Muhtıra ve mitingler sürecinde ortaya konan tepkileri değerlendirdiğimizde maalesef çoğunluğu teşkil edenlerin tutumunun, hiç de umut verici olmadığını, hatta önemli bir kısmının en az muhtıra kadar utandırıcı bir içeriğe sahip bulunduğunu üzülerek tespit ediyoruz. CHP, DSP ve bu çizgiye yakın diğer Kemalist ulusalcı sol çevreler zaten hep darbelerle örtüşmüş, zaten siyasal alanda darbeci zihniyetin temsilcileri olarak, onlara zemin hazırlamak, gerekli gördüklerinde de darbeleri bizzat tahrik etme misyonu üstlenmişlerdir. ANAP, DYP gibi partiler de, kendilerini geçmişte kalan Menderes, Özal çizgisine nispet etseler de, Demirel’in ve Mesut Yılmaz’ın 28 Şubat darbesinin yandaşları olmayı üstlenmeleriyle başlayan kırılma, bu partilerin bugünkü Genel Başkanlarının da “derin güçlerle” bilinen dirsek teması sebebiyle tam bir teslimiyetle “Devlet İktidarı” oligarşiyle bütünleşmeleri sonucunu doğurmuştur. Zaten birlikteliğe çok uzak dururlarken, muhtıra sonrası büyük heyecanla ve süratle birleşme kararı vermeleri de aynı bağlantılarla izah edilmektedir. Bu sebepler muvacehesinde, bütün bu “merkez sol” ve “merkez sağ” diye nitelendirilen partiler ve onlara yakın çevrelerden, muhtıraya karşı onurlu bir itiraz gelmesi beklenemezdi. Öyle de oldu. Ve bütün bu partiler, “devlet iktidarı”nın muhtıra ve mitinglerinin teşviki ve yönlendirmesiyle, halkın iradesini kırmak amacıyla alelacele birleşmelere zorlandılar.
AKP ise, evet bugüne kadar darbe muhatabı olan hükümetlerin görece olarak hepsinden daha şahsiyetli bir tavır sergileyerek, muhtıraya cevap verdi ve TSK’nın anayasal konumunu hatırlatarak eleştirdi. Tabii ki bu, ancak geçmiş kötü örnekler dikkate alındığında daha olumlu bir duruş olarak nitelendirilebilir. En azından muhalefetteki partilere göre değerlendirildiğinde çok daha tutarlı bir duruş olduğu kanaatine varılabilir. Ancak, biraz da olması gerekenle mukayese ederseniz, yapılanın o kadar da olumlu ve onurlu olmadığını, bu kadar vahim bir suça karşı yapılabilecek hiçbir şeyi yapmadan sadece, hiçbir müeyyidesi olmayan göstermelik bir karşı bildiriyle işin geçiştirildiğini anlarsınız. Bir hükümet düşünün ki, kendisine bağlı, emrindeki bir kuruma, hükümete karşı Anayasa ve yasaları açıkça ihlal eden tutumundan dolayı karşı bir bildiri yayınlayıp, “bu yaptığınız doğru değil, yasal olarak bana bağlısınız” demekle yetiniyor, yasaları harekete geçirmeden susuyor. Muhtıranın bizatihi kendisi suçken, üstelik içeriğinde bir çok suç işleniyorken, sadece müeyyidesiz bir bildiriyle yetinmek, hükümetin de yasaları ihlal ve hesap sorma sorumluluklarını ihmal etmesi anlamına geliyor. En azından TBMM’de bir soruşturma ya da araştırma komisyonu kurarak işin üzerine gitmeyi ya da Başbakanlık teftiş kurulunu harekete geçirip bir idari soruşturma açmaya bile gerek duymuyor, böylece kendisi de görevi ihmal suçu işliyor. Üstelik, AKP yönetimi, Milli Eğitim Bakanını Genelkurmay Başkanına gönderip, sanki bir suçmuş gibi, tesettürlü kızların ilahi söylediği programın kendileriyle bir ilgisinin bulunmadığı açıklamasını yaparak, hukuksuz muhtıraya haklılık ve meşruiyet kazandıracak ve darbecileri şımartıp azgınlaştıracak büyük bir zaafı göstermekten de kurtulamıyor.
Ayrıca AKP kadrolarının, Başbakan ve bakanlar seviyesinde, muhtırayı müeyyidesiz geçiştirdikleri, kendilerine ve halkın değerlerine en ağır hakaretlerin yapıldığı mitingleri de, medya baskısı ile de olsa, “Demokratik hakkın kullanılması olarak takdirle karşıladıklarını” ifade ettikleri halde, bizim İLKAV olarak düzenlediğimiz ilmi bir panelde, eğitim sistemindeki ideolojik ve militarist kuşatmanın yol açtığı büyük ve yaygın çürümeye, yozlaşmaya dikkat çekip eleştirerek, özgür eğitim talepli önerilerde bulunmamız üzerine, hukuku çiğneme pahasına süratle kapatma davası açabildikleri de unutulmamalıdır. Aynı yetkililer, açtıkları bu keyfi kapatma davasına ilaveten, işgüzarlıkla bir de, bu ilmi panelde yapılan düşünce açıklamaları için, basın savcılığına suç duyurusunda bulunup cezai takibata geçilmesini sağlayana kadar ısrarlı çabalar ortaya koymuşlardır. İşte darbecilere ses çıkaramazken, Şemdinli’de suçüstü yakalanan “iyi çocuklar”a yönelik davanın savcısına sahip çıkamazken, devlet içi çeteleşmelerin üzerine gidecek cesareti gösteremezken, ezilen çevrelere karşı aslan kesilip, darbecileri razı edecek hukuksuzlukları bizzat kendilerinin yerine getirdiği, utanç verici uygulamalar olarak bir daha hatırlanmalı ve AKP’nin muhtıraya karşı tutumu bütün bunlarla birlikte değerlendirilmelidir.
STK adı altındaki yapılanmalara gelince, bilindiği üzere Türkiye’de bu alan da son derece sorunlu ve hatta çoğunluk, ulusalcı damarlarla darbecilere eklemlenmiş militarist bir hüviyet arz ediyor. Önemli bir kısmı seküler paradigma ortak paydasında darbecilerle bütünleştikleri için ve özellikle de darbenin, muhtıranın muhatabı İslami kimlik ve değerlere karşı ise çok büyük ekseriyeti ya doğrudan darbecilerin yanında saf tutuyor yada denge kompleksiyle dolaylı olarak darbecilerin tezlerini sahiplenip, İslam’a da saldırarak darbeyi kısık bir sesle ve zoraki eleştirebiliyorlar.
Bu ülkenin sürekli ezilen Müslümanları ve azınlık devrimci sol gruplar ile bir kısım Kürt muhalefeti dışında her kesimin sevdiği, arka çıktığı bir darbesi ya da muhtırası mutlaka var. Son 28 Şubat ve 27 Nisan müdahalelerinde ise, darbecilere ve muhtıraya karşı tepkilerde, çok az sayıda istisna dışında Müslümanlar yalnız bırakıldılar. Sadece tevhidi düşünceye sahip bilinçli Müslümanlar, bütün darbelere ve darbecilere çifte standartsız bir samimiyetle karşı duruyorlar. Sistemle en uzlaşmaz konumda bulunan Kürt muhalefeti bile zaman zaman İslam ve Müslümanlara karşı Kemalist baskıcı politikalarla örtüşen duruşlar sergilemekten çekinmemişler, hatta bu amaçla darbecilerle PKK önderleri arasında bir takım görüşmeler ve destek mesajları bile söz konusu edilebilmiştir. Evet, 28 Şubat ve 27 Nisan müdahaleleri, Müslümanlar dışında kalan çevrelerce maalesef daha geniş bir mutabakatla sahiplenilip desteklenebildi. Kendini İslam’a nispet eden, ancak ulusalcı ve sağcı kirlenmeden tam arınamayan kimi çevreler ise, gerek bu kirlilik, gerekse de darbecilerden çekinme sebebiyle, bir yandan muhtıraya karşı çıkarken, bir yandan da darbecilerin hoşuna gidecek tutumlar sergileyip anayasal düzeni sahiplenmişlerdir. Mesela kendisini “Türkiye’nin en büyük sivil çatı kuruluşu” olarak tanımlayan ve içinde AKABE, İHH, İnsan Vakfı, AKEV vb bir çok kuruluşun yer aldığı TGTV’nin yayınladığı bildiri buna örnek olarak verilebilir. Muhtırayı eleştirme amacıyla kaleme alınan bildiride, “TC’nin anayasal düzeninin korunması en başta milletimizin… sorumluluğundadır” diyerek darbecilerin dayattığı ve kendilerinin bile riayet etmedikleri anayasal düzeni ve koruma sorumluluğunu sahiplenmişler, ayrıca bu sorumluluğu bu ülkede yaşayan herkesin omuzlarına yüklemekten çekinmemişlerdir. Bu düzenin “23 Nisan ulusal egemenlik bayramı”nın da “milletçe coşkuyla kutlanan” bir konumda olduğunu ifade edebilmişlerdir.
Birkaç liberal ve solcu yazar hariç, muhtıraya karşı sol ve sağ kesimlerden çok ciddi itirazlar gelmediği gibi, çok cılız tepkiler bile ancak mağdurla zulmeden arasında denge kurarak ortaya konabildi. Sol büyük oranda Kemalistleşti, ulusalcılıkta sağ ile bütünleşti. İslam’a karşı sol ve sağ tüm seküler kesimler laiklikte buluşarak darbecilerle örtüşen söylemelere kaydılar. Bu ortamda kimi darbe karşıtları bile ancak İslam ile darbeciler arasında denge kurma kompleksi ile cılız seslerle zoraki konuşur oldular. Hatta geçmişte görece olarak daha erdemli davranan kimi sol gruplardan bile bazıları (Haklar ve Özgürlükler Cephesi gibi) bu sefer “Kahrolsun şeriat” sloganlı darbe karşıtı bildiriler yayınlayacak kadar çirkin bir tutum içine girebildiler. Darbeye karşı yayınladıkları bildiride, utanmadan “cuntacılar ve şeriatçılar, hesap vermesi gereken halk düşmanlarıdır” şeklinde bir ifade kullanabildiler. Cuntacıların sürekli zulmü altında yaşayanlar, “şeriatçılar”la hiç muhatap olmamış ve her hangi bir zararını da görmemiş oldukları halde, cuntacılarla aynı derecede düşman ilan edebilme ahlaksızlığını sergileyebildiler. Bu kesimler, İslamı ve Müslümanları tanımamaları, üstelik tanımak için bir gayret de göstermemeleri sonucunda sürüklendikleri cehaletin de tesiriyle ve genelde Müslüman olmayan tüm kesimlerin ortak paydasını emperyalist Batının seküler paradigmasının oluşturması ve bu sebeple İslam’a karşı pozitivist bir ön yargı ile malûl olmalarından kaynaklanan düşmanlıklarla hareket etmektedirler. Bu sebeple de, paradigma kardeşliğiyle sosyalistlerle faşistler “ortak düşman” paydasında aynı safta buluşabiliyorlar. Yahut da, faşizme karşı çıkarken, illa İslam’a da karşı olduklarını açıklama zaruretini duyabiliyorlar. Bu da onların darbelere karşı objektif ve adil bir duruşla tavır koymasını engelliyor.
Sözde Muhtıra Karşıtı Sol Bildiride Muhtırayla Örtüşen İslam Karşıtlığı Öne Çıkarıldı
Sol görüşlü 205 yazar ise, maalesef ancak 10 gün sonra muhtıraya karşı ortak bir açıklama yapabildiler. Ancak aynı denge kompleksiyle, basın toplantısında “postal yanlıları” ve “takunyalılar” olarak tanımladıkları iki cepheye karşı kendilerini üçüncü cephe olarak konumlandırmak, bildiride de “şeriata da darbeye de karşı” olma zaafını göstermekten kurtulamadılar. Sözüm ona muhtıraya karşı çıkarken bile, muhtıranın tek hedef aldığı kesimi, hem de muhtıranın üslubuyla eleştirip kınayarak “siyasal İslam” söylemiyle hedef yapmaktan utanmadılar. İşte solun en zirvedeki “aydın”larının, İslam ve darbeciler ayrımı söz konusu olduğunda takındıkları son derece çirkin ve ikiyüzlü tutum, zalim ve mazlumu aynı kefeye koyan, darbeciyle mağduru arasında ortada durmaya çalışan bu adaletsiz duruş, aslında seküler paradigmaya dayalı bütün kesimlerin, halka ve değerlerine karşı nasıl yabancılaştıklarını ortaya koymaktadır. Bu adaletsiz ve ikircildi tutum, darbecilere, emperyalizme ve insan hakları ihlallerine karşı olduklarını söylerken bile nasıl emperyalistlerle ve onların yerli işbirlikçileri olan darbecilerle, İslam karşıtı seküler-pozitizvist (sözüm ona aydınlanman) safta bütünleşebildiklerinin çarpıcı bir göstergesidir.
Söz konusu sol bildiride, “Ordunun da AKP gibi ABD yandaşı olduğu” söylenerek muhtıra eleştiriliyor. Acaba böyle olamasaydı darbe iyi mi olacaktı, yerli reflekslerle yapılsaydı darbeciler ve darbecilik haklı mı olacaktı? Sonra ordu ile AKP’nin Amerikan yanlısı olmasını aynı kefeye koymak da, yine zalimle mağdur arasında denge kurma mantığının sonucu olan bir başka adaletsizlik değil mi? AKP’nin ABD ve Batı’ya sığınması ve hangi saikle olursa olsun Batı projelerine katkı sunar hale gelmesi tabii ki eleştirilmelidir ve biz de eleştiriyoruz. Ancak, çoğu ABD’de eğitim almış gerçek Amerikancı, Batıcı darbecilerin baskısı ve tehdidi ile bu sonucun sağlandığını bu “aydınlar”(!) bilmiyorlar mı? Bir darbe sürecinde, saldırganla mağdur arasında böyle bir dengeleme yaparak, aslında darbecilere destekçi konuma düştüklerini fark etmiyorlar mı?
Solun, aynı talihsiz ve adaletsiz bildirisinde “12 Eylül rejimi altında Türk-İslam sentezini yerleştiren, din derslerini zorunlu hale getiren, böylece siyasal İslam’ın elini güçlendiren askeri yönetim olmuştur” iddiası da, “aydın” sıfatını kullananlardaki ürkütücü boyutta yabancılaşmanın, İslamı ve Müslümanları hiç tanımamanın, içinde yaşadıkları toplumun dini ve değerleri hakkında son derece cahil konumda bulunmanın ve üstelik egemen sistemi ve politikalarını bile doğru tahlil edemeyecek kadar geri ve niteliksiz olmanın göstergesi değil de nedir? Bu ifadedeki iki sıkıntılı anlayışı sorularla ortaya koyalım: Birinci olarak, “Türk-İslam sentezi”ni yerleştiren, din derslerini zorunlu hale getiren, böylece siyasal İslam’ın elini güçlendiren” bir tutum sergilemeseydiler, siz askeri vesayeti ve darbeleri savunacak mıydınız? Neden, ne yaparsa yapsın darbeye objektif bir karşı çıkış ortaya koyamıyorsunuz? İkinci olarak, “Türk-İslam sentezi”nin ve “mecburi din dersleri”nin, Kemalist laik ulus devleti ve rejimim güçlendirmek ve “ulusal din” oluşturarak tevhidi dirilişle yaşanacak ümmet bilincinin gelişimini, Kur’an’a dayalı sahih İslami uyanışı engellemek ve rejimin çıkarları istikametinde saptırmak için üretilmiş, laik ulusalcı bir proje olduğunu ve sahih İslam anlayışına zarar verdiğini nasıl göremiyorsunuz?
“Siyasal İslam’ın etkisi ancak işçilerin ve emekçilerin çıkarlarını temsil eden bir siyasi mücadeleyle ortadan kaldırılabilir” cümlesine gelince bu ifade, muhalif sol adına darbecilere İslam’ın gelişmesine karşı güvence vermekten ve aynı amaçta örtüştüklerini ima ederek muhtıraya dolaylı destek olmaktan başka ne anlama gelebilir? Sol adına yayınlanan muhtıra karşıtı bir bildiride, neden muhtıracıların hedefleri muhtıracılardan daha fazla vurulmaya çalışılmıştır? Bu husus, bildiriyi imzalayanlarla birlikte bütün sol çevrelerde özeleştiriye yol açmalı ve sonuçta bu çarpıcı çelişki, tutarsızlık ve bağnazlıkları aşma iradesi gösterilerek, erdemli insanlar hallerini ıslah edecekleri bir çaba içine girmelidirler. Darbe karşıtı bir bildiride, neden, kendisi de uluslar arası sermayeyle bütünleşmiş, holdingleşmiş olan askeri bürokratlarla, TÜSİAD’cı büyük sermayenin işbirliği sonucunda darbe süreçlerinde gerçekleştirilen, halkın kaynaklarının talan edilmesi, hortumlanması, emekçi dar gelirli halk kitlelerinin daha büyük sefalete sürüklenmesi ve hak arama yollarının tıkanması gibi olgular üzerinde durulmadığı sorgulanmalıdır! Neden haklan ihlal edilenlerin, haksızlığa uğrayanların hak ve özgürlükleri objektif bir adalet ölçüsüyle savunulmadığı ve neden zulme uğrayanların da -hem de darbecilerle örtüşen bir üslupla- hedef yapılıp eleştirilmesinin bu derece bildiriye hakim kılındığı üzerinde düşünülmelidir! Neden, söz konusu açıklamada daha çok (ne anlama geliyorsa) “siyasal İslam” düşmanlığı öne çıkartılmıştır? Bildiride yer alan, “siyasal İslam’ın etkisini biz ortadan kaldırırız” ifadesi ne anlama gelmektedir? Darbecilere, ortak düşmanımızı bize bırakın, biz onları sizden daha iyi yok ederiz mesajı ve güvencesi mi verilmek istenmiştir? Bu nasıl muhtıra karşıtlığıdır?
Haluk Gerger, Perihan Maden, Şanar Yurdatapan, Fikret Başkaya, Ragıp Duran gibi aydınlar, imzaladıkları bildiriyi hiç okumadılar mı? Yoksa ortada ideolojik bir körlük mü söz konusudur? Yani İslam dendiğinde, onlar da mı kırmızıyı görmüş gibi hedefe kilitlenip saf belirliyorlar? Seküler-modern paradigmada buluştukları darbecileri İslam’a karşı doğal müttefik olarak mı algılıyorlar? Tıpkı darbeciler gibi bunların da akıllarına İslam deyince ortadan kaldırılması gereken bir hedef mi gelmektedir? Neden İslam’ın da kendini ifade etmesine ve toplumu etkilemesine tahammül edemiyorlar? Ve neden tıpkı askerler gibi bu hali yok edilmesi gereken bir hedef olarak ifade edip, “Siyasal İslam etkisini” ortadan kaldırmayı sizden daha sonuç alıcı bir biçimde ancak bizim siyasal mücadelemiz sağlar demek ihtiyacını duyuyorlar? Kim bilir belki de, bunca “aydın”ın imza attığı bu tutarsız, adaletsiz, tıpkı muhtıra metni gibi niteliksiz, seviyesiz ve çelişkilerle dolu bildiri de, imzalayanların seviyesini yansıtıyor olabilir. “Din derslerini zorunlu hale getiren böylece siyasal İslam’ın elini güçlendiren askeri yönetim olmuştur. Kısacası büyük işçi ve emekçi kitlelerin hayati çıkarları silahlı tehdit altındadır” cümlesi de bu seviyeyi ortaya koymakta değil midir? “Pes doğrusu” dedirtecek kadar alakasız konulan arka arkaya iki cümlede bir araya getirmek her halde ancak “aydın” olmakla mümkün olabiliyor. Acaba, ne demek istediklerini, imzalayanlar anlamışlar mıdır? İslam aleyhine ve egemen İslam karşıtı laik rejim lehine olan “Din derslerini zorunlu hale getiren” proje nasıl oluyor da “siyasal İslam’ın elini güçlendiren” bir unsur olarak değerlendirilebiliyor? Ve sonuçta güçlendiği iddia edilen “siyasal İslam” nasıl oluyor da, “işçi ve emekçi kitlelerinin hayati çıkarlarını silahlı tehdit altına” sokabiliyor? Diğer taraftan, nasıl oluyor da emekçilerin, dar gelirlilerin, işçilerin hepsi İslam karşıtı olarak kategorize edilebiliyor? Ve nasıl oluyor da bu kesimlerin siyasi mücadelesi ile İslam’ın toplumsal etkisinin kaldırılabileceği iddia edilebiliyor? Bu kadar solcu yazar; darbe karşıtı bir bildiride sadece darbeye itiraz edip halkın ve mağdurların özgürlüklerini savunacak yerde, neden illa AKP ve Müslüman halkı ve inancını da -hem de darbecilerden daha fazla öne çıkararak- eleştirme gereğini duyuyorlar? Madem böyle bir denge kuracaklar, peki neden hep AKP üzerinden İslam’a saldırmayı öne çıkarıyor ve bu bağlamda eleştirilere ağırlık veriyorlar da, AKP’nin, emekçi, dar gelirli halka zarar veren IMF ve ABD güdümlü liberal ekonomi politikalarına tek eleştiri getirmeyi akl etmiyorlar?
Diğer yandan, İslami ölçülerle bakıldığında AKP’nin İslam’la bir alakası yok iken ve AKP’de kendisinin, İslami değil “muhafazakâr demokrat” bir parti olduğunu açıkça ifade ederken, biz Müslümanlar da sürekli, AKP’nin İslami ve Müslümanları sekülerleştirme misyonu üstlenip Batı projelerine hizmet ettiğini ve İslam’a zarar verdiğini ortaya koyarken, hâlâ AKP üzerinden İslam’a saldırılıyor olması, İslam’a hakaretler edilmesi, hem mitingciler, muhtıracılar, hem de muhtıralara tepki göstereyim derken AKP üzerinden İslam eleştiri yapanlar açısından ahlaki olmayan, adaletsiz ve seviyesiz bir tutum olarak ortaya çıkmaktadır. İslam düşmanlığı ve İslam karşıtı ideolojik taassup bu kadar mı körlüğe ve idraksizliğe yol açıyor?
İşte, halka ve değerlerine yabancılaşma böyle tutarsızlıklara, adaletsizliklere ve üstelik bunların fark edilmesini de engelleyecek bir körlüğe yol açabiliyor. Darbecilerin tıpkı ABD’nin sekülerleşmiş, Protestanlaşmış “ılımlı” bir “İslam” oluşturma projesi gibi, ulusal bir din oluşturmak ve İslam’ın önünü kesmek amaçlı projesinden hareketle, İslam’a destek verildiğini iddia ederek İslam’a saldırılması başka nasıl açıklanabilir? Hepsinin ortak paydası olan halk düşmanlığı ve sekülerizm ortak paydasında buluşmak ve modern paradigmaya dayanmak, solcuları faşistlerle, darbecilerle ve büyük sermayedarlarla bütünleştiriyor. Fakir emekçi halk ve değerleri ile alakası olmayan elit solcular, kapitalistlerle “aydınlanma” zannettikleri karanlıkları paylaşıyorlar. Anlaşılıyor ki, ülkenin en aydın kadroları şu veya bu şekilde Kur’an’la ilişki kurmuş ve bir miktar da olsun Kur’an’ın aydınlatıcı mesajından istifade etmiş olanlardır. Samimi bağlanıldığında vahyin kırıntıları bile, bu kesimleri sol ve sağ karanlıkçılardan ayırıp, en azından grileştiriyor. Vahyin kırıntılarının kazandırdığı nispi ölçülere sadakat gösterenler ile fıtri erdemleri koruyanlar bile bu görece aydınlanmayla, zulumatın en koyu tonlarında yer alan İslam karşıtlarına nazaran daha gri tonlara geçmekte ve görece de olsa daha adil, daha özgürlükçü olabilmektedirler. Nedense, şimdilik fıtri erdemleri esas alarak insanlık onurunun gerektirdiği görece olumlu ve özgürlükçü tutumu takınan azınlık sol ve liberal kesimler bile güven vermiyorlar. Bir ayrışma noktasına geldiğinde, belki birkaç istisna dışında, anti-İslam refleksleriyle derhal insan hakları ve özgürlük iddialarından vazgeçebilecekleri ve adaleti yok etmek pahasına da olsa darbeci faşistlerin safına savrulabilecekleri imajını veriyorlar. İşte İslam’a düşman olanlarla, fıtri erdemleri koruyanların ve vahye teslim olanların arasındaki adalet ve şahsiyet farkı böyle çarpıcı sonuçlar ortaya koyuyor.
Liberal, Sol ve Kendini İslam’a Nispet Edenlerin “Yurttaş Bildirisi”nde Bile “Laiklik Savunuculuğu” Öne Çıkarıldı
“Yurttaş bildirisi” adı altında yayınlanan bildiride, İslam düşmanı ateistler, liberal ve sol görüşlü aydınlar ve Müslümanlara ait kimi kuruluşlar adına genel başkanlarının imzaları var. Bir tür laikliği savunma bildirisi haline dönüştürülen metnin altında, İslami kimlik ve ilkeler çerçevesinde insan hakları mücadelesi vermek üzere kurulan bir kuruluşun Genel Başkanının da imzası var. Son derece net bir İslami kimlik ve ilkeler çerçevesinde insan hakları mücadelesi vermek üzere kurulan bir kuruluş, göz yumulan, idare edilen ilkesizlikleri sonucunda ne hale getirildi? İlk kuruluştaki, İslami kimlik ve ilkelerinin oluşturduğu onurlu duruşa bir bakın, bir de bugün geldiği noktaya bakın, yüreğiniz yanacaktır. Bu bildiride yer alan bazı cümleleri aktardığımızda gelinen noktanın vahameti daha iyi anlaşılacaktır. Müslüman, ateist, solcu ve liberal imzacılar, ülkenin “ortak paydası”nın “Laik anlayış” olduğu tespitini yaparak, hem bu ortak paydaya bizler de dahil herkesi katarak yalan söylüyorlar, hem de darbeye karşı çıkmak amacıyla yayınlanan bildiride, darbecilerin duyarlılıklarını okşayarak bu konuda onlarla aynı hassasiyetlere ve ortak paydaya sahip olduklarını vurgulayıp, onları rahatlatarak utanılacak bir zaaf gösteriyorlar. Demokrasiye sahip çıkma ve muhtıracıları kınama amaçlı olduğu iddia edilen bir bildiride, neden herkes laik olmak ve laikliği savunmak zorundaymış gibi faşist bir tutum içine giriliyor? Madem “laiklik” konusu fetişleştirilerek muhtıra verilmiştir, gerçekten laik olanlar bile muhtırayı kınama bildirisinde laikliği savunma gereği duymadan doğrudan muhtırayı ve darbeci zihniyeti mahkum etmekle yetinmeliydiler. Tabii ki, laiklerin bile böyle davranmaları gereken bildiride, Müslüman imzacılarla, ateistlerin ve İslam düşmanlarının ortak paydası olarak laikliğin öne çıkarılması ise darbecileri çok daha fazla memnun edecek bir sonuç olmuştur. Darbecilere, “İşte sopayı gösterince, böyle laiklik ortak paydasında sizi birleştirmemiz bile aslında muhtırayı yayınlamakta ne kadar haklı olduğumuzu göstermektedir” diyebilme imkanı verilmiştir. Altında Müslümanım diyenin de imzası olan bildiride “Bizler, laik cumhuriyetin muhtıralara yaslanarak değil daha fazla demokrasi içinde yaşatılacağına inanıyoruz” deniyor ve imzacıların “Özgür, demokratik, laik Türkiye’yi korumaya kararlı yurttaşlar” olduklarının altı çiziliyor. Müslüman imzacıların bile “laik Türkiye’yi korumaya kararlı” oldukları vurgusu, şüphesiz ki Allah’ı razı etmese de, muhtıracıları çok memnun edecek bir sonuç olmuştur. İşte biz yıllardır bu savrulmaları fark edip uyarırken, “hep Müslümanları eleştiriyorsunuz” diye tepki verip bu gidişi görmezden gelenler, sapmaların zamanla kanıksanarak kronikleşmesine ve savrulmanın daha da ilerlemesine sebep olduklarını görmeli ve kendi nefislerini hesaba çekmelidirler.
Laiklik savunuculuğu yapan böyle bir bildiriyi imzalayan Müslümanlara soruyoruz; İslam’ı savunmak için bir bildiri hazırlayın, ateistler, sol ve liberal yazarlar sizinle beraber imza atarlar mı? Bundan vazgeçtik çok daha nötr bir bildiriyi hazırlayın, hem de içeriği batı standartlarındaki laikliğe de uygun olsun, şöyle yazılsın: “Bu ülkede başta ordu ve devlet kurumları olmak üzere herkes, Müslümanların İslami kimliğine saygı göstermek ve kendi dinlerinin özgün kaynaklarına dayalı eğitimini çocuklarına özgürce vermek ve İslam’ın bütün gereklerini bütün toplumsal alanlarda özgürce yaşamak hakkının olduğunu kabul etmek ve buna saygı göstermek zorundadır.” Darbeye karşı çıkma adı altında, darbecilerin tezlerini sahiplenen ve laikliği savunan Yurttaş Bildirisini imzalayanlar, böyle bir bildiri için imza atarlar mı? İsterseniz deneyin, kesinlikle imza atmayacaklarını göreceksiniz. Onların tercihi nihayet beşeri bir ideoloji olduğu için, pragmatik davranıp bu tür bildirileri imzalasalar bile, yine de ilahi olana teslim olması gereken Müslümanlar, akidevi ölçü ve ilkelerine aykırı hiçbir bildiriyi hiçbir maslahatla imzalayamazlar.
Sol ve Liberal Aydınlarla İlkesiz Birliktelikler Savrulmalara Neden Oldu
Kimi Müslümanların, sol ve liberal çevrelerle kurdukları ilkesiz ilişkiler sonucunda onlardan itibar görmek ve entelektüel sayılmak için onların kavramlarını kullanarak nasıl dönüştüklerini, acı bir tecrübe olarak biliyoruz. Onların kavramlarıyla kendilerini tanımlayıp ifade ederek, nötr olmayan kavramların dönüştürücü tesiriyle zaman içerisinde nasıl dönüşüp, değiştiklerini, çevremizdeki pek çok örnekte hep birlikte gözlemledik. Çevremizde tanıdığımız, dönüşüm serüvenine tanık olduğumuz birçok Müslüman, İslami kimliğini böyle süreçlerde flulaştırıp zamanla da kaybetmedi mi? Özellikle insan hakları alanında vahyi belirleyici olmaktan çıkarıp Batı’nın seküler insan hakları anlayışını evrensel sayıp onu referans alanların nasıl dönüştüğünün, nasıl değiştiğinin, nasıl İslami kimliğini kaybettiğinin canlı tanıkları değil miyiz? Darbe süreçleri ve baskıcı, yasakçı uygulamalar, Müslüman kesimler içinden İslami kimlik ve ilkelerin belirleyiciliğinde, kendi özgün kavramlarımıza dayalı bir muhalefetin ve özgün muhalefet yapan öncü kişilerin çıkmasına yol açması gerekirken, maalesef içimizden çıkabilecek böyle öncü kişileri, sisteme muhalif tavırlar koydukları zaman “sertsin” diye mahkum edip, “başımızı belaya sokacaksın” diyerek susturmaya kalkanlar oldu. Bu korkuyla kendi kardeşlerini mahkum etmeye çalışanlar, sol çevrelerle, liberal kesimlerden çıkan yazarları, aydınları kanaat önderleri haline getirdiler. Onlar da kendilerini takip edenleri, kendilerini kanaat önderi edinenleri zaman içinde etkileyip dönüştürdüler.
Liberal Ve Sol Aydınları Kanaat Önderi Edinmek Büyük Erozyona Ve Dönüşümlere Yol Açtı
İşte böyle bir süreç yaşandı ve gelinen noktada, Ali Bayramoğlu, Kürşat Bumin, Nuray Mert, Gülay Göktürk, Taha Akyol, Mehmet Altan, Ahmet Altan ve benzeri liberal ve sol yazarlar, Müslümanların, hak ve özgürlüklerinin savunuculuğunu havale ettikleri, kanaat önderleri haline geldiler. Tabii ki, onların bunda bir suçu yok, onlar kendi konumlarına uyan insani sorumluluklarını ve özgürlük mücadelelerini yerine getiren, fıtri erdemlere uygun ve dürüst insani tavırlar sergilemeye çalışan insanlar. Şüphesiz ki, bu dürüst ve özgürlükçü tutumlarından dolayı biz de kendilerini takdir ediyoruz. Kimi liberal ve solcu aydınların bu tutumları, insani erdemlerin korunması adına sevindiricidir. Ancak biz Müslümanlar açısından, onlarla ilişkilerimiz, kendi özgün ilke ve değerlerimizi koruyarak, zulme ve haksızlıklara karşı ittifak etmemiz halinde anlamlı olacaktır. Onlara benzeyerek ve onların kavram ve ölçülerini içselleştirerek kurulacak ilişkiler ise savrulma anlamına gelecektir. Bu bakımdan bu ilişkide sorgulanması gereken, Müslümanların edilgen ve ilkesiz duruşlarıdır. Vahyin ölçülerini belirleyici kılmadan, ilkesiz bir duygusallıkla onları okuyanlar, haklarının savunuculuğunu onlara bırakmış ve onları kanaat önderi haline getirmiş olanlar, bu etkilenme sonucunda zamanla dönüşüp değişiyorlar, onlar gibi düşünmeye, olaylara onların seküler bakış açısıyla bakıp değerlendirmeye, onların kullandıkları seküler kavramları kullanmaya ve onların zihin yapısıyla üretilen seküler tavırları sergilemeye başlıyorlar.
Zaten bu tür liberal ve solcu yazarlar da, kendi seküler tercihlerinin bir sonucu olarak, sisteme ve egemenlere seslenerek, “serbest bırakın, önlerini açın kamu alanlarına çıksınlar, okullara gitsinler, ticaret ve siyaset yapsınlar, bu durum Müslümanları dönüştürüyor, sekülerleştiriyor, modernleştiriyor” diyorlar. “Serbest bırakıldıkça kendiliğinden modernleşiyorlar” diyerek bizim hak ve özgürlüklerimizi savunuyorlar. Yani biz Müslüman kalalım ve Müslümanca yaşayalım diye bizim hak ve özgürlüklerimize sahip çıkmıyorlar. Bilerek ya da bilmeyerek, bizi dönüştürme projesinin bir parçası, bir aracı olarak fonksiyon icra ediyorlar. Yazılarının satır aralarında da sürekli bu tezi işleyip, Müslümanları da bu istikamette etkilemeye ve bu anlamda değişime yönlendirmeye çalışıyorlar. Bu sebeple de onları ilkesizce okuyanların, zamanla İslami kimlik ve ilkeleri yozlaşıyor, tükeniyor, eriyor. Kendimiz olarak kalma ve onlar gibi olmayı da reddetme irademize saygı gösterip, bizi olduğumuz gibi kabul ederek hak ve özgürlüklerimizi savunmamaları da, onların, insan hakları alanındaki büyük çelişkilerini oluşturmaktadır. İşte bu savrulma süreci bu şekilde sürdü geldi ve bugün gelinen noktada, sözde Müslümanlara ait birtakım kurumlar ve kendilerini Müslüman olarak tanımlayan bazı kişiler, liberal ve sol çevrelerle birlikte muhtıra karşıtı bir bildiriye imza koyarken, artık açıkça İslam’ın akidevi ölçülerini bile yok eden bir takım gayri İslami ifadelerin altına kolayca imza atabiliyorlar.
Yargı Takındığı Tutum ve Verdiği İdeolojik Kararlarla Darbecilerin Tarafında Yer Alıyor
Yargı kesimi, büyük çoğunluğu itibariyle, askeri vesayeti içselleştirmiş bir anlayışla bağımsızlık rolü oynamaktadır. En üst yargı kurumlarının başkanları her fırsatta tıpkı askeri bürokratlar gibi resmi ideolojiden taraf olduklarını açıklamaktan çekinmiyorlar. Yargı mensuplarının kahir ekseriyeti ise, uygulamada askerle ilgili konularda tam bir asker tarafgirliği ile hareket edebiliyorlar. Özellikle siyasi ve ideolojik davalarda tam bir tarafgirlik ve ideolojik taassupla egemen oligarşinin hizmetini ve ihtiyaçlarını görüyorlar. Brifinglerle, muhtıralarla kolayca yönlendirilmeye açık bulunuyor, siyasi ideolojik kararların altına kolayca imza atabiliyorlar. Böyle durumlarda onları bağlayan ve yönlendiren asla hukuk ve yasalar olmuyor. Daha çok egemen oligarşinin istekleri ve resmi ideoloji tarafgirliği belirleyici oluyor. Askere yönelik en küçük soruşturmaya bile tahammülleri olmuyor. Darbecilere ve onların koruması altındaki derin güçlere, “iyi çocuklar”a dokunan yanıyor. Yargı, bu konularda soruşturma teşebbüsünde bulunan kendi mensuplarını, oligarşi ilahına kurban etmekten çekinmiyor. Bugüne kadar, darbeciler ya da derin “iyi çocuklar” için soruşturma açmaya teşebbüs eden bütün savcılar ya görevden atıldı ya da öldürüldüler. Son darbe teşebbüsleri ve muhtıra için ise, Başbakan ve kimi Bakanlar başta olmak üzere pek çok STK temsilcileri de suç duyurusunda bulundukları halde, bugüne kadar bir türlü yargı harekete geçirilemedi. Hatta tam tersi bir noktada yargı son derece işgüzarca davranmak suretiyle, darbe teşebbüslerini ifşa eden Nokta dergisine baskın yaparak bilgilere el koyup dergi için dava açma yoluna gitti ve bu dergi kapandı. Barolar Birliği bile, muhtıra aleyhine dava açan bir avukatı işten atabildi. İşte yargı kesiminin bağımsız duruşu!
Anayasa Mahkemesi’nin, tıpkı 12 Eylül’de Anayasa’yı ilga eden darbecileri tebrik edip, Anayasa’nın zorla yürürlükten kaldırıldığı süreçte bile varlığını sürdürerek, dünyadaki ilginç olaylar arasına “anayasasız ülkenin Anayasa Mahkemesi” unvanıyla giren ve istifa etmek yerine varlığını sürdürerek, hukuksuzluğa meşruiyet kazandırmaktan çekinmeyen tutumu devam etmektedir. Muhtıraya da tepki göstermek yerine, muhtıracıların işbirlikçisi CHP’nin arzusuna uygun, hukuka aykırı siyasal bir karar vererek, muhtıracıların safında yer almış ve ülkede kriz çıkarmaktan çekinmemiştir. Danıştay Başkanı da, Cumhuriyetin 85. yılında Danıştay’ın 139. kuruluş yıl dönümünü kutlarken yaptığı konuşmada, ironik bir biçimde düştüğü büyük çelişkinin bile farkına varmadan, hukuka ve siyasete müdahale ederek Anayasa ve yasaları ihlal eden muhtıraya dair tek eleştiri yapmazken, tamamen muhtırayla örtüşen bir söylemle hayali “irtica” tehdidini gündem yapabildi. Kendi mensuplarına yönelik suikastı bile derin güçlerle ilişkileri yüzünden aydınlatamayan yargı olarak başını yere eğip, muhtıralara, darbelere ve hukuku katleden derin güçlere karşı çıkacağına, ideolojik bir tarafgirlikle daha kolay olanı tercih ediyor, halkı ve halkın değerlerini “irtica” ile yaftalayıp tehdit olarak gösteriyor. Laikliği de tıpkı cumhurbaşkanı ve muhtıracılar gibi, tepeden inmeci ve din düşmanı bir muhtevayla tanımlayıp; “Laiklik; eğitimin, kültürün, hukukun, dinden bağımsız olmasıdır” diyebiliyor. Böylece, Devletin ve hukukun dinden soyutlanmasıyla yetinmeyip, eğitim ve kültürün de dinden bağımsızlaştırması gerektiğini gündeme getirerek, sadece Mao’nun kanlı “kültür devriminde” gerçekleştirilmek istenen bir hedefi özleyecek düzeyde halkın değerlerine düşmanca bir laiklik anlayışını savunabilmiştir. Yıllardır yapılageldiği gibi, bu en temel insan hakkı ihlali ve bütün bireysel ve toplumsal hayatı din dışına çıkarma çabası “hukuk” adına savunulabilmiştir. Böylece, İslami yaşam tarzımıza yönelik hudut tanımaz saldırı, en tepeden ve devlet kurumlan eliyle, en önemlisi de “adalet” terazisini temsil ettiği iddia edilen Yargı eliyle pervasızca sürdürülüyor. T.C’ye has, pozitivist din düşmanı laiklik anlayışı, taklit ettikleri Batı’daki uygulamaya bile aykırı bir biçimde sürdürülürken, ikiyüzlü Batı tarafından da suskunlukla destekleniyor. Bugün “laiklik elden gidiyor” sloganı altında medyada ve meydanlarda istenen, alkolizme, çıplaklığa ve zinaya özgürlük dışında bir şey hatırlayan var mı?
Genelkurmay Başkanı ve Cumhurbaşkanı’ndan sonra Danıştay Başkanı da “halkın değerlerine saldırılan, hakaret edilen, önemli bir halk kesimini aşağılayıp hedef gösteren, ülkenin seçilmiş başbakanına en ağır hakaretlerin yapıldığı” mitinglere destek veriyor, “Demokratik bir hakkın kullanımı” olarak tanımlıyor. Peki biz de böyle mitingler düzenleyip, onların üslubuyla, Genelkurmay Başkanını, cumhurbaşkanının ve Danıştay Başkanı gibi atanmışları hedef yapsak, aynı nitelemeleri onlara yöneltsek, yine “demokratik bir hakkın kullanımı olarak” saygı gösterecekler midir? Ama burası çifte standartlar ülkesi, ahlaki ve hukuki olmayan uygulamaların hakim olduğu Türkiye, öyle değil mi? Ülkenin seçilmiş Başbakanına bir tuğgeneral “p…k” diye medya önünde saldırdığında “boşalma hakkını kullanmış” olur, ama bir İmam Hatipli kız “başörtümden elini çek” pankartı açtığı için hemen tutuklanıp idamla yargılanır, Öyle değil mi? Halkın değerlerine düşmanlıklarını açıklayanlar meydana çıkıp, İslami kesimleri hedef gösterip kin ve düşmanlık tohumları ektiklerinde demokratik haklarını kullanılmış olurlar, başörtü yasağına itiraz edip, kimseye hakaret etmeden ve hedef göstermeden sadece özgürlük talebiyle meydana çıkanlar ise, 28 Şubat sürecinde Malatya’da yaşandığı gibi, önce “güvenlik güçleri”nin acımasız saldırısına maruz kalıp sonra da idamla yargılanırlar, öyle değil mi? Aynı şekilde son derece sivil ve şiddetten, başkalarına hakaret ve zulümden uzak bir etkinlik olan ve yaklaşık 2,5 milyon kişinin katıldığı tahmin edilen “başörtüsü yasağına karşı el ele eylemi”nden sonra da, bu eylemin çağrısını yapanlar yargılanmadılar mı?
Nitekim aynı mantıkla, muhtırada yer verilen, halkın çocuklarına tesettür kıyafetini giydirip ilahi söyletmesi, kimseye tehdit ve düşmanlık içermeyen dini programlar düzenlemesi darbe için gerekçe oluşturacak kadar büyük suç, onların bu yasalar çerçevesindeki etkinliklerini “irtica” ve çağdışı” nitelemeleri ile aşağılayanların anayasa ve yasaları çiğneyerek muhtıra yayınlamaları ise masum ve meşru, öyle değil mi? Darbecilerle iş tutan patronlar ve batan bankaların yönetim kurullarında görevli emekli generaller, bankaları hortumladıkları, fakir halkın yüz milyarlarca dolarını çaldıkları halde serbestçe dolaşıp, ülke yönetimi üzerinde söz sahibi olma konumlarını korurken, baklava çalan gençlere on iki yıl hapis cezası verilir bu ülkede, öyle değil mi? Eğer biz Müslümanlar, cumhuriyet mitinglerinde, İslam şeriatı ve halkın desteğini alarak hükümet olmuş AKP için, ülkenin seçilmiş Başbakanı ve bakanları için söylediklerinin yüzde birini bu mitingleri düzenleyenler, destekleyenler, atanmışlar ve resmi ideoloji için söyleseydik, çoktan TCK’nın onlarca maddesini ihlal etmek suçlamasıyla, cumhuriyet mitinglerinin hamisi kartel medyasının da tahrikiyle ve askeri bürokratların suç duyuruları eşliğinde bütün yargı kesimi peşimize düşmüş ve çoktan onlarca dava açmışlardı. Hatta bu davalar tıpkı Anayasa Mahkemesinin Cumhurbaşkanlığı seçiminde gösterdiği gibi büyük hızla bir iki günde neticelendirip mahkum bile etmişlerdi, Öyle değil mi?
Danıştay Başkanı söz konusu konuşmasında, “Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı her türlü hareket irticadır” tanımı yaparak, “hukuk” tarihine altın harflerle adını yazdırmış bulunmaktadır. Böyle bir ideolojik taassupla taraf olduğunu açıklayan yargı nasıl bağımsız kalabilecek ve bu tür konuları ele alan davalarda nasıl bağımsız ve objektif karar verecektir? Ayrıca, irtica, geriye özlem ve geriye dönüş arzusu anlamına geliyorsa, şunu sormak gerekmez mi? Bizi de, onları da yaratan Allah’ın kıyamete kadar yeni ve ileri olma vasfını asla yitirmeyecek evrensel mesajı mı; yoksa yaratılmış bir beşerin 80 yıl önceki sınırlı aklının ve o günün şartlarındaki kimi pratiklerinin gereği olarak ürettiği bir takım düşüncelerini 80 yıl sonra dogmalaştırıp sürdürme arzusu mu “irtica” denmeyi hak ediyor? Üstelik dogmalaştırılarak, değişmez, değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez hale getirilen bu ilke ve inkılâpların çoğu tükenmiş, yürürlülükten kaldırılarak, çürümeye terk edilmiş bulunmaktadırlar. Bugün artık, liberal politikaların gereği olarak, Atatürk’ün en temel ilkelerinden birisi olan devletçilik terk edilmiş, özelleştirme esas alınmış değil midir? Zaten kuruluştan beri var olan emperyalist Batı kültürüyle bütünleşme, emperyal politikalarla yönlendirilme, bugün artık AB’ye giriş projesiyle, ulusalcılığı ve ulusal egemenlik anlayışını tamamen işlevsiz kılmış değil midir? Diğer taraftan, yine ta başından beri, İnönü’nün “halk da düşmanınızdır” diyerek ittihatçı subaylara halkı hedef gösterdiğinden bu yana, sürekli halkın kimliği ve değerleriyle çalışan ve halkı, Batı’nın seküler değerleri istikametindeki dönüştürme projelerini uygulamaya koyan ve halkı sürekli “cahil” olarak niteleyerek “halk için halka rağmen” sloganım esas alan egemen oligarşi tarafından halkçılık zaten ta baştan beri terk edilmiş değil midir? Bugün uğrunda yaygaralar koparılan “Cumhuriyetçilik” ilkesi hiç uygulamaya konabildi mi? Askeri vesayet sisteminde saltanata asker bürokratlar devralıp sürdürmediler mi?
Aynı şekilde inkılapların da çoğu işlevini bitirip terk edilmiş değil midir? Mesela “Şapka inkılabı”, uğrunda çok masum cana kıyılan bu inkılap bugün ne haldedir? Dünyanın önünde Türkiye’ye utançla başını yere eğdirecek traji-komik bir uygulama ‘Şapka’ konusunda yaşanmakta değil midir? İnkılap yasasıdır diyerek, Anayasa’nın koruması altına alınan ve maalesef gülünç bir biçimde son TCK yasasında da cezai müeyyide ile güvence alınmaya çalışılan bu yasa, bizzat yasa koyucu ve yargı mensupları da başta olmak üzere, bu inkılabı en çok savunan ve değiştirilemez kılarak dogmalaştıranlarca da ciddiye alınmamakta, uygulanmamakta ve buna rağmen de, düşünce adamlarının peşini bırakmayan savcılar bu açık yasa ihlalini sadece seyretmekte değil midir? Yine aynı şekilde Anayasa maddesiyle koruma altına alınmış ve hâlâ geçerli olması gereken, “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Şeddine ve Türbedarlıklar İle Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına dair Kanun”la kapatılan tekke ve türbelerin önemli bir kısmı daha 1940’lı yıllarda yeni bir kanunla açılmıştır. Ayrıca, laik Kemalist devlet ricali yıllardır, söz konusu kanuna ve anayasaya göre kapalı olması gereken “Bektaşi” ve “Mevlevi” tekkelerinin törenlerine hem de resmi protokollerle katılarak bu kanunu ve koyduğu yasağı resmen çiğnemekte değil midir? “Bağımlı yargı” bu anayasa ve kanun ihlalini, yine pişkin bir şekilde seyretmekte, mazlum ve güçsüzlerin en ufak yasaya aykırılıklarını, muhaliflerin ise hiçbir yasaya aykırı olmasa da düşünce açıklamalarını en ağır keyfi cezalarla mahkum etine yarışına girerken, egemenlerin anayasa ihlallerine bile hoş görüyle bakmakta, hatta bu tür ihlal eylemlerine bizzat kendileri de, en üst seviyede iştirak emekte, üstelik sürüklendikleri bu çifte standartlı, iki yüzlü tutarsızlıktan rahatsız da olmamakta değil midir?
Yine Anayasada korunan ve hâlâ hükmü geçerli olan bir diğer “büyük”(!) “inkılap kanunu”da; “Efendi, Bey, Paşa gibi Lakap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun” olup, izaha bile gerek yoktur ki, başta inkılap bekçisi darbeci “paşa”lar olmak üzere kimse bu kanunu da takmamakta, bizzat medya önünde birbirlerine “paşam” diye hitap etmektedirler ve yine “bağımlı yargı” ise tüm bunlara seyirci konumunda değil midir? İşte Ulusalcı, laik, Kemalist elitin uğrunda bu kadar yaygara koparıp gerginlik çıkardıkları Atatürk ilke ve inkılaplarının hali pür melali budur. Dogmatizmin sağladığı taassup yüzünden koca koca profesörler, cumhurbaşkanları, Yargı Mensupları bu hali değerlendirebilmekten bile çok uzakta bulunuyorlar. Bitmiş, tükenmiş, bizzat kendileri tarafından bile uygulanabilirliği kalmadığı gerekçesiyle terk edilmiş bulunan “ilke ve inkılapları” tabulaştırıp, tartışılmaz yapabiliyorlar. Üstelik akla ve ilme aykırı böyle bir dogmatizmi, düşüncenin önünü tıkayan böyle bir cinayeti akıl ve ilim adına işleyenler, bu tercihlerini bütün bir topluma dayatmak suretiyle toplumun ilerlemesini, düşünce ufkunun gelişmesini engelleyici bir rol de oynayabiliyorlar.