sistemde insanların hevasının ürünü bir ideoloji ve hayat tarzı, hem de bireysel alana kadar sirayet ettirilerek, müslümanlara da dayatılmaktadır.
Demokrasi, İnsan Hakları ve Özgürlük Kavramları İdeolojik Değil midir?
Diğer taraftan, bildirgenin bu maddesinde, “Demokrasi, insan hakları, özgürlük ve barış içinde yaşama gibi değer ve talepleri bir ideolojinin unsurları olarak görmüyoruz” ifadeleri yer almıştır. Halbuki bunların herbirisi ideolojiden arındırılamayan değer ve kavramlar olarak sürekli tartışma konusudurlar.
Demokrasi, hevayı esas alan, insanı ilahlaştıran pozitivizm zemininde ortaya atılan ve teorisinde halkın iradesini (genel istenci) nihai otorite kabul eden, ilahi olanı ise dışlayan bir ideoloji olarak doğmuş ve öyle de yaşamaktadır. Yüzlerce demokrasi tarifinin değişmez ortak paydası halk iradesinin mutlak hakimiyetidir. J.J. Rousseau’ya göre, bu bir toplum dinidir ve doğal olarak ilahı da halk iradesidir. Halk iradesinin üzerinde bir başka otorite, ilahi otorite dahil, kabul edilemez.
Bütün demokrasi tanımlarında demokrasinin bir yaşam biçimi olduğu vurgulanır. Yani demokrasi, yöneticilerin halk çoğunluğunun oyu ile seçilip yine aynı yol ile görevden alınması anlamında bir yöntem, bir teknik değildir. Böyle bir yöntemi her sistem ve bu arada İslam’da kullanabilir. Ama bu demokrasi demek değildir. Nitekim bildirgeye imza atan laik, demokrat aydınlara sorulsa ve halk çoğunluğu İslam şeriatının uygulanmasını isterse olabilir mi? denseydi, şüphesiz itiraz edeceklerdi.
İnsan hakları ve özgürlük tanımları da tıpkı demokrasi gibi din ve ideolojilerden soyutlanabilecek nötr kavramlar kesinlikte değildirler. Nitekim bizim hak ve özgürlük anlayışımız, İslam’ın getirdiği ölçülerle çevrilidir. Sorumluluk bilinci ile mücehhez bir özgürlük anlayışı sözkonusudur. Allah’a, nefsimize, diğer insanlara ve doğaya karşı sorumluluklarımızı da içeren bir özgürlük ve hak anlayışımız sözkonusudur. Batı düşüncesinde ise pozitivizmin insanı merkeze alan anlayışı sebebiyle Allah’a karşı da ileri sürülebilen, azgınlık, tuğyan anlamı taşıyan bir hak ve özgürlük anlayışımız sözkonusudur. İnsan Hakları Derneği’nin yetkililerinin de zaman zaman ifade etmekten çekinmedikleri gibi, batı referanslarına dayalı insan hakları anlayışı, “insanları diğer insanların ve Tanrı’nın tasallutundan korumanın” gerekliliğine inanmaktadır. BM İnsan Hakları Sözleşmesi’nde de bu sebeple kölelik ve kulluğa birlikte karşı çıkılmıştır.
O halde, bazı çakışan noktalar bulunsa bile, temelde hak ve özgürlük anlayışları arasında bu kadar köklü dini veya ideolojik farklılıklar bulunan kesimler, bunları ortak değer ilan edip, kendileriyle kastettikleri bu kadar farklı olan bu kavramların soyut ifadelerini ortak payda yaparak uzlaşmazlar.
İslam “Demokratik Hukuk Devletinin Evrensel ve Temel Değer ve İlkelerini” Düzenlemiş midir?
Bildirgenin 5. maddesinde; “İslam’ın demokratik hukuk devletinin evrensel ve temel değer ve ilkeleri dışında, siyasi rejimin ayrıntılarının düzenlenmesini topluma bıraktığı görüşündeyiz” cümlesine yer verilmiştir.
Bu maddenin birinci kısımında, İslam’ın demokratik hukuk devletinin temel değer ve ilkeleri ile özdeş olduğu ifade edilmektedir. Bu çok büyük bir yanılgı ve saptırmadır. İslam’a iftiradır. Çünkü İslam “demokratik hukuk devletinin temel değer ve ilkelerini” düzenlememiştir. “İslami hukuk devleti” ile “demokratik hukuk devleti” taban tabana zıt değer ve ilkelere sahiptirler. Fadlallah’ın da, Yeni Ufuklar isimli eserinde beyan ettiği gibi;
“Demokrasiye göre hakimiyet, kanun ve yönetimin kaynağı halktır… İslam, şer’i cihetle, Allah ve Rasulü ile bağlantılıdır. vatandaşların çoğunluğu, hatta ve hatta tüm dünya reddetse dahi İslam’ın bir hükmü değiştirilemez. Fakat İslam ve demokrasi aynı zamanda yönetim ve yönetici belirlemede halk çoğunluğuna dayanma konusunda aynı çizgide buluşmaktadır…” 14
Yani demokrasi ve İslam sadece yöneticileri halk çoğunluğunun oyu ile belirlemeye ilişkin aynı yöntemi kullanmak dışında, özellikle ideolojik olarak kesinlikle mutabık değildirler. “Demokratik hukuk devletinde” hukukun kaynağı mutlak olarak halk iradesi iken, “İslami hukuk devletinde” hukukun kaynağı mutlak anlamda Allah’ın hükmüdür. Demokratik hakların kaynağında yine nihai olarak insanın hevası varken, İslam’da temel hakların kaynağında nihai olarak Allah’ın iradesi vardır. Demokrasi de temel hakların hududunu ve muhtevasını pozitif hukuk belirlerken, İslam’da ilahi hukuk belirler. O halde nasıl olur da bu iki ayrı “din” sanki özdeşmiş gibi gösterilebilir. Nasıl olur da İslam’ın taban tabana zıt olduğu “demokratik hukuk devletinin temel değer ve ilkelerini” belirlediği ifade edilebilir.
İslam’ın, siyasi düzenin temel ölçülerini koyup, ayrıntıları ümmete bıraktığı doğrudur. Ancak İslami bir sistemin laik ve demokrat olup olamayacağı hususu bir ayrıntı olmayıp, bunu engelleyen temel nasslar Kur’an’da mevcuttur.
Laiklik Benimseniyor
Bildirgenin 6. ve 7. maddelerinde artık laikliğin benimsenmesine ve bu konuda uzlaşmaya sıra geliyor.
“Laiklik esas itibariyle bir devlet tutumudur ve laik devlet dini tanımlamaz, bir din siyaseti de gütmez.”
“Laiklik din karşıtlığı değildir ve insanların yaşam tarzlarına müdahale edilmemesi biçiminde anlaşılmalıdır”.
Bu ifadelerin altına imza atanlar, bir devlet tutumu mahiyetindeki laikliği benimsemiş ve uzlaşmışlardır. Bütün dinlere eşit uzaklıkta olan ve dinlerden soyutlanmış bir devlet olarak tanımlanan laik devlet, ilahi olanı devlet düzeninden kovan bir devlettir. Ve bir müslümanın “tevhid” gereğince böyle bir devleti kabullenmesi mümkün değildir. Kamu düzeni ve devlet işleyişi ile ilgili, ekonomik, sosyal, hukuki ve siyasi alanları düzenleyen ilahi nassları devre dışı bırakan bir devlet düzeni benimsenerek yapılan uzlaşma, tüm toplum ve devlet hayatını kuşatan bir din olan İslam’la bağdaşır mı?
Zaten sorun olan laiklik, İslam’a karşı örgütlü bir karşı çıkışı, devlet hayatından, toplumsal düzenden Allah’ın hükümlerini kovmayı ifade eden bu tür bir laikliktir.
İnsanların bireysel yaşamlarına müdahale etmese, bir dine karşı olarak algılanmasa da, laiklik, devlet ve kamu alanından ilahi olanı kovduğu, beşeri hevayı ilahlaştırarak bu anlamda yeni bir din oluşturduğu için yine de bir müslüman tarafından kabul edilemez.
Sonuç
Bildirgenin diğer maddeleri ile ilgili olarak da söylenecek pekçok husus varsa da, yazıyı daha fazla uzatmamak amacıyla burada kesiyorum. Bildirgenin son paragrafında yer alan ifadeler de imza sahiplerinin kendilerine iddialı konumlar biçtiklerini göstermektedir.
“Din-Devlet ilişkileri üzerinde üç gün süre ile yürüttüğümüz tartışmalar sonunda ulaştığımız sonuçların bütün Türkiye’nin ortak özlem ve beklentilerine cevap vermeye yardımcı olacağına inanıyoruz”.
Bu uzlaşmanın müntesipleri, hevalarının bütünleşmesi sonucunda uzlaştıkları hususların, “bütün Türkiye’nin ortak özlem ve beklentilerine cevap vereceğini iddia edebilecek derecede kendilerini ve yaptıklarını önemsiyor ve büyütüyorlar.
Böyle bir uzlaşma bildirgesini imzalayarak İslam’ı revize etmeye, reforma tabi tutmaya çalışanlar, üstelik bir de bu bildirilerini efendilerine takdim ediyorlar.
Bu uzlaşma bildirisini, bir uzlaşma önerisi halinde, yaranmak, kendini kabul ettirmek için, sığınmacı bir mantıkla, egemenlere sunuyorlar. Uzlaşmacı Abantçılardan oluşturulan bir heyet, Cumhurbaşkanını, meclis başkanını, başbakanı, başbakan yardımcısı Ecevit’i ve Diyanet İşleri Başkanı’nı ziyaret ederek bu uzlaşma tekliflerini sunuyor. TV’lerde izlediğimizde gördük ki, şirk sisteminin tüm “uluları” uzlaşmacı heyeti alkışlıyorlar, onların sırtlarını sıvazlıyorlar, teşvik ve takdir ediyorlar. Zaten amaç da bu takdire mazhar olmaktır ve bu bakımdan amaca ulaşılmıştır. Bu arada tabii ki olan Allah’ın dinine olmuş, bazı çıkarlar uğruna Allah’ın ayetleri satılmıştır.
Aslında, bildirgenin içeriğini hiç bilmeseydik, sadece bu sonuçtan haberdar olsaydık dahi, yapılanın yanlış olduğu, İslam’ın aleyhine birşey olduğu yine de anlaşılırdı. Çünkü, İslam’ı ve müslümanları mürteci diye damgalayıp, birinci öncelikli tehdit ilan edenler, sadece Allah’ın emrine uyup başlarını örtenleri joplatıp, yerlerde sürükleyenler, okullara sokmayanlar, İslam şeriatını istedikleri için müslümanları hapislere dolduranlar, bu heyete, yaptıkları bu iş sebebiyle, takdirlerini sunuyor, “ne güzel yapmışsınız” gibi teşvik edici sözlerle taltif ediyorlarsa, sadece bu durum bile Abantçıların Allah’ın dinine ne büyük zararlar vermiş olduklarına yeterli delili oluşturacaktır.
Toplumu tevhide doğru dönüştürmek iddiasında olanlar, toplum içindeki cahiliye kesimleriyle uzlaşıp, laik, demokratik, rasyonalist fikir ve yaklaşımları benimsediklerini ifade eden metinlerin altına imza atamazlar. Tevhide doğru dönüştürmek iddiası ile ortaya çıktıkları toplumun cahili değerleriyle kendilerini tanımlayıp, bu cahili değerlerin şahitliğini üstlenenler, tersine bir dönüşümün, tevhidden cahiliyeye doğru ricatın, çözülmenin öncülüğüne savrulmaktan kurtulamazlar.
Önce İslam adına ortaya çıkıp, daha sonra çeşitli sebeplerle cahiliye ile uzlaşan bir çizgiye savrulan aydın, akademisyen ve cemaat önderlerinin bu ilkesiz, dengesiz, istikrarsız tutumları, önlerinde, inandıkları değerlerde sebat eden, vahye şahidlikte direnen güzel örnekler bulamayan kitleleri saşkına çeviriyor. İnsanlar samimiyetle dinlerini ararken neye, kime inanacaklarını şaşırıyorlar. Din hakkında şüphelere düşüyorlar. Güven duyguları yıkılıyor, umutsuzluk, yılgınlık ve çözülme yaygınlaşıyor.
Bu dejenerasyon ve umutsuzluk ortamında insanın şunu diyesi geliyor;
“Keşke bu insanlar hiç müslüman olmasaydılar ve daha önceki dönemlerinde kaleme aldıkları müsbet eserlerini, yazılarını da hiç yazmasaydılar. Belki o zaman, bugün geldikleri, istikrarsız, tutarsız, ilkesiz, zikzaklarla dolu çizgileri ve pragmatizmi esas alan oportünist, çıkarcı davranışlarıyla bu şaşkınlıklara, umutsuzluklara, yılgınlıklara ve çözülmelere sebep olamazlardı”.
Son derece ilginç ve esef verici bir süreci yaşıyoruz. Cahiliye’ye bulaşmış, hakikatin bilgisinden yoksun kitlelere tevhidi daveti ulaştırmakla görevli olması gerekenler tebliğ muhataplarının cahili söylemlerinin arkasına takılmış sürükleniyorlar. Vahye şahidlik yapan şahsiyetli, tutarlı, ilkeli, sebatkâr örneklikler oluşturarak toplumsal dönüşüme vesile olması gerekenler, topluma, zulumattan nura çıkaracak aydınlık yolu göstermesi gerekenler, zulumatın kulvarları arasında bir oraya bir buraya savrularak ibret verici bir serüveni yaşıyorlar.
Tebliğ muhataplarıyla oturup, Allah’ın vahyini, İslam dinini masaya yatırıyorlar ve tebliğ muhataplarının hevalarına, arzularına uygun revizyonlar yapıyorlar. Onlara tebliğ etmekle yükümlü oldukları vahye ait değer ve ilkeleri, onların cahili istekleri doğrultusunda yorumlamaya, değiştirmeye, reforme etmeye çalışıyorlar.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Mekke müşrikleri de Allah’ın Rasulü’nden Kur’an’da kendi hevalarına uygun bazı değişiklikler yapmasını, Kur’an’ı kendi cahili pratikleri ile uyumlu hale getirmesini talep etmişlerdi15. Müslümanların güzel örneği olduğu halde, ne yazık ki Abantçıların örnek almaktan imtina ettikleri Rasulullah (s), bu talepler üzerine, tebliğ muhatabı Mekke müşriklerine Yunus 15, 16, 17. ayetleri de okuyarak şu cevabı vermişti;
“Benim Kur’an’ı değiştirmem, revize etmem, insanların veya kendimin hevasına uydurmam imkansız. Ben ancak bana vahyedileni tebliğ eder, kendim de ancak ona uyarım. Aksi takdirde, yani haddi aşarsam Rabbimin azabından korkarım”.
Görüldüğü üzere, güzel örneğimiz, efendimiz, Peygamberimiz Hz. Muhammed ve Kur’an bir vadide, Abantçılar ise gayrimüslimlerle omuz omuza bir başka vadidedirler.
Dipnotlar
1-Değişim Dergisi, Ağustos-Eylül, 1998, Sayı: 58, sh.19
2- Yusuf, 40
3- Ahzab 36
4- Araf, 54
5- Casiye, 18; Nisa, 59
6- Nas, 1-3; Haşr, 23
7- Mü’minun, 88
8- Şura, 42-Nisa,59
9- Zümer, 11, 14
10- Nisa, 60-65
11- Maide, 48, 49, 50
12- Maide, 44
13- Değişim, a.g.d, sh. 20
14- Değişim, a.g.d, sh. 38
15- İzzet Derveze, et-Tefsirü’l-Hadis, c.2, sh. 387-399