Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Makale / Tağuta tağut demek, artık bazı Müslümanlarca hor görülüyor

Tağuta tağut demek, artık bazı Müslümanlarca hor görülüyor

Pamak bu bölümde, “dini çoğulculuk”, “din ve ideolojiden arındırılmış kamu alanı” gibi hak-bâtıl sentezine dayalı yaklaşımları ve son dönemlerde Türkiye’de gerçekleşen sistem içi değişim ve dönüşümler konusunda Müslümanlar arasında ortaya çıkan farklı yönelimleri ele alıyor ve bu süreçlerde konjonktürel kazanımlar uğruna İslami reflekslerinden uzaklaşma eğilimi gösteren Müslümanlara önemli uyarılarda bulunuyor.

 

Müslümanların söylem ve eylemlerinin giderek artan oranda sekülerleştiğini kaydeden Pamak, tıpkı Tanzimat’ta gâvura gâvur demenin hor görülmesi gibi, görece özgürlükçü yeni statükoya angaje olan Müslümanlarca, tağuta tağut demenin hor görülür olduğuınu kaydediyor ve“Sistem içi demokratikleşmeyi benimseme ya da aktif desteklemede o kadar ileriye gidilebilmektedir ki, bazı Müslümanlar bu gidişe sessiz kalmayıp, tevhidi ilkeleri, vahyi ölçüleri, Peygamberi örnekliği hatırlatarak “emri bil maruf” sorumluluğunun gereğini yerine getirmeye kalktığında, kimileri bu İslami uyarıları yapanları tahfif edici, karalayıcı, itham ve iftiralarla mahkum edici tutumlar sergilemekten bile çekinmemişlerdir. Hatta “tevhid, şirk, küfür, bâtıl, tagut, cahiliye, cihad” gibi Kur’ani kavramları gündemleştirmeyi küçümseyip alay konusu yapanlar bile çıkabilmektedir. Bunlar, tevhidi mesajı bugünün insanlarına ulaştırmak için, bu kavramların bugünkü toplumdaki karşılıklarını göstermek, tabiri caizse ete kemiğe büründürmek zaruretini bile görmezden gelebilmektedirler. Bunlar, bugün gerçekleştirilmek istenen, rasyonalizme, liberalizme, dini çoğulculuğa ve laik demokratik sistemle uyumlu din algısına dayalı sistem içi görece özgürlükçü değişime zarar vereceği kaygısıyla, İslami kimlik ve kavramları geriye çekmekten, gündeme getirmemekten yana görünmektedirler. İşte bu endişeyle, bu tür Kur’ani kavramları, günümüzde somut karşılıklarını göstererek kullanmaktan (adeta tarihe gömmek istercesine) imtina ettikleri gibi, bu kavramları gündemleştirenleri de caydırıcı tepkiler verebilmektedirler.” tesbitlerinde bulunuyor.

 

İŞTE MEHMET PAMAK’LA SÖYLEŞİ DİZİMİZİN 5. BÖLÜMÜ:

 

Şedit Zalim Eski Statüko ile Görece Özgürlükçü Yeni Statüko Arasında Müslümanlar

 

Görece özgürlük vaadeden yeni statükoya, statükonun demokratikleşme çabalarının doğrudan içinde yer alıp taraf olan, ılımlı laiklik ve liberal demokrasiyi içselleştirdikleri halde kendini İslam’a nispet eden kesimlerle, bu değişimi Müslümanların maslahatı bakımından olumlu bularak aktif destek kararı alan kimi tevhidi uyanış öbeklerinin tutumlarının analizini yapmak önemli bir sorumluluktur.

 

Bu analiz, gidişatı doğru okuyup tedbirler almak; emri bil maruf bağlamında uyarılarda bulunmamız; İslami toplum oluşturma, ümmeti vahiy ekseninde yeniden inşa etme sorumluluğumuz; gelecek tasavvurumuz ve bu istikametteki tevhidi mücadelemizin istikrar ve sürekliliği ile içinden geçmekte olduğumuz yozlaştırıcı, çözücü, sisteme eklemleyici değişim sürecinden en az kayıpla çıkabilmemiz, gibi başlıklar altında zikredebileceğimiz çok önemli sorumluluklarımız bakımından büyük önem arz etmektedir.

 

Bundan önceki bölümlerde daha çok değişimin doğrudan içinde olan kesimleri ve sistem içi değişim çabalarını dini referanslarla meşrulaştırmaya çalışan farklı kesimlerin yaklaşımlarını ele almaya çalışmıştık. Bu bölümden itibaren ise, daha çok, görece farklı boyutlarda da olsa kendilerini şirk sistemiyle ayrıştırmada ve taguti sisteme karşı tavırlarında daha net olan tevhidi uyanış öbeklerinin, değişimi abartarak, sahiplenip aktif destek vererek ortaya koydukları söylem ve eylemlerini ve bunları İslami referanslara dayandırma çabalarını analiz etmeye çalışacağız.

 

Akılcılık, Hak-Bâtıl Sentezciliği ve Dini Çoğulculuk Gibi Anlayışlarla Türkiye’deki Sistem İçi Değişime Teolojik Meşruiyet Zemini mi Hazırlanıyor?

 

Yaşanan sistem içi değişim ve dönüşüm sürecinde, vahye tabi aklın yerini, kimileri için vahyin üzerinde konum biçilen ve vahyi belirleyerek reel şartlara uyumlu hale getirmeye çalışan akıl, kimileri açısından da vahiyden bağımsız seküler akıl almakta, sonuçta akılcılık/rasyonalizm giderek yaygınlaşmaktadır. Vahyi belirlemeye kalkışan akılcılığın ürünü projelerin de, vahiyden bağımsız aklın ürettiği hukuk sistemlerinin ve seküler temel haklar anlayışının da Allah’ın muradına uygun olabileceği ve insanları kurtuluşa taşıyabileceği iddiaları gündemleştirilmektedir. Bu tür eklektik anlayışların önünü açmak üzere, mevcut cahili toplum şartları, uyum sağlanması gereken doğal durum olarak kabul edilerek, bu cahiliye toplumunu değiştirip vahiyle yeniden inşayı esas alan inkılâbî yöntem terk edilmekte ve verili şartlarda, hak-batıl sentezi yönetimlere ve “birlikte yaşam ve ortak yönetim” adı altında eklektik proje arayışlarına yönelinmektedir.

 

Tevhid dininin mesajı, ister Peygamberler, isterse onların yolunu takip eden muvahhidler aracılığıyla olsun, hep Allah’ın tarihe ve toplumamüdahalesi anlamını taşımış ve köklü bir tevhidi dönüşümü sağlayıp, ahiret-kulluk eksenli bir hayat tasavvurunu inşa ve adaleti ikame etmeye yönelik bir inkılap meydana getirmeyi hedeflemiştir. Bugünün Kur’an davetçileri ise, genelde, tarihe ve topluma, tevhidi inkılap hedefli bir müdahale hedef ve iradesini terk edip, daha çok var olan modern cahiliye modelini ve hayat tarzını, uzlaşılması gereken veri kabul etmektedirler. Sonuçta, var olanı, aynı kodlar içinde kalarak yenilemeye, “sistemin yeniden inşası” adı altında, bu cahiliye değerleriyle İslam’ı uzlaştırarak tarihe ve toplumun cahili değerlerine teslim olmaya yönelmektedirler.

 

Bu tür yaklaşımların sahipleri nazarında, muhtemelen, Ashab-ı Kehf misali onurlu, ilkeli tutumlar; var olanla uzlaşarak, hak-batıl sentezi yaparak, statükoya eklemlenerek saraylarda yaşamak, iktidar ve ranttan payını almak yerine; uzlaşmayı reddedip, batıla itiraz ederek, zalim imparatorların yüzüne hakkı haykırarak, mağaraya sığınmayı tercih eden, güzel örnekler, tarihte kalmış marjinal tutumlar olmaktan öte geçememektedir. İbrahim (as) misali, en büyük tehditlere karşı hakkı haykırmaktan vazgeçmeyen, Nemrud’un ateşinden değil Allah’ın azabından korktuğu için, yakılma tehdidine rağmen tavize, işbirliğine yanaşmayan, baskı, zulüm ve ölüm tehdidi altında tek başına ümmet olmayı, kalabalıklarla uzlaşarak birlikte iktidar ve ranta ortak olmaya tercih eden onurlu marjinallikleri, muhtemelen sadece tarihte kalan bir hatıra olarak okuyup geçmektedirler. Bu örnekler de, bugün kolayca yapıldığı gibi, hak batıl sentezi birlikte yönetimler öneren çoğulculuklara razı olsaydılar ve Hakkı hakim kılmak için batıla karşı tavizsiz bir mücadele sürdürmeseydiler, şüphesiz cahiliye kitlelerini de arkalarına alarak, ya da egemen cahili güç ve sistemlerle hak-batıl karışımı sentezlerde uzlaşarak, kitleleşebilir, iktidar ve ranta ulaşabilirlerdi.

 

Evet bugünün hak-batıl sentezcileri, çoğulcuları, uzlaşmacıları nazarında, bu onurlu örnekler günümüze hitap etmemektedirler; Bu yüzden de,Nuh (as) misali tevhidi daveti 950 yıl sürdürdüğü halde, uzlaşmadığı, tavize yanaşmadığı, hak ile batılı karıştırmadığı, egemen güçlerle işbirliği yapmadığı için, iktidar ve ranta ulaşamayan ve davetine icabet edenlerle bir gemi dolduramayan örnekler de, bugüne ışık tutamayan tarihi hikayeler olmaktan çıkamamaktadırlar. Resulullah (s)’in, “Ya bu Kur’an’ı değiştir, ya da yeni bir Kur’an getir” tekliflerine karşı, “Ben ancak bana vahyolunana uyarım, onu kendi arzuma göre değiştirmem mümkün değildir, Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım”[1]tavizsizliği, uzlaşmazlığı da, büyük işkencelere ve ekonomik-sosyal boykotlara rağmen, iktidar ve rant tekliflerini reddeden onurlu duruşu da, muhtemelen O’na ait ve tarihte kalan, bugünün şartlarında örnek olamayacak bir tercih olarak algılanmaktadır.

 

İşte bu sebeple de, vahyî nasslara bağlılık ve teslimiyet yerine onları verili şartlara uydurmak için eğip-büken, değiştirmeye kalkışan aşırı yorumlarıyla “akılcılık” ve hak ile bâtılı eşdeğer konuma oturtarak birlikteliğe, uzlaşmaya, ülkeyi birlikte yönetmeye yönlendiren “dini çoğulculuk” eksenli düşünceler yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır. Bir önceki bölümde alıntılanan beyanlarda ortaya konduğu üzere, “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek” konusu dahi tartışmaya açılarak, Allah’ın emrini saptırıp, hükmü değiştiren yorumlar yapılabilmektedir. Ve böylece laik cahiliye yasalarının ayrım yapılmadan uygulanmasının bile Allah’ın hükmüyle hükmetmek kapsamına girebileceği gibi saptırıcı aşırı yorumlara tevessül, daha doğrusu hükmü değiştirmeye cür’et edilebilmektedir. Buradan kalkarak da, bütün dinlere eşit uzaklıkta devlet ve kamu alanı tasavvuru oluşturulmakta, laik-demokratik olan hak-bâtıl sentezli ortak yönetimlerin de Allah’ın muradına uygun olduğuna dair mesnetsiz düşünceler yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır.

 

Bir daha dikkat çekmek isterim ki, yukarıda ifade edilen hak-batıl sentezli arayışlar, giderek çok yakınımıza kadar ulaşarak ve daha geniş çevreleri kuşatarak yaygınlaşıyor. Türkiye pratiğinde, bir yandan AKP-Gülen öncülüğünde gelişen ve sistemi aynı seküler paradigma içinde kalarak değiştirme/yenileme/batı standartlarında güncelleme ile ülkedeki ve bölgedeki Müslüman halkları dönüştürme, küresel liberal – kapitalist sisteme uyumlulaştırma / ılımlılaştırma projesi sürdürülmektedir. Diğer yandan da, bu projeye bilinçli ve doğrudan ya da birtakım maslahatlar güderek dolaylı destek veren pek çok Müslüman, sistem içi görece özgürleştirici değişime teolojik alt yapı oluşturma, din zaviyesinden de meşruiyet kazandırma anlamına gelebilecek ya da bu gidişe dolaylı da olsa katkı sunacak, ama tevhidi ilkeleri ise zayıflatacak içerikte açıklamalar ve ameller yapmaktan çekinmemektedirler.

 

Halbuki, Türkiye’yi “Ilımlı laiklik” ile “Ilımlı İslam”ı uzlaştırarak, bölge halklarına razı olacakları değişimin istikametini gösterecek bir “model” olarak sunmak isteyen yerel ve küresel güçler, bölgeyi bu model üzerinden dönüştürmeyi hedefliyorlar. Bölgenin Müslüman halklarını dönüştürmeye yönelik olarak, Türkiye’deki AKP modeliyle, siyasi, ekonomik, hukuki iddialarından vazgeçip, daha çok bireysel ibadetler alanına çekilmiş, liberal laik demokratik sistemlere razı olmuş bir din algısı oluşturmak istiyorlar. Bölge halklarını, seküler modern paradigmanın çıkarcı, sömürücü üretim ve tüketim azgınlığına entegre olmuş bir “İslam algısı” etrafında Protestanlaştırıp, küresel kapitalist sisteme eklemlemek istiyorlar. İslam coğrafyasındaki iyi niyetli Müslümanlar, Türkiye’deki bu modeli, kadrolarını ve onların din algılarının ne olduğunu, içinde rol almak zorunda kaldıkları küresel projeleri ve TC sisteminin nereye doğru ve ne kadar değişmeye müsait olduğunu bizim kadar bilemezler. Sonuçta bölge insanlarını nereye sürüklemeye ya da eklemlemeye sebep olabileceğini ve emperyal güçlerin neyi hedeflendiklerini, modelin oluşturulmaya çalışıldığı bu ülkenin Müslümanları kadar bilmeleri ve takip etmeleri de mümkün değildir. Çünkü model burada doğuyor ve bizler bu modelin öncülerini çok daha iyi tanıyoruz, değişimin nereye doğru gittiğini de çok daha yakından gözlemleyebiliyoruz.

 

İşte bu sebeple de, hem bu ülke insanlarını, hem de bölgenin Müslümanlarını bu konuda uyarmak bakımında büyük sorumluluk altındayız. Bundan dolayı, bölgeyi emperyal projelerle paralel bir istikamette dönüştürüp, küresel kapitalist sisteme eklemleme riski taşıyan model bu ülkeden çıktığı için, bu modeli apaçık tanıtıp riskleri konusunda ülke ve bölge halklarını uyaracak, ümmetin vahiyle yeniden inşa edilmesi mücadelesinde uyarıcı şahidlik yapacak alternatif Kur’an toplumu nüvesioluşturmak da bu ülke Müslümanlarının önemli ve öncelikli sorumluğudur.

 

Türkiye’de oluşturmamız gereken ve “Kur’an Toplumu Şûrası” misali özgün adlandırmalarla ifade edebileceğimiz bu alternatif model, kuşatıcı yapısı, ilkeli tavizsiz mücadelesi, Kur’an ile büyük cihadı ikame edişi, ezilenlerden yana İslami bir muhalefet oluşturarak tevhidî adaleti ikame mücadelesi vermesiyle mustaz’af halklara örnek ve önder olmalıdır. Bölgeyi küresel laik kapitalist sisteme eklemlenmek üzere dönüştürme hedefli “laik-liberal demokrat-ılımlı Müslüman” Türkiye modeli, süslü kaplarda sunulan bir zehir konumundadır. Bunun panzehiri ise, “Kur’an Toplumu” modelinin örnekliğiyle, bu tuzaktan kurtuluşun doğru istikametini göstermek ve bölge halklarını uyaracak şahidliği yapmaktır. İşte bu önemli sorumluluk da, bu zehrin nasıl karıldığını bizzat müşahede ederek yakından takip eden ve bilen Türkiye Müslümanlarınındır. Yani bütün Müslüman halkları etkileme riski olan bu dönüştürücü zehir Türkiye’de oluşturulduğuna göre, bu tehlikeye karşı uyarıcılık ve şahidlik/örneklik anlamında panzehirini bir an önce hazırlayıp, bütün Müslümanlara sunmak da bu ülke Müslümanları olarak bizim sorumluluğumuzdur.

 

Bu sebeple, bizim, söz konusu Kur’an toplumu modelini oluşturmak ve onun yaşanan örnekliğiyle gerçekleştirilecek vahye şahidlik yanında, bölgeyi dönüştürmeyi hedefleyen “ılımlı laiklik – liberal demokrasi – ılımlı İslam” sentezi modelin tehlikeleri hakkında yapacağımız uyarılarla, hem ülke hem de bölge Müslümanlarına karşı sorumluluğumuzu yerine getirmemiz gerekmektedir. Üstelik bu Kur’an toplumu modeli, yaşanan bu sistem içi değişim sürecinde yapılanıp, bu fonksiyonunu yerine getirmek üzere bir an önce harekete geçmek zorundadır. Ancak ne yazık ki, bu sorumluluğu yerine getirmesi gereken tevhidi birikim, büyük ölçüde sistem içi değişimi hakkıyla değerlendiremeyerek, ya da çok abartıp duygusal bağlar kurarak, cazibesine kapılarak bu değişim sürecinin peşine düşmüş, ona eklemlenme eğilimine girmiş bulunmaktadır. Bu iki yönden vebal getirmektedir. Birincisi, bizatihi Türkiye tevhidi uyanış sürecini yozlaştırmaya sebep olmak, diğeri ise, bölge ve ülke halklarına karşı uyarı ve şahidlik görevini yerine getirmemek, tam tersine tehlikenin büyüyüp yaygınlaşmasına katkıda bulunmak vebalidir.

 

Mesela, daha çok yakındaki referandum sürecinde, İlahi vahyi esas almayan, laik sistemi restore eden sistem içi değişime, sistem içi taraflardan birinde fiilen yer alarak aktif destek vermek, İslami açıdan da doğal bir durummuş gibi benimsenmiş ve meşru sayılmıştır. Taguti anayasanın kısmi değişikliğiyle, İlahi vahyi düşman sayan görevler ifa etmek üzere var olan taguti kurumların, şirke dayalı bu niteliklerini koruyarak yeniden yapılandırılmasına “evet” oyu ile iştirak etmek, kolayca kabullenilmiştir. Ayrıca, birçok tevhidi uyanış süreci öncüsü şahsiyet bile, sistemin değişik laik partilerine üye olmuş ve çeşitli görevler üstlenmiş bulunmaktadırlar.

 

Laik sistemin taguti anayasasında yapılacak, içerik olarak yine vahye aykırı olan değişikliğe aktif destek verme çağrısı gibi gayri İslami bir amel, kimilerince bir “devrim” ve “yenilenen hareket fıkhı” gereği ciddi bir ictihâdi açılım, despotizmi geriletmeye yönelik çok önemli bir adım olarak takdim edilebilmiştir. Kimilerince, “Müslümanların referanduma katılmaları itikâdî değil, tamamen içtihâdî bir konudur” denilip, meşru bir amel olarak gösterilebilmiştir. Kimilerince, “Allah’a teslimiyetin, takvalı olmanın önemli bir gereği ve ibadet”, kimilerince de fıtrat sözleşmesindeki “kâlu belâ” beyanıyla özdeş derecede hakkı ifade eden bir ahidleşme kabul edilebilmiş ve hatta Umre ibâdetinden daha anlamlı ve önemli bir “ibâdet” ve “cihâd” olarak nitelenebilmiştir.

 

Müslümanların Söylem ve Eylemleri, Giderek Seküler Bir İçerik Kazanmakta Yeni Statükoda, “Taguta, Tagut Denmeyecek” Yaklaşımı Sergilenmektedir

 

Sistem içi demokratikleşmeyi benimseme ya da aktif desteklemede o kadar ileriye gidilebilmektedir ki, bazı Müslümanlar bu gidişe sessiz kalmayıp, tevhidi ilkeleri, vahyi ölçüleri, Peygamberi örnekliği hatırlatarak“emri bil maruf” sorumluluğunun gereğini yerine getirmeye kalktığında, kimileri bu İslami uyarıları yapanları tahfif edici, karalayıcı, itham ve iftiralarla mahkum edici tutumlar sergilemekten bile çekinmemişlerdir. Hatta “tevhid, şirk, küfür, bâtıl, tagut, cahiliye, cihad” gibi Kur’ani kavramları gündemleştirmeyi küçümseyip alay konusu yapanlar bile çıkabilmektedir. Bunlar, tevhidi mesajı bugünün insanlarına ulaştırmak için, bu kavramların bugünkü toplumdaki karşılıklarını göstermek, tabiri caizse ete kemiğe büründürmek zaruretini bile görmezden gelebilmektedirler. Bunlar, bugün gerçekleştirilmek istenen, rasyonalizme, liberalizme, dini çoğulculuğa ve laik demokratik sistemle uyumlu din algısına dayalı sistem içi görece özgürlükçü değişime zarar vereceği kaygısıyla, İslami kimlik ve kavramları geriye çekmekten, gündeme getirmemekten yana görünmektedirler. İşte bu endişeyle, bu tür Kur’ani kavramları, günümüzde somut karşılıklarını göstererek kullanmaktan (adeta tarihe gömmek istercesine) imtina ettikleri gibi, bu kavramları gündemleştirenleri de caydırıcı tepkiler verebilmektedirler.

 

Bu bağlamda, bazı kardeşlerimiz on yıllarca birlikte tagut dediğimiz sisteme ve anayasasına, kendileri bu taguti anayasada kısmi değişikliğe oy vermeleri ve sistem içi değişime aşırı bağlanmaları sebebiyle, bundan böyle adeta bu taguti sistemin anayasasını “taguti” olarak nitelemekten vazgeçmemizi istercesine bir tutum takınmaktadırlar. Yani mademki bazı kardeşlerimiz anayasa değişikliğine “evet” oyu ile iştirak ediyorlar ve madem ki, darbeci bürokratik vesayeti sona erdirip, bunlar yerine eşleri örtülü, kendileri de namaz kılan, halka ve değerlerine daha yakın kişiler, artık Cumhurbaşkanı, Başbakan, Meclis Başkanı ve Anayasa Mahkemesi Başkanı oluyorlar, o halde artık bu laik anayasa için, bu İslam karşıtı laik sistem için, bu sistemin tuğyanı sürdüren kurumları için “taguti” denmemelidir, der gibi tepki gösteriyorlar. Sistem ve kurumları Allah’ın hükümlerine isyanı, itaatsizliği, Allah’ın hükümlerine mugayir heva ürünü hükümlerle hükmetmeyi sürdürdükleri halde, artık onlara “tagut” denmesi bazı Müslümanları rahatsız ediyor. Tıpkı Tanzimat’taki “Bundan böyle artık gâvura gâvur denilmeyecek” dayatması gibi, bundan böyle “taguta tagut denilmeyecek” der gibi davranıyorlar.

 

Halbuki, kendini İslam’a nispet edip, bazı bireysel ibadetlerini yerine getiren kimi şahsiyetler yönetime geldiler ve bazı kardeşlerimiz de, kendilerince bazı maslahatlarla (bize göre yanlış yaparak) onların sistem içi değişimine oy verip katıldılar ve görece özgürlük umuduna aşırı kapıldılar diye, taguti şirk sistemi ve ilahi vahye dayanmayan anayasası ve aynı nitelikteki kısmi değişikliği ile taguti kurumları bu taguti niteliklerini kaybetmezler. Kanaatimizce, bu kardeşlerimizin konumu ise, ancak niyet, gerekçe ve te’villeri ile güttükleri maslahat vb hususlar sebebiyle “taguti anayasanın kısmi değişikliğine oyla destek vererek” yanlış bir amel işleyen kardeşlerimiz olmaktan ibarettir. En azından Kur’an ve sünnetten bizim çıkardığımız sonuç budur.

 

Aksi durum ise, bu anayasa değişikliğinin ve sistem içi değişimin İslami olduğu iddiasıdır ki, bunu demeye hiç kimsenin yetkisi de yoktur, haddi de değildir. Hepimiz bilmekteyiz ki, kimi Müslümanların oylarıyla yeniden kurulan/yapılandırılan AYM ve HSYK, “Tevhidi Duyarlılık Çağrısı” bildirisinde de ifade edildiği gibi, Allah’ın hükmüyle hükmetmeyecek ve mevcut anayasadaki taguti ve İslam düşmanı laik hükümlerle hükmetmeye devam edecektir. O halde, kısmi anayasa değişikliği de tagutidir. Taguti kurumları, şirke dayalı aynı niteliklerini koruyarak ve laikliği koruma görevlerini muhafaza ederek yeniden yapılandırmaktan ibarettir. Ne yapalım yani, bazı kardeşlerimizin oy vermesi hatırına, bu ideolojik gerçeği yok mu sayalım, onların oylarıyla yeniden oluşturulan bu taguti kurumları, İslami mi kabul edelim?

 

Halbuki, zulümatın daha baskıcı, daha zalim koyu karanlıklarından, görece özgürlükçü gri tonlarına doğru geçiş, görece bir rahatlama getirse ve zulmü bir miktar geriletse de, en büyük zulüm olan şirk devam etmekte ve Allah’ın hükmüyle, adaletle hükmedilmeyen yeni statüko da taguti olmaya devam etmektedir. Çünkü, Allah’ın hükümlerini, hudutlarını tanımayıp, kendisi mugayir hükümler, hudutlar ihdas edip, Allah’ın kullarına heva ürünü bu hükümlerle hükmetmeye kalkan her tüzel ve gerçek kişi taguttur. Bu yüzden, görece özgürlükçü ılımlı laik, liberal, demokratik sistemde de, taguti olma niteliği sürmekte, şirke dayalı adaletsizlik, haksızlık ve sömürü devam etmektedir. Yönetimdekiler, eşleri örtülü, bireysel ibadetlerini yapan ve kendilerini Müslüman olarak tanımlayan kişiler olsalar bile, sistem, anayasası ve kurumları taguti niteliklerini sürdürmektedirler. Bu sebeple, mü’min olabilmek için öncelikle şart olan, “tagutu red sorumluluğu” eski tagutun yerine ikame edilen görece özgürlükçü yeni tagutu da reddetmeyi gerektirmektedir.

 

Ancak maalesef, Müslümanlarca yayınlanan kimi bildiriler ve yazılar, giderek bu tür kavramları, vahyi ölçüleri ve İslami kimliği açıkça ibraz eden bir muhtevadan arınmış, daha seküler bir içerik kazanmaya başlamış bulunmaktadır. “İslami kuruluşlar” adı altında yayınlanan referandumla ilgili son “aktif destek” bildirisi de bunun en bariz örneklerinden birisi olarak henüz göz önünde durmaktadır. Kur’ani kavramların ve vahyi ölçülerin/hükümlerin, tarihte bırakılmayıp günümüze taşınmaları ve günümüzdeki somut karşılıkları gösterilerek güncelleştirilmeleri, konjonktürü/realiteyi aşırı abartarak belirleyici kılanları ve mevcut şartları, uyum sağlanması gereken veriler olarak kabul edenleri rahatsız etmektedir.

 

Bugün egemen olan şedit zalim eski statükonun tasfiyesi sevinciyle gözleri kamaşıp önünü göremez hale gelen tevhidi uyanış süreci bakiyesi çoğu çevre ve şahsiyetler, eskinin yerine ikame edilmek istenen yeni statükoyu ve taşıdığı potansiyel riskleri, gerçekçi bir biçimde okuyamamakta ve yeterince doğru değerlendirememektedirler. Bunun sonucu olarak da, “Ilımlı laik – liberal demokrat – ılımlı Müslüman” olan, bireysel ibadetlerini yapan yöneticilerin yönetiminde oluşturulan, zulmü azalan ama taguti niteliği süren, gönüllü modernleştirme/sekülerleştirme rolü üstlenmiş görece özgürlükçü yeni statükoya eklemlenme ve ondan bağımsız tevhidi kimlik ve istikameti yitirme tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş bulunmaktadırlar. Bu sebeple, bugün zulümatın gri tonlarındaki bu yeni statükoyu, bu derece abartarak sahiplenenler, aktif destek vererek eklemlenenler, hem kendi çevrelerindeki Müslümanları, hem de tevhidi davetin muhatabı olan kitleleri, yanıltmış olmuyorlar mı?

 

Çevrelerini ve kitleleri, bu sistem içi demokratikleşmeye ve yeni statükoya destek vermeye davet edenler, yarın yeni statükoya karşı tevhidi mücadele sorumlulukları olmayacakmış gibi davranmış olmuyorlar mı? Üstelik, görece özgürlükçü yeni taguti statükoya verilen bu aktif desteği, “takva”, “ibadet” ve “Allah’a teslimiyet” olarak takdim edenler, yarın yeni taguti statükoya karşı tevhid ve adalet mücadelesini nasıl sürdüreceklerdir? Daha doğrusu böyle bir mücadeleye gerek duyacaklar mıdır? Yoksa iktidar ve ranttan paylarını alıp, İslami mücadele ve daveti, Kur’an’ın siyasal, ekonomik, hukuki hükümlerini tarihe gömüp, namaz platformu misali bireysel ibadetleri yaygınlaştırmaya ve hayır faaliyetlerine mi indirgeyeceklerdir? Böyle yapmayıp, tevhidi ve adaleti ikame etme mücadelesini yeni taguti statükoya karşı da sürdürmeye kalkışsalar, kendilerinde bu ruh, nitelik ve gücü bulabilecekler midir? Bu çabayı gösterebilseler bile, içine düştükleri çelişkiyi, nasıl izah edeceklerdir? Oluşumu için bu derece aktif destek verdikleri, olumluluklarını çok abartıp sahiplendikleri yeni statükonun taguti olduğunu, Allah’ın hükümleriyle hükmedilen adalet sistemine ulaşmak için, bu sisteme ve topyekûn cahiliyeye karşı tevhidi bir toplumsal dönüşüm ve inkılabın gerekliliğini, kendilerine, çevrelerine ve davetin muhataplarına nasıl anlatacaklardır?

 

Tevhidi Uyanış Süreci Öbeklerinin Çoğunu da İçinde Barındıran

Demokratik Laik Platformlar, Demokratikleşmenin Öznesi Durumundalar

 

Verili cahiliye toplumu şartlarına müdahale ederek, onu, kendi özgün kavram ve ölçüleriyle ıslah ve inkılaba uğratmayı hedefleyen uzun soluklu ve zorlu İslami/tevhidi mücadele yerine, kısa vadede birtakım dünyevi sonuçlara ulaştıracak yeni arayışlara giriliyor. Bu sebeple, mevcut şartlarda bir arada yaşama, hak-bâtıl uzlaşmasıyla ülkeyi birlikte yönetme, laiklik ve demokrasiyle İslam’ı sentez etme arayışları ve buna yoğunlaşan eğilimler, giderek daha çok taraftar bulmakta ve bu istikamette hızlı bir dönüşüm yaşanmaktadır. Pek çok “tevhidi grup” ve öncü “İslami şahsiyet” de artık demokratikleşmenin nimetlerini abartarak gündeme taşımakta, İslami referanslarla destek verip demokratikleşmeye taraf olmakta, hatta bir kısmı batı standardındaki “demokratik laikliğin” bile savunucuğunu yapmaktan ve İslam’la uyumlu olduğunu iddia etmekten çekinmemektedirler.

 

Diğer yandan, çok az sayıda istisna haricinde neredeyse bütün tevhidi uyanış süreci öbeklerinin de, sağcı muhafazakâr, “milliyetçi,” dernek ve vakıflar ile birlikte üyesi oldukları TGTV’nin Genel Başkanı, hepsini temsilen yaptığı konuşmada, “Totaliter, yasakçı bir anayasa istemiyoruz. Darbe anayasası istemiyoruz. Demokratik irade ile yapılmış, ayrımcılık yapmayan, yeni demokratik sivil anayasa istiyoruz”[2]diyebilmekte ve açıkça demokratik laikliği ve halk iradesinin mutlak egemenliği anlamında demokrasiyi savunabilmektedir. Cahiliye toplumunun iradesini yansıtacak sivil anayasa da, cahili ve taguti bir anayasa olmaktan kurtulamayacağına göre, demek ki, son referandumdaki gibi kısmi değil de, bu değişiklikten görece daha iyi, daha özgürlükçü bir cahiliye anayasası sivil toplumca yapılsa yine aktif destek verecekleri anlaşılmaktadır.

 

Bileşenleri arasında, tevhidi uyanış süreci bakiyesi öbeklerin büyük ekseriyetinin ve “öncü İslami şahsiyetler”in önemli kısmının da yer aldığı, toplumu ve sistemi demokratikleştirmeye, Müslüman camiayı, ılımlı laiklik ve demokrasi ile bütünleştirmeye, demokratik laikliği tesis etmeye endekslenmiş çalışmaları bütün illerde gerçekleştirmeye çalışan SDP (Sivil Dayanışma Platformu)’nun temel hedefi de kendi sitesinde şöyle vurgulanmaktadır: “Yaşadığımız bu tarihi süreçte, demokrasi ve hukuk ekseninde ülkemizi yeniden yapılandırma sürecine katkı sağlamak, huzur ve barışı, birlik ve beraberliği koruyarak yeni demokratik ve sivil bir anayasa talebini toplumda canlı tutmak”.

 

TGTV’nin başı çektiği ve birçok tevhidi uyanış süreci öbeğinin de açıkça içinde yer alıp desteklediği “Ortak Akıl” hareketinin temel sloganı: Kayıt Yok, Şart Yok, Egemenlik Milletin!”, “Türkiye, Laik, Demokratik, Sosyal, Hukuk Devletidir, Ne Bir Eksik, Ne Bir Fazla” olarak belirlenmiş ve her tarafa bu sloganları taşıyan afişler asılmıştır. Aynı platformun güttüğü amaç ise: ‘‘Türkiye’de yaşanan demokrasi ve özgürlük mücadelesine aktif katılım sağlamak,… yeni bir anayasa talebini diri ve canlı tutmak” şeklinde açıklanmıştır.

 

Referanduma “evet” oyu vererek aktif destek çağrısı yapan “İslami kuruluşlar” adı altındaki platform da (ki bunların da bir ya da iki istisna dışında tamamı, aynı zamanda “TGTV”, “SDP”, “Ortak Akıl” gibi demokratik platformların üyeleri durumundadırlar, ayrıca bunların içinde bizzat genel başkanlarının ağzından açıkça “bizim derneğimizin İslami kimliği yoktur” diyen kuruluşlar bile vardır)[3]yayınladıkları ortak bildiri metninde “Tüm toplum kesimlerinin taleplerini karşılayan, sivil, özgürlükçü ve adaleti tesisi önceleyen toplumsal sözleşme niteliğinde bir anayasa talebimizi tekrarlıyoruz” demişlerdir. Tıpkı daha önce yayınladıkları bir başka bildiride de, aynı kuruluşların “İlahi iradeyi ve vahyi esas alan bir anayasa talep ediyoruz” demek yerine, “Halkın iradesini esas alan yeni bir anayasa hazırlanmasını talep ediyoruz” dedikleri gibi.[4]

 

Diğer taraftan, yine referanduma “evet” çabası içinde yer alan ve şirk anayasasında yapılacak kısmi değişiklikle gerçekleştirilmek istenen sistem içi demokratikleşmeye, “aktif destek” çağrısında bulunan, kendimize çok yakın bulduğumuz tevhidi kesimden bazı kardeşlerimizin de kimi liberallerle birlikte içinde yer aldıkları bir kuruluşun öncüleri ise açıkça şunları söyleyebilmişlerdir: “Tek derdimiz ülkemizin sivilleşmesi, özgürleşmesi ve AB standartlarında bir ülke olması yolunda sivil toplum olarak üzerimize düşeni yapmak!”. Bu Müslümanlar, internet sitelerinde yer verdikleri“Demokratlara çağrı” metninde ise:“Önceliğini hukukun, evrensel insan haklarının, demokrasinin, düşünce ve ifade özgürlüklerinin genişletilmesinden yana koyan, … bu anlamda … demokrasiye olan bağlılıklarından başka hiçbir şeyleri olmayan bağımsız bir sivil toplum örgütüyüz” diyebilmişlerdir.

 

Bu Tür Eklemlenmiş “İslami Kuruluşlar”, Tevhidi Uyanışa,

Demokratik Değişimci AKP’den Daha Fazla Zarar Vermektedirler

 

Şahsen, AKP’yi ve bilinen öncü kadrolarını, onlara ve politikalarına eklemlenen tevhidi uyanış süreci öbek ve öncülerine nazaran, daha tutarlı ve dürüst görenlerdenim. Çünkü AKP öncüleri İslam algıları ve pratikleri bakımından hep bu konumda bulunmakta ve sürekli bu yöntemi takip etmekteydiler. Onlar zaten, sistem içi laik-demokratik çizgide, halkın biraz daha özgürleşmesi, iktidar ve ranttan payını alması amaçlı bir çaba içindeydiler. Bugün pragmatizmle onlara eklemlenen İslami grup ve şahsiyetler ise, eskiden, doğrudan tekfir etmeseler de, bu konuma ve yönteme olumlu bakmayan, bu yaklaşımı İslami ve meşru bulmayan bir düşünceye sahiptiler.

 

Üstelik, AKP ve öncüleri, İslami bir yapı oldukları iddiasında da değildirler. Ayrıca, bu laik-demokratik konumlarını, en azından eklemlenenler kadar İslami göstermek çabası içinde de değildirler. Halbuki pragmatizmle onlara sonradan eklemlenenler ise, bir yandan İslami kuruluş olduklarını söylüyor ve halkı Kur’an’a çağırma çabası da gösteriyorlar. Diğer yandan da, bir süredir, aynı zamanda Kur’ani davetle asla uyuşmayacak olan, sistem içi demokratikleşmeye de çağırmaktadırlar. Üstelik bu batıl çağrıyı da, İslami ve meşru göstererek, hatta ibadet ve takva olarak tanımlayarak, sistem içi değişime teolojik alt yapı hazırlama vebalini de üstlenerek bunu yapmaktadırlar.

 

Tevhidi uyanış süreci öbeklerinin önemli bir kısmı, nedense halkın geleneksel bid’at ve hurafelerine gösterdikleri eleştirel, dışlayıcı yaklaşımı, kesinlikle (demokrasi, liberalizm ve laikliği İslam ile sentez eden düşünceler dahil olmak üzere), modern hurafelere karşı göstermemektedirler. İşte modern hurafelere bulaşmış ya da bu hurafeleri kanıksama ve meşru görme yaklaşımı içindeki “tevhidi”(!) kesimlerin bu önemli zaafı, kendilerinin de zamanla demokratikleşme riskini arttıran ve onları meşru gördükleri tarafa doğru savuran bir rol oynayabilmektedir

 

İşte bu sebeple, bu eklemlenen grupların, bu ikili çağrı ve hak-batıl karışımı davetle zihinleri karıştırarak, İslami mücadeleye, tevhidi bilincin oluşumuna ve İslami dönüşüme verecekleri zarar, AKP ile mukayese bile edilemeyecek kadar büyük olmaktadır. Halbuki bunlar, ilkeli bir duruşla, sistem içi değişim politikalarına eklemlenmeden, sadece Kur’an’a davet fonksiyonu görmekte ısrar etselerdi, sistemi AB ölçüleriyle yeniden inşa etmek yerine, toplumu ve ümmeti vahiyle inşa etmeye yoğunlaşıp, sadece bu sorumluluğu yerine getirmeye yoğunlaşsalardı, AKP politikaları ve emperyal dönüştürme projeleri, Müslümanlara ve İslami mücadeleye, kesinlikle bu kadar büyük bir zararı veremezdi.

 

“Ne Şeriat, Ne Darbe” Sloganını Laikler Söylüyor

“Müslümanlar” ise, Gereğini Yerine Getiriyor

 

Bir daha özetleyerek ifade edelim, herkes bilmekte ve açıkça gözlemlemektedir ki, liberal kesim ile Batının da desteğini alan AKP-Gülen koalisyonu öncülüğünde ve “Ortak Akıl”, “TGTV”, SDP” ve en son da bu üç kuruluşun içinde yer aldıkları halde, hâlen ilkelerini belli ölçüde korumaya çalışan gruplardan bir iki ilaveyle oluşan “İslami Kuruluşlar” adlı platformun da aktif desteğiyle, bir demokratik değişim gerçekleşmektedir. İşte yaşanan bu sistem içi değişimle, Türkiye’de muhtemel bir “sivil demokratik laik anayasa” yapılarak, başta İslami kimlik ve Kürt kimliğine yönelik baskı ve yasaklar alanında yaşananlar olmak üzere, egemen zulmü geriletilmek arzu edilmektedir.

 

Böylece, hem genel anlamda temel haklar alanında görece bir iyileşme, hem de bireysel ibâdetler alanında görece bir özgürleşme gerçekleştirilmek hedeflenirken, aslında AB kriterlerine uyumlu, liberal, ılımlı laik, demokratik bir sistem ortaya çıkarılmak istenmektedir. Yani Kemalist resmi ideolojisiyle Batının faşist dönemine takılı kalan, kendini batıdaki gelişmelere paralel olarak yenileyemeyen batıcı laik sistem, Avrupa’nın son ulaştığı AB kriterlerine göre güncellenmeye ve başta Müslümanlar olmak üzere farklı tüm toplumsal kesimler de, bu sürece eklemlenmeye, bu düzenlemelerden razı edilip uzlaştırılmaya çalışılmaktadır.

 

Bir yandan sistem, darbeci despotizmin vesayetinden kurtarılırken, diğer yandan ülkenin bir gün İslam ahkâmının hükmü altına girmesini de engelleyecek, kapitalizme uyumlu “ılımlı İslam” algısı yaygınlaştırılmaya ve ılımlı laik demokratik sistem Müslümanlara kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Anlaşılan odur ki, “ne şeriat, ne darbe” sloganını laikler söylüyorken, Müslümanlar ise, bunun gereğini yerine getirmektedirler. Maalesef, bu sonucu sağlamak isteyen sistem içi ılımlı laik demokratikleşmeye öncü ve destek olmak üzere, pek çok Müslüman grup ve şahsiyet seferber olmuş bulunmaktadırlar.

 

Böylece, sistem içi değişimle sağlanacak görece özgürleşmeden istifade edecek, iktidar ve ranttan pay alma imkânına sahip olacak kimi “İslami gruplar” ve öncüleri, bu sistem içi gelişmeyi abartarak, bu değişimin sonucunda teşekkül edecek demokratik sistemin sağlayacağı görece olumlu hukuki vasatı sahiplenip destekleyerek, bütün Müslümanlar nezdinde meşrulaştırmaya katkı sunacaklardır. İşte bu süreç işlemekte ve sistem içi zulmün azalışını, sanki Allah’ın muradı olan adaletin tecellisi gibi takdim ederek demokrasiyle İslam’ı sentez etmeye kalkışanlar; yazdıkları makaleler, yaptıkları faaliyet, açıklama ve yayınlarla, yeni oluşacak görece özgürlükçü statükoya teolojik meşruiyet kazandırmak ister gibi davranmaktadırlar.


[1] 10/Yunus 15

[2] Sivil Dayanışma Platformunun, 11 Mayıs 2010’da Pendik’te düzenlediği, Sivil ve Demokratik Anayasa Forumunda birçok tevhidi grubun da üyesi olduğu TGTV Başkanının hepsi adına yaptığı konuşmadan.

[3] TGTV, SDP ve Ortak Akıl platformlarının internet sitelerine girerek, tevhidi kesim ve bu kesimlerin öncüleri olarak bilinen kuruluş ve şahsiyetlerin, neredeyse tamamına yakın kısmının bu demokratik platformların üyeleri konumunda olduklarını ibretle göreceksiniz. Yine bu çevrelerin görevli temsilcilerinin, aynı zamanda AKP, HAS Parti, Saadet Partisi vb sistem partilerinde de kolayca yer aldıklarını ve üye, kurucu, milletvekili, belediye başkanı ya da meclis üyesi konumlarında bulunduklarını da göreceksiniz.

[4] http://haksozhaber.net/news_detail.php?id=10655. “Halkın iradesini esas alan yeni bir anayasa talebi” hakkında, “… anayasayı yapacak Kur’an toplumu değilse, Anayasa hangi ölçülere göre yapılacaktır ve sonucunda oligarşinin despotluğundan, çoğunluğun despotluğuna adım atılmayacak mıdır? Çoğunluğun tevhidi ilkelerden kopukluğunu görüp bu hali meşrulaştırmamak gerekir” diyerek haklı tepki gösteren kardeşlerimiz bile sonraki süreçte, şirk anayasasında yapılacak kısmi değişikliğe aktif destek çağrısı yapanların safında yer alıp, bu çağrıyı bizzat dillendirerek öncülük yapabilmişlerdir.

İlginizi çekebilir

Şehid Âlim Şeyh Said’e, Türkçü, Atatürkçü, Laik Zihniyetleri ve Kirli Dilleriyle ‘Hain’ Diyenler, İslâm’la Hükmedilmesine ve Ümmetçiliğe Karşı Çıkıp İslam Kardeşliğini Yok Ederek En Büyük Bölücülüğü Yapan Gerçek HAİNLER Değil midir?

Yazıklar olsun bu büyük zulüm ve adaletsizliği temsil edip ülkeye ve halklarına ABD, NATO ve İsrail ile kol kola bunca kötülüğü yaptıkları halde hâlâ utanmadan bu milleti sevdiklerini ve vatanın bölünmesine karşı olduklarını söyleyerek bu kadar ikiyüzlü davrananlara?