İslami kimlik ve ilkeler alanında yaşanan geleneksel ve modern savrulmaların arka planında pek çok unsur yer almakta ve bu tür tahrif ve tahrip edici, saptırıcı etkenlerin tesiri altındaki süreçlerde Müslümanların İslam anlayışlarında büyük bozulmalar meydana gelmektedir. Gerek muharref geleneğin, gerekse modern kirlenmelerin yaygınlaşmasına ve yer tutmasına yol açan işte bu tür temel etkenlerin en önemlilerinden birisi de, Kur’an’dan kopuk ve bütünlükten yoksun bir ibadet algısının ortaya çıkması, sonuçta da ibadet kavramının eksen ve anlam kaybına uğramasıdır.
Yaratılış Gayemiz Olan İbadet Kavramında Yaşanan Büyük Değişim
Rabbimiz, “İnsanları ve cinleri yalnız bana ibadet (kulluk) etsinler diye yarattım”1 ayetiyle, yaratılış gayemizin “sadece kendisine ibadet (kulluk)” olduğunu açıkça ifade etmiştir. Bu ayetin hükmü, insanların ve cinlerin bütün hayat alanlarında, Allah’tan başkasına tapmamalarını, itaat etmemelerini, sadece Allah’ın karşısında boyun eğmelerini, sadece Allah’ın emirlerine itaat etmelerini, ancak O’ndan korkup sakınmalarını, sadece Allah’ın dininin hükümlerine, ölçülerine ve kurallarına uymalarını, O’nun dışında hiç kimseden medet ummamalarını ve hiç kimsenin önünde dua etmek için el açıp yalvarmamalarını kapsamaktadır. Buna rağmen, Allah’a kulluk ve ibadetin belirleyici olmaktan çıkarılıp, ikinci plana atıldığı, iman-amel bütünlüğünün parçalandığı zaaflarla kuşatılıyoruz. Yanlış İslam ve ibadet anlayışlarının imanlarımızı zulme bulaştırdığı, zihinlerimizi kirlettiği kaos ortamlarında Müslümanlar olarak, ciddi boyutta istikamet kaybına ve ilkesel bazda büyük erozyona uğruyoruz. Dünyevileşmenin anaforunda oradan oraya sürüklenen, anlamını ve istikametini yitirmiş bir hayatın insanlığı –”Müslümanım” diyenlerin çoğu da dahil olmak üzere- kuşattığı ve öğüttüğü süreçleri yaşamaktayız. O halde Allah rızası için, iman, amel [ibadet] ve İslami kimlik alanında yaşanan bu büyük erozyonun sebepleri üzerinde ciddiyetle düşünmek, zaafları tespit etmek ve aşmak mecburiyetimiz vardır.
Müslümanların, uzun tarihsel süreç içinde kaynaktan kopmaları ve hatta namaz kılanların çoğunluğunun bile, sürekli okudukları Fatiha suresini, “yalnız sana ibadet eder yalnız senden yardım dileriz, bizi doğru yola ilet” dediklerinin farkında ve bilincinde olmadan okuyor olmaları, sonuçta yapılan ibadetlerin, amellerin hedefini bulmasını engellemekte ve dinimizin yüklediği işlevleri yerine getirmekten uzaklaşarak içi boş ve anlamsız ritüeller haline dönüşmelerine yol açmaktadır. Beş vakit namazda tekrarlanan, “(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız” ifadesi, bir bakıma kulun, Allah’tan başka kimselere kulluk yapmayacağının taahhüdüdür. Mümin şahsiyet her Fatiha okuyuşta, Allah ile birlikte başkasına da kulluk yapmayacağına, itaat etmeyeceğine, yalnız O’na boyun eğip, yalnız O’na tapacağına, yalnız O’nun hükümlerine tabi olacağına dair söz vermektedir. Ancak bunların farkında ve bilincinde olmadan okunan Fatiha’nın ve kılınan namazın ise, Rabbimizin bunlardan doğmasını istediği olumlu sonuca yol açması tabii ki mümkün olmamaktadır.
Allah Kur’an’da, sadece kendisine ibadet edilmesi gerektiğini, peygamberlerini bile bu konuda uyarıcılar, hatırlatıcılar olarak gönderdiğini, kendisinden başkasına, şeytan ve dostlarına kulluk, ibadet ve itaat edilmemesi gerektiğini tekrar tekrar beyan etmektedir. Rabbimiz kendisinden başkasına yönelik itaat ve ibadetlerin ise azap sebebi olduğu konusunda kullarını uyarmaktadır.
“Senden önce hiçbir resûl göndermedik ki ona: “Benden başka İlâh yoktur; şu halde bana kulluk edin” diye vahyetmiş olmayalım.”2
“Ey Adem oğulları! Size şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır” demedim mi? “Ve bana kulluk ediniz, doğru yol budur” demedim mi?“3
Rabbimiz kendisini sürekli zikretmemizi, zikri (Kur’an’ı) hayatımızın bütün alanlarına hakim kılmamızı ve hayatın bütününe kendi zikrini, Kur’an’ı egemen kılmaktan ve sadece kendisine ibadet etmekten hiçbir sebeple yüz çevirmememizi emretmektedir. Yüz çevirenleri ise azapla tehdit etmektedir. Ölüm gelene kadar Allah’a ibadetin sürdürülmesi, hiçbir zamanın ve hiçbir mekânın, alanın Allah’ın hükümlerinin hakimiyetinden ve Allah’a ibadetten soyutlanmaması gerektiğini vurgulamaktadır. “Dosdoğru din”in ise, hükmün sadece Allah’a ait olması ve ibadetin sadece Allah’a yapılması anlamına geldiğini beyan etmektedir.
“Kim de beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.”4
“Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et!”5
“Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”6
Allah, hayatın bütününü kuşatan bir ibadet anlayışıyla, hayatımızın tamamını kendisi için yaşamamızı ve koyduğu hükümleri hayatın bütününde belirleyici kılmamızı hatırlatmaktadır. Aslında hayatı ve ölümü, kullarını bu açıdan sınamak için yarattığını beyan etmektedir. Hangimizin daha güzel ameller yapacağını, hangimizin Allah’ın hükümlerine göre yaşayacağını, amellerini O’nun rızasına uygun olarak gerçekleştireceğini sınamak için yarattığını ifade ettiği işte bu hayatı kuşatan ve imtihan vasıtası olan ibadet kavramına bir de bu vesileyle dikkat çekmektedir.
“De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir.”7
“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.”8
Rabbimiz aşağıda zikredilen ayetinde, Allah ve Resulünün bir mesele hakkında hükmü söz konusu ise, aynı konuda mümin bir kadın ve erkeğin kendi arzularına göre başka bir tercihte bulunma hak ve özgürlüğünün bulunmadığına dikkat çekmekte ve böylece en temel anayasal hükmü vazetmektedir. Ayette müminlerin, hayatın bütününü kuşatan hükümler vazeden Kur’an’ın hükümlerine aykırı tercihlerden kaçınmaları, sadece Allah ve Resulünden gelen emir ve yasaklara riayet etmeleri, böylece ibadeti, kulluğu, itaati sadece Allah’a tahsis etmeleri gerektiği, aksi taktirde Allah’a ve Resulüne isyan ve sapıklığa sürüklenileceği hatırlatılmaktadır.
“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”9
Ancak tarihsel süreç içinde ve çağımızda, hayatımıza, ibadetlerimize ve amellerimize sadece Allah’ın hükümleri yön vermekten çıkmıştır. İbadetlere, bir yandan atalardan devralınan muharref gelenek yön verirken, diğer taraftan da modern düşünceler ve dünyevileşme hayatı kuşatıp Allah’a ibadetten soyutlamış veya ibadetlerin içini boşaltma fonksiyonu görmüştür. İşte bu Kur’an’dan ve Resulullah (s)’ın güzel örnekliğinden kopuş serüveni sonunda; ibadet kavramının anlam ve içeriğinde büyük ve yaygın bozulmalar yaşandı. İbadetler anlam ve eksen kaybına uğradılar, içleri boşaltıldı. Deruni anlam ve gayelerini yitiren ibadetler, giderek bir forma ve şekle indirgendiler.
Hayatın bütün alanlarına sadece Allah’ın hükümlerini hakim kılmayı, bireysel ve toplumsal hayatın bütün alanlarında sadece Allah’a boyun eğmeyi, sadece O’na itaat etmeyi, sadece O’nun emir ve yasaklarına uymayı ifade eden Allah’a ibadet kavramının kapsamı daraltıldı. Böylece Allah’a ibadet; sadece namaz, oruç, hac gibi bazı ibadetlerle sınırlandırıldı. Üstelik bunların da içleri boşaltılıp, sadece şekle indirgendi. Bu büyük yanılgı, kaçınılmaz olarak birçok sapma ve savrulmayı da beraberinde getirdi. Sonuçta, bu tür parça ibadetleri şeklen de olsa Allah’a tahsis eden, ancak hayatın diğer alanlarını hevasına, nefsi arzularına ya da Allah’tan gayrisinin arzu ve isteklerine göre düzenleyip, bu alanlarda Allah’tan başkalarına itaat ve ibadet eden, böylece imanına zulüm [şirk] bulaştıran, üstelik bunda herhangi bir sakınca da görmeyen ve buna rağmen Müslüman olduğunu da iddia eden insanlar çoğaldı. Bu sebeple, Kur’an’a dayalı olmaktan çıkarılmış ve ubudiyet [kulluk] kavramının hayatın bütün alanlarını kuşatıcı bütünlüğünden koparılmış ve içi boşaltılmış parça ibadetler; hayatımızı dönüştürme, toplumu ve hayatı vahye göre inşa etme ve bizi arındırıp tekâmül ettirme işlevini göremez hale gelmişlerdir.
Meydana Gelen Eksen ve Anlam Kaybı Sonucu Forma İndirgenen İbadetler
İşte bu bozulma serüveninin sonucunda, bugün yaygın olarak namaz; ruhi derinliğini, arındırıcı, kötülükten alıkoyup iyiliğe sevk edici işlevini, anlam ve gayesini yitirerek neredeyse jimnastik yapmak gibi şekli bir boyuta indirgenmiş bulunmaktadır. Yalnız Allah’a yöneltilmesi gereken yardım taleplerinin, medet ummaların ve duaların bile Allah’tan gayrisine yöneltildiği, böylece Allah’tan başkalarının da gaybı bilmesi, gaybi yardımlarda bulunması, şefaat etmesi, kalplere tasarrufta bulunması, ya da kimi kulların bu konularda Allah’a yaklaştırıcı, kurtuluşa ve duaların kabulüne vesile olucu bir aracı görevi gördükleri gibi sapmalar giderek yaygınlaşmıştır. Kur’an’dan ve Resulün örnekliğinden koparılmış, ibadetler bütününden soyutlanmış, ihdas ediliş gayesinden uzaklaştırılmış namaz, dua ve tüm ibadetlerin insan ruhunda ve hayatında istikamet üzere bir değişime yol açması mümkün olamamaktadır. Bu sebeple namazlarımız ve diğer ibadetlerimiz, bugün, ilk Kur’an neslinde meydana getirdiğine benzer bir sonuca yol açmıyor, onlarda gerçekleştirdiği büyük inkılabı bizim toplumumuzda meydana getiremiyor.
Oruç da aynı akıbete uğramış ve çoğunlukla derinliğini, arındırıcı takva boyutunu ve sosyal işlevini yitirerek, perhiz ya da diyet konumuna veya salt aç kalmaya indirgenmiştir. Böylece Ramazan, ibadet, itikaf, arınma ve infakı da içine alan sosyal boyutunu giderek kaybetmiş, nefsî, siyasi, ticari şov ve reklam aracı haline getirilmiş medyatik yardımlar, lüks otellerde verilen gösterişe dayalı iftarlar yaygınlaşmıştır. Fakir ve muhtaçlar yerine, kalbur üstü tabakaya verilen iftarlar, kimileri açısından güç ve gövde gösterisine dönüşmüştür. Medyatik ortamlarda propaganda vesilesi kılınan iftarlar ve dağıtılan yardımlar, hem gösterişe imkân verdiği için Ramazan ve Kur’an’ın ruh ve manasına aykırı düşmekte, hem de fakir insanların rencide edilmesi bakımından da ahlâkilik boyutunda zaafa yol açmakta ve faziletli davranış olmaktan uzaklaşmaktadır. Sonuçta, dini bir vecibe ve ibadet boyutu ikinci plana atılan oruç, bir yandan gösterişe dayalı bu tutumlarla ve derinliğini kaybetmiş formlarla istikamet kaybına uğrarken, diğer taraftan da folklorlaştırma ve eğlence eğilimli bid’atlarla dejenere edilmektedir. Ramazan ayında kurulan sergiler, çadırlarda icra edilen eğlence programları, kahvehanelerde ve evlerde oynanan bir nevi kumar olan tombala oyunları, havai fişek gösterileri ve müzik programları gibi pek çok, oyun ve eğlence ağırlıklı etkinlikler, Ramazan’ı giderek temel ekseninden daha fazla uzaklaştırmaktadır. Böylece, Kur’an, ibadet, rahmet ve arınma ayı olan Ramazan, tıpkı taklit edilen Batı’nın paskalya ve karnavallarını andıran bir festival boyutuna sürüklenmektedir. Bu durum, birey ve toplumun giderek daha fazla çürüyüp çözülmesine, dünyevileşip yaratılış gayesinden uzaklaşmasına yol açmaktadır. Sonuçta bu dünyevileşme, birey ve toplumun, fıtri değerlerini koruyup vahiyle bütünleştirerek yüceltmesine ve kendini olumlu istikamette tekamül ettirmesine engel olmaktadır.
Hacc ibadeti, kulluk, ahiret, hesap bilinciyle ve ümmetçi bir duyarlılıkla yılda bir defa müminlerin kıblesi kılınan Kâbe’de toplanan Müslümanlar için, tavaf, say ve Arafat’ta vakfe/dua gibi son derece anlamlı bir ibadet, arınma, buluşma, kaynaşma ve Allah’a yakınlaşma vesilesidir. Allah’a teslimiyetin, bağlılığın ve Allah’ın ipine topluca sarılmanın, bireysel ve toplumsal halimizi sorgulamanın, tövbe, yakarış ve arınmanın en anlamlısının yaşanacağı bir zemin oluşturmaktadır. Ancak uygulamada, kendini İslam’a nispet eden ve oraya giden çoğunluk insanların, bu bilinçten tamamen yoksun, hedefini ve ruhunu yitirmiş şekillerin zindanında, anlamsızlığın girdabında kayboldukları gözlemlenmektedir. Bu sebeple Hacc, tevhid bilincinin zirveye çıktığı, ibadetlerin sadece Allah rızası için yerine getirileceği ve böylece dünyanın tüm kirlenmelerinden, şirkten, fesattan, günahlardan arınmayı, müminlerin iç dünyasını Kur’an’ın hükümleri ve Resulün güzel örnekliği çerçevesinde yeniden dizayn etmeyi hedefleyen derinliğini ve ümmetin sorunlarına çözüm üretmeye yönelik büyük anlamını kaybetmiştir. Ümmet şuuruyla bir araya gelen her renkten ve bölgeden Müslümanların, sevgi, merhamet ve adaletle kucaklaştıkları küresel bir kongresi olma hüviyetini de yitirmiştir. Tüm dünya Müslümanlarının, sorunlarını görüşecekleri, İslami ölçülerle çözümler üretecekleri, görüş alışverişinde bulunup İslami mesajın bütün insanlığa ulaşması için projeler üretecekleri ve tüm bu alanlarda güç birliği yaparak kolektif akıl ve iradeyi harekete geçirecekleri bir büyük İslam kongresi olma işlevi görmekten çok uzaklaşarak, sadece kimi şekli ritüellerin bireysel boyutta yerine getirildiği, içerikten ve derinlikten yoksun formların öne çıktığı, turistik seyahat ve ticari alışveriş yönü baskın bir konuma getirilmiştir.
İnfak, sadaka ve zekât da, fakirin Allah tarafından takdir edilmiş bulunan zenginin malındaki hakkını, bir aracı, emanetçi olan zengin tarafından sahibine teslim etmesi demek olan sahici anlamından uzaklaşarak, sanki zenginlerin fakirlere kendi mallarından bir lütufta bulunmaları anlamına doğru saptırılmıştır. Bu sebeple, fakirlerin, kendilerine infakta bulunan, sadaka veren zenginlere karşı bu lütuflarından dolayı minnet duymaları gerektiği gibi yanlış algılamalara yol açılmıştır. Böylece, fakirlere, muhtaçlara yapılan yardımlar hem yapanların bir lütfu gibi algılanırken hem de malların en iyileri yerine, en kötülerini ya da kullanılmayanlarını, eskilerini vermek şeklinde ahlaki olmayan tutumlar yaygınlaşmıştır. Kur’an’ın belirlediği içerikten ve Resulün örnekliğinden uzaklaşma sonucu ortaya çıkan bu anlam kaybı ve eksen kayması, söz konusu ibadetin malımızı ve nefsimizi arındırma, temizleme işlevini görmesini de engellemiştir. İbadetler alanındaki bu büyük erozyon giderek yaygınlaşmış, bütün ibadetleri etkileyen ve işlevsizleştiren bir musibet halini almıştır. Rabbimizin “tesettür” emri bile; Kur’an’dan, Rasul’den ve takva boyutundan koparılıp, içi boşaltılarak basit bir şekle indirgenmiş, cazibeyi ve ziyneti gizleme işlevini kaybederek, tam tersine, mankenlerle podyumlarda sergilenen modern bir form içinde cazibeyi arttırıcı bir işlev görmeye başlamıştır.
Aynı şekilde, yaşanan bu büyük erozyon ve anlam kaybı sonucunda, hayatın bütününü kuşatması gereken bütüncül ibadet anlayışından da uzaklaşılmıştır. Böylece kimi parça ibadetleri şekli boyutta yerine getiren, sözgelimi bu anlamda namaz kılan, oruç tutan insanların bile önemli bir kısmının, mesela ticaret alanını ibadet kavramının dışına çıkardıkları ve orada ya hevaya göre ya da kapitalizmin kurallarına göre hareket etmekte bir sakınca görmedikleri gözlemlenebilmektedir. Bu bağlamda, Kur’an’ın emredici ve sakındırıcı hükümlerine rağmen, ölçüyü tartıyı doğru yapmadıkları, mallarını abartarak, olmadığı gibi takdim ederek yalan söyledikleri, borçlarına sadakat göstermedikleri, yanlarında çalışanların emeğinin karşılığını, hakkını tam vermekten imtina ettikleri görülebilmektedir. Bireysel ve toplumsal hayatın bütün alanlarını kuşatan Kur’an hükümlerine rağmen, kendisini İslam’a nispet eden ve kimi parça ibadetleri şekli boyutta yerine getiren birçok insanın, ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki alanları düzenleyen vahyi ölçüleri görmezden geldikleri, hayatlarını düzenlerken bunları da esas almak mecburiyetine dair tevhid bilincini kaybettikleri ve tüm bu alanları ilahi hükümler dışındaki hevaya dayalı beşeri hükümlerle düzenlemeye rıza gösterdikleri ya da böyle seküler bir anlayışı kolayca içselleştirdikleri görülmektedir. Siyaset sahnesine ve ticaret alanına büyük bir hırsla ve ilkesiz bir biçimde dalan birçok Müslüman’ın nasıl dünyevileştiklerini ve bu alanları düzenlerken İslam’ın ilgili hükümlerini nasıl görmezden geldiklerini ve hatta bu yanlış tercihlerini İslami gösterebilmek için din anlayışlarını nasıl sekülerleştirdiklerini, Protestanlaştırdıklarını ibret ve hayretle izlemekteyiz.
Birçok Müslüman ailede kendini İslam’a nispet eden erkeklerin, aile içine; aile fertlerinin haklarını gözeten, sevgiyi, merhameti, şefkati ve adaleti emreden İslam hukukunu değil de, cahiliyeden intikal eden hevaya dayalı hukuksuzluğu, zulmü ve baskıyı egemen kıldıkları ve üstelik bunu İslam’dan saydıkları gözlenmektedir. Kur’an’dan ve bütünlükten yoksun ibadet anlayışı, bu parça ibadetleri gerçekleştirenlerin, Allah’tan gayrisine itaatlerini de engellememektedir. Bu kişiler hem namaz ve oruçta Allah’a ibadet etmekte, hem de diğer alanlarda hevaya (nefsin arzu ve isteklerine) ve tağutlara itaat ve ibadet edebilmektedirler. Allah ile beraber, Allah’ın koyduğu hükümleri ve hudutları tanımayan, Allah’a baş kaldırmayı, isyanı, tuğyanı temsil eden tağutları ve tağuti sistemleri de sevebilmekte, onların hayatı düzenleyen vahye aykırı kurallarına da isteyerek, benimseyerek itaat ederek, onlara da ibadet etmekte bir sakınca görmemektedirler. Sonuç olarak, gelinen noktada kendisini İslam’a nispet eden, ancak Kur’an’dan, kulluk bütününden ve Resulullah (s)’ın güzel örnekliğinden kopuk kimi parça ibadetleri formel bir biçimde yerine getiren, ancak bir çok alanda da hevasına tabi olan insanlar çoğalmıştır. Böylece, namaz da kılan, oruç ta tutan, bunların dışında hevasına da tabi olabilen, yalan da söyleyebilen, sözünde de durmayabilen, emanete de ihanet edebilen, ahde vefa duyarlığını kaybetmiş, adil şahitler olma sorumluluğunu yitirmiş, ailesine zulüm yapmayı erkeklik sayan ve sonuçta bu tutumlarıyla İslam’ın imajını bozan, yanlış anlaşılmasına yol açan, niteliksiz, ilkesiz, ölçüsüz yığınlar ortaya çıkmıştır.
Bu tür dönüşümler sonucunda, sapmaları engellemede son derece önemli, gerekli ve fonksiyonel olan irşat ve tebliğ görevi, vahyin ölçülerini hatırlatan uyarı ve eleştiri sorumluluğu da terk edildiğinden savrulmalar önü alınmaz bir hızla yaygınlaşmıştır. Allah ve Resulünün asla terk edilmesine cevaz vermedikleri ve terk edildiğinde, kalplerin benzeşmesi suretiyle tüm toplumun helak sebebi olacağını ısrarla vurgulayıp uyardıkları “emr-i b’il maruf ve nehy-i an’il münker” sorumluluğunun neredeyse tamamen terk edildiğini gözlemlemekteyiz. Bu büyük sorumluluğu yerine getirmekten vazgeçmeyenler ve ne pahasına olursa olsun Allah rızası için “emri bil maruf nehyi anil münker” sorumluluğunun gereğini yerine getirmek isteyenler ise sertlik ve uzlaşmazlıkla suçlanıp engellenmek istenmektedir.
Yalnız Allah’a İbadet Etmek, O’nun Rengiyle Boyanmaktır
İfade edildiği üzere, en geniş ve en basit tanımıyla ibadet; Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla, O’nun vahiyle bildirdiği emir ve yasaklarına uymak, O’nun koyduğu şartlar dahilinde hayatın bütün alanlarında sadece Allah’ın hükümlerine tabi olmak, dini, hayatı, ibadeti ve itaati sadece Allah’a tahsis etmektir. Kısaca ibadet, Kur’an’ın hükümleriyle ahlaklanmaktır.
Yaratılış gayemiz olan “yalnız Allah’a ibadet etmek” emri, hayatımızın bütün alanlarını düzenlerken, sadece -hiç kimsenin kendisinden daha güzel hüküm koyması mümkün olmayan- Allah’ın hükümlerini esas almak, her konuda onu belirleyici kılmaktır. Allah bu durumu, başka renklere itibar etmeyerek Allah’ın rengiyle boyanmak olarak da ifade etmektedir.
“Allah’ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah’tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O’na kulluk ederiz (deyin).”10
Rabbimizin bu ayetinden anlaşıldığı üzere, bu din, aynı zamanda Allah’ın verdiği bir renktir. Kim Allah’tan daha iyi, daha güzel bir renk verebilir ki? Allah’ın rengini ise, O’nun Kur’an’da vazettiği hükümleri belirlemektedir. Bu hükümlere iman edip gereğince amel eden, onlara tam bir teslimiyetle tabi olan Allah’ın rengiyle boyanmış olmaktadır. Bu hal, sadece Allah’a ibadet ve kulluk yapmak demektir. Kendi rengi ile boyanmamızı emreden ve kendisinden daha güzel rengi vermeye kimsenin gücünün yetmeyeceğini beyan eden Rabbimiz, aynı hususu bir başka ayette şu şekilde ifade etmektedir;
“Onlar hâlâ cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdir?“11
İşte başka hiç kimsenin aynı seviyede hüküm koymayı asla başaramayacağı güzellikteki Allah’ın hükümlerinden oluşan bu din, yüce Allah’ın insanlığa son mesajı olmasını dilediği bir ilâhi rengidir. Bu renkle boyanmaya çağrıdan amaç; Allah rızasını kazanmayı belirleyici kılan, taassuba ve kine yer vermeyen, ırk ve deri rengi ayrımı tanımayan kuşatıcı ve kucaklayıcı bir yaklaşımla, insanlar arası geniş çaplı bir birliğe dayanak sağlamak, zemin hazırlamaktır. Yani kendisiyle boyanılacak iki renk vardır, birisi batılı temsil eden cahiliyenin rengi, diğeri ise hakkı temsil eden Allah’ın hükümlerinin oluşturduğu ilahi renktir. İşte huzur, barış ve kurtuluş bu ilahi renge boyanmaktan geçmektedir. Cahiliyenin rengi zulumat içinde yer alan bütün renk tonlarını ihtiva eden bir renkler demeti gibidir, insan hangisiyle boyanırsa boyansın fesat içindedir ve hüsrandadır. Allah’ın rengi ise nur olarak nitelendirilen, aydınlığı, sahici barışı, huzuru ve kurtuluşu temsil eden tek renktir.
Söz konusu ayette yüce Allah’ın “dine” boya adını vermesi istiare ve mecaz yoluyladır. Tıpkı boyanın etkisi kumaşta nasıl ortaya çıkıyor ise, dinin öngördüğü ameller, izler, renkler de o dine bağlı olan kimseler üzerinde, simalarında, hayatlarında, davranış ve amellerinde, özetle ahlaklarında tezahür eder. Bu sebeple, Allah’ın rengini verecek hükümleri, ahlaki, hukuki, ameli ölçüleri ihtiva eden Kur’an’dan uzaklaşma ve Rasul’ün güzel örnekliğinden kopuş süreci, kaçınılmaz olarak Allah’ın renginin hayatımıza, amellerimize yansımasını engellemiş, ibadetlerin içini boşaltmış, anlam ve istikamet kaybına yol açmıştır. Allah’ın boyası olan vahiyden kopuk ibadetler; başka renklere dönüşmüş, atalardan devralınan şekli hareketler, içerikten yoksun örf ve adetler konumuna sürüklenmiştir.
Kalpler, Ancak Allah’ın Zikriyle (Kur’an’la) Mutmain Olur
Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olacakken, Allah’ın zikri olan Kur’an’dan, vahiyden koparılıp adet haline dönüştürülen şekli ibadetlerin insan ruhunu doyurması, kalpleri mutmainliğe, huzura, sükunete ulaştırması ve tereddütlerden kurtarıp güvene kavuşturması imkansızlaşmıştır.
“Onlar ki iman ederler ve kalpleri Allah’ın zikri ile mutmain olur. İyi bilin ki kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur.”12
Buradaki zikirden kasıt Kur’an’dır, vahiydir. O halde kalpler, ancak Allah’ın zikri olan kitabıyla, bu kitabın âyetleriyle, bu ayetleri okuyup, anlayıp, yaşamakla, Kur’an ile ahlaklanmakla, Allah’ın rengiyle boyanmakla doyuma, mutmainliğe, huzura ve sükûnete ulaşabilir. Çünkü kalp Allah’ın âyetlerini duydukça, tanıdıkça, Allah bilgisine ulaştıkça cehaletten, bilgisizlikten, şüphe ve tereddütlerden kurtulup doyuma ve itminana ulaşır, onu yaşadıkça, onunla ahlaklandıkça, karanlıktan aydınlığa çıkar ve tekamül edip olgunlaşır.
“Allah, kimin göğsünü İslam’a yarıp-açmışsa, artık o, Rabbinden olan bir nur üzerindedir, (öyle) değil mi? Fakat Allah’ın zikrinden (yana) kalpleri katılaşmış olanların vay hallerine. İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler.”13
Allah’ın zikrinden uzaklaşanların, ona kalbini kapatanların, kimi şekli ibadetlerle birlikte de olsa Kur’an’dan kopuk bir hayatı yaşayanların, Allah’ın rengiyle boyanması, karanlıktan aydınlığa çıkması ve dalaletten kurtulması da mümkün olmayacaktır.
İşte bu sebeple Kur’an’dan kopuş süreci sonunda, Kur’an’ın belirleyici olduğu kulluk ve ahiret eksenli hayat tasavvurunun yerini, dünya ve “dünyanın süsleri” eksenli, seküler bir hayat tasavvuru almış, Allah’ın boyası, Kur’an’ın ahlakı hayatımıza yansımaz olmuştur. İslam ümmeti, işte bu kaynaktan uzaklaşma, Kur’an’dan kopuş serüveni sonunda zillete düşmüş, onurunu, bağımsızlığını ve özgürlüğünü kaybetmiştir.
İlk Neslin, Kur’an ve İbadet Algısı
İbadetlerle; yüzeysel ve formel boyutta kalmayan; özü, derinliği ve niteliği asla ihmal etmeyen; kalbi boyutu, tefekkürü, takvayı ve arınmayı öne çıkaran doğru bir ilişki kurabilmek için, onlara anlam ve değer kazandıran, gaye belirleyen, yapmamız ve yapmamamız gerekenlerin hükümlerini ihtiva eden, Allah’ın kurtarıcı ipi Kur’an’la, bilinçli, ihlaslı, ilkeli ve ciddi bir ilişki içinde olmak gerekir. Tıpkı ilk neslin Kur’an’la kurduğu nitelikli, ihlaslı ve hayata anlamını veren ilişki gibi bir bağlantı kurulmadan ve ibadetlerimizin tümü ubudiyet bütünü içindeki birbirini besleyen yerine oturtulmadan, ibadet kavramı asla gerçek anlam ve işlevine kavuşturulamaz. Böylesine anlam kaybına uğramış, içerikten ve gayeden yoksun, kaynaktan ve birbirinden kopuk şekli ibadetlerin de, bizi ve toplumumuzu istikamet üzere dönüştürmede hiçbir olumlu katkısı olamayacağı gibi, bu tür yanlış ibadet algı ve uygulamasının sapma ve savrulmaları artırcı olumsuz bir tesiri de söz konusudur.
İlk Kur’an neslinin hayatını ve kulluk eksenli tevhid ve adalet mücadelesini dikkatle incelediğimizde, aynı Kur’an’ın ve aynı ibadetlerin, bu ilk nesil üzerinde muazzam bir tesir meydana getirdiğini, onları büyük bir inkılaba uğrattığını görüyoruz. Kur’an ve öngördüğü ibadetler, cahili bir toplumu muazzam bir inkılapla tevhid eksenli bir adalet toplumu haline dönüştürüyor, onlara şeref ve izzet kazandırıyor, onları zalimlere, kafirlere karşı üstün kılıyordu. Neden? Çünkü; Onlar için Kur’an; okumak, anlamak, öğüt almak ve yaşanmak üzere indirilmiş, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkaracak hükümleri ihtiva eden, hidayet rehberi bir kitaptı. Onlar kitabı okurken Allah’ın kendileriyle konuştuğuna yakin bir imanla inanıyor ve Kur’an’da emredilenleri öğrenip hemen hayata taşıma heyecanını duyuyorlardı. Yani kitabı hakkıyla, gereği gibi okuyor, aldıkları öğütleri kulluk bütünü içinde hayata hakim kılıyorlardı. Onlar için ibadet ise; yaratılışın asıl gayesi, hayatı kuşatan bir kavramdı. İbadet; “Yalnız Allah’a kulluk yapmak, yalnız O’na itaat etmek, yalnız O’nun hükümlerine uymak”tı ve kulluk eksenli hayat tasavvurunda en temel belirleyiciydi. Ve bu tevhidi hayat tasavvurunda, günahlar istisna, ibadet ise hayatı kuşatan ve istisna olan günahları temizleyen, müminleri arındıran, tezkiye eden, tekâmül ettiren, yeniden inşa eden bir fonksiyona sahipti.
Kur’an’dan ve Resulün güzel örnekliğinden kopulunca ya da Kur’an yanlış okununca, Kur’an’dan ve Resulün güzel örnekliğinden soyutlanmış ibadet kavramı anlam ve eksen kaybına uğradı. Muharref gelenek ibadetleri yeniden tanımlayıp esas gayesinden ve arındırıcı, inşa edici işlevinden uzaklaştırdı. İbadet kavramı, giderek hayatı belirleyici olmaktan çıkarıldı. Böylece ibadetler istisna haline gelip de, hayatın tamamı yerine sadece bir kısmı ibadete tahsis edilince, o zaman günahlar, kötülükler, boş işler ve yanlışlar, doğan bu boşluğu doldurmaya başladı. Böyle olunca da, zamanla günahlar ve münker, hayatı kuşatır hale geldi ve ibadetlerin içini de boşaltıp, forma indirgedi.
Sonuçta bugün bu tür parça şekli ibadetler, kimi şekli “salih amel”ler (!) Rabbimizce yüklenen işlevlerini yerine getirememekte, ilk nesilde meydana getirdikleri inkılabı bugünün toplumunda meydana getirememekte, üstelik bu içi boşaltılmış, kaynaktan kopuk ve parçalanmış ibadetler, ameller, tam tersine bir işlev görerek kötülüğün yaygınlaşmasına sebep olmaktadırlar.
Dipnotlar:
1- Zâriyat, 51/56.
2- Enbiya 21/25.
3- Yasin 36/60-61.
4- Taha 20/124.
5- Hicr 15/99.
6- Yusuf 12/40.
7- En’am 6/162.
8- Ahzâb 33/36.
9- Bakara 2/138.
10- Mâide 5/50.
11- Rad 13/28.
12- Zümer 39/22.
13- Zümer 39/22.