Mehmet Pamak; ülkeyi Batılılaştırma, laikleştirme politikalarına karşı çıkıp adalet için İslam şeriatıyla hükmedilmesi talebiyle kıyam eden ve bu yüzden 1933 yılında Van Erciş’ten Çanakkale’ye sürgün edilip Ezine ilçesi Pınarbaşı ve Mahmudiye köylerine mecburi iskâna zorlanan iki ailenin torunu olarak 1950 yılında Ezine-Pınarbaşı köyünde doğdu. İlk eğitimini Pınarbaşı Köyü İlkokulunda, Orta ve lise eğitimini ise Çanakkale Lisesinde tamamladı. 1967 yılında başladığı Üniversite tahsilinin ilk üç yılını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde, son yılını da, öğrenci olayları sebebiyle devam edemediği SBF’den ayrılıp naklini aldırdığı, Erzurum Atatürk Üniversitesi İşletme Fakültesinde tamamladı. 1971 yılında İşletme Fakültesi’ni bitirdi.
Öğrenciliği sırasında Ülkü Ocakları’nda aktif görevler üstlendi. Ankara SBF’de Kurulan ilk Ülkü Ocağı’nın yönetim kurulunda yer aldı. Üniversiteyi bitirince Maliye Bakanlığı’nda Gelirler Kontrolörlüğü ve Gelirler Genel Müdür Yardımcılığı görevlerinde bulundu. Aynı zamanda çeşitli Yüksek Okullarda Öğretim Görevliliği yaptı. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinde lisansüstü master programını bitirdi. Bu arada biri makalelerini, ikisi de master sırasında yaptığı çeşitli ekonomik-mali araştırma ve incelemelerini kapsayan 3 kitabı yayınlandı. 1981 yılında 12 Eylül cuntasının belirlediği Danışma Meclisi’ne Çanakkale üyesi olarak katıldı. Bürokraside ve parlamentoda iken aynı zamanda Tercüman, Hergün, Ortadoğu gazeteleri ile Ülkücü Kadro ve Yeni Düşünce dergilerinde yazılar yazdı.
Danışma Meclisi üyeliğinden sonra, darbe döneminden demokrasiye dönüş sürecinde partiler yeniden kurulurken, Süleyman Demirel ve Turgut Özal’ın kendisiyle defalarca görüşerek ısrarla tekrarladıkları, yeni kuracakları partilerin kurucuları arasında ve üst seviye görevlerde yer alma tekliflerini kabul etmedi. Ancak, başta MHP ve MSP’nin yasaklı siyasi liderleri Alparslan Türkeş ve Necmettin Erbakan olmak üzere muhafazakâr kesimlerin teşvikiyle, daha sonra önce MÇP sonra da bugünkü MHP’ye dönüşen Muhafazakâr Parti’yi 1983 yılında kurdu ve kurucu genel başkanlığını üstlendi. Ancak, daha sonra hatıratında kendisine yer ayırarak “seçtiğimize çok pişman olduk”, bir başka seferinde de “maliyeci diye seçtik ilahiyatçı çıktı” diyerek büyük tepki gösteren, Meclisteki konuşmalarından dolayı da sürekli istifaya zorlayan Kenan Evren, siyasete girmesine de, yasal hakkı olduğu hâlde bürokrasideki görevine geri dönmesine de izin vermedi. Parti kuruculuğunu da, milletvekili adaylığını da veto edip seçimlere girmesini engellemesi sonucunda, o da siyasi parti çizgisinden tamamen uzaklaştı. Daha sonraki ilk yıllarda Alpaslan Türkeş’in, önce yasağı devam ederken tekrar partinin başına geçme ve 1987 yılında kendi yasağı kalkıp Genel Başkan olduğu kongrede ise Genel Başkan yardımcısı olma teklifini reddetti. Tevhidî bilince ulaştıktan sonraki yıllarda ise Necmettin Erbakan’ın defalarca ve ısrarla partisine davet edip aday gösterme tekliflerini, İslami kimlik ve ilkeleri sebebiyle reddederek bir daha geri dönmedi.
Kenan Evren ve cuntacıların kendisine bu kadar düşman olmalarının sebebi, Mecliste iken darbecileri ve Kemalistleri çok rahatsız eden İslami duyarlılıklar ve onlara itaat etmeyen çabalar göstermiş olmasıydı. Bu rahatsızlığa yol açan çıkış ve tavırlarının en önemlilerinden ikisini zikretmek gerekirse; birincisi, mecliste yapılan 1982 Anayasasında halkın özgürlüklerine kısıtlamalar getirildiği gerekçesiyle bu anayasanın meclisteki oylamasında, herkesin “evet” oyu vermek için yarıştığı bir süreçte “red” oyu kullanması oldu. “Red” oyu kullanmakla da kalmayıp referanduma sunulan anayasanın aleyhinde konuşmanın yasak olduğu bu darbe sürecinde, “red gerekçesi”ni bir rapor hâlinde basında yayınladı. Üstelik bir de bazı geleneksel dini cemaatleri ziyaret ederek, Müslümanların bu anayasaya “red” oyu vermesi gerektiğini anlatmaya çalıştı.
Kenan Evren’i ve darbeci arkadaşlarını deliye döndüren çabalarından ikincisi ise; 1981 yılında cunta lideri Kenan Evren’in ve bir emekli Orgeneral olan darbe dönemi M. Eğitim Bakanının başlattıkları İmam Hatip Liselerindeki Başörtüsü yasağına karşı çıkıp TBMM’de yaptığı bir gündem dışı konuşmayla protesto etmesiydi. Üstelik laik mecliste yaptığı bu konuşmasında, Ahzab ve Nur
Surelerinin tesettür ayetlerini hatırlatarak, “Başörtüsünün Allah’ın emri ve tıpkı namaz-oruç gibi farz olduğunu, bu sebeple zulüm olan bu yasağı protesto ettiğini ve M. Eğitim Bakanını da istifaya çağırdığını” ifade etmişti. İşte bu konuşma sırasında, kimi “milliyetçi” kesimler de dâhil bütün meclisin sıra kapaklarına vurarak “yuh” çekmesi üzerine, o güne kadar savunuculuğunu yaptığı “Türk-İslam sentezi” muhtevalı “Türk milliyetçiliği” fikriyatını sorgulamaya girişti. Çünkü o zaman da beş vakit namazını kılan ama aynı zamanda “Türk Milliyetçiliğini” ve “devlet”i savunan birisi olarak, o güne kadar “Türk milliyetçiliğini ve devleti” savunduğu bütün konuşmaları alkışlanıyordu. Ama ilk defa, inandığı fikrî sentezin İslam alanına dair bir şeyler söyleyip İslam’ın şiarlarını savunduğu bir konuşmasından dolayı bu derece tepkiyle karşılaşıp dışlanması, ideolojik tercihlerini, hâlini ve fikrini sorgulamaya sevk etmişti. İşte bu şoktan sonra, hiçbir şeyle sentezi kabul etmeyen hakiki İslam’ın ne olduğu konusunda sorgulamaya ve araştırmaya yöneldi.
Bu arayış sürecinde yaklaşık beş yıl kadar süren bir zamanı da tarikat ve tasavvuf alanında geçirdi. Kendi ifadesiyle ise, hayatının beş yılını da bu alanda “kaybetti”. İşte bu süreçte, “tarikat tarikat, cemaat cemaat, şeyh şeyh” dolaşmaya, onlara sorular sorup İslam’ı öğrenmeye çalıştı. Bulunduğu dünyevi mevkii itibarıyla gittiği bütün bu tarikat ve geleneksel cemaatlerde baş tacı ediliyor, kendisine büyük itibar gösteriliyordu. Gittiği bu alanlarda, sentezci ideolojik yapısında bir değişime yol açacak, kendisine aradığı Hakikati sunacak tavizsiz ve net bir Hak beyanıyla karşılaşmadığı gibi, tam tersine Hak-bâtıl karışımından ibaret olan mevcut hâli itibar görüyordu. Kendi ifadesiyle, bu süreçte yaklaşık on civarında tarikatla temasa geçtiği, bazı “şeyh”ler ile çok yakın olduğu, birçok geleneksel cemaatin içine girip çıktığı hâlde aradığını oralarda da bulamadı ve Hakk’ı arayışını sürdürdü. Bu sorgulama ve arayış sürecinde, yanlışları bizzat görüp tespit ederek, neden yanlış olduklarını tahkik edip uzaklaşarak, tüm cahiliye kirlerinden arınma çabası içine girerek, nihayet 1986 yılından sonra tevhidî bilince doğru bir yöneliş içine girdi. Ancak tam anlamıyla tevhidî bilince, 1987 yılından sonraki süreçte, “beni Kur’an’la o buluşturdu” dediği merhum şehidimiz Seyyid Kutub’un “Yoldaki İşaretler” adlı kitabı vesilesiyle “hakkıyla Kur’an okuma”ya başlayınca ulaşabildi.
Aslında, “cahiliye dönemi” diyerek reddettiği bu döneminde de, çevresindeki çoğunluktan çok farklı bir konumda bulunmaktaydı. İslam’ı seven, kendisini Müslüman olarak tanımlamaktan onur duyan, beş vakit namazını kılan ve yeri geldiğinde İslam için kavga eden, bildiği kadar İslami şiarları savunan, Kemalizme ve Atatürkçülüğe daha TBMM’de iken itiraz edip hesap soran bir kimliğe ve inanca sahipti. Meclis anayasa komisyonunda yaptığı konuşmasında bile, ısrarla anayasaya konmak istenen “laikliği, Atatürkçülüğü ve Atatürk milliyetçiliği”ni sorgulayıp reddetmişti. Yani beş vakit namaz kılan, mecliste kürsüden Allah’ın tesettür ayetlerini hatırlatıp tesettürün farziyetini beyan etmek suretiyle “başörtüsü yasağına, zulüm olduğunu ilan ederek karşı çıkan”, kendisinin asla laik ve Atatürkçü olmadığını, olamayacağını çünkü Müslüman olduğunu açık yüreklilikle haykıran bir kimliğe sahipti. Hâlbuki kendi ifadesiyle “Kitap nedir, iman nedir bilmiyordu, iman ve hayat kitabı Kur’an’ı hiç okumamıştı, bu yüzden Kur’an’ın muhtevasında yer alan tevhid akîdesinden habersizdi”. Araştırmaları sonucunda, tevhidî bilinçten ve Kur’ani bir akîdeden uzak Hak-bâtıl karışımı bir anlayışa sahip olması ve laik parlamentoda görev alıp vahye aykırı teşri’de bulunması sebebiyle imanına şirk bulaştırmış olduğu kanaatine ulaştı. Sonuçta da, Türk-İslam sentezcisi bir inanca sahip olduğundan, laik parlamentoda yasa yapmak, laik bir partinin üyesi, kurucusu ve genel başkanı olmak gibi bâtıl uygulamalar içinde bulunduğundan dolayı, bu dönemini İslam dışı cahiliye dönemi olarak niteleyip hayatının bu dönemindeki Hak-bâtıl karışımı inancından ve bâtıla bulaşmış amellerinden uzaklaştı.
İşte böyle bir süreç sonucunda İslam ile şereflenip İslam şeriatının hâkimiyeti için kıyam etmiş dedelerinin yoluna dönmüş oldu. Öz geçmişini sorgulayarak, kendisine yıllarını kaybettiren cahiliye kültür ve inancını reddettiğini ve “Müslüman olduğunu” açıkladı. Özellikle “bürokraside bulunuşu sırasında ulusal heyecana dayalı olarak bu rejime yaptığı katkılar, Türkçülük, milliyetçilik ve parlamento üyeliği gibi vasıfları başta olmak üzere tüm câhilî kirliliklerden uzaklaşarak tevbe ettiğini” ilan etti. Bundan sonraki hayatında ise, İslam’ı ana kaynağından öğrenmeye, yaşamaya ve daha önce bâtıl bir ideolojiyi tebliğ ettiği bu topluma şimdi de Allah’ın yardımıyla gücü yettiğince Hakk’ı anlatmaya çalışacağını ifade etti.
Bir grup arkadaşıyla birlikte “Kur’an’ı hakkıyla okuma”ya yönelerek tevhidî akîdesini oluşturdu. Başkaları geç kalmasınlar diye de, Vahyin belirleyiciliğinde Kur’an ve sünnete dayalı sahih İslam’ın mesajını yaymak üzere 1988 yılında İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı’nı (İLKAV) kurup kurucu genel başkanlığını üstlendi. İslami kimliği net olarak benimsedikten sonra bireysel olarak sürdürdüğü zalime karşı mazlumdan yana temel haklar mücadelesinin, kişilere bağımlılıktan kurtulup kurumsal bir mücadeleye dönüşmesi ve süreklilik kazanması için harekete geçti. Bu amaçla Mazlum-Der’in kuruluş çalışmalarını başlattı ve 1991 yılında kurulan bu derneğin kurucu genel başkanlığını yaptı. Kendisinden sonraki süreçte Mazlum-Der yönetimlerinin ilk kuruluş ilkelerinden uzaklaşıp sekülerleşmesi, demokratikleşmesi üzerine yıllarca birebir sözlü uyarılarda bulundu, sonuç alamayınca da daha sonra kamuya açık biçimde yazılı uyarılarını ve Mazlum-Der’in ilk çizgisine dönmesi için ıslah çabalarını sürdürdü.
Yeni döneminde önceleri Zaman Gazetesi gibi muhafazakâr, sonra ise Yeryüzü, Selam ve Haksöz gibi İslami yayın organlarında yazılar yazdı. tevhidî bilince ulaştıktan sonra yazdığı birçok yazısı, yaptığı nice konuşması, basın açıklaması ve eylemleri sebebiyle takibe uğradı. Bu yeni süreçte artık kaderi sürekli takip ve tehdit edilmek, sorgulanmak ve yargılanmak oldu. İlginç olan husus ise, bir “Türk milliyetçisi” olarak meclisteyken devleti komünizme karşı koruyacağı düşüncesiyle anayasaya girmesini bizzat teklif ettiği DGM’lerde, Müslüman olduktan sonra kendisinin de on yıllarca yargılanıp cezalandırılmasıydı.
Hakkında yaklaşık altmışın üzerinde dava açıldı ve çeşitli davalarda toplamda on yılı aşan cezalar verildi. Bu sebeple, yayınlanan kitaplarının neredeyse yarısını DGM’lerde yaptığı sistemi yargılayan ve Hakkı gündemleştiren mesaj dolu savunmalar oluşturdu. 1998 yılında Sivas’ta gerçekleşen bir TV canlı yayınında yaptığı ve Kur’an’ın mesajını anlatıp insanları Türk ve Kürt kavmiyetçiliğinden uzaklaşarak İslam şeriatına teslim olmaya çağırdığı, laikliği, Atatürkçülüğü, ulusalcılığı reddedip İslam şeriatını benimsediğini ifade ettiği konuşması sistemi çok rahatsız etti. “Kürt ve Türk ulusalcılıkları ile laiklik ve Kemalizm uğruna ölenlerin değil, sadece Allah yolunda, Allah’ın hükümlerinin hâkimiyeti ve İslam uğruna savaşırken ölenlerin şehid olduklarını” beyan ettiği bu TV konuşması sebebiyle de soruşturma açıldı. O sırada bir konferans için çıktığı yurt dışındayken, bu konuşması sebebiyle hakkında tutuklama kararı verildi ve yakalama emri çıkarılıp tüm sınır kapılarına bildirildi. Bu sebeple bir daha ülkeye dönemedi. Böylece yaklaşık iki buçuk yıl Almanya’da muhacir olarak kalmak zorunda bırakıldı.
“Türk-İslam sentezi” içerikli, devletçi ve seküler “milliyetçilik ideolojisinin” müntesibiyken, üst seviye bürokrat, Genel Müdür Yardımcısı, Parlamenter ve Parti Genel Başkanı olabilen Mehmet Pamak, Mecliste Allah’ın ayetlerini hatırlatarak İslami kimlik ve tesettürü savunduktan sonra, daha o zaman sistem tarafından dışlanmıştı. tevhidî bilince ulaştıktan sonra ise, şirke, ifsada ve zulme karşı itiraz ve ıslah çalışmaları içine girmesi, bu konularda sürekli açıklama ve eylemler gerçekleştirmesi ve toplumu Kur’an’a davet eden yazılar yazması, konuşmalar yapması sebebiyle başına gelmedik kalmamıştı. Bütün bunlara rağmen, yine kendi ifadesiyle, “kendisinin Kur’an ile buluşmakta geç kaldığı gibi başkaları da geç kalmasınlar ve ölüm gelmeden, bir an önce vahiyle buluşsunlar diye, merhametle Kur’an’a ve Rasûl’ün (s) güzel örnekliğine çağrısını, tevhidî davetini” ısrarla sürdürdü.
Tevhidî kimliği tercih ettikten sonra yayınlanan kitapları şunlardır:
1. Köşeli Yazılar, Denge Yayınları, 1994
2. Kürt Sorunu ve Müslümanlar, Selam Yayınları, 1995
3. İslami Şahsiyet ve Toplumsal Değişim, Buruc Yayınları, 1996
4. TCK 312/2 Suçlaması ve İslami Kimliği Savunma, Ekin Yayınları,1997
5. İslami Açıdan Kürt Sorunu, İlkyay, 2005
6. Türkiye ve Bölgede Sorunlarımız ve Sorumluluklarımız, Ma’ruf Yayınları, 2015
7. Kürt Sorunu ve Çözüm Sürecine İslami Bakış, Ma’ruf Yayınları, 2016
8. Kemalizm Laiklik Şehidlik, Ma’ruf Yayınları, 2016
9. Tağutu Reddetme ve Laik Partileşme Sınavı, Ma’ruf Yayınları, 2016
10. İzzeti Yanlış Yerde Aramak, Ma’ruf Yayınları, 2017