“Bir türlü çözülemeyen, katlanarak geleceğe devredilen sorunları ile, ‘eğitim sistemi’, eşitsizliği, adaletsizliği, otoriteyi ve tahakkümü esas almış, özgüvenini kaybetmiş, kişiliği bastırılmış ve geleceği karartılmış bir gençlik oluşturmuştur. Ülkemizde bölgeler, bölgelerin şehirleri ve şehirlerin semtleri, semtlerin okulları arasında eğitimden yararlanma ve çocukların başarılı olma düzeyleri bakımından kolay kapanmayacak uçurumlar oluşturulmuştur. Ülkemizde ailelerin gelir düzeyleri, -zengin/yoksul farkı- çocukların aldığı eğitimi doğrudan etkileyebilmekte ve bu anlamda büyük adaletsizlikler yaşanmaktadır. Bir yanda özel okullarda 15-20 kişilik sınıflarda eğitim verilirken, devlet okullarında 50-60 kişilik sınıflarda eğitim yapılmakta, üstelik parası olan ailelerin çocukları ayrıcalıklı okullara, üniversiteye hazırlık kurslarına gitmekte ve fakir aile çocuğu olan yaşıtlarından birkaç adım öne geçmekte, yine parası olanlar liseden sonra özel üniversitelere devam edebilmektedir. Bugün ülkemizde 17 bin okulda birleştirilmiş sınıfta eğitim verilmekte, 5 bin 50 okulda taşımalı eğitim yapılmakta ve hala 12 bin okulda ikili eğitim sürdürülmektedir. 51 bin 600 okuldan yalnızca 5 bin 500’ünde bilgisayarlı eğitim yapılabilmektedir. Öğretmen açığı bir türlü kapatılamamakta, çoğu yerde yeterliliği olmayan kimi bürokratlarla boş dersler doldurulmaya çalışılmakta ve nitelikli öğretmen yetiştirme politikası oluşturulamamaktadır. Üniversiteyi bitiren her yüz kişiden 40’ı iş bulamamakta, eğitim sürecinin asli unsurları olan eğitim emekçileri yoksulluk sınırının altında maaş almakta ve ciddi anlamda gelecek kaygısı taşımaktadır. Sivil iktidar tarafından denetlenemeyen askeri harcamalar artarak astronomik rakamlara ulaşırken, eğitime ayrılan pay her geçen yıl azalmakta ve okul başına 190 milyon liraya düşmüş bulunmaktadır. Kişi başına yılda ancak 90 dolar eğitim harcaması yapılabilmektedir.”
Bunlara benzer daha pek çok sorunla eğitim sistemi sürekli yeni sorunlar ve bunalımlar üreten tam bir bataklığı andırmaktadır. Ancak tüm bu sorunlardan öncelikle ele alınması gereken, şüphesiz, bir bakıma tüm bu sorunların da kaynağını teşkil eden, eğitim sisteminin üzerine bina edildiği çökmüş, tükenmiş, bitmiş, çürümüş paradigmanın sorgulanması ve aşılması meselesidir. Öncelikle çözülmesi gereken mesele, aslında tüm sorunlara da kaynaklık eden en önemli mesele, eğitimin sivilleştirilip, özgürleştirilmesi, askeri vesayet altından kurtarılması meselesidir. Bu yüzden yazımızda daha çok bu konu üzerinde, eğitimi kıskacına alıp çıkmaza sürükleyen resmi ideoloji dayatması ve eğitimin dayalı olduğu geri seküler paradigmadan kaynaklanan sorunlar üzerinde durmaya çalışacağız.
Kemalist eğitim sisteminin dayalı olduğu paradigmanın doğurduğu sorunlar
Kemalist sistem, halka dinini, kültürünü ve kimliğini değiştirmeyi dayatıp, yerine seküler Batı kültürünü zor kullanarak ikame etmeyi esas alınca, halkın haklı tepkisinden korkmuş, bu sebeple, sürekli bir panik halini yaşayarak, halkı düşman sayan şiddete dayalı politikalar izlemiştir. İşte bu sebeple, kendisini koruma ve tahakkümünü sürdürme endişesi ile sistemini destekleyecek Batı mukallidi Kemalist nesiller yetiştirmeye yönelik “tek tipçi” faşist eğitim programlarını Batı’dan ithal ettiği modern paradigmaya ve yöntemini de Batı’nın en jakoben versiyonuna dayandırmıştır. Hatta ithal edilene bile sadakatsizlik yapılmış, kimi kavram, değer ve yöntemler de Kemalist kadroların egemenliklerine ve çıkarlarına uygun sapmalara uğratılmıştır. Kemalist sistem “devletçilik” ilkesini benimseyerek, halkına güvensizlik üzerine kurulu politikalarla her alanı, devletin kontrol ve denetimi altına almaya çalışmıştır.
Hiçbir ülkede, hatta sömürge olan ülkelerde bile yaşanmayan korkunç olaylar, insanın onuruna ve fıtratına yönelik büyük zulümler ülkemizde yaşanmış, toplumu kültürel anlamda korkunç bir fakirleşmeye, büyük bir erozyona sürükleyen, bir günde tarihinden, kültüründen, köklerinden ve milyonlarca kitabın doldurduğu kütüphanelerinden, kaynaklarından koparan ve yerine Batı emperyalizminin seküler kültür paradigmasını egemen kılmaya yönelik tahripkâr, jakoben politikalar uygulanmıştır. Halkın hafızasını silmek, kültürel açıdan toplumsal hafızayı sıfırlamak ve eski kültür birikiminin tekrar hatırlanmasını engellemek için yapılmış bulunan, cahilleştirici “harf inkılabı” da işte bu amaçla gerçekleştirilmiştir. Bu sûretle tekrar köke, kaynağa ve özgün paradigmaya dönüşü imkânsızlaştırmak ya da en azından zorlaştırmak istenilmiştir. Böylece, köksüz, tarihsiz, kimliğini, özgün inanç ve değerlerini kaybetmiş, kaynaklarına, kütüphanelerine karşı, kör, sağır ve dilsiz konuma getirilmiş, okuma yazma oranı düşük, nevzuhur, cahil bir toplumun ortaya çıkmasına sebep olunmuştur. Ayrıca, dinde tevhide karşı olan Kemalizm’in, “tevhid-i tedrisat” kararıyla, farklılıkları yok eden, tek tipçi materyalist eğitim politikalarını esas alarak gerçekleştirdiği pozitivist eğitimle, fıtratlar bozulmuş, insanları ikiyüzlülüğe sevk eden, şahsiyetleri yıpratan ideolojik dayatma ve beyin yıkamalar sonucunda, çıkarcı, egoist, materyalist, niteliksiz yığınların ortaya çıkması sağlanmıştır. Eğitim alanındaki bu büyük erozyonla, düşünce alanında sığlık ve seviyesizlik yaygınlaşmış, toplumun eğitim ve kültür seviyesinde büyük irtifa kaybı meydana gelmiştir. Batı yanlısı ve seküler kültürü benimsemiş kimi liberal yazarların aşağıdaki ifadelerinde de açıkça ortaya konduğu üzere eğitim sisteminde ilmi anlayış ve akletme yeteneği dumura uğratılmış, düşünme kabiliyeti köreltilmiş, sonuçta sahih bilgi ile safsatayı birbirinden ayrıştırabilecek feraset ve kabiliyetten yoksun nesillerin ortaya çıkmasına yol açılmıştır. “Okullarda insanlarımıza düşünmeyi, analiz yapmayı, fikir geliştirmeyi, soru sormayı, alınan bilgiden şüphe duymayı katiyen öğretmiyoruz… Türkiye’de eğitimin amacı devlete bağlı, emir almaya şartlanmış memur ruhlu (resmi ideolojinin kölesi-MP) insanlar üretmek olduğu sürece koskoca komutanların, yazarların, yöneticilerin, siyasilerin sadece kalıplarla düşündüklerini, şartlı refleks tepkisi verdiklerini görüyoruz.”1
Ulaşılan bu zelil sonuç, daha 1962 yılında Kemalizm’in ideologlarından Şevket Süreyya Aydemir tarafından bile şu şekilde itiraf edilmiştir: “Türk inkılabı güçlü bir fikir sistemi geliştirememiş, güçlü bir edebiyat yaratamamış, çaplı aydınlar, nazariyeciler, sanatçılar yetiştirememiştir.” (İnkılap ve Kadro, s. 11-28). Bunun sebeplerini de yine bir Atatürkçü olan Niyazi Berkes, kendince ve kısmen de olsa şöyle ifade eder: “Türk devrimi, toplumdan, halkın kültüründen kopuk, yabancılaşmış bir okumuş yazmışlar, aydınlar sınıfı yarattığı için, aydınlar, topluma öncülük edecek büyük fikirler, eserler ortaya koyamadı. Aydınlar sadece devlete bağlı kaldı; topluma yabancılaştı. Bu yüzden sığlaştı.” (Türk Düşününde Batı Sorunu, Bilgi Yay., Ankara 1975, s. 227-28)2
Kökteki aydınlığın kaynağı “vahiy”den uzaklaşanlar, halkın dini olan İslam’la ve İslami kimliğiyle savaşarak, modern paradigmanın “ilerlemeci” tarih anlayışından kaynaklanan çağdaş olanın mutlaka ileri olacağı yanılgısıyla, kaçınılmaz olarak aydınlanma sandıkları yeni karanlıklara savrulmuşlardır. Muharref geleneğin ürettiği hurafelere karşı olduklarını iddia etmelerine rağmen, aslında vahyin aydınlık saçan değerlerine karşı olanlar, sonuçta kendi ürettikleri Batı kaynaklı yeni hurafelerin esiri olmuşlar, üstelik bu modern hurafelerini resmi ideoloji haline dönüştürüp bütün topluma dayatma vahşetinin altına da imza atmışlardır. Aklı ve ilmi rehber edinme iddiası ile yola çıkmalarına rağmen, vahye düşmanlıkla kirlenmiş seküler akıllarıyla ürettikleri dogmalarla, basit ve geri ilkelerle selim aklı ve ilmi baskı altına alarak, esir edip kuşatarak, akla ve ilme bizzat kendileri ihanet etmişlerdir. Böylece, akletmenin, düşünmenin, tefekkür etmenin ve fikir ve düşünceleri özgürce açıklamanın önünü keserek, olumlu tüm gelişmeleri engellemişler, toplumun giderek gerilemesine, niteliksizleşmesine, sığlaşmasına yol açmışlardır. Sözüm ona geleneğin hurafelerinden kurtardıklarını iddia ettikleri toplumu, Batı’nın seküler paradigmasına dayanarak, hatta onu bile saptırarak ürettikleri modern hurafelerin karanlıklarında boğmuşlardır.
Kemalist eğitim sisteminin hedefi bugünkü çürümenin sebebidir
Kemalist eğitim siteminin hedefi, resmi ideolojiye bağımlı “tek tip” insan, sisteme itaatkâr ve uyumlu vatandaş yetiştirmek olunca, bu amaca ulaşmak üzere, fıtratları ve şahsiyetleri örseleyen ve Batı’nın ifsadı temsil eden kültürüne elverişli ortamı hazırlayan materyalist eğitim programları esas alınmıştır. Bu jakoben, faşist programlarda, zihinleri işgale yönelik ideolojik beyin yıkamayla, bu amaca uygun resmi ideoloji bağımlısı nesiller yetiştirilmeye çalışılmıştır. Bu sebeple, baskı ve zulüm altında, materyalist eğitim programlarında tornadan geçirilen nesillerin fıtratlarının bozulması, şahsiyetlerinin öğütülmesi ve özgün paradigmalarından, kendisine anlam, değer ve şahsiyet kazandıran kimlik değerlerinden soyutlanması sonucunda, kendisi de, başkası da olamayan nevzuhur bir toplum ortaya çıkarılmıştır. Özgürlükten yoksun tek tipleştirici, faşist ve seviyesiz eğitim sistemiyle, dininden, kimliğinden, kültür köklerinden koparılmış, kimlik bunalımı yaşayan, ikiyüzlü, şahsiyetsiz, çıkarcı, insani erdemlerini yitirmiş, birbirinin kurdu haline getirilmiş, kendine yabancılaşmış, niteliksiz yığınların ortaya çıkması temin edilmiştir.
Bugünkü bataklığa yol açan işte bu “eğitim”(!) programlarıdır. Her tarafından lağım patlamış gibi pis kokular yayılan sistemde, her türlü suiistimalin, istismarın, sömürünün, rüşvet, talan ve soygunun zirveye ulaşması, uyuşturucu ve fuhşun son derece yaygınlaşması ve üstelik ilk okullara kadar inmesi, siyasi, askeri, ekonomik, hukuki, kültürel, ahlaki ve toplumsal yapıda meydana gelen ürkütücü boyutlardaki yozlaşma, aşınma ve çürümüşlük, ortaya çıkan yaygın, derin ve büyük çöküntü, devletin en önemli kurumlarında yaşanan kirli ve pis derin ilişkiler, daha başlangıçtan beri Batı desteğinde planlanmış işte bu arka plandan kaynaklanan doğal bir sonuçtur. Daha kurulurken, “din ve namus anlayışını yıkmalıyız”3 diye yola çıkan, “Kur’an’ı kapatın, kadını açın” sözüne endeksli dayatmalarla oluşturulan sistemin, ilahi olana düşman seküler eğitim programlarının böyle bir sonucu üretmesi, tabii ki kaçınılmaz bir sonuç olacaktı, öyle de olmuştur.
Devletçilik ilkesi eğitim ve kültür alanını da kuşatmıştır
28 Aralık 1920 tarihinde, Mustafa Kemal, Ankara’nın ileri gelenlerine yaptığı bir konuşmada; “Fertlerin mütefekkir olmadığı bir toplumun kolaylıkla ‘iyi ve fena istikametlere sevk olabileceği’nden söz ederek, fertleri ‘yukarıdan aşağıya -devlet eliyle- mütefekkir’ kılmanın zorunlu olduğunu” ifade etmiştir.4 Görüldüğü üzere bu ifadeler, sadece ekonomik alanla sınırlı olmayan son derece kapsamlı bir “devletçilik”in söz konusu olduğunu, egemen oligarşinin bu ilkeyle neredeyse her alanı kuşatmaya ve her alanı jakobence tepeden dizayn etmeye yöneldiğini ortaya koymaktadır. Kemalist “ilah devlet”, her alanda ve her konuda temel belirleyici, eğitici, yönlendirici bir misyon üstlenmiştir. Neyi, ne kadar ve nasıl düşüneceğimizden, neye, nasıl ve ne kadar inanacağımıza ve hatta nasıl giyineceğimize kadar, her şeyimizi belirleme, belirlenen hudutları aşanları ise, dilediği biçimde cezalandırma yetkisini elinde tutan, gerçekten ancak ilahlık iddiası ile bağdaşabilecek fonksiyonlara sahip kılınan bir modern ulus-devlet oluşturulmuştur. Nitekim, orta dereceli okullarda okutulan “Medeni Bilgiler” kitabında da, bu husus açıkça ifade edilerek, Mustafa Kemal’in şu sözlerine yer verilmiştir: “…her halde, devletin, siyasi ve fikri hususlarda olduğu gibi, bazı iktisadi işlerde de nâzımlığını prensip olarak kabul etmek caiz görülmelidir.”5
İşte bu anlayışla, Mustafa Kemal’in Auguste Comte gibi pozitivizmin önderlerinden esinlendiği 80 yıl önceki görüş ve düşünceleri Anayasa’nın değişmez maddeleri haline getirilerek, başta eğitim olmak üzere her alan bu ilke ve düşüncelere dayanmak zorunda bırakılmış, devlet baskı ve şiddetle bu ilke ve düşünceler kıskacında bir toplum mühendisliği projesini uygulamaya koymuştur. Son Anayasa’nın 42. maddesinde de bu husus şu şekilde ifade edilmiştir: “Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda, …, devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz.” Aynı şekilde 2547 sayılı YÖK kanununun 4. maddesiyle de yüksek öğretimin amacı bir ideolojinin öğrenilmesi ve sahiplenilmesine indirgenmiştir. Bu hükümler en temel hakların açıkça ihlali anlamını taşımaktadır. Üstelik, T.C.’nin de altına imza attığı BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 18. ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 9/1. maddesinde yer alan; “Her şahsın fikir, vicdan ve din hürriyetine hakkı vardır; Bu hak, din veya kanaat değiştirmek hürriyetini, dinini veya kanaatini tek başına veya topluca, açık olarak veya özel surette, öğretim ve tatbikat, ibadet ve ayinlerle izhar etmek hürriyetini gerektirir” hükmünü de açıkça ihlal eden, bu resmi ideolojiyi dayatma uygulaması hâlâ tavizsiz bir biçimde sürdürülmesine rağmen ne BM’den, ne de AB’den herhangi bir uyarı söz konusu olmamaktadır. Tam tersine bu kesimler putlarını yiyerek Batı eksenli resmi ideoloji dayatmasını Türkiye’nin özel şartlarının gereği olarak meşru görebilmekte, hem de başörtüsü yasağı gibi en bariz hak ihlali konusunda bile faşist sistemi destekleyerek, utanç verici, ancak Batı kültür ve medeniyetine çok yakışan çifte standartçı bir tutum takınabilmektedirler.
Batı tarafından da bu derece çirkin bir çifte standartla desteklenen Kemalist sistem, ta baştan beri “devletçilik” ilkesiyle devlet elinde topladığı bütün güç ve imkânları kullanarak, bir yandan halkın ekonomik kaynaklarını peşkeş çekerek yandaş bir “burjuva sınıfı” oluşturmaya çalışırken, bir yandan da, eğitim ve kültür alanındaki tekelci konumuyla, Kemalist sistemi ayakta tutacak resmi ideolojinin kulu tek tip nesiller yetiştirmeye ve yandaş bir “aydın sınıfı” oluşturmaya ve ayrıca bu ikisi arasında kurdurduğu ilişkiyle de, halka ve halkın din ve kültürüne karşı bir Kemalist cepheyi ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Elindeki devlet imkanlarıyla Kemalist burjuva ve aydın sınıfını sürekli beslemiş ve ülkenin kaynaklarını hortumlamalarına göz yumarak, çıkar ve menfaat bağları ile yanına çektiği bu iki grubun, kendi zulüm sistemine payandalık yapmalarını güvence altına almıştır. Devlet eliyle, devletin dağıttığı ulufelerle, halkın sırtından semirtilip, tabiri caizse Kemalist seralarda suni tohumlama ve pozitivist hormonlamayla yetiştirilen Kemalist “zengin” ve “aydın” sınıflar, geniş halk kitlelerinin sefaleti pahasına kendilerine sunulan imkanlar, haksızlıkla ceplerine akan hortumlar karşılığında, “halka rağmen” sistemi ayakta tutan bir oligarşik güç oluşturmuşlardır.
Eğitim ve kültür alanındaki devletçilik, özgürlükleri ve farklılıkları yok ederek bugünkü çürümenin en önemli sebebini teşkil etmiştir
Kapsamlı devletçilikle Kemalizm, ekonomik, sosyal, kültürel, hukuki ve siyasi bütün kamusal, toplumsal ve hatta bireysel alanları, Batı kültür ve medeniyetine uydurmaya, bu seküler kültürü esas alan, vahiyden, tarihten ve kökten kopuk, fıtrata yabancı, yeni bir “ulusal kültür” oluşturmaya, “çağdaş medeniyet” olarak nitelediği bu hedefi devlet eliyle ve tepeden dayatmalarla sağlamaya çalışmıştır. Bu çerçevede, devlet, hem ekonomik kalkınmayı sağlama iddiasıyla yandaş zenginler yetiştirmiş, hem halka Batı’nın seküler kültürünü zorla kabul ettirmek, halkı köklerinden, kaynaklarından ve tarihinden kopararak, “hafızasız bir toplum” oluşturmak ve bu hedefe uygun tek tip insan yetiştirmek için, “harf inkılabı” ve laik eğitim sistemini kullanmış, hem de “siyasi ve fikri nâzımlık” görevini, devlet eliyle “aydın” yetiştirme misyonunu yerine getirmeye çalışmıştır.
Kemalist devletin, “fikri ve siyasi nâzımlığı” ile suni tohumlama ve hormonal beslenme ile yetiştirilen, devşirilip köleleştirilmiş, karanlıkçı “aydın” ve akademisyenlerin ve despot bürokratların öncülüğünde ortaya konan trajikomik çelişki ise şudur: Sözde, topluma Batı’nın rasyonalist düşüncesini yerleştirmek için yola çıktıkları halde, geldikleri noktada, her zamankinden daha çok hurafeyi bizzat kendileri üretmişlerdir. Başta Mustafa Kemal’i putlaştırmak olmak üzere, bir çok putlar, ilahlar ve tabular üretmişler, üstelik çoğu saçma ve bilimsel olmaktan uzak absürd düşünceleri, tartışılmaz, değişmez, değiştirilemez dogmalar haline dönüştürmüşlerdir. Bu dogmaların karanlığında kalan eğitim sisteminde, zihinleri ve ruhları işgal edip kirletmişler, kendine ve köklerine yabancılaşan nesiller yetiştirmeye çalışmışlardır. Okulları, paganist Batı kültürüyle örtüşen Kemalizm dininin tapınakları haline dönüştürerek, ilimden uzak, resmi ideoloji ezberciliğini esas alan programlarla, toplumun eğitim ve kültür seviyesinde büyük irtifa kaybına yol açmışlardır. Batı’yı taklit ederken, paganist Batı kültürünün bütün sapmalarını ithal ederek, aydınlanma adı altında, Ortaçağ dogmatizminden Grek putperestliğine kadar karanlıkların bütün tonlarını birleştirip zifiri karanlıklara doğru savruluvermişlerdir. Bizim, bizi de onları da yaratan ve öldüren Allah’ın vahyini benimsememizi, dogmatik bulup kınayanlar, kendi ürettikleri ya da Batı insanının ürettiğinden kör taklitle aldıkları fikir ve düşünceleri dogmalaştırdıklarının farkına bile varmayacak kadar büyük bir taassubun içinde tutarsız duruşlar sergilemektedirler. Bu bağnazlıkla, beşeri üretim ve taklitle ortaya koydukları ilke ve fikirlerini, anayasalarında “değişmez, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” şeklinde formüle edilen put maddeler haline getirmekten bile rahatsız olmamışlardır.
Kemalist sivil ve asker kadrolar, dogmatik beyin yıkama ile şartlandırılmaktadırlar
Laik, pozitivist sivil eğitim programlarında, halkın çocuklarına uygulanan beyin yıkama ameliyesi, askeri okullarda çok daha aşırı dozda dogmatik ve ideolojik bir form ve içerikle uygulanmaktadır. Velhasıl uygulana gelen, seküler-paganist-pozitivist resmi ideolojinin kıskacındaki eğitim programlarında ülkemizin gençlerine yazık edilmiştir/edilmektedir. İnsanların, imtihan sebebiyle bulundukları bu dünyada, özgür iradeleriyle kendilerini gerçekleştirmelerine, fıtratlarını koruyarak tekamül ettirmelerine fırsat verilmemekte, iradelere konulan ipotekler ve körpe zihinlerde gerçekleştirilen jakoben işgallerle, fıtratlar bozulmakta, insani erdemler ve idrakler köreltilmekte, akıl ve düşünce dumura uğratılmaktadır.
Bu kadar geride kalmış, tükenmiş ve halk tarafından da çoktan aşılmış, “Atatürkçülük” hakkında, harp akademilerinde okutulan “Atatürk’ün Görüş ve Drektifleri (İdeolojisi)” adlı kitabın önsözünde, zamanın Genelkurmay Başkanı’nın yazdıkları da gerçekten bu seviyeyi gösteren, ibret verici bir içeriğe sahiptir. Bu önsözde Kenan Evren şunları yazmıştır: “Bu kitap, geleceğin subay ve astsubaylarını, kendi öz varlığımız olan Atatürkçülük’te bütünleştirmek, sistemli bir eğitimle Atatürk kültürü (ki bunun, Auguste Comte’un pozitivizmine dayalı, ilahi olana düşman seküler bir kültür olduğunu yine bizzat kendileri beyan etmektedirler – MP) vererek, Atatürkçülük ideolojisi ile dolu birer asker olmalarını sağlamak, Atatürkçülüğü bir bütün olarak ve bütün beşeri faaliyetleri kapsayacak genişlikte açıklamak amacıyla, askeri öğretim kurumlarında okutulacak üç kitaptan birincisi olarak, Genel Kurmay Başkanlığı tarafından hazırlanmıştır.”6
İşte bu tür kitaplarla, askeri okullarda ve askeri vesayetin tartışılmaz belirleyiciliğindeki MEB’e bağlı okullarda okuyan çocuklar beyinleri yıkanarak, pozitivist, İslam karşıtı bir kültürle yetiştirilince, üstelik bu kültür “beşeri bütün alanları kapsayacak genişlikte bir ideoloji” olarak takdim edilip, ilahlaştırılan Atatürk’ün bu “pozitivist din”ini bütün topluma dayatmayı sürdürmek, ilahi, kutsal bir görev gibi genç subayların ve sözüm ona sivil olduğu iddia edilen bireylerin zihinlerine zerk edilince, sonuçta, halkın dinine, kültürüne düşman darbeci-militarist nesillerin ortaya çıkması kaçınılmazdı. Ve öyle de olmuştur. “Bütün beşeri alanları kapsayan” içerikle tanımlanan bu pozitivist Kemalizm dinine inanmayıp, hâlâ “hayatın bütün alanlarını kuşatan hükümler vaz eden” Allah’ın dini İslam’a inanan subay, astsubay ve sivil bürokratlara rastlanırsa, derhal görevden atma yoluna gidilmiştir.
1946 tarihli “Askerin Bilgi Kitabı” adlı çalışmada da bu ideolojik tutumun istikameti açıkça ortaya konur: “…Türk inkılabının temelini; Halk Partisinin değişmez prensipleri kurar… Silahlı Kuvvetlerin askere gelen gençleri hedefleyen propagandası, CHP’nin yürüttüğü ideolojik propaganda ile büyük benzerlikler gösterir.”7 Ülkenin, taklide dayalı yeni sisteminin kurucu partisi CHP’nin ilke ve inkılaplarından oluşan resmi ideoloji aynı zamanda ordunun da ideolojisi kılınmış, ülkedeki bütün partiler ve tüm halk kesimleri anayasa hükmü haline getirilen bu Kemalist ideoloji ya da dini silah zoruyla benimsemek zorunda bırakılmıştır. Bu tek parti ideolojisi TSK’nın ve sivil okulların eğitim programlarını da belirlemiş, silahlı kuvvetler ve bütün eğitim sistemi ideolojik bir propaganda vasıtası olarak kullanılmıştır. Sonuçta, böyle beyin yıkayıcı bir eğitimden geçirilerek yetiştirilen dogmatik beyinlere sahip Kemalist kadrolarla; Kemalistlerce, halka rağmen kurulan bu geri ve ilkel sistemin her an çökebileceği ve halkın özgür olması halinde yeniden köklerine, kendi din ve kültürüne dönebileceği korkusuyla, şiddeti esas alan politikalar izlenmiştir. Böylece, resmi ideolojiye aykırı düşüncelere, hak, adalet ve özgürlüklere, insanın onuruna ve insani erdemlere, sonuçta kendi halkına düşman bir sistem doğmuştur
Üstelik, ülkeye hakim askeri oligarşi, aynı mantığa sahip ve askeri otorite ile işbirliği yapacak sivil kadroları da, sivil eğitim sisteminde aldıkları ideolojik eğitimi bile yeterli görmeyerek, bir de askeri eğitimden geçirmek suretiyle, bizzat kendisi yetiştirmekte, üst sivil bürokratik kadroların ideolojik yapısını bile, şansa bırakmayıp, kendisi yönlendirerek, ülke üzerindeki egemenliğini zaafa uğratacak sivil anlayışların gelişmesine fırsat tanımamaktadır. Bu amaçla kurulup faaliyet gösteren “Milli Güvenlik Akademisi”nin resmi tanımı şöyle yapılmaktadır: “Milli Güvenlik Akademisi, devletin üst kademe yönetici personelini Türkiye’nin ulusal güvenliği konularında devlet çapında ortak planlamaya ve bu planların uygulanması açısından koordineli çalışmaya hazırlamak, devlet kurum ve kuruluşları arasında ulusal güvenlik ve ulusal savunma konularında ortak bir anlayış yaratmak, gerektiğinde verilecek direktifle, Milli Güvenlik Kurulu’nun ülkemizin ulusal güvenliği sorunlarının çözümlenmesine katkıda bulunmak amacıyla, Harp Akademileri Komutanlığı bünyesinde eğitim ve öğretim yapan, silahlı kuvvetlerin en üst düzeyde bir eğitim-öğretim kurumudur.”8 Subayların genellikle albay ve general/amiral düzeyinde katıldığı bu akademiye siviller Genelkurmay Başkanlığı’nın talimatıyla ve bürokratik hiyerarşi içinde çağrılmaktadır. Bu eğitime tabi tutulan sivil bürokratlar, müsteşar, müsteşar yardımcısı, büyük elçi, genel müdür, vali, kaymakam, bölge müdürü, daire başkanı düzeyindeki bürokratlardan oluşmaktadır.
Böyle yetiştirilen, ideolojik ve dogmatik mantıklı jakoben kadroların elinde, bir de silahlı güce sahip ülkenin en örgütlü yapısı da olunca sonuç ister istemez darbeler ve askeri vesayet rejimi olmaktadır. Gayet tabii ki, bu zihniyete sahip, silahlı, örgütlü yapı, toplumsal değişimin ve özgürleşmenin önünde en büyük engeli oluşturacaktır. Geriliğin ve kendilerine iktidar ve rant sağlayan statükonun bekçiliğini yaparak, taassupla gelişmenin, tekâmülün önünü tıkayacaktır. İşte bu sebeple, dünyadaki büyük değişimlerin oluşturduğu özgürleşme rüzgârları, Kemalizm’in sığ, bağnaz ve dogmatik düşüncelerle oluşturulan, taassupla inşa edilmiş sert duvarlarına çarpıp, işlevsiz hale gelmektedir.
Silahlı bürokrasinin vesayeti altındaki sistemde, askerin en fazla yönlendirdiği alan ise eğitimdir
Harp okullarında okutulan “Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri (ideolojisi)” kitabında şöyle yazılmaktadır: “…Türk Silahlı Kuvvetleri’nin genel vazifesi, iç ve dış tehditlere karşı Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır… Atatürk, devletin … daima dikkate alınması gereken nitelikleri(ni) ve ilkeleri(ni) cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılapçılık olarak tanımlamış, bu ilkeler ve niteliklerin bir arada uygulanmasını ve korunmasını istemiştir.” Yine aynı kitapta, “Atatürkçülük, devletin temeli olarak gördüğü Türk Silahlı Kuvvetleri’ne, Türkiye Cumhuriyeti’ni bütün koşullarda iç ve dış tehditlere karşı kollamak ve korumak vazifesi vermiştir…”9 denilmektedir. TSK’yı devletin temeli olarak ilan eden ve ona, bir faninin hevasının ürünü, taklide dayalı, 80 yıl önceki beşeri ilkelerini kendi halkına karşı koruma görevi veren bu anlayış, dogmatik, geri bir despotizmin ülkeye silah zoruyla egemen kılınmasına yol açmıştır.
Nihai ve tek belirleyicilik fonksiyonunu, yani “tek adam” rolünü, sağlığında ülkeye tek başına hükmeden, “ilahlaştırılmış” kişiliği ile her şeye ve bu arada orduya da hakim olan Mustafa Kemal görmekteydi. Onun ölümünden sonra bu rolü, “tek adam” işlevini, nihai belirleyici “ilahlık” fonksiyonunu artık doğrudan ordu üstlenmiştir. Bu sebeple, Mustafa Kemal’in ölümünün akabinde basında yer alan şu söz ibret vericidir: “Ordu, millet, Atatürk aynı şeydir. Hepsi birbirinin isim değiştirmiş cevheridir.” Böyle olunca da, ondan sonraki tüm sürece, hem de bütün alanlarda, ordu damgasını vuracak, ordunun bu konumuna kimse ses çıkaramayacak, anayasalara da aykırı bu tutumlarından dolayı kimse hesap soramayacaktır. Çünkü silah onda, güç onda, en büyük örgütlü yapı onda ve üstelik o, bu sebeplerle sistemin kurucu ilahı ve resmi diniyle özdeş bir kutsallıkta addedilmektedir. Ordu bu işlevini, zaman zaman darbelerle, zaman zaman sıkıyönetim ve olağanüstü hallerle doğrudan (ki bunlar, sistemin ömrünün neredeyse yarısını aşmaktadır), arta kalan zamanlarda da MGK’da ya da Cumhurbaşkanlığı üzerinden gerçekleştirdiği baskı, telkin ve yönlendirmelerle dolaylı olarak yerine getirecektir. Zaman zaman muhtıralar verecek, zaman zaman parti liderleri ile toplantılar düzenleyip, siyasi partilerle anlaşmalar imzalayıp onlara şartlarını dikte ettirip taahhütnameler imzalatacak ve tüm bunlar basında açıkça ilan edilecektir.10 Ama mutlaka ve sürekli politikanın içinde olacak ve ipleri hep elinde bulunduracaktır. Askerin de gerek yaptığı uygulamayla, gerekse zımni bir biçimde tasvip ettiği bu ifadelerin ortaya koyduğu gerçek, pek çok Kemalist “aydın” ve akademisyenin sık sık tekrar edip savundukları bir husustur.
Nitekim, Yargıtay Başsavcısı’nın laik Kemalist sistemin en katı savunucusu Prof. Toktamış Ateş’ten alıntıladığı aşağıdaki pasaj da, bu anlamda çok ibret vericidir:
“Bir ülkenin kuralını belirleyenler, bir devletin kuruluş felsefesini ortaya koyanlar; o ülkeyi, o devleti kuranlardır.” Bunların yaptıkları, bir anlamda, “oyunun kurallarını” belirlemektir. Ve kurallar bir kez belirlendikten sonra, hiçbir biçimde değiştirilemez. Bunu azınlık da değiştiremez, bir çoğunluk da değiştiremez. Türkiye Cumhuriyeti, “halkın egemenliğine dayanan, laik ve çağdaş bir cumhuriyettir” … ve Türkiye’nin “sahipleri” bu “felsefeye” inanan ve onu canı pahasına savunma kararı içinde olanlardır.”11
Son dönemde yaşanan bazı örnekler de, bütün alanlarda ve özellikle de eğitim alanında baştan beri var ola gelen askerlerin nihai belirleyiciliğini, sözüm ona halk iradesini temsil eden sivil siyasi kadroların ise, temel konularda neredeyse hiçbir inisiyatifinin söz konusu olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. 1- Başörtülü kızların eğitim özgürlüğünün engellenmesi, 2- Kur’an kurslarına YAŞ sınırı getirilmesi, 3-İHL’nin orta kısımlarının kapatılması, 4- Eğitim sisteminin laik, ilahi olana düşman, seküler bir muhtevada sürdürülmesi, 5- Hükümetin Kur’an kursları yönetmeliğinde bir maddeyi değiştirmesinin engellenmesi, 6- Hükümetin YÖK tasarısında ilmi özerkliği ve özgürlükleri genişletmeye yönelik kısmi bir iyileştirme öngören yasa tasarısını geri çekmek zorunda bırakılması, 7- Aynı şekilde, üniversiteye girişte meslek liselerine yapılan adaletsizliğin kısmen giderilmesini düzenleyen tasarıyı geri çekmek zorunda bırakılması, 8- Fakir orta öğretim öğrencilerine, bu alandaki büyük adaletsizliği kısmen de olsa azaltmak amacıyla, özel okullarda burslu okuma imkânı sağlayan hükümet projesinin engellenmesi, 9- Asker güdümlü YÖK’ün üniversiteleri kışlaya çevirmeleri, ilim yerine her türlü filmin çevrildiği üniversitelerde resmi ideoloji dayatmanın “bilimsel çalışmalara öncelenmesi gerektiği”nin vurgulanması, 10- YÖK’ün hükümete karşı kışkırtılması vb bir çok husus askeri bürokrasinin baskıları, yönlendirmeleri, zaman zaman da açık tavrı ve karşı çıkışları ile sağlanmıştır. Aynı şekilde başta kendilerinin ihlal ettikleri “tevhid-i tedrisat” kanununu da en çok askerlerin dayattığı, bu yüzden resmi ideoloji dışında bir dine müntesip olanların, özellikle de Müslümanların kendi çocuklarına kendi dinlerinin eğitimini aldıracakları laik resmi eğitim dışında İslami tedrisat yapan özel okullar açmalarına da müsaade etmedikleri, Türkiye’nin de altına imza attığı uluslararası sözleşmelerde de ifade edilen bu en temel hakkın asker ve resmi ideoloji baskısı ile engellendiği bilinmektedir. Nitekim, son TCK tasarısında 418. madde olarak düzenlenen hükümde, “kanun ve nizamlara aykırı olarak okul ve dershane, okul öncesi eğitim kurumu, kurs, öğrenci yetiştirme ve çalıştırma veya eğitim merkezi ve benzeri kurumları açanlara ve buralarda öğretmenlik yapanlar ile bunları çalıştıranlara bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası” öngörülmesinin arkasında da aynı derin güçlerin olduğu ifade edilmektedir. Bu anlamdaki eğitim kurumlarının, özellikle de Kur’an kurslarının sürekli jandarma baskınlarına muhatap oldukları bilinmekle beraber, bilahare serbest kalışlarından rahatsız olan derin güçlerin, bu tür eğitim çalışmalarını sürdürenleri bundan sonra ağır cezalarla cezalandırılmalarını sağlamak istedikleri anlaşılmaktadır. Diğer taraftan, tevhidi tedrisat dışına çıkararak, sivil siyasi otoritenin (MEB) belirleyiciliğinden ve denetiminden kopardıkları askeri okullarda hükümete bile müdahale hakkı tanımazken, kendileri hem yukarıda belirtilen tarzlarda eğitim sistemi üzerinde sürekli bir baskı kurmakta, hem de bütün okullarda Mili Güvenlik dersi okutulmasını ve bu dersin bizzat Genel Kurmay’a bağlı askeri personel tarafından verilmesini temin etmiş bulunmaktadırlar. Böylece zaten “Ulusal Tarih”, “Vatandaşlık Bilgisi”, “İnkılap Tarihi”, hatta Biyoloji, Coğrafya vb bir çok zorunlu derslerde dayatılan ideolojik, materyalist anlayışlarla ve sık sık gerçekleştirilen ideolojik ritüellerle resmi ideolojinin tapınağı gibi faaliyet gösteren okullarda bir de bu zorunlu “Milli Güvenlik” dersi aracılığıyla bizzat kendileri tarafından resmi ideolojiyi anlatma imkânını da elde etmişlerdir. Bu dersin amacı da hep aynı ideoljik dayatmayı ve bağnazlığı ortaya koymaktadır. “Türk gençliğinin Atatürkçü düşünce ve görüş doğrultusunda yetişmesine katkıda bulunmak…” olarak belirlenen bu amaç, yukarıda zikredilen askeri okullarda okutulan Atatürkçülük dersinin amacıyla da örtüşmektedir. Üstelik her okulda bu dersi vermekle görevli subaylar vasıtasıyla okul idaresi ve öğretmenler üzerinde bir denetim ve gözetin havası da oluşturulmaktadır. Bütün bunlara rağmen, zinanın serbest olması için ayağa kalkan AB ülkelerinin tüm bu hususlarda nedense zelil bir biçimde susmayı tercih ettikleri görülmektedir.
Eğitim sisteminin hali, bu alanda büyük bir felâketin yaşandığını ortaya koymaktadır
Yukarıdaki açıklamalardan da, her birimizin on yıllardır yaşaya geldiklerimizden de çok açık olarak anlaşılmaktadır ki, askeri vesayet altındaki sistemde, ülkemiz insanına, toplum mühendisliği yapılarak zorla “Kemalist” ideoloji istikametinde şekil verilmeye, eğitim siteminde baskı ve şiddet kullanılarak, korku salınarak tek tip insan yetiştirilmeye çalışılmaktadır. Bu konuda o kadar ısrarcı, tavizsiz ve hoşgörüsüz davranılmaktadır ki, militarizm ilk okuldan üniversiteye kadar adeta terör estirmekte, faşizm egemen kılınmakta, insanlarımıza, çocuklarımıza, hakları, özgürlükleri şahsiyetleri yok eden bir vahşet yaşatılmaktadır.
Tam bir kışla düzeninin hakim kılındığı, ilk öğretimden üniversiteye, tüm okullarda, körpecik ruhlarda ve zihinlerde, vicdanlarda fırtınalar koparacak derecede ciddi tahribatlar yapılmakta, tertemiz fıtratlar materyalist eğitim programlarıyla kirletilmekte, insanlarımızın, çocuklarımızın özgür olması gereken iradeleri ve şahsiyetleri yok edilip, ipotek altına alınmaktadır.
Sonuçta bu ülke insanının çok büyük ekseriyeti, niteliksiz, şahsiyetsiz ve iki yüzlü hale gelmeye zorlanmış, büyük çoğunluk yalan söyler, ikiyüzlülükle birbirine karşı sürekli rol yapar hale getirilmiştir. İlk okuldan parlamentoya kadar, insanlar çoğunlukla ikiyüzlülüğü ve yalan söylemeyi, korku sebebiyle ve çeşitli hesaplarla tercih etmekte, inanmadıkları değerlere bağlılık yemin ve antları içmektedirler.
Sağlıklı, adil, insan onuruna saygılı bir eğitim; fıtratı, şahsiyeti koruyup, geliştiren, özgür ve insan haklarına dayalı zeminlere ihtiyaç duyar
Çocuklara, herhangi bir resmi ideolojinin dayatılması, onların özgür bireyler ve şahsiyetli insanlar olarak yetişmelerini engelleyici büyük tahribatlara yol açmakta olup, bu sonucu doğuran dayatmacı tutum eğitimin mantığı ile de bağdaşmamaktadır. Okullarda resmi ideoloji adına baskı yapılmasa, çocuklar kendi özgür iradeleri ile bu husustaki tercihlerini yapabilecek, istedikleri din ya da ideolojiyi hiçbir baskı altında kalmadan özgürce seçerek, dileyen pozitivizmi yani Atatürkçülüğü, dileyen İslam’ı, dileyen Hıristiyanlığı, Yahudiliği ya da sağcılığı, solculuğu vb benimseyip ona göre hayatını düzenleyebilecektir. Ancak o zaman, kimsenin kimseye bir ideoloji ya da dini dayatmadığı, farklı din ve ideolojileri benimseyen insanların birbirlerinin haklarına saygı gösterdiği, farklıların arasında tarihte olduğu gibi iyi komşulukların ve iyi arkadaşlıkların kurulduğu görülecektir. Böyle özgür bir ortamda ise, çocuklarımız, insanlarımız, oldukları gibi görünmekten korkmayan, ikiyüzlülükten uzak, erdemli, tutarlı şahsiyetler haline gelebilecek, sonuçta daha sağlıklı ve barışçı bir toplum yapısı ortaya çıkabilecektir. Ülkemize görece de olsa, daha huzurlu ve daha adil bir ortam, ancak böyle insan haklarına saygılı, özgürlükçü yaklaşımlarla getirilebilecektir. Şahsiyetleri koruyup geliştiren böyle bir hak, adalet ve özgürlük vasatından uzak kalınmasının ve tam tersine insanları yabancılaştırarak çatışma, kaos, haksızlık, adaletsizlik ve kargaşanın egemen olduğu ortamların ortaya çıkarılmasının en büyük sorumluluğu, şüphesiz ki herkesten çok eğitimcilerin ve eğitim sisteminindir.
Despotizmin, diktatörlüklerin egemen olduğu ülkeler haricinde, dünyanın bütün ülkelerinde, özellikle Türkiye’nin üyesi olmaya çalıştığı Batı’da, çocuklara özgür ve şahsiyetli bireyler olmalarını sağlayacak görece de olsa daha fazla imkânlar tahsis edilmekte, en azından eğitim sisteminde onlara ideoloji dayatılmamakta, matematik, fizik, dil, fen ve sosyal bilgiler öğretilmekte, bilgiye ulaşmanın yol ve yöntemleri gösterilmektedir. Tabi ki Batı’da da eğitimin amacı “iyi insan” yetiştirmeyi öncelemeyi ıskalamıştır. Sadece mesleğinin iyisi olmayı öne çıkarmış, sonuçta “iyi doktor”, “iyi mühendis” vb, mesleki alanında iyi olan uzmanlar yetiştirebilmişse de, “iyi insan” olamayan iyi uzmanlarla dolu bunalımlı bir toplum ortaya çıkarmaktan da kurtulamamıştır. Türkiye ise kötü bir taklitle kurduğu özgür olmayan sisteminde, zaten “iyi insan” yetiştirmeyi değil de resmi ideolojiye köle olan, fıtratın yolundan uzaklaşıp köleliği özümseyen insanlar yetiştirmeyi esas almıştır. Resmi ideoloji dayatmayı özgür ilim tahsiline tercih etmesi ve ezbere dayalı yetenekleri köreltici, akletme ve düşünme kabiliyetini dumura uğratıcı geri eğitim sistemi sebebiyle de “iyi uzman” yetiştirmekten de uzak düşmüştür.
İşte temeldeki büyük eksikliğine rağmen Batı, hiç olmazsa oluşturduğu özgür eğitim ortamında çocukların daha şahsiyetli yetişmelerine yarayacak görece bir olumluluk sağlamaktadır. Bir resmi ideolojinin dayatılmadığı Batı sisteminde, çocukların hangi dini ya da ideolojiyi tercih edecekleri ve bunun bilgilerine nasıl ulaşacakları konusu ise, doğrudan aileye ve çocuğa ait, dokunulmaz bir hak ve özgürlük alanı olarak kabul edilmektedir. Üstelik bu hak, o ülke anayasalarının da güvencesi altına alınmaktadır. Çünkü çocuk devletin değil ailenin olarak kabul edilmekte ve onun eğitimi ile ilgili belirleme hakkı da devlete değil aileye ait olarak kabul edilmektedir. Bu sebeple devletin alt yapıyı hazırladıktan sonra eğitim alanını giderek tamamen sivil topluma terk etmesi gerektiği vurgulanmaktadır.
Neden bizim çocuklarımız da, en azından bütün kötülükleri ve sapmaları taklit edilen Batı’nın kendi çocukları için hazırladığı bu görece özgür şartlarda eğitim görmesinler, neden böyle imkanlarla ve özgürce kendilerini geliştirme vasatına sahip olmasınlar? Neden bizim çocuklarımıza illa bir resmi ideoloji zorla kabul ettirilmeye çalışılır ve hatta bilgi ve ilimden daha çok, neden bu dayatma öne çıkarılır? Neden bilgi bakımından ve dersleri açısından çok iyi olan bir öğrenci dahi, resmi ideoloji dayatmasına teslim olmadığında birden düşman gibi algılanarak, şiddet ve tehditle üzerine varılır ve dışlanır? Bütün bunlar vicdani, insani değerlerle, eğitim anlayışıyla, çocuk psikolojisi ve pedagoji ilminin gerekleriyle bağdaştırılabilir mi? Objektif bakabilmeyi ve ön yargılardan soyutlanarak düşünebilmeyi başarabilseler, seküler kültüre sahip bağnaz olmayan eğitimciler ve fıtri erdemlerini koruyabilen tüm insanlar da bu hususlarda bize hak vereceklerdir.
“İnsan hak ve özgürlüklerini korumayı, adaleti ikame etmeyi ve insanın onurunu ve fıtratını koruyup istikamet üzere tekamül ettirmeyi” eksenine alan; resmi ideolojinin, pozitivizmin, materyalizmin, ateizmin tasallutundan arınmış bir eğitim sisteminde ve fıtratın getirdiği erdemleri, insani şahsiyetleri koruyan özgür ortamlarda eğitilmeyen nesillerin, cahili kültür ve medeniyetlerin taklitçisi ve takipçisi olma zilletinden kurtulmaları mümkün değildir.
Mevcut zulüm, şirk ve fesadın oluşturduğu, sömürü, keyfilik, haksızlık, onursuzluk bataklığının kurutulabilmesi, kokuşmuş sömürü düzeninin değişebilmesi ve bunun yerine adil, özgürlükçü ve insan haklarına riayetkâr erdemli bir toplumun ortaya çıkabilmesi ve sonuçta adalet sisteminin kurulabilmesi için; Kemalist, pozitivist eğitimin, baskıcı, şahsiyetleri ve fıtratları bozucu, insanları “insandışılaşma”ya sürükleyici, bağnazlığı, fanatizmi ve ideolojik taassubu besleyici etkisinden kurtulmuş, fıtri değer ve insani erdemleri koruyup geliştirmeye elverişli, insan hak ve onurunu yüceltici özgür eğitim ortamlarına ihtiyaç vardır. Ancak böyle özgürleştirici bir eğitimle, bağnazlıktan, ideolojik taassuptan, sığ ve yoz kalıplardan kurtulabilen, fıtratın yolunu koruyarak insanileşmiş özgür bireyler, böyle bir sorgulama ve dönüşümü sağlayabilirler.
Bu sebeple, eğitim sisteminin gerçek anlamda sivilleşip, insan fıtrat ve şahsiyetine baskıların kalktığı özgür ortamlara kavuşabilmesi; ancak ülke üzerindeki askeri vesayetin tam anlamda kalkmasıyla ve resmi ideoloji dayatarak Hakka düşmanlık yapan, halka tahakküm eden ilah devlet anlayış ve uygulamasından, Hakka ve halka hizmetkâr olmayı şiar edinen bir devlet anlayış ve uygulamasına geçişin sağlanmasıyla gerçekleşebilecek bir husustur.
Bizim bu süreci hızlandırmak ve çocuklarımızı bu büyük tahribattan kısmen de olsa koruyabilmek için yapmamız gerekenler
Sistemin en büyük, en derin ve en yaygın zulmü eğitim alanında yaşandığı halde, toplumun büyük bölümü bu durumu zamanla kanıksamış ve doğal bir halmiş gibi yaşamaya başlamıştır. Müslümanlar dahil toplumun hiçbir kesiminden bu büyük vahşete karşı ciddi tepkiler gelmemiştir. Şüphesiz bunda sistemin kanlı şiddet gösterilerinin ve terbiye edici kırbaç gibi kullandığı ideolojik yargının yağdırdığı adaletsiz cezaların da rolü küçümsenemez. Buna rağmen yine de zaman zaman, hiç olmazsa görece özgürleşmenin yaşandığı dönemlerde bile ses çıkmamasını tek başına bu unsur izaha yetmemektedir. Kanaatimce, tepki göstermesi gereken kesimlerin de aynı öğütücü, kirletici eğitim süreçlerinden geçmeleri, sistemin zulmünden haddinden fazla korkmaları ve bir de hak ve özgürlüklerinin ne olduğunun bilgi ve bilincine sahip olmamaları da suskunluğun diğer sebepleri arasında zikredilebilir. Bugün AB süreci sebebiyle özgürlüklerin önünün kısmen de olsa açıldığı bir süreçte artık kimse bu mazeretlere sığınamaz.
Özellikle Müslümanlar kendi çocuklarına kendi dinlerine göre bir eğitim vermeye yönelik İslami eğitim kurumları açmak haklarını bugüne kadar hiç dile getirmemişlerdir. Sistemin kendileri adına yaptığı bir tercih olan İHL’yi sahiplenip onun üzerine kapanarak, onu ideal sayarak ve yücelterek, gerçek haklarını talep etmekten vazgeçmişlerdir. Halbuki sistem tevhidi tedrisat çerçevesinde, yine seküler ve laik eğitim programı uyguladığı bu okullarda, kendi ölü yıkayıcı kadrolarını doldurma, kendi sisteminin laik politikalarını camileri kullanarak halka benimsetme, halkı resmi din anlayışı çerçevesinde şekillendirme, yani halkı Allah ile aldatma amacıyla ihtiyaç duyduğu kadroları yetiştirmek amacını gütmekteydi. Müslümanlar için ise, sadece, çocukların içerikten yoksun da olsa Kur’an’la buluştuğu ve kız öğrencilerin tesettürle okuma imkânını yakaladığı nispi nefes alma yerleri anlamından öte bir değer taşımıyordu. Buna rağmen yaklaşık 50 yıl gibi uzun bir zaman bu okullarla yetinilip gerçek hakkımız olan, laik resmi eğitim dışındaki İslami eğitim hakkımız hiç gündemleştirilmedi. Sonuçta sistem, Müslümanların bu abartılı sahiplenişlerinden işkillenerek bu okulları İslami sanıp, verdiği bu imkânı da geri alma yoluna gitti. Halbuki esas hakkımız gündemde sürekli tutulup talebimiz sürekli yenilenseydi, hem bugüne kadar herkes alışacak, kamuoyu oluşacak ve epey mesafe alınmış olacaktı, hem de bu imkân elde edilemese bile, bunu vermeye yanaşmayan sistem hiç olmazsa İHL’ye dokunmaya cesaret edemeyecek, daha ileri talepleri kısmak için de olsa bu okulları ayakta tutmayı sürdürecekti. Peki 50 yıl ertelediğimiz, her şeyden önce Rabbimizin bize emredip görev olarak yüklediği bu en temel hakkımızı almak üzere neden hâlâ harekete geçmiyoruz? Üstelik bugün artık anayasanın da üzerinde anlam ifa eden uluslararası insan hakları sözleşmeleriyle de güvence altına alındığı iddia edilen bu hakkımızı talep etmeyi hâlâ neden gündemleştirmiyoruz?
O halde öncelikle, mevcut sistemi ve onu ortaya çıkaran arka planı çok doğru bir tahlile tabi tutarak, doğru bir biçimde tanımladıktan sonra, bir yandan devam eden bu laik eğitim tahribatından çocuklarımızı koruyucu tedbirleri almaya çalışmalı, diğer taraftan ise, gasp edilmiş hak ve özgürlüklerimizi elde etmek üzere hemen harekete geçmeliyiz.
Bir yandan, gerek kanuni zorunluluk sebebiyle, gerekse alternatifimiz bulunmadığı için çocuklarımızı sistemin okullarına göndermek mecburiyetinde kalsak bile, bu okullarda yapılmakta olan tahribatı karşılayıp etkisizleştirecek ya da hiç olmazsa tesirini azaltıp zamanla nötralize edecek tarzda bir yönlendirmede bulunmayı, bu anlamda çocuklarımızı ve aldıkları eğitimi yakından takip edip, onlara yaşatılanları paylaşıp, körpe, temiz ve masum zihinlerine yönelik bu vahşi işgali defetmelerini kolaylaştıracak destekler vermeyi, vahiy kaynaklı sahih bilgi ve bilinci kazandırmayı, kendi öz kimlik değerleriyle çocuğumuzu teçhiz etmeyi asla ihmal etmemeliyiz. Ayrıca bu amaçla, gerek okuldan, sokaktan, gerekse çevreden ve medyadan kaynaklanan kirlenmeyi izale edecek, arındırıcı, takviye edici, geliştirici alternatif eğitim, alternatif spor ve eğlence ortamları hazırlamalıyız. Çocuklarımızın kendileri gibi vahiy merkezli bir inanç ve kimlik tercihi olan kesimlerin çocuklarından oluşan ortamlarda alternatif arkadaşlıklar, dostluklar kurmalarına ve özgün paradigmaları çerçevesindeki bu bilgi ve bilinç kazanma çabalarını birlikte yürütebilmelerine imkânlar hazırlamalıyız.
Diğer yandan, vahiyle sınırlanmamış devlet gücünün adil olmasının mümkün olmadığının ve vahyin denetiminden azade olan, halkına hizmeti değil tahakkümü esas almış, bireyi yalnızlaştırıp, yabancılaştırıp, güçsüzleştirip köleleştirerek acze düşürmüş, edilgenleştirip esir almış bulunan modern ulus-devletlerin fitne, fesat ve zulmün kaynağı olduğunun bilinciyle, bu kontrolsüz gücün tahakküm, tasallut, tahribat ve zulmünden kendimizi ve çocuklarımızı korumak için ciddi, samimi ve süreklilik arz eden fedakârca çabalar göstermeliyiz. En temel hak ve özgürlüklerimizi gasp ederek bizi ve çocuklarımızı her yönden kuşatan bu güce karşı, dünyanın neresinde olursak olalım, itirazımızı yükseltmeliyiz. Sivil itaatsizlik yöntemi de dahil, çok yönlü bir direnişle, hak ve özgürlüklerimizi talep etmekte ve elde etmekte, uğrunda bir bedel ödemek gerekiyorsa onu da ödemeye hazır olduğumuzu göstererek ısrarcı olmalıyız. Bu anlamda, mesela çocuklarımıza resmi ideoloji dayatılan okulların önlerinde, öncelikle bu dayatmaya ve resmi ideoloji andı söyletmeye karşı itirazımızı yükselten eylemler yaparak, eğitimde özgürleşmeyi getirecek hak ve özgürlük mücadelesini başlatabiliriz. Bu tür itiraz ve direniş eylemleri dışında, ülkenin eğitim sistemini tüm çarpıklıkları ve çürümüşlükleriyle tahlil edecek ilmi toplantılar, sempozyumlar, paneller yaparak, bu alandaki zulümleri ve insan hakları ihlallerini ve özgürlük taleplerimizi gündemleştirerek halkı aydınlatıcı, kamu oyu oluşturucu çalışmalar yapmalıyız. Allah’ın bize emrettiği çocuklarımızı İslam’a göre eğitme hakkımızı ısrarla gündemde tutmalı, bir gün mutlaka alacağımızın bilinciyle süreklilik arz eden bir mücadeleyi ısrarla sürdürmeliyiz. Çocuklarımızın devletin değil bizim çocuklarımız olduğunu ve onların nasıl bir eğitim almaları gerektiğini de ancak bizim belirleyebileceğimizi, haklı olmanın sağladığı büyük güç ve cesaretle haykırmalıyız. Rabbimizce sorumlu kılındığımız çocuklarımıza, yani geleceğimize sahip çıkarak ve bu uğurda gerekli mücadeleyi vererek ahirette çekileceğimiz hesaba hazırlanmalıyız.
Sonuç olarak, bir yandan çocuklarımızı bilinçlendirerek ve sürekli arındırarak, okullardaki kişiliksizleştirmeyi, kirlenmeyi, kuşatmayı aşmaya çalışmalı, diğer yandan da bu zulüm sistemini geriletmeye ve yeni özgürlük alanları kazanmaya ve gasp edilmiş haklarımızı geri almaya yönelik sivil itaatsizlikler ve direnişler ortaya koymalıyız. Biz bize düşen mücadeleyi, Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla, kulluk bilinciyle, samimiyetle ve fedakârca yaparsak, şüphesiz ki Allah vaat ettiği yardımını gönderecektir. İnanıp salih amel işleyenler ve Allah yolunda bedel ödemekten çekinmeyen fedakâr müminler için Allah’ın yardımının çok yakın olduğunu unutmamalıyız.
Dipnotlar:
1- Cüneyt Ülsever, Hürriyet Gazetesi, 21 Ocak 2004
2- Yusuf Kaplan, Yeni Şafak Gazetesi, 4 Şubat 2004
3- Kâzım Karabekir, Paşaların Kavgası, Emre Yayınları, İstanbul, 1991, s. 142-143
4- Levent Köker, a.g.e. s. 186 ( Söylev ve Demeçler II, s. 11)
5- Söylev ve Demeçler II, s. 47
6- Şaban İba, a.g.e., s. 83
7- Muharrem Balcı, MGK ve Demokrasi, Yöneliş Yayınları, s. 148. (Necdet Uluboy’un, Harp Akademileri Komutanlığı yayını Askerin Bilgi Kitabı’ndan aktaran Serdar Şen, Silahlı Kuvvetler ve Modernizm, Sarmal Yayınevi, 1996, s. 54)
8- Suat Parlar , a.g.e., s. 34 ( Hikmet Özdemir, Rejim ve Asker, s. 33’ten aktarma)
9- Şaban İba, Milli Güvenlik Devleti, Çivi Yazıları, İst.1999, s. 82-83
10- Suat Paralar, a.g.e., s. 62
11- Prof. Dr. Toktamış Ateş, Cumhuriyet Gazetesi, 10.07.1997 (Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş’ın RP iddianamesinde yer verdiği alıntısından)