Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Konferans / Başbuğ, Yargı ve Başbakanı “Doğru Yerde Bulunmaya” Çağırıyoruz!

Başbuğ, Yargı ve Başbakanı “Doğru Yerde Bulunmaya” Çağırıyoruz!

Genelkurmay Başkanını, Yargı Mensuplarını ve Başbakanı “Doğru Yerde Bulunmaya” Çağırıyoruz!

 

Bilindiği üzere, “Derin Devlet” çeteleriyle PKK’nın iç içe geçmiş çarpık ilişkilerle şiddeti tırmandırdıkları bir kaos ortamında ve Genelkurmay Başkanının Kuvvet Komutanlarını arkasına alıp toplum üzerinde baskı kurmaya, halkı ve medyayı hizaya sokmaya çalıştığı darbe-muhtıra havası içerisinde “Ergenekon Çete Davası” görülmeye başlandı.

 

Artık yerli yabancı herkesin tartışılmaz olarak bir biçimde kabul ettiği gerçeklik, Türkiye’de “Demokrasi” adı altında bir oyun oynanmakta, aslında üst rütbeli asker bürokratların öncülüğünde, yargı, üniversite ve TÜSİAD gibi kurumların üst kadrolarının iştirakiyle oluşturulan oligarşinin despot yönetimi egemen kılınmış bulunmaktadır. İşte bu askeri vesayet rejiminde başından beri, hiçbir kurum ve yetkili hukukun kendileri için belirlediği yerde durmamıştır. Emperyalist seküler kültürün değer ve normları, ideolojik dogmatizmin akletme kabiliyetini körelttiği taassup ortamında şiddete dayalı politikalarla yerli halka zorla kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Türkçülüğe dayalı ulusalcı resmi ideoloji dinleştirilmiş, İslam dışlanırken bu yeni din onun yerine ikame edilmek, ülke halklarını yüzyıllarca bir arada tutan İslam kardeşlik hukuku ve ümmet anlayışı ise ortadan kaldırılmak istenmiştir. Batılılaşma eksenli bu modernleştirme projesini silah zoruyla dayatanlar, bu projenin başarılı olmasının önünde engel olarak gördükleri halkın İslami ve Kürt kimliklerini, İslami, insani ve ahlaki değerlerini, resmi ideoloji dışında kalan düşünce ve kültürleri tehdit ve düşman ilan edip onlarla savaşmışlardır. Halkın dini ve kavmi farklılıkları dogmatik yaklaşımlarla asimile edilmeye, hak ve özgürlükleri yok edilmeye çalışılmıştır. Bu kaos ve baskı ortamında ülkenin iktidarı ve rantı sürekli oligarşiyi oluşturan kesimlerin tekelinde tutulmaya çalışılmıştır.

 

İşte bu sebeple, egemen oligarşi halka karşı sürekli teyakkuz halinde olmuş, kendisine iktidar ve rant sağlayan zulme dayalı statükoyu sürdürecek her türlü hukuk dışı tedbirleri de almaya, halkın özgürleşmesi halinde bütün bu zulüm politikalarının hesabını soracağı korkusuyla her türlü hukuksuzluğu kolayca gerçekleştirebilmişlerdir. Yeri geldiğinde ideolojik vesayet altında tuttuğu yargıyı (İstiklal mahkemelerinden-DGM’lere) terbiye edici bir kırbaç gibi kullanmaktan, yeri geldiğinde darbe ve muhtıralarla halkı ve seçtiklerini hizaya sokmaktan ve yeri geldiğinde de tahakkümünü sürdürmesi için gerekli olan kargaşa ortamını oluşturmak için derin çeteleri kullanarak provokasyonlar yapmaktan çekinmemiştir. Sonuçta da, yaygın insan hakları ihlalleri, katliamlar, cinayetler, faili meçhuller, yargısız infazlar Cumhuriyet tarihine damgasını vuran bir “derin devlet” geleneği haline gelmiştir.

 

Herkesçe bilinmektedir ki, Türkiye’de bütün devlet kurumları şu veya bu ölçüde hukuk dışına çıkmış, durması gereken yerde durmamış ve pek çok hukuksuzlukla kirlenmiş durumdadır. Sonuçta bu ülkede (her kurum içinde bulunan bir kısım iyilere, temizlere rağmen) insanlara “bulunmaları gereken doğru yerde bulunma çağırısı yapmaya” yüzü olan, bu konuda temiz olan tek bir kurum kalmamıştır. En azından darbeci, muhtıracı eğilimlerin daha fazla öne çıktığı üst komuta kademesi bakımından bu konuda en zaaflı kurumun başında bulunan Genelkurmay Başkanı son yaptığı “muhtıra” mahiyetindeki açıklamasıyla ibretlik bir görüntü ortaya koyarak, üslup ve içerik olarak kendisinin doğru yerde durmadığını bir daha örnekleyen bir tutumla şunları söylemiştir: “…herkesi dikkatli olmaya ve doğru yerde bulunmaya davet ediyorum”. Ülkeye egemen kurumlar ve üst yöneticileri hiçbir zaman hukukun belirlediği yerde durmamışken, sık sık halka ve halkın özgürlüğü için çalışan sivil kuruluşlara “doğru yerde bulunma” çağrısı yapmışlardır. Ancak uygulamanın içinden bakınca, ister istemez ve haklı olarak hukuksuzluğun, despotizmin, oligarşinin saflarında yer almaya çağrı şeklinde anlaşılmışlardır. Bugün bütün dünyayı kirleterek, fesadın küreselleşmesini sağlayan emperyalist devletlerin seküler kapitalist kültürünü kendi halklarına dayatanların doğru yerde bulundukları her halde söylenemez.

 

Cumhuriyet döneminde yetişip, laik sistemle de herhangi bir sorunu olmayan Prof. Şerif Mardin’in tespitiyle “Kemalizm, iyi, doğru ve güzel’e dair hiçbir değer üretememiştir”. Halkın İslami kimlik ve değerlerini de kendi ideolojisi ve sistemi için tehdit ve düşman olarak algılayıp yok etmeye çalışmıştır. Seküler kültür ve eğitim politikalarıyla militarist ideolojik dogmatizmin kuşatması altına aldığı halkın ve çocuklarının zihinlerini işgal etmiş, ruhlarını değersizliğin, anlamsızlığın girdabında kirletmiş, kurtardım dediği insanları pozitivizmin karanlıklarında boğmuştur. Değerden yoksun çıkarcılık ve hazcılık kıskacında batının “homo ekonomicus’unu üretmeye çalışmış, materyalizmin paganist kültürü istikametinde tek tipleşmeye zorlamış, sonuçta fıtratları kirletmiş, insanı kendine ve Rabbine yabancılaştırmıştır. İnsani erdemlerin kaybedildiği, insanlık onurunun ayakaltına alındığı, çeteleşmenin, fuhşiyatın, şiddetin, alkol ve uyuşturucunun ilk mekteplere kadar indiği, rüşvetin, yolsuzluğun, hortumculuğun, hukuksuzluğun, insan hakları ihlallerinin, işkencenin, çeteleşmenin bütün kurumları kuşattığı büyük, derin ve yaygın bir ahlaki yozlaşma ve çürümeye yol açmıştır. Bunun sonucunda, hiçbir şey yerli yerinde duramamış, insanlar durmaları gereken doğru yerin bilincini, doğrunun ölçüsüyle birlikte kaybetmişlerdir.

 

Devlet ve kurumlarının üst mevkilerini işgal eden asker ve sivil bürokratların, militarist, ideolojik eğitim programlarıyla şartlandırılmış beyinleri, halkın ve değerlerinin karşısında konum almalarına ve halkı kendi ideolojileri istikametinde hizaya sokmak misyonları olduğuna inandırılmıştır. Halkı denetim altında tutmayıp, özgürleşmesine giden yolları açık tuttuklarında ise ülkenin parçalanıp bölüneceği paranoyasına kapılmaları sağlanmış, vesayetçi bir anlayış ve zihniyetle hukuku askıya almakta hiçbir beis görmemeye ikna edilmişlerdir. Sonuçta bu ülkede, kendi yaptıkları darbe anayasalarını bile takmayan, sık sık ihlal edip, askıya alan, yürürlükten kaldıran, altına imza attıkları uluslar arası insan hakları sözleşmelerinin hükümlerini kolayca çiğneyen, yani hukuki olarak durması gereken yerde hiçbir zaman durmayan adalet ve özgürlükleri yok eden bir bürokratik kadronun despotik yönetimi egemen olmuştur. Ve bütün bu yanlış ideoloji ve konumlar doğrunun ölçüsü olarak algılanınca, insani, fıtri, ahlaki ve hukuki sahici doğrular yanlış olarak görülmeye başlanmıştır.

 

Bugün gelinen noktada, anayasa ihlallerinin, siyasetle açıkça iç içe geçen hukuksuzlukların, muhtıraların, darbelerin altında imzası olan başta Genelkurmay Başkanları olmak üzere, TSK üst yönetimini teşkil eden generallerin, “devletin çıkarı ve ideolojisiyle adaletin tecellisi çatıştığı davalarda karar verirken adaleti değil devlet çıkar ve ideolojisini tercih ederiz” dedikleri medyada yer alan anket sonuçlarından anlaşılan %65 oranındaki yargıç ve savcıların, yargı muhtırası anlamı taşıyan ideolojik bildiriler yayınlayan, siyasetle iştigal eden Yargı kurumları yöneticilerinin hukukun belirlediği doğru yerde durmadıkları bilinmektedir. Aynı şekilde, ilimden ziyade siyasetle iştigal eden, insan hakları ihlalleri yapan YÖK ve Üniversite yöneticilerinin, öğretim üyelerinin, fıtratlara yönelik ideolojik tahribatın uygulayıcısı konumunu içselleştirmiş eğitimcilerin, TÜSİAD çevresinde toplanan statükodan beslenen büyük sermayedarların, çıkarlarının ve kendilerine çıkar sağlayan statükonun savunucusu, halkın ve değerlerinin ise düşmanı fonksiyonu gördürdükleri medya ve köşe yazarlarının hiçbirisinin durmaları gereken doğru yerde durmadıkları açıktır.

 

Halk içinde ve medyada eleştirilen ve hataları gündemleştirilerek hesap sorulan topyekun TSK kurumu olmayıp, TSK’nın büyük ekseriyetini ve ana gövdesini teşkil eden er ve erbaşların hukukunu korumayan, onların güvenliğini sağlamada hatalar yapanlardır. Yani siyasetle uğraşmaktan dolayı asıl görevlerini hakkıyla yerine getiremeyen ve bu tutumlarıyla TSK’yı da en fazla kendileri yıpratan komuta kademesi eleştirilmektedir. Komuta kademesi ise, TSK’nın büyük çoğunluğuna zarar veren yönetim, sevk ve idare, sorumluluklarını yerine getirme konusunda zaaf, hata ve ihmalkârlıklarını örtmek için TSK kurumsal kimliğinin arkasına saklanmaktadırlar. Kendilerine yönelik eleştirileri TSK kurumsal kimliğini öne çıkararak savuşturmaya ve böylece bir dokunulmazlık zırhı sağlamaya çalışmaktadırlar. Aslında dışarıdan yapılan hiçbir eleştiri, bizzat TSK içinden birilerinin gerçekleştirdikleri darbelerin, çeteleşmelerin, muhtıraların, Dağlıca ve Aktütün’deki zaafların ve Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un halkı ve habercileri azarlayıcı sert ve tehditkâr konuşması gibi tutumların yıprattığı kadar TSK’yı yıpratmış olamaz. Peki, bütün bunları gerçekleştirenler neden TSK’yı aşağılamaktan, yıpratmaktan dolayı yargılanmazlar da, TSK içindeki bu kötülükleri, yanlışları, hukuksuzlukları eleştirenler söz konusu suçlamanın hedefi haline getirilirler?

 

Türkiye’de başından beri oluşturulan ve halen ısrarla sürdürülen tüm dini, ırki, ekonomik, sosyal, siyasal, hukuki ve kültürel sorunların, yozlaşma ve çürümelerin temelinde askeri bürokratların öncülüğündeki oligarşinin (Hiçbirisi hukuki olarak bulunması gereken doğru yerde durmayan TSK, Yargı, YÖK, TÜSİAD, MEDYA vb) yer aldığı bilinmektedir. Ayrıca, dayattığı politikalarla sorunları oluşturmakla kalmayıp, halkın taleplerinin, özgürleşme imkânlarının önünü keserek, halkın seçtiği siyasileri vesayet altında tutarak, baskıyla yönlendirerek çözüm üretilmesinin de tek engelleyicisi olduğu halde ve üstelik bu kurumların kendileri hukuki olarak doğru yerde durduklarında bütün bu sorunların halli mümkün hale gelebilecekken, hala herkesi doğru yerde bulunmaya davet etme cüretini göstermeleri büyük bir çelişki oluşturmaktadır.

 

Genelkurmay Başkanının, sorulan haklı sorulara cevap vermek, eleştirilere karşı belgeleriyle hesap vermek yerine agresif, tehditkâr ve azarlayıcı bir konuşmayla herkesi hizaya sokmaya kalkışması, haklı sorgulamaları engellemek refleksi ve sanki suçüstü yakalanmış olmanın psikolojisiyle gösterilen aşırı tepki gibi algılanmaya müsait bir imaj oluşturmuştur. Kendisine hesap sorulmasını engellemek için o herkesi hesaba çekmeye kalkışmış ve tam da Ergenekon davası öncesi askeri vesayeti bir daha hatırlatmış, (Sanık generallere TSK adına ziyaretten sonra bir de bu tutumun ortaya konması yargı üzerinde yönlendirici bir etki yapacaktır) herkesi dikkatli olmaya ve doğru yerde (başka bir ifadeyle hangi hukuksuzluğu ya da hatayı yaparsa yapsın TSK’yı eleştirmemeye, her şeye rağmen yanında) bulunmaya davet etmiştir. Halbuki, durması gereken doğru yerin ne olduğunu bilseydi ve bu doğru yerde bulunabilseydi, hesap sorma makamının kendisi değil, güvenliğini sağlaması için maaşını ve elindeki silahını veren ve buna rağmen güvenlik içinde özgürce yaşama imkânına kavuşamayan halk olduğunu mutlaka anlar ve bu eleştiriler karşısında başını yere eğerek, ya TSK içindeki sorumluları bulup cezalandırmaya, ya da istifa etmeye yönelirdi. Eğer bulunulması gereken anayasal yeri ve hukuki haddini bilseydi, halkın verdiği silahın sağladığı gücü arkasına alarak halkı ve halkın haber alma kanallarını parmağını sallayarak tehdit etmeyi değil, halkın hizmetkarı olduğu bilinciyle komplekssiz bir biçimde ona hesap vermeyi tercih ederdi. Eğer doğru yerin neresi olduğunu bilseydi, halkın ilahi okuyan çocuklarını tehlike ilan edip muhtıra yayınlamaktan da, kan dökücü darbeci çetecileri TSK adına ziyaret ettirmekten de uzak dururdu.

 

Cumhuriyet tarihinin çürümenin zirve yaptığı noktasında en büyük çete davasının görüşülmeye başlandığı bir zamanda, bu çeteleşmenin, yozlaşmanın hiç değilse durdurulabilmesi ve halkın gasp edilen hak ve özgürlüklerine yeniden kavuşarak kendi ülkesinde insanca, Müslümanca ve özgürce yaşayabilmesi için bütün kurumları “doğru yerde bulunmaya çağırıyoruz”.

 

Öncelikle egemenliği tekelinde bulunduran ve bu sebeple ülkedeki tüm sorunların ve çözümsüzlüklerin temel sorumlusu konumunu kimseye kaptırmayan oligarşinin tepe noktasında yer alan asker bürokratları:

 

  • Yüksekova, Şemdinli ve Ergenekon gibi kan dökücü çetelerin hamisi, halkın İslami ve Kürt kimliklerinin hasmı konumundan çıkarak, halkın maaşlı memurları, hizmetkârları konumuna gelmeye çağırıyoruz. Kanlı, darbeci çete mensuplarına TSK adına destek anlamına gelen ziyaretler yaparken, birkaç başörtülü kızın Kur’an ve ilahi okumalarını tehdit ve tehlike ilân eden muhtıralar yayınlamak gibi adaletsizlikleri, hukuksuzlukları terk etmeye davet ediyoruz. Bugüne kadar bulundukları bu yanlış yeri terk ederek, bundan sonra halkın İslami değerlerine ve başörtüsüne saygılı olmak suretiyle adalet ve hukuk zaviyesinden doğru yerde bulunmaya ve bugüne kadar yaptıkları haksızlıklardan, hukuksuzluklardan dolayı halktan özür dilemeye davet ediyoruz.
  • Halkın verdiği silahı, yine halkın büyük kesimlerini düşman ilan ederek onlara çevirmenin, darbe için kullanmanın ahlaki ve hukuki olmadığını bilmeye ve bu silahları akde sadakat göstererek sadece halkın dış güvenliği için kullanmaya, bulunmaları gereken doğru yerin de bu olduğunun idrakine varmaya çağırıyoruz. Bulunmaları gereken doğru yerin, adaletsizliğin, hukuksuzluğun, zalimin, darbecinin, çetecinin, hortumcunun yanı değil, hukukun, adaletin, insan haklarının yanı olduğunu anlamaya çağırıyoruz. Kendi içindeki çetecileri, darbecileri, Ergenekon üyelerini, ülkede katliamlar yaparak kaos çıkarıp darbe zemini hazırlamak isteyenleri temizlemeye, tasfiye etmeye çağırıyoruz. Siyasetle uğraşmak ya da konformizme kapılmış lüks hayat yaşamak sebebiyle asli askeri görevlerini ihmal ederek halkın çocuklarının ölümüne yol açan ve üstelik bu tür sorunların çözümünü de engelleyen ve çetelere TSK adına ziyaretler gerçekleştirerek destek veren müntesiplerini hesaba çekip cezalandırmaya çağırıyoruz.
  • Bulunulması gereken doğru yerin, brifinglerle, muhtıralarla yargıyı etkileyip yeni hukuksuzlukları yargı eliyle gerçekleştirmek, çeteleri kurtaracak ideolojik kararlar vermelerini sağlamak, halkın İslami ve Kürt kimliklerine yönelik hukuksuzlukları eleştirenleri yargı baskısı altına almak, ülkedeki sorunlara yol açmak ve bunların çözülmesini engellemek ve bu amaçla siyaseti vesayet altında tutmak değil, yasal haddini bilerek hukuk içinde kalmayı içselleştirmek olduğunu öğrenmeye ve gereğince hareket etmeye çağırıyoruz.
  • Halkın çocuklarının, kendilerinin dayattıkları ulusalcı laik resmi ideolojinin yol açtığı kirli savaşta ölmelerine ve fakir halkın yüz milyarlarca dolarının bu yanlış politika uğruna heba edilmesine sebep olmanın ve halkın adalet ve özgürlük taleplerinin karşısında durmanın yanlış, bu tür sorunların çözümünü sağlayacak siyasilere engel olmamanın, halkın adalet ve özgürlük taleplerinin önünde takoz olmaktan çıkmanın ve sadece kendisine verilen askeri görevle meşgul olmanın ise bulunulması gereken doğru yer olduğunu fark etmeye çağırıyoruz.
  • Hiç değilse kendi yaptıkları darbe anayasası ve Askeri ceza kanundaki kural ve yasaklara riayet ederek siyasete müdahale etmemeğe, siyasi açıklamalar yapmaktan uzak durmaya ve halkın seçtiği yönetimlere itaat etmeye, kendi yasalarına göre de durmaları gereken doğru yerin bu olduğunu bilmeye ve gereğince hareket etmeye davet ediyoruz.

 

Askeri vesayet ve resmi ideoloji kıskacında adalet ekseninden çıkarılmış olan yargıyı, bu vesayete karşı gerçek anlamda bağımsızlık ve tarafsızlık için çaba sarf etmeye ve bu bağlamda;

 

  • Askeri brifing ve muhtıraları, darbecileri, çetecileri sorgulamaya, bunların tasallutundan yakasını kurtarmaya, darbecilere ve çetecilere hesap sormaya, ideolojik dogmatizmden kurtulup hiç değilse mevcut yasaları objektif olarak, inisiyatif gerektiren hallerde de özgürlükçü ve insan hakları eksenli yorumlarla uygulamaya çağırıyoruz.
  • Siyasetle uğraşmaktan, siyasi bildiriler yayınlamaktan, halkın İslami kimlik ve değerlerini horlamaktan, irtica adı altında tehdit ve düşman ilan etmekten, ideolojik kararlar vermekten, halka hasım gibi davranmaktan vazgeçmeye, hiç değilse kendi yasalarını önyargısız ve objektif olarak uygulamaya, maaşlarını ödeyen halkın efendisi olmadıklarının ve ona hizmet için istihdam edildiklerinin bilincine varmaya ve durmaları gereken doğru yerin de bu olduğunu idrak etmeye çağırıyoruz.
  • Şemdinli çetesinin “iyi çocuklar”ını kurtarmak uğruna kendi meslektaşlarını haksız yere harcamaktan çekinmeyen konumun askeri vesayet gereği yanlış konum olduğunun, bulunmaları gereken hukuki anlamda doğru yerin ise, kim olursa olsun herkese objektif bir biçimde yasaları uygulamak ve darbecilere, çetecilere yandaş konumuna düşmemek olduğunun farkına varmaya çağırıyoruz.
  • Bulunmaları gereken doğru yerin, adına karar verdiğini iddia ettiği halkın hak, özgürlük ve değerlerini koruyarak, devlet ideolojisi ve çıkarlarıyla adaletin tecellisi çatıştığında dahi adaletin yanında yer alıp devlet ve ideolojisine ve çetelerine karşı adaletten yana tavır koyan kararlar vermek olduğunu anlamaya çağırıyoruz.
  • Bulunmaları gereken doğru yerin, toplumun özgürleşmesinin ve gelişmesinin önünü açacak düşünce adamlarını peşini bırakıp, toplumu karanlığa ve geriliğe mahkum eden ideolojik dogmatizmin esiri darbecilerin, çetelerin peşine düşmeye, Ergenekon benzeri devlet içi çetelerin asker, yargı, büyük sermaye ve beslemesi medya içindeki uzantılarını da deşifre edip tasfiye etmeye çağırıyoruz.

 

Halkın seçtiği Başbakanı ve hükümetini, hiç değilse halka vaat ettikleri adalet ve özgürlükleri sağlayıcı tedbirleri almaya, oligarşiye yardakçılık yapmanın kendilerine zilletten başka bir şey getirmeyeceğinin ayırtına varmaya, bulunmaları gereken doğru yerin halkın hak ve özgürlüklerinin yanı olduğunu akıllarından çıkarmamaya, bu bağlamda;

 

  • Halka ve habercilere parmak sallayıp tehditler yağdırarak “…herkesi dikkatli olmaya ve doğru yerde bulunmaya davet ediyorum” diye bağıran Genelkurmay Başkanına destek verdiği konuşmasında Başbakan’ın birkaç kez “emir tekrarı” yaparcasına “ben doğru yerdeyim” “biz doğru yerdeyiz” demesinin kendilerini ne konuma düşürdüğünü fark etmeye, bu tür yaranma gayretlerinin Şemdinli’de olduğu gibi darbecilerin, muhtıracıların cüretlerini arttırmaktan başka bir işe yaramadığını ve üstelik bu halin adalet ve hukuk zaviyesinden bulunulmaması gereken yanlış yer olduğunu anlamaya çağırıyoruz.
  • Darbecilerin, muhtıracıların ve halka tehditler savuran, kendisine de muhtıralar vererek sık sık haddini aşan Genelkurmay Başkanlarının, Şemdinli ve Ergenekon “iyi çocuklar”ının hamiliğini yapanların, halka tehditler yağdıranların savunucusu değil, halkın ve özgürlüklerinin savunucusu olmaya, halkı tehdit edenlere hesap sormaya ve bulunmaları gereken doğru yerin de bu olduğunu anlamaya çağırıyoruz.
  • Vaat ettikleri “Kemalist resmi ideolojiden arınmış, din ve ideolojiler arasında nötr kalan, temel insan haklarını esas alan özgürlükçü sivil anayasa”yı çıkarmadan, böylece resmi ideoloji despotizmime son vermeden, başta asker ve yargı kurumlarını ve eğitim sistemini ideolojiden arınmış böyle bir zeminde, doğrunun ölçüsü olarak hiç değilse ortak payda olan insani erdemleri, fıtri değerleri, insan haklarını esas alarak ve hiç değilse beşerin ürettiği özgürlükçü hukuk ekseninde yeniden yapılandırmadan ve mevcut kadroları da insan hakları eksenli bir rehabilitasyon programından geçirmeden çetelerin tamamen tasfiyesinin mümkün olamayacağının farkına varmaya, bunun gereği olan tedbirleri bir an önce almaya ve mevcut sistem içinde durması gereken doğru konumun da bu olduğunu anlamaya çağırıyoruz.
  • Vahyin ölçüleri içinde zaten bütün sistem ve kurumları yanlış yerde bulunmaktadırlar. Ancak devlet ve kurumlarının, kendilerini nispet ettikleri beşeri hukuk zaviyesinden bakıldığında bile, hatta kendi yaptıkları darbe anayasası açısından dahi doğru yerde durmadıkları apaçık ortadadır. O halde hiç değilse mevcut sistem içinde görece bir özgürleşme peşinde olan Başbakana ve hükümetine bu sonucu sağlayabilmeleri için düşen görev, kendisini seçen halka vaatlerini yerine getirmek, vaat ettiği hak ve özgürlüklerin önünü açmak, ülkeye egemen askeri vesayet rejimine son vererek, hataları ve ihmalkârlıklarıyla halkın çocuklarının ölümüne sebep olanları hesaba çekmektir. Genelkurmay Başkanı dahil, yanlış yapan, suç işleyen herkese hesap sormak, darbecileri, çetecileri tasfiyede kararlı olmak, Şemdinli’de yaptığı büyük hatayı tekrarlamamak, uzandığı bütün noktalara kadar Ergenekon’un peşini bırakmayarak kökten tasfiyesini sağlamak ve önce kendisinden başlayarak bütün kurumların hukuk açısından doğru yerde bulunmalarını temin etmektir.

 

Ayrıca bütün kurumları, medyayı, laik veya Müslüman aydınları, yazarları ve laik Kemalist devlet uğrunda ölenler için “şehid” kavramını kullanan herkesi, bu konuda da ilmin, vahyin emrettiği doğru yerde bulunmaya davet ediyoruz.

 

Bilindiği üzere “şehid” kavramı ilahi vahyin belirlediği, İslam şeriatının tanımını yaptığı ilahi alana ait bir kavramdır. Allah’ın ismini yüceltmek, Kur’an’ın hükümlerini hâkim kılmak ya da bu hükümlerle yönetilen bir ülkeyi savunmak üzere, Allah yolunda ve Allah razısını kazanmak niyetiyle yapılan cihad sürecinde öldürülen mücahidler için kullanılan bir vasıftır ve karşılığı da ahrette cennettir. Allah onların canlarını cennet karşılığında satın almıştır. Bu, ilmin tespit ettiği açık bir hakikattir. Buna rağmen laik devlet ve koruyucusu laik TSK ısrarla bu İslami kavramı kullanmaya devam etmekte ve tam anlamıyla bir din istismarı gerçekleştirmektedir. Çünkü ilahi olanın en küçük yansımasının kamu alanında tezahürüne razı olmayan, bu bağlamda “şehidlik” kavramının yanında daha ılımlı bir bireysel amel olan Başörtüsüne bile tahammül edemeyip, kamu alanının ve garnizonların kapısından kovanlar, eşi örtülü subaya tahammül edemeyip ordudan atanlar, büyük bir çelişkiyle aynı dinin, Kur’an’ın şehidlik kavramını kamu alanının ve garnizon’un en üst köşelerine sokmaktan rahatsız olmamaktadırlar. İşte başta TSK olmak üzere herkesi, bu konuda da ilmin belirleyiciliğinde doğru yerde durmaya, dini istismar etmekten ve halkı Allah ile aldatmaktan vazgeçmeye, laiklik anlayışlarında tutarlı olmaya, ikiyüzlülüğü terk etmeye, dürüst olmaya ve ilahi alana ait bu kavramı laik Kemalist devlet uğrunda, İslam’ın başörtüsüne bile tahammül edemeyen laik ordunun emrinde savaşırken ölenler için kullanmamaya davet ediyoruz.

 

İlginizi çekebilir

Şehid Âlim Şeyh Said’e, Türkçü, Atatürkçü, Laik Zihniyetleri ve Kirli Dilleriyle ‘Hain’ Diyenler, İslâm’la Hükmedilmesine ve Ümmetçiliğe Karşı Çıkıp İslam Kardeşliğini Yok Ederek En Büyük Bölücülüğü Yapan Gerçek HAİNLER Değil midir?

Yazıklar olsun bu büyük zulüm ve adaletsizliği temsil edip ülkeye ve halklarına ABD, NATO ve İsrail ile kol kola bunca kötülüğü yaptıkları halde hâlâ utanmadan bu milleti sevdiklerini ve vatanın bölünmesine karşı olduklarını söyleyerek bu kadar ikiyüzlü davrananlara?