Sistemin belirlediği gündemlere, sistem içi siyasal gelişmelere takılı kalmak, abartılı misyonlar yüklemek ve bu minvalde gelişen her olaya ve dışımızda belirlenen seküler gündemlere cevap yetiştirmeye, tavır belirlemeye kalkışmak, giderek Kur’an eksenli tefekkürden koparıp, sistem içi ve demokrasi eksenli düşünce üretmeye doğru savrulmaları yaygınlaştırmaktadır.Sonuçta ise, tevhid ekseninde başlayan mücadele giderek demokratik bir mücadeleye doğru evrilmektedir.
Bu sebeple, imani, sosyal ve ahlaki planda vahye şahidiliği öne almanın önemini kavramalı, açık İslami kimlik ve ilkelere dayalı siyasal şahidliği de bu emin zemin üzerine inşa etmek gerektiğini anlamalıyız.Tıpkı siyasal sistem değişikliğinin, ancak sosyal planda yaşanacak tevhidi toplumsal dönüşüm sonucunda Allah tarafından takdir edileceği gibi, İslami mücadelede de siyasal plandaki şahidlik çabamız, topluma örneklik teşkil edecek sosyal plandaki şahidlik sorumluğumuzun gereği yerine getirilerek sağlanacak zemin üzerine oturtulmalıdır. Bu olmadan, sistem içi mücadeleyle net hatlarla ayrılmayan siyasal şahidliğe yoğunlaşmak, hem tevhidi temsilde başarısızlığa ve etkisizliğe sebep olacak, hem de topluma söyledikleriyle kendileri ahlâklanmamış olanların, bu siyasal zeminde kolayca savrulma riskini arttıracaktır.
İşte Mazlum-Der örneğinde yaşananlardan ve daha sonra birçok grubun da aynı serüvene sürüklenmesinden ibret alınarak, bu duruma düşmemek ya da başlamış olan bu riskli süreci durdurup istikameti korumak için, bu gidişi Allah rızası için sorgulayıp, Kur’ani ilkeler ve Resulün (s) güzel örnekliği çerçevesinde ıslah etmeliyiz. Öncelikle de, toplumsal sorunlar alanındaki siyasal şahidlik çabalarımızı, mutlaka bireysel, ailevi ve toplumsal alanları kuşatan sosyal şahidliğin üzerine inşa etmemiz gerektiğini akletmeliyiz. Hayatın bütününü kuşatıp ibadet kılma hedefli sosyal şahidlik üzerine yükselteceğimiz siyasi şahidliğimizi (ve bu alanda kuracağımız ilişkileri, atacağımız adımları), ısrarla İslami kimlik, değer, ölçü ve kavramların belirleyiciliğinde, tevhidi ilkelere sadakatle sürdürmeye dikkat etmeliyiz. Bu amaçla yaptığımız her açıklama ya da eylem, mutlaka Kur’ani kavramları, ölçüleri, ilkeleri ve İslami kimliği belirleyici kılan ve açıkça vurgulayan bir muhteva taşımalıdır. Böyle olmadığı takdirde, kalbi derinleşme, bütüncül anlamda hayatı ibadet kılma ve öncelikle insani, ahlaki alanda vahyi sosyalleştirme zayıflayıp, ihmale uğrayınca, siyasal şahidlikte de tevhidi ilkelerde ısrar zayıflamakta, pragmatizmle sistem içi seküler politikaya eklemlenme riski artmakta ve sonuçta bütüncül bir İslami mücadele ikame edilememektedir.
Günübirlik siyasal gündemlere yoğunlaşıp, yakın vadeli siyasal tercih ve taktik hesaplarla oyalanınca, uzun vadeli stratejik yürüyüşümüz zaafa uğramaktadır. Çünkü bu tür siyasal tercih ve hesapların merkezinde, daha çok seküler sistem içi geçici hedefler gözetilmekte, kalıcı olması gereken İslami birikimin, şahsiyetleri ve toplumu topyekûn inşa boyutu ihmal edilmektedir. Kalp, ahlak, kardeşlik hukuku ve toplumsal ilişkileri vahiyle inşa anlamında vahyin sosyalleştirilmesi ve bütüncül ibadet algısı ihmale uğrayınca, entelektüel boyutu yüksek, siyasi söylemi güçlü, ama İslami kimlik ve Kur’ani daveti, bütüncül olarak ve hakkıyla temsil etmekten uzak kalan, vahye şahidliği kuşatıcı biçimde yapamayan müntesiplerimiz çoğalmaktadır.
Bu sebeple de, tevhidi davet ve şahitlik açısından sorunlu davetçilerin çoğalması ve kuşatıcı, olgun bir ahlaka sahip örneklerin azlığı sebebiyle de, toplumsal dönüşüm bakımından etkisiz ve temsil zaaflı bir konuma sürüklenmekteyiz. Bu tür bir konumda ısrar edilir, Allah rızası için yapılan uyarılar da sert tepkilerle susturulmaya, hatta karalanmaya çalışılırsa ve “ruczdan hicret”le arınma ve ıslah çabasından uzak durulursa, kaçınılmaz olarak sonuç vahim olacaktır. Böyle bir hal ile ortaya konan siyasal şahidlik, eklektik ve sekülerlikle karışık bir muhteva taşıyacak ve sonuçta topluma yönelik tevhidi bir davet ve şahidlik görevi hakkıyla yapılmamış olacak, toplumdaki dönüşüm de, ister istemez ortaya konan bu hak-batıl karışımı, İslam-demokratikleşme sentezi istikametinde gerçekleşecektir.
Vahyi Sosyalleştirmeden, Sistem İçi Değişim Eksenli Siyasallaşma, Müslümanları Dönüştürme Etkisi Yapmaktadır
Nitekim gelinen noktada, kendini “İslamcı” olarak tanımlayan ya da öyle tanınan neredeyse bütün yazarlar, aydınlar, yazılı ve görsel medyada yazarken ya da konuşurken, artık Kur’ani kavramlarla konuşmaktan, İslami kimlik, ilke ve ölçüleri açık bir biçimde ibraz etmekten özenle kaçınıyorlar. Doğrudan İslami inanç, amel ve bütüncül hayat tarzını ve cahiliyenin geleneksel ve modern türevlerinden beri olan ve ayrışmış taraflarını değil de, kendi zanlarınca cahiliye ile örtüşen, benzeşen yanlarını öne çıkarmaya çalışıyorlar. Üstelik bunu da, İslami ölçüleri saptırarak, cahiliye sistemi ve cahiliye toplumuna yaranma, itibar ve kabul görme, sığınma refleksiyle, akredite ve medyatik olma pragmatizmiyle yapıyorlar. Yandaş medyada yazan ve konuşan neredeyse hiçbir yazar ya da konuşmacı, İslami çözüm ya da alternatifi gündemleştirmiyor. Büyük ekseriyeti, sistem içi değişime, mevcut şartlarda görece iyileşmeye endeksli yazıp konuşuyorlar. Uzun süredir böyle yaptıkları için de yeni hali kanıksayıp, artık İslami sorumluluklarını unutmuş görünüyorlar.
Evet artık, bütün medyada ve kamuoyu önünde Müslümanlar tevhidi bir kimlik ibrazından, tevhidi ölçüler içinde yazıp konuşmaktan uzak duruyor. Kur’ani kavramları gündemleştirmekten çok uzak bir üslup ve içerikle, “İslamcılık” adı altında, “kent dindarlığını”, “muhafazakârlığı”, demokrasiyle uzlaşmış, seküler bir söylemle ifade edilen liberal bir “Müslümanlığı” konuşuyorlar. “İslamcılık” adı altında AKP, Saadet Partisi ve Has Parti siyasetini tartışıyorlar. Kapitalist yaşam tarzına uyumlu tüketim ve üretim azgınlığına müdahale etmek yerine, uyum sağlayan bir “Müslümanlığı” gündem yapıyorlar. Ya da Müslümanları ilgilendiren (başörtüsü özgürlüğü gibi) kimi bireysel özgürlükleri, onları bile çoğu kez seküler insan hakları ve demokratikleşme bağlamında gündeme taşıyıp tartışıyorlar. Hiç değilse, tartışma konusu olan başörtüsünden kalkarak, İslami hayat tarzı ve tevhid inancını gündemleştirmek mümkün iken, bütüncül bir İslami kimlik ibrazı ve tevhidi bir davet, asla söz konusu edilmiyor. Kimlik ve inanç taşıyıcı Kur’ani kavramlar ve bunlara dayalı olarak hayatın bütün alanlarını kuşatıcı muhtevadaki İslami nizam, cahiliyenin, sahici ve kurtarıcı tek alternatifi olan vahyin belirlediği İslami hayat tarzı, birçok fırsat doğmasına rağmen gündeme getirilmemektedir. Kamuya açık medya alanlarında akredite olup söz söyleme imkanına kavuşanların neredeyse tamamına yakını, şirke, küfre, zulme ve ifsada karşı tevhidi bir mücadelenin gereklerini, cahiliye toplumunu tevhidi ilkelerle bütüncül tarzda ıslah amaçlı inkılabi değişim ve Kur’ani dönüşüm projelerini gündemlerine almıyorlar. Bu konumlara gelebilen büyük ekseriyet, artık, sistem içi değişim mücadelesine eklemlenmiş, bu çizgiye ve demokratik çabalara endeksli olarak yazıp, konuşuyorlar.
Tabii ki, bu süreci tek bir saikle izah etmek mümkün değildir. Ancak kanaatimizce, yukarıda izah etmeye çalıştığım, İslami kimlik ve Kur’ani temel kavramların giderek belirleyici olmaktan çıkarılmasının yanında, vahyi bireysel, ailevi ve toplumsal hayat alanlarında bütüncül olarak sosyalleştirmeden siyasallaşmanın da etkisi söz konusudur. Hayatı kuşatan sosyalleşme alanında ciddi çabalar sarf edip bir mesafe almadan, tam tersine bu alanları çoğu kez ihmal edip kendi haline bırakarak, abartılı bir biçimde sistem içi gündemlere endekslenmiş aşırı bir siyasallaşmaya kaymış olmamızın bu savrulmada önemli bir rolü vardır. Halbuki sosyal ve siyasal şahidlik arasında bir denge kuran bütüncül bir İslam anlayışıyla, bireysel ve toplumsal bütün hayatı ibadet kılmayı hedefleyen topyekün bir İslami mücadele temel sorumluluğumuzdur.
Bütün bu süreçlerde, indirilmiş vahyî bir kavram ve Rabbimizin bize vermiş olduğu bir ad olan “Müslim”[1] yerine ikame edilen üretilmiş “İslamcı” kavramıyla kendilerini tanımlayanlar, sadece bu tanımlamayla bile, hem Kur’ani bir kavramı devre dışı bırakarak, Allah’ın bereketinden uzaklaşmaya yol açmaktadırlar. Hem bu üretilmiş yanlış adlandırmayla, İslam’ın, hayatı kuşatan bütüncüllüğünü parçalamaya ve onu siyasal bir söyleme, neredeyse siyasal bir ideolojiye indirgemeye yol açmaktadırlar. Ve böylece bu üretilmiş kavramla zihinlerin bulandırılmasına, tevhidi kesimde savrulmalara müsait bir zemin oluşmasına sebep olmaktadırlar. Hem de içeriği tartışmalı, tevhidi olmaktan çok uzak demokratik, muhafazakâr çevrelerin bile içine girdiği, hatta daha çok onları tavsif eden, üstelik de başlangıçta ötekinin yakıştırması olan bu üretilmiş kavramı kullanarak, davetin muhatabı kitlelerde kafa karışıklığına yol açmaktadırlar. Bu sebeple de, tevhidi davetin, ahiret ve kulluk eksenli Kur’ani bir zemine oturmasını engelleyecek, zaaflı bir temsil ortaya çıkmaktadır.
Üstelik bu kavramı ısrarla sahiplenenlerin bile, sürekli “olumlu anlamda İslamcılık” tanımlaması yapıp “olumsuz anlamda İslamcılık”tan ya da “Türkiye İslamcılığı” ve “Tevhidi İslamcılık” gibi ilave kavramsallaştırmalara müracaat etmek zorunda kalmaları, farklı “İslamcılık” tanımlarından kendi “İslamcılığını” ayrıştırma çabası göstermeleri ibret verici değil midir? Nitekim, “İslamcılık” kavramını kullanmakta ısrar eden ve kendilerini de böyle tanımlayan kardeşlerimiz, bizzat kendi yazılarında bile Erbakan’ın “Milli Görüş”ünü de, Numan Kurtulmuş’un Has Parti hareketini de, laik demokratik partiler olmalarına rağmen “İslamcı” olarak tanımlamakta ve “Türkiye’de genel olarak İslamcı karakterin çok sevdiği ‘medeniyet’ söylemi doğrultusunda siyaset yapmayı tercih edenler” olarak nitelendirmektedirler. Aynı kardeşlerimizin kafa karışıklığı ve “İslamcı” çizgilerinin eklektik duruşu, laik demokratik “Milli Görüş” partilerinden ve Has Parti’den beklentilerin yazıldığı aşağıdaki satırlarda bakın hangi boyutlara varıyor?[2]
Belki ileride kurmayı özledikleri partinin özelliklerini de yansıtacak tarzda ortaya konan ve olumlu olarak nitelenen bu “İslamcı” beklentiler şunlar: “Ama eğer yaşadığımız dünyayı ve Türkiye’yi doğru tahlil eden ve siyasal-sosyal olaylara İslamcı bir perspektifle bakış tercih edilirse bunun en azından artı değer olduğunu da görmek gerekiyor. Muhalif duruşu net, sistemle esaslı bir hesaplaşmaya niyetli, anti-emperyalist, sosyo-ekonomik çelişkilere dikkat çeken, hak ve özgürlükleri merkeze almış bir siyasettir kast ettiğimiz… Müslümanlar adına kimlik ve siyasi duruşunu netleştirecek, anti-emperyalist, oligarşik sistem ve resmi ideolojiye muhalif, sosyo-ekonomik meselelere öncelik verecek, hak ve özgürlükler mücadelesi verecek bir partinin var olması da bir olumluluk sayılmalıdır”.
Pes doğrusu, demek bu laik demokratik partiler, sistemle hesaplaşan muhalif bir duruş sergileyip, anti-emperyalist olup, sosyo-ekonomik çelişkilere dikkat çekip, hak ve özgürlükleri merkeze alsalar iyi ve olumlu “İslamcı” olacaklar öyle mi? İşte “İslamcılık” ve “İslamcı perspektif” budur. Peki, bu muhalif duruşun referansı ne olacak ve nerede duracaktır? Sosyo-ekonomik çelişkilere, hangi ölçülerle dikkat çekilecektir? Hak ve özgürlüklerin referansı, laik hukuk, seküler haklar beyannamesi ve heva ve zan mı, yoksa ilahi vahiy mi olacaktır? Hak ve özgürlüklerin tanımı, sınırı ve ölçüsünü hangisi belirleyecektir, heva ve zan mı, ilahi vahiy mi? İşte “İslamcılık”; bütün bu ayrımları ikinci plana atan ve laik demokratik anlayış, model ve partileri de kolayca içine alan, görüldüğü üzere kendilerini “Tevhidi İslamcı” olarak tanımlayanları bile bu boyutuyla çok rahatsız etmeyen, sadece siyasal alanda muhalif, anti emperyalist ve özgürlükçü olmaya endekslenmiş eklektik, modern bir bid’attır.
Dipnotlar
[1] Kur’an’da Müslim/Müslüman kavramına yapılan vurgular:
- 22/Hacc 78: “…Allah, bundan önce ve bunda (Kur’an’da) size “müslüman” ismini vermiştir. Peygamber size şahit olsun, siz de insanlığa şahit olun diye. Öyleyse namazı kılın. Zekatı verin, Allah’a sımsıkı bağlanın. Sizin mevlânız O’dur. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır !”
- 27/Neml 81: “Sen, körleri sapıklıklarından doğru yola çıkaramazsın. Sen ancak ayetlerimize iman edenlere duyurabilirsin. İşte müslüman olanlar onlardır.”
- 11/Hud 13-14: “Yoksa, ‘O’nu uydurdu’ mu diyorlar? De ki: ‘Öyleyse siz de onun benzeri on uydurulmuş sûre getirin; eğer doğru iseniz Allah’tan başka, çağırabildiklerinizi de (yardıma) çağırın (da bunu yapın)!’. Eğer size cevap veremedilerse bilin ki (bu Kur’an) Allâh’ın ilminden indirilmiştir ve O’ndan başka ilah yoktur. O halde, şimdi artık Müslüman olacak mısınız?”
- 3/Al-i İmran 52: “Îsâ onlardan inkârı sezince: ‘Allâh yolunda kimler bana yardımcı olacak?’ dedi. Havariler: ‘Biz, Allah(yolun)un yardımcılarıyız; Allah’a inandık, şâhid ol, biz Müslümanlarız.’”
- 10/Yunus 72: “Eğer yüz çevirmişseniz, ben sizden bir ücret istememiştim. Benim ücretim sadece Allah’a aittir. Ben Müslümanlardan olmakla emrolundum.”
- 16/Nahl 81 : “… Allâh size ni’metini böyle tamamlıyor ki siz müslüman olup esenliğe eresiniz.”
- 3/Al-i İmran 102 :“Ey iman edenler, Allah’tan, O’na yaraşır biçimde korkun ve ancak Müslümanlar olarak ölün.”
- 7/Araf 126:”Sen, Rabbimizin ayetleri bize geldiği zaman ona iman ettiğimiz için, yalnızca bunun için bizden intikam alıyorsun.Rabbimiz üzerimize sabır yağdır ve Müslüman olarak canımızı al! dediler.”
- 41/Fussilet 33: “(İnsanları) Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve ‘şüphesiz ki ben Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?”
[2] Geçmişte tarihselci diye dışlanan, hatta neredeyse tekfir edecek kadar tepki gösterilen bir ilahiyat profesörünü, Has Parti kurucusu olduktan sonra yeniden keşfetmek de “İslamcılık” dayanışması olarak yorumlanabilir mi? Kur’an’ın siyasi, ekonomik ve hukuki alanları düzenleyen hükümlerini tarihe gömerek, ılımlı laik demokratik sistemlerle uzlaşma arayanların, anti-emperyalist ve özgürlükçü olmaları yeterli mi görülmektedir? Bu arada ifade edelim, kardeşlerimizin konferansçı yaptıkları kişinin büyük kahraman diye takdim ettiği tarihselci Hasan Hanefi’nin laiklikle İslamcılığı uzlaştırma çabaları, uzun süredir Türkiye’de de yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Kur’an’ın anlaşılması konusunda yaptıkları büyük tahrifata rağmen tarihselcilerle ve laik demokratik partilerle anti-emperyalist-özgürlükçü cephede ve “ İslamcılık” ortak paydasında yakınlaşmaya dair bu tür gelişmeler, sadece pragmatizm olarak mı okunmalı, yoksa başka hususlara da işaret sayılabilir mi?