Statükolaşmaya engel olan İslâmî ölçü ve ilkelerden Emevilerden itibaren uzaklaşılınca ortaya çıkan statükolaşma sonucunda yaşanan yozlaşma Müslüman toplumları kuşatmıştır.
İslam’ın, bir toplumu yönetirken mutlaka uyulmasını emrettiği;
– “Müslümanların işlerini şûra ile yürütmeleri” (Şûra: 42/38)emri olmak üzere,
– “Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l- münker” yapmaları (Hac: 22/41, Tevbe: 9/71, Âl-i İmran: 3/104, 110),
– “Emanetin ehline verilmesi ve insanlar arasında adaletle hükmedilmesi” (Nisa: 4/58),
– “Allah’ın hükümleriyle hükmedilmesi” (Maide: 44-50),
– “Allah’a ve Rasûlüne itaat ettikleri sürece (mü’min olan) emir sahiplerine itaat edilmesi”,aksi takdirde itaat edilmemesi (Nisa: 4/59),
– “Allah ve Rasûlü bir meselede hüküm vermişse mü’min erkek ve kadınların aynı konuda başka bir tercih özgürlüklerinin olmadığı” (Ahzab: 33/36) gibi temel ölçüler ve ilkeler terk edilerek hilafetten saltanata geçilmesiyle Müslümanların tarihinde ilk önemli kırılma yaşanmıştır.
Bu yeni süreçte Kur’an, siyasi, sosyal, ekonomik ve hukuki bütün hayat alanlarında uygulanması gereken bir kitap olmaktan çıkarılıp toplumları aldatmak için “mızrakların ucuna takılarak” siyasal amaçla kullanılacak bir araç haline indirgenmiştir. Muaviye’nin bu hilesiyle başlayan ilk kırılma ve savrulmayı müteakiben, bugüne kadar sürekli olarak Müslüman toplumların iktidarını meşru (şer’î) olmayan yöntemlerle ele geçiren ve yönetirken de şer’î ölçüleri ihlal eden statükolar oluşturulmuş ve bu statükoları ayakta tutacak hak-bâtıl karışımı statüko dinleri üretilmiştir. Yani sonraki bütün statükolar, Kur’an’ı ve İslam’ı araçsallaştıran aynı hileyi sürdürmüşlerdir.
Kur’an’ı terk edilmiş (mehcur) bırakarak (Furkan: 25/30) oluşan bu statükolar ve statüko dinleri, öncelikle tepeden dayatılan eğitim-kültür programları ve baskılarla Müslümanların zihinlerini işgal edip fıtratlarını bozan ve şahsiyetlerini çürüten bir işlev görmüşlerdir. Topluma öncülük, uyarıcılık ve rehberlik yapacak “âlim, aydın ve önderlerden” şehadeti göze alarak direnen az sayıda güzel örnek çıkmışsa da zamanla çoğunluğu kuşatan bir yozlaşma yaşanmıştır. Sonuçta da, yüzyıllarca devam eden bu süreçte Müslüman toplumları çürüten bir etkiye yol açılarak bugünkü büyük zillete sürüklenilmiştir.
Ümmet giderek tevhidi niteliğini ve vahdetini kaybederek sömürülmeye müsait hâle geldi ve nihayet sömürgeci emperyalist devletler bölgemizi işgal edip sömürgeleştirdiler. Belli bir süre sonra bölgeyi bu tür bir yöntemle uzun süre ellerinde tutmanın zorluğu ve yer yer direnişlerin olması sebebiyle fiili işgali kaldırmak zorunda kalınca da bölgede coğrâfî parçalanmayı gerçekleştirerek sun’i biçimde onlarca ulus devletin kurulmasını sağladılar. Böylece, sadece Arapların bile 22 devletçik hâlinde bölündüğü, bütün Müslüman coğrafyasının ise, Batlı emperyalistlerin güdümünde çok daha fazla sayıda ulus devlete parçalandığı bir sürece girildi. Bu dolaylı sömürgecilik döneminde yine kendi güdümlerindeki kadroları egemen kılıp o günden beri bölgeyi bu despot kuklalarıyla yönetiyorlar.
Yaklaşık yüz yıldır bu despotlara karşı ciddi bir kalkışma ve halkların desteğini alan nitelikli bir itiraz yükselmedi. Az sayıda âlim ve müslümanın itiraz ve direnişleri ise kanlı biçimde bastırıldı. “Arap Baharı” adı verilen son ayaklanma dışında Halk destekli yaygın ve ciddi bir itiraz ortaya çıkamadı-ki onda da ayaklanmaya katılanların önemli bir kısmını müslümanlar teşkil etse de, yine önemli bir kısmını da emperyalistlerin seküler kültürüne eklemlenmiş demokrasi talepli kesimler oluşturuyordu. Neden yüzyıl olmadı ve olunca da neden eklektik bir içerikle oldu? Çünkü sadece bölge işgal edilip parçalanmamış, öncelikle ve özellikle bölge insanının zihinleri de işgal edilip parçalanmıştı. Üstelik zihinlerdeki işgal, fiilî işgalden önce başlamış ve aslında fiilî işgali kolaylaştıran bir katkı da sunmuştu. Esaret altındaki parçalanmış zihinler ise, tevhidî kuşatıcılık içinde bütüncül ve özgün düşünceler üretemez hale geldi.
Zihinlerin sömürgeleşmesi, coğrafyanın sömürgeleşmesinden daha kalıcı ve sürekli etkiler bırakıyor. Coğrafya görece özgürleşse bile zihinlerdeki esaret ve parçalanmışlık devam ederek özgün düşünce üretmeyi engellemekte, özgün kimlikler inşa edilmesini zorlaştırmakta ve sonuçta da toplumsal alandaki gerçek bağımsızlığı ve özgürlüğü de geciktirmektedir. Nitekim Fir’avn’ın işgal ettiği İsrailoğulları’nın zihinleri Hz. Musa’nın (as) tevhidi mesajı kendilerine ulaştırmasına rağmen uzun yıllar bu zihinsel işgal ve esaretten kurtulamadı. Bu yüzden bağımsız ve özgün düşünmeyi, tevhidî bütünlük içinde hayata bakmayı ve yaşamayı bir türlü başaramadılar. Nihayet Musa’nın (as) yanlarından kısa süreliğine ayrılmasını fırsat bilerek, Allah’ın bir diğer Peygamberi Harun (as) da aralarında olup uyardığı halde dinlemeyip esaret yıllarında zihinlerinde iz bırakmış olan “Firavn’ın statüko dinini” yeniden ön plana çıkardılar ve Samîrî’nin ürettiği buzağıya tapmaya başladılar.
Bu sebeple, hürriyet, bağımsızlık ve özgürlük mücadelesini öncelikle zihinlerdeki işgale ve esarete karşı vermek, önce zihinleri vahiyle arındırıp vahye dayalı özgün kavram, ilke, ölçü ve modelimizle yeniden inşa etmek gerekmektedir. Böylece toplumun tevhidî dönüşümüne öncülük edecek Kur’an ahlâkını kuşanmış ve istikamet üzere ayaklarını sabit tutarak davasına adanmış ahlaklı mü’min şahsiyetleri çoğaltmak icap etmektedir. Daha sonra da, bu adanmış davetçi kadro ve grupların vahdetiyle, toplumu dönüştürüp önce sosyal, sonra ise siyasal alanda Kur’ânî inkılâba vesile olacak Kur’an toplumu nüvesini oluşturmak öncelikli sorumluluğumuzu teşkil etmektedir.
Müslüman Coğrafyasının Emperyalistlerin Güdümünde “Ulus”lara Bölünmesi ve Her Ulus Devlet İçin Statüko Dinlerinin Oluşturulması
Emperyalist sömürgecilerin cetvelle çizdikleri sınırlarla oluşturulan sun’î devletlerle parçalanan bölge coğrafyasında işbirlikçi ve kukla despot yönetimler teşkil edildi. Birçok ulus devlet statükosu ve bu statükoları ayakta tutacak, her birinde de içeriği değişik unsurlar ve farklı boyutlar taşıyan statüko dinleri oluşturuldu. Bu statüko dinleri oluşturulurken, öncelikle bu despot yöneticilerin veya vesayet sistemlerinin güçlerini aldıkları ya da kendi halklarına karşı sırtlarını dayadıkları küresel emperyalistlerin seküler kültürlerini ve bölge üzerindeki emellerini yansıtan istekleri esas alındı. Sonra da, zihinleri işgal edilip esaret altına alınmaya çalışılan halkı “Allah ile aldatmak” amacıyla yerli kültürden ve “tevhid dini”nden ödünç alınan kimi şeklî unsurlara yer verildi. Esaret altında parçalanmış zihinleriyle bölgenin “âlim ve aydın” kesimlerinin çoğunluğu da statükonun ve statüko dininin destekçileri haline dönüştürüldüler. Bu duruma itiraz eden, onurlu ve ilkeli bir örneklikle vahyin şahidi olan âlimler, öncüler ise, ya zindanlara doldurulmuşlar ya da Hasan el-Benna, Seyyid Kutub ve Abdülkadir Udeh misali şehid edilmişlerdir. Bu bölge ülkelerine, Suudî Arabistan, Körfez ülkeleri, Mısır, Suriye, Irak, Ürdün, Libya, Tunus, Cezayir ve Fas gibi yeni oluşturulanlar ile önceden var olan (şahlık döneminde) İran örnek olarak verilebilir.
Yıkılıp parçalanan Osmanlı imparatorluğunun merkez bölgesinde ise Türkiye adı verilen laik, Batıcı ve İslam düşmanı, ümmet karşıtı bir ulus devlet rejimi oluşturulmuştur. Bu rejimin ifsadına karşı çıkıp İslami hükümlerle hükmedilmesinden yana tavır koyan ya da İslam dışı, ümmet karşıtı olan yeni laik sistemin önünde engel olarak görülen Şeyh Said ve İskilipli Atıf misali onlarca âlim ile birlikte binlerce Müslüman da Türkiye’de katil İstiklal Mahkemeleri vasıtasıyla şehid edilmişlerdir. Bu ulus devlet statükolarının hepsinde, emperyalist devletlerin güdümünde kurulan despot rejimleri destekleyen statüko dinlerinin oluşumunda, daha çok bu yönetimlerin sırtlarını dayadıkları küresel güçlerin çıkarları ve seküler kültürü ile bir miktar da halkın kültürü dikkate alınmıştır.
Bütün bu ülkelerde, ABD, Batı ve Rusya güdümündeki despot statükoların oluşturdukları statüko dinlerinin ana unsurları şunlardı;
1- Türk, Arap ya da Fars ulusalcılığı,
2- Laiklik-sekülerizm,
3- Emperyalist proje ve çıkarlara zarar vermeyen “uyumlu/ılımlı İslâm” ile birlikte her ülke halkının cahili örf ve kültürü.
Ayrıca ifade etmek gerekir ki, Emevilerden itibaren Arap coğrafyasında kavmiyetçilik hortlatılmış “Arap Müslümanlar” ile “Arap Olmayan Müslümanlar” (mevali) arasında gerginlikler yaşanmıştır. Araplar kendilerini efendi, “Mevali” diye anılan Gayr-i Arap Müslümanları köle olarak görüyorlardı. Giderek öyle bir kültür yaygınlaştı ki, Araplar nazarında İslam kendi kavmî kültürlerinin bir unsuru olmaktan fazla bir anlam ifade etmemeye başladı. Bu hâl zamanla Türkler ve Farslar için de geçerli bir durum arz etti. Son dönemlerde ise, İslam, artık Arap, Türk, Fars ulus devlet statükolarının emellerine hizmet eden bir alet, tabir caizse bir payanda mesabesinde görülür oldu. İslam kelimesi, artık hepsi için ulusal kültürün bir unsuru olarak ve bu statükoların iktidar ve hâkimiyetlerine meşruiyet kazandırmak amacıyla üretilen statüko dinlerinin “Hak din” zannedilmesini sağlamanın bir aracı olarak kullanılır oldu.
Günümüzde İslam, her ulus-devlette ulusal çıkarın hizmetinde olduğu için, ümmet fikri hayatiyetini kaybediyor, İslam’ın evrenselci perspektifi gündemimizden düşüyor. Modernitede olduğu gibi, ulus-devletler ve milliyetçilikler/ulusalcılıklar da, toplumsal sosyal-anlamda dinin kısmi unsurlarına, sembolik işlevlerine yer vererek, ulusal kimlikleri ve mücadeleleri dini sembollerle tahkim ederek, ulus-devlet kurumlarını (statükoyu) güçlendirmek üzere, içerisinde yaşadığımız dönemde Türkiye’de “Türk-İslam sentezi”nin hayata geçirilmesi örneğinde de görülebileceği üzere, İslam’ı araçsallaştırabiliyor.[1]
İran’ın şahlık dönemi sonrasında yani “inkılâp” sonrası İran’da da maalesef İslâmi bir sistem kurmak yerine bu sefer de “Şii” kültürüne dayalı bir statüko dini oluşturulup mollaların hâkimiyetindeki “yeni statüko”nun destekçisi kılınmıştır. Adında “İslam” kelimesini kullanarak meşruiyet kazanmak isteyen “Mollalar statükosu”, ülkede ve bölgede Şii Mezhebi ve Farisî Pers kültürü sentezine dayalı statüko dini uğruna despot, yayılmacı ve katliamcı politikalar uygulamaktan çekinmemektedir.
Zikredilen diğer bölge ülkelerinde ise, yaklaşık yüz yıldır egemen olan işbirlikçi despotlar, Kur’an ve sünnete dayalı sahih İslâm’ın, tevhid dininin bu toplumlarda tekrar yaygınlaşmaması için küresel emperyalist ağalarıyla birlikte bölge halklarına akıl almaz zulümler, işkenceler ve katliamlar yaptılar ve statüko dinlerinin gölgesinde halen bu zulümler büyük oranda devam etmektedir. Bütün bu bölge ülkelerinde İslami hükümlerin ve ölçülerin tevhidî bir bütünlük içinde egemen kılınmadığı ve bu sebeple hiçbirisinin tevhidî bütünlük çerçevesinde İslam devleti sayılamayacakları ve hatta çoğunda İslam ile savaşıldığı son derece açık bir gerçektir. Buna rağmen, çoğunlukla heva ve hevesin ilahlığının egemen olduğu bu ulus devletler hep birlikte oluşturdukları bir kuruluşun adına da “İslam İş Birliği Teşkilatı”(İİT) demekten utanmamışlardır. Böylece bu kuruluşta da, bölge halklarını “Allah ile aldatmak” ve “mızrakların ucuna Kur’an sayfaları takmak” biçiminde ortaya çıkmış ilk hileyi sürdürerek “İslam” kelimesini, bölge halklarına yönelik bir aldatma aracı olarak bir defa daha kullanmışlardır.
Daha önceki bölümde vurguladığımız üzere, Irak diktatörü zalim Saddam Hüseyin’in bayrağında “Allahu Ekber” lafzına yer verilmesinin de; Amerika’nın uşağı ve İsrail’in dostu Suudi Arabistan’ın bayrağında “Lâ ilâhe İllallah” tevhid kelimesinin yer almasının da; “Yeni Türkiye” laik demokratik statükosunun kendisini sürekli “sırat-ı müstakim”de ve ‘Hakk’ı temsil konumunda ilan etmesinin de, İslam’ı tahrif sonucu doğuran “laiklikle İslam bağdaşır” söyleminin de; Mısır’ın diktatör Mübarek dönemindeki anayasasında bile “Mısır Devletinin dini İslam’dır” yazmasının da; diğer bölge ülkelerinin kendilerini İslam’a nispet etmelerinin de anlamı, kitleleri “Allah ile aldatmak” ya da bir başka ifadeyle “mızrakların ucuna Kur’an sayfası takarak” bu hileyle insanları istedikleri istikamette yönlendirmekten başka bir şey değildir.
İşte ülkelerini despotça yöneten bölge statükolarının egemenleri, halklarına zulmettikleri, sömürdükleri ve sefalete mahkûm ettikleri halde, ifade ettiğimiz örneklerdeki gibi kendilerini ve yönetimlerini İslami göstermek suretiyle statüko dininin aldatıcılığını kullanarak ve emperyalist güçlerin desteğiyle varlıklarını sürdürüyorlar. Bu ülkelerin despot yönetimlerini ve oluşturdukları zâlim statükoları ayakta tutan emperyalist devletler, BM sözleşmesine yazdıkları halde uymadıkları bir kuralın gereği olan bölge halklarının kendi kaderleri üzerinde söz sahibi olmasına ve sonuçta da mevcut statükoların çökmesine şu üç sebeple asla müsaade etmek istemiyorlar:
1.Bölgenin petrol, doğalgaz başta olmak üzere enerji kaynakları ve enerji nakil hatları üzerindeki hegemonyalarının ve çıkarlarının her şartta korunmasını, bütün yolların (gerek enerji nakil yollarının, gerekse kara ve deniz ticaret yollarının) geçtiği ve kesiştiği bir merkez olarak bölgenin mutlaka kendi kontrol ve denetimleri altında bulunmasını istemeleri,
2.Bölgedeki temsilcileri gibi gördükleri İsrail’in güvenliğinin tehlikeye girmemesini ve bölgede yayılmasının devam etmesini istemeleri, ayrıca Yahudiliğin de Hıristiyanlığın da doğduğu merkez olarak Kudüs’ü ve Ortadoğu’yu görmeleri ve buraları sürekli hegemonyaları altında tutmak istemeleri,
3.Tarih boyunca tevhîdî mesajın dünyaya yayıldığı merkez olan bu bölgede Kur’an’la yeniden bir dirilişin olmaması ve vahyin aydınlık mesajının yeniden bu bölgede modelleşerek bunalımdaki bütün dünya insanlığına sunulacak ve insanlığın uyanışına vesile olacak boyuta gelmesinin ve sömürücü küresel kapitalist sistemin sonunu getirmesinin engellenmesi.
İşte bu sebeplerle, bölgedeki statükoların ve onları ayakta tutacak statüko dinlerinin devamlılığını kısmi değişikliklerle de olsa sağlamaya çalışıyorlar. Bunun için de bölgeyi sürekli etnik, mezhebi ayrılıkları kaşıyarak, kendilerine bağımlı taşeron örgütler oluşturarak ve bölgedeki ülkeleri de figüran olarak kullanıp çatışma ve kaosun sürmesini temin ederek, şartlar oluştuğunda bölgeyi yeniden (yukarıda zikredilen çıkarlarını koruyup sürdürecek biçimde) dizayn etmeyi planlıyorlar. Yüz yıl önceki dizaynda, Sykes-Picot anlaşmasıyla İngiliz ve Fransızların cetvelle çizdikleri sun’î sınırlarla Arapları bile 22 ayrı küçük devlete bölenler, İsrail’in karşısında bölgeyi daha da istikrarsız ve güçsüz kılıp daha kolay yönetmek için bu sefer kimi etnik ve mezhebî ayrılıkları da kullanarak daha küçük parçalar halinde parçalamaya yönelmiş bulunuyorlar.
İşte bu tür hesaplarla, halk ayaklanmaları kanlı biçimde bastırılarak küresel korsanlar olan emperyalist demokrasilerin desteğiyle bölgedeki zâlim statükolar halklara rağmen devam ettiriliyor. Statüko dinleri de, yine öncelikle bu emperyalist demokrasilerin istekleri belirleyici kılınarak, sonra ise halkın yükselen talepleri de kısmen dikkate alınarak bazı yenilenmelere yönlendiriliyor. Bu bölge devletlerinden Türkiye’yi daha sonraki bölümlerde kapsamlı biçimde ele almak üzere sonraya bırakarak, bu bölümde sadece sembolik olarak Sünnilik ve Şiilik adına oluşan Suudî Arabistan ve İran statükosunu ve bunların statüko dinlerini ele almaya çalışacağız.
Bu iki ülkeden birisi Batılı emperyalistlerin safında yer alıp ve hatta onların tam bir kuklası olan Suudî Arabistan, diğeri ise Doğulu emperyalistlerin desteğini alıp onlar tarafından yönlendirilmeye müsait hale gelmiş olan İran’dır. Birisi Sünnilik ve Arapçılık adına, diğeri de Şiilik ve Farisîlik adına karşılıklı cepheleşerek, bu emperyalistlerin silahları ve desteğiyle bölgede hâkimiyet kavgasına girişmektedirler. Bir yandan bölgeyi kan gölüne çevirip mezhebi ve etnik parçalanma ve çatışmaları körükleyerek fitne çıkarmak suretiyle bölge halklarına büyük zararlar vermektedirler. Diğer yandan da bu emperyalist güçlere bölgeye yönelik emperyalist projelerini uygulama fırsatı vererek, onların süflî çıkarlarına ve bölgeyi yeniden dizayn etme projelerine hizmet eden figüranlar durumuna düşmektedirler.
İngiltere ve ABD Güdümündeki Suudî Arabistan’da Sünnilik İddialı Statüko ve Statükonun Dini
7. yüzyılda Emeviler tarafından kurulan ilk İslâm imparatorluğunun merkezi olan Arap Yarımadası, 8. yüzyılda Abbasi İmparatorluğu’nun yönetimine alındı. Abbasî hanedanlığı 13. yüzyılda Moğol istilasının ardından yıkıldı. Hicaz olarak bilinen Mekke ve Medine’nin bulunduğu Arap Yarımadası’nın batı kıyıları, Mısır merkezli Memlük İmparatorluğu’nun hâkimiyetine girdi. Arap Yarımadası 16. yüzyıldan itibaren de, bugün Orta Doğu denilen coğrafyanın büyük kısmını idaresi altında toplayan Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası oldu. Bundan sonra da Arap Yarımadası yüzyıllarca Osmanlı idaresinde kaldı.
18. yüzyılda Arabistan’ın kalbi konumundaki Necd bölgesinde ortaya çıkan selefî bir dini hareket olan Vehhâbîlik, aşiretler arasında kısa sürede yayıldı. “Adını hareketin dinî yönünün temellerini atan Muhammed b. Abdülvehhâb’a nisbetle almış, bu adlandırma; akımın dışındaki dinî çevrelerde, ilmî ve siyasî sahalarda geniş kullanım alanı bulmuştur. Mensupları ise akımı Ehl-i sünnet dairesinde kalan bir ıslah ve dinin aslına dönüşmesini hedefleyen bir ihya hareketi olarak gördüğünden Muvahhidûn (ehl-i tevhîd) veya izledikleri geleneksel dinî usule göre Ehl-i hadîs ya da Selefiyye diye anılmayı tercih etmiştir. Vehhâbîlere göre Resûlullah ile sahâbîlerin ruhlarından ya da velîlerden dünyada şefaat beklemek şirke götüren bir davranıştır. Aynı şekilde Allah’a dua ederken isteklerin kabulü için Resûl-i Ekrem’i ve diğer bazı şahsiyetleri aracı kılma mânasına gelen tevessülü de sakıncalı gören İbn Abdülvehhâb, bunu Câhiliye müşriklerinin putları aracı kılmasına benzeterek şirk tehlikesine dikkat çekmiştir. Bundan dolayı türbe ve mezar ziyaretlerinde yapılan dua ve niyazlarda ölmüş bir şahsı şefaatçi veya aracı kılma ihtimali bulunduğundan kabrin başında namaz kılmayı ve dua etmeyi de şirk kapsamı içinde değerlendirmiştir (Kitâbü’t-Tevḥîd, I, 41-67; Keşfü’ş-şübühât, I, 161-169). Muhammed b. Abdülvehhâb, meşhur Kitâbü’t-Tevḥîd’inde yer alan konuların çoğunu ulûhiyyet tevhidini zedeleyen inanç ve amellere tahsis etmiş; riya, Allah’tan başkası adına kurban kesme veya yemin etme, nazarlık ve muska takma, resim ve heykel yapma türünden tutum ve davranışları ele alıp bunların şirk ile olan ilişkilerini ortaya koymaya çalışmıştır (I, 28-31, 35-37, 98-99, 111, 138-139).
“Kelime-i şehâdetle ifade edilen tevhid inancı Muhammed b. Abdülvehhâb’a göre mutlaka amellerle hayata yansımalıdır. İman ile amel bir bütündür. Şirke yol açan amellerden sakınmayıp tevhidi yaşamayanlar, bid’atlerden kaçınmayanlar gerçek mü’min sayılmaz (Kitâbü Fażli’l-İslâm, I, 207-217). Kur’an ve Sünnet’te yer almayan ve sonradan ortaya çıkan dinî inanç ve amelleri ifade eden bid’at Vehhâbîlik’te üzerinde çok fazla durulan geniş kapsamlı bir kavramdır ve her hâlükârda mücadele edilmesi gereken bir sapmadır. Kelâm ve felsefe metotlarıyla dinî konuların ele alınması da bid’at özelliği taşıyan bir yöntemdir. Şirke kapı aralayan türbe inşasının yanı sıra mescidlere kubbe ve yüksek minareler yapmak, içlerini süslemek de bid’at sayılmaktadır. Hz. Peygamber’in doğumunu ve diğer kandil gecelerini kutlamak, Kur’an ve hadislerde bulunmayan dua ve zikirleri tekrarlamak, Kur’an’ı makam ve nağme ile okumak, mevlid okutmak, tesbih kullanmak bid’at kapsamında değerlendirilerek menedilmiştir. Tütün ve kahve müskirat cinsinden sayıldığı için haram kabul edilmiş, yaklaşık XIX. yüzyılın başlarından 1930’lu yıllara kadar bu maddeleri açıktan tüketenlere had cezası uygulanmış, tütün ticareti ve kahvehane işletmeciliği yasaklanmıştır.”[2]
Görüldüğü üzere, Muhammed b. Abdülvehhâb’a nispet edilen birçok tespit, görüş ve tutum bazı konularda aşırılığa kaysa da genelde son derece haklı olup tevhidî ölçüye uygunluk arz etmektedir. Ancak zamanla bu tespit ve değerlendirmelerde aşırılıklar belirleyici kılınıp öne çıkarılmıştır. Hele Suud emiri ile bütünleşmesinden sonra, siyasetin etkisinin belirleyiciliğiyle, Suud ailesinin egemenliği ve statükolaşma sonucunda, en azından yönetim ve yakınında duranlar açısından önemli bir yozlaşma yaşanmış ve başta var olan olumluluklar da yok edilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Arabistan Yarımadası’nda büyük bir isyan dalgası başlatan Vehhâbîlik, 1744’te el-Suud ailesi tarafından benimsendi. Suûdî emîri, şeyhin Suûdî hâkimiyetini desteklemesi taahhüdü karşılığında Vehhâbî davasını yayma hususunda her türlü yardımı yapmaya söz verdi. Böylece İbn Abdülvehhâb fikirlerini yayabilmek için ihtiyaç duyduğu siyasî desteğe, İbn Suûd da siyasî hâkimiyet alanını genişletebilmek için güçlü bir dinî şahsiyete kavuşmuş oluyordu. Bu ittifakın sağladığı dinamizmle Suûdîler, İbn Abdülvehhâb’ın vefat ettiği 1792 yılına kadar geçen sürede Riyad, el-Harc ve Kasîm’de hâkimiyet kurdular, Necid’in bedevî kabilelerini itaat altına aldılar.
19. yüzyılda bölgede yavaş yavaş kendi özerk alanlarını tesis etmeye girişen Suud ailesi, Arabistan topraklarını birleştirmeyi hedefliyordu. Bu sebeple Osmanlı hilâfetini gayri meşru ilan edip ona karşı savaş açıp isyanlar çıkardı. Bu isyanlar bastırılarak Arab yarımadası 1845 yılında Mısır valiliğine bağlandı. Yirminci asrın başlarında İbn-i Suud, İngilizlerin desteğiyle Osmanlılara karşı yine ayaklandı ve Arab yarımadasının Osmanlı idaresinden çıkmasına sebep oldu. İbn Suud olarak bilinen Abdülaziz Bin Abdurrahman el-Suud, 1921’de Necd Kralı ünvanını aldı. 1924’te Hicaz Kralı ilan edilen İbn Suud, 1932 yılında kontrolü altındaki toprakları Suudî Arabistan Krallığı adı altında birleştirdi ve ülkenin başına geçti.
Osmanlıyı parçalamak için bölgeye gelen İngiltere ve diğer Batılı emperyalist devletler, Arap coğrafyasını da parçalayıp sun’î ulus devletler oluşturarak işbirliği yaptıkları bazı aşiret liderlerini ve çocuklarını bu devletçiklerin başına geçirdiler. İşte Suudî Arabistan, Irak, Ürdün, Suriye vb. bu süreçte İngilizlerin ve diğer emperyalist devletlerin güdümünde oluştular. Daha sonra da Amerika bölgede egemen hale geldi ve bölge ülkeleri onun güdümüne girdiler. İşte bu süreçte Suud Krallığı, petrolün bulunması ile zenginleşip dünya üzerinde, bilhassa Ortadoğu’da etkili bir devlet haline geldi. Mekke ve Medine’yi, yani Harameyn’i de içinde barındıran ülkede egemen kılınan İngiliz ve Amerika kuklası Suudî Arabistan’ın yöneticileri, yine bu emperyalistlerin de projelerine uyumlu olarak on yıllarca “statüko dini” olarak kullandıkları “Vehhâbîlik” mezhebinin katı uygulaması gölgesinde şedit politikalarla bir yandan halka zulmettiler. Diğer yandan da, ülke kaynaklarını sultan ailesi ve emperyalistler birlikte çalıp halkı fakirliğe mahkûm ettiler.
Suudi Krallığı, İslam’a yaptığını, Muhammeb bin Abdülvahhab’ın temelini attığı Vehhâbîliğe de yapmış ve ona da sadık kalmayıp dönüştürerek resmi statüko dini haline getirmek suretiyle kendi statükosunu ayakta tutmanın bir payandası olarak kullanmıştır. Muhammed b. Abdülvehhâb’ın en çok önem verdiği Tevhidin siyasal, kamusal ve toplumsal alana tekabül eden en temel ilkeleri yok sayıldı. Vehhâbîliğin, kandil geceleri, muska, kabirler, türbeler vb. ile ilgili özü doğru ifade edilişi aşırılığa kaymış olan şeklî kısmı devam ettirilerek Suud Vehhabiliği’nin alameti farikası hâline getirildi. Ama temel konularda tam bir yozlaşmanın kapısı açıldı ve kraliyet çevresini kuşattı.
Katı bağnaz yaklaşımlarıyla tanınan bu statüko dini birçok Vehhâbî âlimini de Bel’am’laştırarak kullanmıştır. Direnip çizgisini koruyanlar ise birçok cezalara muhatap kılınmışlardır. Hâlen zindanlarda olan birçok muhalif âlim söz konusudur. Bel’am konumuna getirilenlerden birisi de bir süre Suudi Arabistan Krallığının müftülüğü görevinde bulunmuş olan Şeyh Abdulaziz Bin Baz olup “Dünya’nın Sakin Güneş’in Hareketli Olduğuna ve Gezegenlere Çıkmanın İmkansızlığına Dair Akli ve Hissi Deliller” isimli resmi makamlarca basılan risalesinde şunları söylemektedir:
“Kim dünyanın yuvarlak olduğunu iddia ederse küfür ve dalâlete düşmüş olur. Çünkü bu iddia hem Allah’ın, hem Kuran’ın, hem Peygamber’in reddidir. Bunu iddia eden kişi tövbeye davet edilir. Ederse ne âlâ! Aksi takdirde kafir ve dinden dönmüş bir kişi olarak öldürülür ve malı da Müslümanlar’ın hazinesine katılır… Eğer ileri sürdükleri gibi Dünya dönüyor olsaydı ülkeler, dağlar, ağaçlar, nehirler, denizler bir kararda kalmazdı. İnsanlar batıdaki ülkelerin doğuya, doğudaki ülkelerin batıya kaydığını görürlerdi. Kıble’nin yeri değişir, insanlar kıbleyi tayin edemezlerdi. Velhasıl (bunların hiçbiri görülmediğine göre) bu iddia (dünyanın hareketli olduğu iddiası) sayması uzun sürecek birçok nedenden dolayı batıldır.”
Bu çağda böyle bir düşünce ve din anlayışı, böyle bir zihin yapısı en tepeden İslam âlimi kisvesiyle ve hem de İslam budur diye ortaya konuyor ve bir statüko bu anlayışı İslam olarak dayatıyorsa Suud gençlerinin İslam’dan uzaklaşıp sekülerleşmeleri kaçınılmaz bir sonuç olmuştur. Vahiy merkezli düşünmeyen, eski tarihi birikimi nakletmeye yoğunlaşarak Allah’ın vahyî ve kevnî ayetlerini bütüncül biçimde okuyup anlamak üzere akletme kabiliyetini kullanmayan kör taassup sahipleri böyle çarpık görüşler ortaya atabilmektedir. Üstelik kevnî ayetlere aykırı bu görüşler, ateistler ve İslam düşmanları tarafından sanki İslam’ın yaklaşımıymış gibi gösterilmek suretiyle İslam dini karalanmaya çalışılmaktadır. Hâlbuki bu kişi Amerikancı Suud krallığının Bel’amı konumunda Vehhâbîliği kullanan statüko dininin bir din adamıdır. TC Diyanet Başkanından bile daha bağımlı bir konumdadır. Ancak aynı zamanda maalesef “ehl-i sünnet” akîdesinin temsilcisi, hadis ve sünnet savunucusu bir âlim olarak kabul edilmekte ve birçok “Hadisçi” müslümanın itibar edip büyük âlim olarak öne çıkardığı bir şahsiyettir. İmam Ebu Hanife ve Ahmed bin Hanbel gibi âlimler bu adamın Suud kralına tabi olduğunun binde biri kadar sultanlarla uzlaşma içine girselerdi şehid edilmezlerdi.
Suudi rejiminin kuruluşundan itibaren din ile olan ilişkisi, onu siyaseten avantajlı hale getirir. Üstelik Suudi kraliyet ailesi ile âlü’ş-Şeyh (Şeyh Ailesi) denilen İbn Abdülvehhab soyu arasındaki hâlâ sürdürülen akrabalıklar din (Vehhâbîlik) – devlet münasebetini statüko açısından sağlam bir zemine oturtur. Üçüncü bir unsur olarak kabileler gerçeği bu ittifaka eklenerek rejim/statüko güçlendirilir. Üç unsurdan sadece birisi olan ulema, ne kadar itibarlı bir mevkide olursa olsun, adımlarını reel politiği gözeterek atmak, kararlarını buna uydurmak, yani dengeyi tutturmak mecburiyetindedir. Suud’un usulüne uygun veya usulsüz icraatları daima ulemanın fetvalarıyla meşrulaştırılmıştır.[3] Çoğunluk âlimler, maalesef hep statükonun yanında yer almış ve ona ihtiyacı olan meşruiyeti sağlama rolünde konumlanılmışlardır. Az da olsa Hakkı söylemeye çalışanlar ise, bütün statükolarda olduğu gibi cezalandırılmışlar, zindana atılmışlar, daha birçok yasak, baskı ve zulme muhatap kılınmışlardır.
Suud kraliyet yönetiminde bulunanlar, saray ulamasının da dolaylı ya da dolaysız onayı ile İslâm adına ürettikleri muharref “statüko dini”ni ve Vehhâbîliği, bir yandan kapitalist emperyalizmin emrinde komünizme karşı “Yeşil Kuşak” projesi için bir araç olarak seferber ettiler. Diğer yandan da, Suud statükosuna meşruiyet kazandırmak ve bütün Müslüman coğrafyasında itibarlı kılmak ve sürekliliğini sağlamak amacıyla ince güç olarak kullandılar. “Râbıtatu’l-Âlemi’l-İslâmî” gibi kendilerinin oluşturduğu uluslararası örgütler vasıtasıyla hem halkı Müslüman ülkelerde, hem Müslüman olmayan batılı ülkelerde mescitler, vakıflar açıp camiler inşa ettiler. Suud statüko dini, Sovyetler Birliği çökünce, eski demir perde ülkelerinde, Balkanlarda, Kafkaslarda, Orta Asya’da da medreseler, camiler açıp din anlayışını ve nüfuzunu yaymaya çalıştı. Böylece Suudi Arabistan, oralarda kültürel varlığını ve onun da arkasında siyasal varlığını hissettirmek istiyordu. Çeşitli ülkelerde edindikleri yandaşları, “Suud Selefîleri” olarak tanındılar ve her yerde Suudî Arabistan yönetiminin çizgisinde tevhid dini İslâm’a aykırı tavırlar geliştirdiler. Hep Suud’un razı olduğu statükoların destekçisi oldular. Mesela başta Mısır olmak üzere birçok halkı Müslüman ülkede Suud yönlendirmesiyle İhvan’ın karşısında, darbeci zâlimlerin ve Batı yanlısı statükoların yanında yer alabildiler.
Muhammed İbn Abdulvehhâb’ın, yani Vehhâbîliğin kurucusu olan şahsın soyundan gelenlere şeyh ailesi deniliyor. Bunların Suud dini bürokrasisinde bilhassa etkinliği var. Suud ailesi ile evlilik bağları da var. Böyle bir iç içe geçmişlik söz konusu. Son yıllarda sadece dinî bürokrasi de değil, seküler bürokraside de, diğer alanlarda da, hatta ticaret sahasında da ailenin etkinliğinin arttığını görüyoruz. Veliaht Prens Muhammed bin Selman, babası vefat edince kral olacak. Ama dünya, babasının vefatından önce böyle bir devir teslim olmasını bekliyor. Suud ailesiyle evlilik bağı olan Vehhâbî kesim içinde bir yandan sultanlar, prensler, veliahtlar ve onların çevresinde yer alarak siyasetin pisliğine bulaşmış olanlar var, bir diğer yandan da kendisini rejimden biraz daha uzak tutmaya, biraz daha bağımsız halde kendisini korumaya çalışan bir ulemâ zümresi var. Bunlara “Sahve uleması” deniliyor. Katar krizi başladığında bu krizin arkasından bunlar tutuklanmaya başlandı. Sahve uleması ve âlimler dışında da şairler, düşünce adamları, gazeteciler, hatta bazı işadamları da bunların içinde yer aldı. Yaklaşık 70 civarında tutuklu olduğu söyleniyor. Bunların hangi şartlarda oldukları, haklarında ne suç isnad edildiği de ne zaman mahkemeye çıkacakları da bilinmiyor.[4] Bütün bunlar Trump’ın bölgeye gelip bölgedeki uşaklarıyla yeni bir süreci başlatmasından ve bu işbirlikçileriyle o şeytanî küreye el koyarak yapılan anlaşmalardan sonra yaşanıyor.
Bir Süredir Askıya Alınmış Olan “Ilımlı İslam”, “Tevhid Dini”ne Karşı “Statüko Dini” Olarak Yeniden Gündemde
Suud Statükosu, önceleri yine ABD ve Batının isteğiyle statükonun dini olarak “Vahhâbîliği” tepeden baskıyla egemen kıldığı gibi şimdi de siyonist dostu şımarık prens Muhammed bin Selman’ın öncülüğünde yine küresel emperyalist sistemin isteğiyle bu sefer de onların sekülerizmine uyumlu yeni bir statüko dinini yine tepeden egemen kılmaya çalışıyor. Yeni statükonun dininde, artık kadın-erkek ilişkileri serbestleşiyor, kadınlar erkeklerle birlikte konsere, sinemaya ve stadyumlarda maç izlemeye gidebiliyor, bazı Ka’be imamları dâhil herkes iskambil oynayabiliyor, binlerce kişinin katıldığı iskambil şampiyonası düzenleniyor. Suudî Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman, Amerika ziyaretinde Orta Doğu’yu yeni bir Avrupa yapacaklarını söylüyor. Çünkü “yeşil kuşak” sürecinde komünizme ve Sovyetlere karşı destekledikleri “İslâmi cihad hareketi” daha sonra Amerika’ya da zarar vermeye başladı. Amerika için bu tehdit, 11 Eylül ile zirveye çıktı. Ondan sonra “moderate İslâm”, “ılımlı İslâm” denilen bir başka proje geliştirildi. Ilımlı İslâm’ı çerçevesi belli bir şekilde metne ilk kez döken Amerika’daki düşünce kuruluşlarının en önemlilerinden birisi olan ‘RAND Cooparation’ oldu. ‘Sivil Demokratik İslâm’ diye bir çalışmaları var. Bu proje, Müslüman akımları dörde ayırıyor, fundementalistler/köktenciler, gelenekçiler (sıradan mezhep tarikat mensuplarını kastediyor), modernistler ve laikler. Bunları birbirleriyle nasıl çatıştırıp, “köktenci radikalizm”i nasıl sonlandırırız? sorusunun cevabını bu projede ayrıntısıyla anlatıyorlar. Neo-Conlar zamanında, Baba Bush ve oğul Bush buna sahip çıktılar. Bu proje, kadın erkek eşitliğini, ceza hukukunda şeriat hükümlerinin uygulanmaması gerektiğini, inançlar ve mezhepler üzeri (laik) bir hukuk sistemi olması gerektiğini savunuyordu. Gayri Müslimlere (sanki yokmuş gibi) kendi ibadethanelerini kurma hakkının verilmesini, gayrimüslimlerin yüksek devlet memurluklarına geçebilmelerini istiyordu.[5] Türkiye ve Tunus misali kimi ülkelerdeki “radikal laikliğin” bireysel ibadetler alanında özgürlükçü “ılımlı laikliğe” dönüştürülmesini de istiyorlardı. Çünkü radikal laikliğin, Amerika ve Batılı emperyalistlerin bölgedeki çıkarlarına aykırı biçimde “radikalizmi” tahrik ettiğini düşünüyorlardı.
Projenin Büyük Ortadoğu Projesi’yle (BOP) yan yana/iç içe yürütülmesi, ABD’nin Yakın, Orta ve Güney Asya ile Orta Doğu’daki siyasal ve ekonomik içerikli emperyal amaçlarının temini için ılımlı İslam’ın yakın ve uzak vadede kullanışlı bir araç olarak görüldüğünü ayrıca işaretlemekteydi. Söz konusu proje için milyonlarca dolarlık bir bütçe hazırlandı ve bir plan ve program dâhilinde yirmi dört halkı müslüman ülkede çok çeşitli etkinlikler yapıldı. Medreselere alternatif dinî okullar açıldı. Ortak ya da müttefik olarak seçilen düşünce kuruluşlarına fonlar aktarıldı. Bunlarla sempozyumlar, paneller tertip edildi. Bazı ülkelerde cami imamları eğitildi. Radyo ve TV kanalları hizmete sokuldu. Ancak müdahalede bulunduğu veya bizzat işgal ettiği ülkelerdeki gayri insani icraatları, haksız ve adaletsiz uygulamaları, Filistin’deki insanlık dramı karşısında koşulsuz İsrail yanlısı tavrı nedeniyle ABD hiçbir şekilde müslümanların güvenini kazanamadı. Özellikle Arap devrimleri süreci ve sonrasında ABD’nin bölgedeki monarşileri koruyup kollayan ve dikta rejimlerinin geri dönüşünü sağlayan malum siyaseti, ılımlı İslam’ın demokrasi kartını zaten göstermelik hale getirmişti.[6]
“Ilımlı İslâm” projesi, ilk önce AKP-Gülen koalisyonu döneminde Türkiye modelleştirilerek gündeme getirilen ve BOP çerçevesinde bütün bölgeyi Batı ekseninde “demokratikleştirmeyi”, “sekülerleştirmeyi” ve böylece Batı çıkarlarının devamını garanti altına alacak yeni bir dizaynı hedefliyordu. O süreçte AKP ve Gülen grubu ittifak halinde bu projeye hizmet ediyorlardı. Bu ikiliden birisi, “Medeniyetler Arası İttifak” ve BOP’ta eş başkan seviyesinde rol üstlenerek siyasal alanda, diğeri de Papalık misyonu olan “Dinler Arası Diyalog” ve “ABANT Platformu” çerçevesinde sivil alanda aynı hedefe birlikte yürüyorlardı. Ortak amaçları, ülkede ve bölgede sekülerleşmeye ve laiklikle, kapitalizmle uyumlu bir “ılımlı İslâm” algısı üreterek protestanlaşmaya vesile olmaktı. Bu proje çerçevesinde bölge, Batı çıkarları istikametinde ve seküler demokratik zeminde yeniden yapılandırılmak isteniyordu. Bu sebeple Erdoğan, bütün bölge ülkelerine giderek laik olmaktan korkmamalarını, laik rejimler oluşturmalarını öneriyor ve laikliğin demokrasinin güvencesi olduğunu da ekliyordu. Üstelik itirazlar vuku bulduğunda da, “laiklik İslâm ile bağdaşır, aksini iddia eden beni ikna etsin” bile diyerek İslâm’ı tahrif etmekten ve İslâm’a iftira atmaktan da çekinmiyordu. İşte statüko böyle yozlaştırıcı ve çürütücüdür. Statükoyu korumak ve sürdürmek adına her şey feda edilir.
Gazze’ye yönelik saldırı ve katliamdan sonra, bir de AKP ile Gülen çatışması başladıktan ve Batının Mısır ve Suriye’de demokrasi putlarını yemesinden sonra, Batı eksenli politikalar yürüttüğü halde yalnız bırakıldığını gören Tayyip Erdoğan “kandırıldığını” söylemeye ve “Dünya beşten büyüktür” çıkışları yaparak Batılı emperyalistlerle ters düşmeye başladı. Ancak artık çok geç kalınmış ve bölge kan gölüne dönmüştü.
Emperyalistler, Bölge Halklarını Birbirine Kırdırıp Kaos Oluşturarak, “Ilımlı İslam” da Dâhil İstedikleri Projeyi Kolayca Uygulamak İstiyor
Suudi Arabistan, Mısır, İran ve Türkiye dâhil tüm bölge ülkeleri, Doğulu ve Batılı emperyalistlerin figüranları gibi kullanılmakta, emperyalistler bu ülkeleri kullanarak ya da onları yanlış politikalara yönlendirerek sonuçta bölgede çatışma ve kaos ortamı oluşturmakta, sonra da bölgeye yönelik emperyalist projelerini bu ortamı kullanmak suretiyle kolayca uygulamaya koymaktadırlar. Suriye konusunda da bu ülkeler yanlış politikalara yönlendirilmiş, ancak bölge kan gölüne döndükten sonra aldatıldıklarını anlayıp pişman olarak dönmek isteseler de başarılı olamadıkları bir durumda kaos hepsini çaresiz bırakmıştır.
Hâlbuki, daha başlangıçta, İran’a karşı İsrail’i koruma kalkanı olan NATO Füze Kalkanını Malatya Küreciğe yerleştiren Türkiye ile İran karşı emperyalist cephelerde yer alacaklarına, birlikte bağımsız ve yerli bir inisiyatif üreterek o süreçte ikisinin de yakın dost oldukları Esed’i ikna edip halkın kaderi üzerinde söz sahibi olmasının önünü açabilselerdi, sonuçta asla bu katliamlar ve kaos ortaya çıkmazdı. Ancak, bölgede kısmen de olsa görece daha bağımsız olabilen, inisiyatif alma ve üretme kapasitesi görece daha fazla olan iki ülke İran ve Türkiye iken, bu ikisi de söz konusu edildiği üzere yerel bağımsız bir inisiyatif oluşturmak yerine Doğulu ve Batılı emperyalistlerin güdümünde hareket edip temsil ettikleri statükoların ulusal çıkar putlarını belirleyici kılmışlardır. Bu sebeple, sonuçta emperyalistlerin bölgeye müdahale etmelerine zemin hazırlayarak katliamlara ve kaosa yol açtıklarından dolayı büyük vebal yüklenmişlerdir.
Bilindiği gibi, İran ve Türkiye, iş işten geçtikten, bölge kan gölüne döndükten, milyonu aşkın masum insan katledildikten, milyonlarca insan mülteci konumuna düştükten ve bir ülke topyekûn yakılıp yıkıldıktan ve Türkiye Amerika ve Batı tarafından kandırıldığını anladıktan sonra el sıkışıp inisiyatif almaya kalkıştılar. Astana ve Soçi süreçlerinde birlikte inisiyatif almaya çalıştılar. Ama bu işbirliği ve inisiyatif alma çabası, artık bağımsız olma imkânını kaybedip diğer bir emperyalist devlet olan Rusya’nın şemsiyesi altında ve inisiyatifi daha çok ona kaptırdıkları bir zeminde gerçekleşti ve bu sebeple yerli bağımsız bir inisiyatif olma özelliğini de kazanamadı.
ABD ve AB, bölgedeki halkların yönetimleri serbestçe belirleme imkânına kavuşmasının da İhvan çizgisinin iktidar olmasına yol açarak Batı çıkarlarına zarar vereceğini anlayınca, despot yönetimlerin ve darbelerin safında yer almak şeklindeki önceki konumlarına geri döndüler. Bu sebeple gelişmelere müdahale ederek, “Arap Baharı” diye anılan halk ayaklanmaları sürecinin “Arap Kışı”na, bölgenin de kan gölüne dönüşmesine yol açtılar. Böylece bölgeye yönelik “demokratikleştirme” ve “ılımlı İslâm” projesini de askıya aldılar. Bu gelişmeden en çok memnun olanlardan birisi şüphesiz ki, Mısır ve Suriye’de İhvan iktidar olacak korkusu içinde olan İsrail’di. Aynı zamanda, sıra bize de gelecek korkusu içindeki Suud ve Körfez monarşileriydi. Sonuçta, bütün bu monarşilerin ABD ve İsrail ile işbirliği hâlinde bölgeyi kan gölüne çevirme pahasına statükolarını sürdürdükleri bir süreç başlamış oldu. Bu emperyalist destekli kanlı müdahaleyle bölge halklarının kaderleri üzerinde söz sahibi haline gelmelerinin engellenmesi sonrasında, İsrail ve Amerika’nın azgınlığı daha da arttı. Çünkü bölgedeki zemin artık yeni vahşet projelerini uygulamaya koymak bakımından kendileri için çok müsait hale gelmişti. Bu büyük azgınlıkla yeni süreçte Kudüs’ü işgalci İsrail terör devletinin başkenti ilan ederek, Filistinlilere yönelik yeni katliamlara ve daha büyük zulümlere doğru geçiş yaptılar. Hâlbuki halk ayaklanmaları başladığında ve Mısır’da halk Muhammed Mursi’yi iktidara getirdiğinde İsrail korku ve telaş içinde sinmiş vaziyetteydi.
Hepsi farklı oranlarda da olsa bağımlı olan bölge statükolarının konumu ve edilgenlikleri, İslâm’ın ve Müslüman halkların düşmanı olan emperyalistlerle işbirlikçilikleri, onları olduğu gibi birlikte oluşturdukları ortak kuruluşları da aynı edilgenliğe ve bağımlılığa mahkûm etmiş bulunmaktadır. Bölge ülkelerinin hiçbirisi “tevhid dini”ne bağlı olmadıkları ve hepsi de Allah’ın hükmünü hâkim kılmayıp statüko dinlerini esas aldıkları halde, Müslüman halkların yaşadığı coğrafyadaki bütün bu statükolar, halklarını bir daha “Allah ile aldatmak” üzere adına İslâm kelimesini yerleştirdikleri bir işbirliği teşkilatı da kurdular. Ancak, adında İslâm kelimesi yer aldığı halde İslâmî olmayan ülkelerin işbirliği teşkilatı olan bu kuruluş da, kendisini oluşturan statükoların ve arkasındaki emperyalistlerin etkisinden hiçbir zaman tam bağımsız olamadı. Bu sebeple de, doğal olarak Filistin, Kudüs, Suriye, Arakan, Afganistan, Çeçenistan vb. Müslüman coğrafyasındaki işgal, katliam ve soykırımlara karşı ciddi hiçbir inisiyatif üretemediler ve ciddiye alınacak hiçbir ortak yaptırım kararı da alamadılar.
Mısır, Suriye, Libya ve Yemen’de yaşanan bu kanlı müdahale ve kaostan da, İsrail ve ABD’nin bölgede yeni zulümler, katliamlar yapma, yeni projelerini uygulamaya koyma cesaret ve imkânını elde etmesinden de, “tevhid dini” yerine “statüko dinlerinin” egemen olduğu ve emperyalistlerle işbirliği halinde birbiriyle gerginleşerek bölgenin bu hâle gelmesine sebep olan bütün bölge ülkeleri sorumludur. Çünkü bağımsız yerel bir inisiyatif üretemeyip bir kısmı İran’ın yaptığı gibi Doğulu emperyalistlerin safında yer aldılar. Bir kısmı da Türkiye misali Batlı emperyalistlerin safında yer alıp bütün bu emperyalistlerin bölgeye müdahale etmelerinin ve sonuçta bugünkü büyük kaosun ve katliamların yaşanmasının müsebbibi oldular. Suud ve Körfez ülkeleri ise, sıranın kendilerine de geleceği ve zâlim statükolarının başlarına yıkılacağı korkusuyla, toplumların kendi kaderleri üzerinde söz sahibi olmasını sağlamaya yönelik halk ayaklanmalarını geri döndürmek için Batılı emperyalistlerle birlikte ve bütün maddi güçleriyle sürece bizzat müdahale ettiler ve dökülen kandan doğrudan sorumlu hâle geldiler.
Sonraki süreçte ise, başta Suud, Mısır ve BAE, Bahreyn gibi körfez ülkelerinin statükoları, kendi çıkarları ve emperyalist ülke projeleri gereğince ABD şemsiyesi altında İsrail ile tamamen bütünleştiler. Böylece aslında İhvan benzeri İslâmi kesimlere ve bütünüyle bölgesel İslâmî uyanışa, bölgenin yeniden İslâmlaşmasına karşı, zâhiren ise İran’a karşı Batılı emperyalistlerle birlikte İsrail ile tam bir ittifak oluşturmuş bulunuyorlar. Suud, Mısır, Bahreyn ve BAE yetkilileri açıkça İsrail lehine açıklamalar yapmakta ve birlikte ittifak oluşturduklarını söylemekten ve bölgeyi İsrail lehine dizayn etmeye yönelik ABD projelerine açıkça destek vermekten çekinmemektedirler.
Bahreyn Dış İşleri Bakanı yaptığı son açıklamada, “İsrail’in de aralarında bulunduğu bölge devletlerinin, tehlike kaynaklarını yok ederek kendilerini savunma hakkı bulunmaktadır.”[7]ifadesini kullanabildi. Bahreyn’in 1999-2002 yılları arasında İngiliz büyükelçiliği görevini üstlenen ve bir süredir Bahreyn Kraliyet Yardımlaşma Organizasyonu’ndaki danışmanlık görevini sürdürmekte olan Peter Ford bile, bu şekilde İsrail’in desteklenmesine tepki göstererek görevinden istifa etti. İstifa gerekçesinde şunları söyledi: “Bahreyn’in bu tavrının Amerikan büyükelçiliğinin kutsal Kudüs şehrine taşınmasına denk gelmesini anlamakta daha da zorlanıyorum. Bu açıkça İsrail’in saldırganlaşmasını cesaretlendirecektir ve kınanmalıdır” dedi.[8]
Suud, Mısır, Bahreyn, BAE gibi bölge ülkelerinin İsrail ile bu kadar çok yakınlaşmalarının sebepleri; birincisi iki tarafın da aynı emperyalist devletlerin bölgedeki işbirlikçileri, uşakları olup çıkar birliği içinde bulunmaları, ikincisi “tevhid dini”ni terk edip yozlaşmış olan statüko dinlerini temsil eden iki tarafın dayanışmaları ve küfrün tek millet olması, üçüncüsü ise bölgede statükolarını başlarına geçirecek İslami bir uyanışın ve dirilişin gerçekleşmesi ve bölgede İslam’ın hâkim hâle gelmesinin iki tarafı da aynı derecede rahatsız ediyor olmasıdır. Tabii ki, Suudi Arabistan bakımından bir dördüncü sebep daha vardır ki o da; İsrail ile aynı konumda bulunuyor olmak, yani ikisinin de mukaddes mescidlerimizi işgal altında tutuyor olmalarıdır. Suud kralları Müslüman halkları aldatmak için kendilerini “hâdimü’l-harameyn” olarak tanıtsalar da aslında “hâkimü’l-harameyn” gibi davranmaktadırlar. Hac ve umre konusundaki organizasyonu ve hizmetleri bile bir dini görev ve sorumluluk olarak değil de, daha çok petrolden sonraki en büyük gelir kaynağı olarak görmektedirler. Hac ve umrenin bu yönü, onlar için daha belirleyicidir.
Emperyalist Devletler, Bölgede Egemen Kılıp Destekledikleri Statükolarla Adeta Oynuyorlar
Başta İran, Suud, Mısır, Körfez ülkeleri ve Türkiye olmak üzere bölgenin ahmaklıkta sınır tanımayan figüran devletleri, sürekli emperyalistlerle işbirlikçi ilişkiler içinde bulunmaktan ve ulusalcı statüko dinlerini kullanıp bölgede “ulusal çıkar” putu eksenli gerginlik ve kaos oluşturmak suretiyle sürekli emperyalist projelere hizmet etmekten kurtulamıyorlar. Emperyalist devletler, sırasıyla her birini istedikleri biçimde yönlendirerek adeta bölgeyle oynuyorlar. Mesela İran, önce Obama döneminde nükleer anlaşma yapılıp Irak ve Suriye’de önü açılarak bölgede hâkimiyet mücadelesine girişme konusunda cesaretlendiriliyor. Neden? Çünkü Amerika (tabii ki ikizi olan İsrail), Suriye’deki halk hareketinin İslami niteliğinden ve İslami yönetim isteğinden korkuya kapıldı. Esed’in devrilip yerine Suriye’de bir İslami yönetim kurulmasından, özellikle de 2015 yılında terazide halk hareketinin kefesinin ağır bastığı ve bölgeleri teker teker ele geçirdiği bir zamanda bölgedeki nüfuzunun yok olup gitmesinden ve İsrail’in güvenliğinin riske girmesinden korktu. Çünkü İsrail iki yandan kuşatılmış ve bölge İhvanın ya da halk iradesine dayalı iktidarların eline geçerse İsrail’in Filistin ve bölgedeki işgalci, katliamcı ve yayılmayıcı siyasetini sürdürmesi o kadar kolay olamayacaktı.
Gerçekten de 2015 yılında Beşşar Esed, neredeyse yok olmak üzereydi. Bu nedenle Amerika, Suriye’deki rolünü daha etkin hale getirmek için 14 Temmuz 2015’de İran ile bir nükleer anlaşma imzaladı. Dahası, 30 Eylül 2015’de Obama-Putin görüşmesi sonrası Rusya’yı askeri olarak Suriye’ye soktu. İşte böylece Amerika, İran’ın bölgedeki rolünü daha etkin kılmak için uygulanan yaptırımları kaldırmak istedi ki kendisine tevdi edilen rolü yerli yerince oynayabilsin. Yani Amerikan çıkarları, yaptırımların kaldırılması için böyle bir anlaşmanın imzalanması gerektirmişti. İran ise Şiî-Farisî statükosunun hâkimiyeti hırsıyla ve statüko dininin duygusal iğvalarıyla ahmakça bu oyuna geldi ve bölgedeki hâkimiyet savaşını Suriye’den Lübnan’a, Irak’tan Yemen’e ve Bahreyn’e kadar yaygınlaştırıp hızlandırdı. Bölgede hem geniş Sünni kesimlerle hasım haline geldi, hem de fakir halkının kaynaklarını bu hegemonya savaşında tüketerek halkına da zulmetti. Bu dönemde Suud, Körfez monarşileri ve İsrail biraz üzüldüler.
Hemen ardından Trump dönemi geliyor ve bu sefer nükleer anlaşma sona erdirilip İran hedef haline getirilerek Suud, Körfez ülkeleri ve İsrail’in önü açılıyor ve sevindiriliyorlar. Neden? Çünkü artık Amerikan bakış açışı değişti ve Beşşar Esed yükselişe geçti. Bu, Trump yönetiminde farklı bir bakış açışı oluşturdu. Artık Amerikan çıkarı, bölgede İran’ın rolünü hafifletici yeni koşulların altyapısını oluşturmak için anlaşmadan çekilmeyi gerektiriyordu. Bu türlü oyunlarla bölge ülkeleriyle oynayan Amerika ve müttefikleri, bu suretle bölgeye yönelik emperyalist projelerini daha kolay uygulamaya koyabiliyorlar. İşte bu oyunları oynadığı süreçte Amerika, aynı zamanda Yahudilerin işgal altındaki Filistin ve Kudüs saldırısı hakkında gündemi saptırmak istedi. Amerika uzun zamandır, büyükelçiliğini Kudüs’e taşımanın hazırlıklarını yapıyordu. Ancak iki devletli çözüm ve Kudüs’ün bölünmesi beklentisiyle büyükelçiliğinin taşınmasını erteliyordu. Şimdi Amerika, iki devletli çözümden başka bir çözüm ön görüyor. İki devletli çözümde bazı tadilatlar ve rötuşlar yaptı, yüzyılın anlaşması adı altında farklı çözümler sundu. Bu çözüm doğrultusunda daha önce onaylanan büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararını yürürlüğe koydu.[9]Görüldüğü üzere bölge üzerinde Batılı ve Doğulu emperyalistler bu kadar çok oyunu ardı ardına uygulamaya koymakta ve her seferinde bu oyunlarda figüran olmaktan kurtulamayan bölge ülkelerini ise istedikleri gibi kullanıp yönlendirmektedirler. Sonuçta, bütün bu oyunlarla olan ise yine bölge halklarına olmakta ve bütün bu süreçlerde büyük zulümler ve katliamlar yaşanmaktadır. Bölge istikrara, huzura ve zalimlerine bağımlı ve muhtaç hâle getirilmektedir.
Tıpkı daha önce de Amerika ve Batılı emperyalist devletler tarafından, önce Saddam Irak’ının desteklenip kimyasal dâhil her türlü silah desteği de verilerek İran’a saldırtılması, ama görevi bitince ve İsrail için de tehdit olduğu görülünce bu sefer de Saddam Irak’ının, hem de Kuveyt’e girmesi için yeşil ışık yakan Amerika tarafından bu eylemi bahane edilerek hedef yapılması gibi. Bu süreçte Suudi Arabistan’ın da İran’a karşı Saddam’a destekçi konumda olduğu unutulmamalı. Üstelik önce Saddam’ın saldırmasını temin edip 8 yıl savaştırdıkları İran ile bu sefer Afganistan ve Irak işgalinde işbirliği yapan Amerika eski müttefiki Saddam’ın ipini de eski düşmanı İran inisiyatifindeki Iraklı Şiilere çektirdi. Bütün bunlar bölge ülkeleri ve yöneticileri için ibret vericidir. Ancak ibret almayan bir ahmaklıkla sürekli hepsi aynı delikten ısırılmaya devam ederken, aynı serüven sırayla hepsi için tekrarlanıyor.
Görünen odur ki, ABD ve Batılı emperyalist devletler, emperyal proje ve çıkarları için bölge ulus devlet statükoları ve yönetimleriyle adeta oynuyorlar. Gerektiğinde Şiileri terbiye edip hizaya sokmak için İsrail, Mısır, Suudi Arabistan, Bahreyn, BAE ittifakını destekleyip kullanıyorlar. Genel olarak da, hem Sünni halkları bastırıp yönetimlerini daha çok yanlarına çekmek hem de bölgede iki taraftan birisinin hâkimiyeti yerine sürekli bir gerginlik, çatışma ve kaos ortamının varlığını sürdürmesi için Afganistan ve Irak işgali sürecinde ve Obama döneminde olduğu gibi Şiileri destekleyip önünü açarak bu sefer de onları Sünnilere karşı kullanıyorlar.
Hâlbuki, kendisini İslâm’a nispet etmelerine rağmen statükonun şirk dinlerine savrulan bölge ülkeleri, kendi ürettikleri “statüko dini”nin iplerine tutunup bu hak-bâtıl karışımı din anlayışlarını hâkim kılma mücadelesinde birbirleriyle çatışacaklarına, Allah’ın emri gereğince inzal edilmiş “Hablullah/Allah’ın ipi”ne topluca sarılıp vahdet oluştursalardı, sonuç asla böyle olmayacaktı. Emperyalistler bölge ülkeleriyle bu kadar kolay oynayamayacak, onları emperyal projelerinin figüranı haline bu kadar kolay getiremeyecek, sonuçta bölge de barış ve huzur içinde olacaktı.
Tabii ki, bu kaos ve çatışma ortamı vesilesiyle emperyal projelerini uygulama imkânı bulan emperyalist ülkeler, ekonomileri büyük çapta silah sanayine bağımlı olduğu için ikinci bir kazancı da bölgenin bütün ülkelerine büyük miktarda silah satışı yapmaktan elde ediyorlar. Bir yandan ellerindeki silah stoklarını bölgeye satarak ekonomilerini canlandıran emperyalistler, diğer yandan da bölgedeki çatışmalarda yerli halkların üzerinde yeni ürettikleri silahların denemesini yapacak kadar hayvandan aşağı alçaklıklara imza atmaktan çekinmiyorlar. Bu arada da, bölgenin kaynakları zorbalıkla emperyalist devletlere aktarılarak bölge halkları, barışa, adalete ve huzura muhtaç hâle getirildikleri gibi, sefalete de mahkûm ediliyorlar.
Sonuç olarak, ABD, AB, İsrail ile Suud ve körfez monarşilerinin ittifak halinde, bölgedeki statükoyu eski haliyle korumak ve halkın kaderi üzerinde söz sahibi olmasını engellemek için kanlı müdahalelerde bulunmaları üzerine gündemden çıkan “ılımlı İslâm” projesi şimdi de Suudî Veliaht Muhammed bin Selman tarafından tekrar gündeme getirildi.
Suud Statükosunun Dayanağı Olan Statüko Dinini “Ilımlı İslam” Adı Altında Yenileme Çabaları
Statükodan beslenenler, iktidar ve rantı ellerine geçirmiş statükocular, her şartta kendilerine bu imkânları sağlayan statükonun devamını isterler. Tabii ki bunun için, başta sırtlarını dayadıkları küresel emperyalist güçlerin taleplerine, sonra da yönettikleri halkın beklentilerine belli ölçüde de olsa cevap verecek değişiklikleri yaparak statüko dinini yenilemek ihtiyacı duyarlar. Suudî Arabistan’ın, Batı’daki “teröre/radikal akımlara destek veren ülke” şeklindeki genel negatif imajına olumlu bir katkı yapacağını düşünerek böyle bir açılıma gittiği söylenebilir. Bu algı, 11 Eylül saldırılarından itibaren belirgin olarak öne çıksa da, aslında Obama döneminde kabul edilen ve Washington ile Riyad arasında sert rüzgârların esmesine yol açan, Suudî Arabistan’ın ABD’deki finansal varlığını dondurmaya yönelik bir yasayla pekişmişti. Bu yasa Suudî Arabistan’ın başında “Domokles’in kılıcı” gibi tutuldu ve hâlâ tutuluyor.
Ayrıca Kral Abdullah zamanında, şimdiki Kral Selman’ın desteklediği, hatta gizli mimarı olduğu iki önemli proje hayata geçirilmişti. Bunlardan birincisi 11 Eylül’den sonra ABD bankalarında bloke edilen Suudi paralarının -ve bir söylentiye göre Haremeyn Vakıfları gelirlerinin- ABD’ye öğrenci göndererek onlara harcanması şartıyla serbest bırakılmasıydı. Bu proje tuttu. Son on yılda, on binlerce öğrenci (kadın-erkek) ABD’ye gitti. Önemli bir bölümü Suudi Arabistan’a geri döndü. Bu seküler eğitim almış ve muhtemelen Amerika’da zihinleri yönlendirilmiş gurubun çoğuna uygun iş pozisyonları sağlanamadı ama, kendilerine iş ve prestij imkanı sağlayacak 2030 vizyonunu pazarlayan Muhammed bin Selman’ın en büyük destekçisi de onlar oldu. Bu genç potansiyel, hatta “yeni elit” diyebileceğimiz bu kesim, eski Suudi anlayışı ile geleceklerini sürdürmeyeceklerini düşünmektedir. Değişimi talep eden genç veliahdı hararetle desteklemeleri de bunun apaçık göstergesidir.[10]
Genç yönetici-kral neslinden olan Veliaht, Suudî toplumunun yüzde 70’inin 30 yaşın altında olduğunu ve bu gençlerin büyük çoğunluğunun Vehhâbî anlayışından kaynaklanan bir bıkkınlık/yılgınlık içinde olduğunu, dünyevileşerek “konformist-hedonist” bir hayat sürdüğünün ya da sürmek istediğinin farkındadır. Tıpkı gençler gibi Suudî kadınlarının da önemli bir kısmının katı ideolojiden bıkkın olduğu ve kendilerine yönelik özgürlük talepleri biliniyor.[11] Yoğun bir dini baskının olmasına, İslâm’ın tek bir yorumuna alan açılmasına tepki doğuyor Arabistan vatandaşları, gençleri arasında. Sosyal medyadan anlıyoruz. Gençler arasında ateizm arttı, bir benzeri İran’da da var.[12]
Peki Amerika’ya gönderilip seküler eğitimden geçirilenler dışındaki gençler neden böyle bir sekülerleşme eğilimine girdi? Çünkü birinci olarak Suud yönetimlerinin topluma sundukları ve uyguladıkları din fıtratın kolayca kabul etmeye meyilli olduğu vahye dayalı “tevhid dini” olmayıp muharref bir din olan “statüko dini”dir. İkinci olarak, toplumsal pratikte vahyin bütüncül adalet sistemi yerine öne çıkan sadece el kesme ve kısas gibi cezaların hem sadece fakir-zayıf kesimlere hem de meydanlarda teşhir edilerek uygulanıyor olmasıdır. Üstelik Suud ailesi mensuplarının en büyük hırsızlığı yaptıkları, halkın kaynaklarını halkın kullanmasına izin vermeyip onları fakirliğe mahkûm ederek onlardan çaldıkları bu kaynakları lüks ve azgın harcamalarla israf ettikleri, ayrıca uşaklığını yaptıkları küresel emperyalist ağalarına da peşkeş çektikleri ve haksız yere birçok adam öldürdükleri halde onlara hiçbir hükmün uygulanmıyor olması gibi yozlaşmış uygulama ve ilişkiler bütün Suud halkının gözleri önünde işlenen büyük bir tuğyan olarak cereyan etmektedir.
Mesela 81 yaşındaki Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdulaziz, Fas’ın Tanca bölgesindeki bir aylık tatilinde, ülkesinin yıllık turizm gelirinin yüzde 1,5’ine denk gelen 100 milyon dolar harcama yaptı. Bin kişilik bir heyetle Fas’a giden ve yaklaşık 1 ay kalan Suudi Kral, tatilini 74 dönümlük bir arazide geçirdi. Kral Selman’ın çalışanları, bakanları, danışmanları, akrabaları ve güvenlik personeli de 1 aylık tatil için şehrin en pahalı otellerinde kaldı. Personel için yaklaşık 800 oda tutulan tatilde, Kral Selman ile beraber gelen heyette olan araçlar hariç 200 araç kiralandığı belirtildi.[13] Gittikleri her tatile ya da yurt dışı resmi ziyarete bile böylesine büyük harcamalar yaparak giden kral ve prenslerin bu lüks ve israfına harcanan parayla bölgedeki ve Afrika’daki müslüman halkların arasında aç ve fakir kalmazdı.
İşte bütün bu çarpıklık, adaletsizlik ve sömürüler “statüko dini” adına ortaya konulduğu halde, bu şirk dini “İslâm” olarak takdim edildiği için, yeni nesiller İslâm’dan uzaklaşıp sekülerleşmeye doğru meylediyor. Statüko dini olarak topluma dayattıkları Vehhâbîliği bile Suud hanedanı üyelerinin kendilerinin yaşamıyor olmaları, topluma bu dini zorbalıkla uygularken kendilerinin hevayı ilah edinmeleri, halktan çaldıkları kaynaklarla lüks ve israf içinde, seküler ve azgınca bir hayat yaşıyor olmaları da bu savrulmayı tetikleyen bir başka unsur olarak öne çıkmaktadır.
Suud yönetimini “ılımlı İslâm” açılımına sürükleyen bir başka içsel sebep de Suud’un petrole dayalı ekonomisinin artık yürümediği ve reel ekonomiye dönüp “üretmeden lüks içinde sürdürülen hayat” anlayışından ekonomiyi kurtarabileceği, dış yatırım çekebilmek için de içerideki katı anlayıştan vazgeçmek gerektiği kanaatine vardığı -veya bu yönde ikna edildiği- söylenebilir. Kızıldeniz’in kuzeyinde Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır’ın birleştiği yerde hayata geçirilmesi planlanan bir projeye göre bu bölge, bir teknoloji üssü ve turizm merkezi olacak. Belki de çok daha büyük şekliyle yeni bir “Dubai-Abu Dabi” tarzı oluşturulacak. Muhammed bin Selman’ın ifadesiyle, “dünyayı değiştirme potansiyeline sahip” bir yatırım ortaya çıkacak. Bütçesi 500 milyar dolar olarak hesaplanıyor. Tabii ki yatırımcılar bekleniyor. Öyle anlaşılıyor ki, ekonomik temelli “2030 hedefi” ve bunun önemli bir adımı olan “Neom” projelerinin gerçekleşmesinin, Suudî Arabistan’ı “petrole bağımlı bir ekonomi” olmaktan ve bunun tabii bir sonucu olan “üretmeden lüks içinde sürülen hayat”tan kurtarabileceği yorumları yapılıyor. Böylece, Suud’un toplumsal plandaki katı Vehhâbî uygulamalarını yumuşatarak, kısmen de olsa sekülerleşerek Batılı yatırımcıları ülkesine çekmeye çalıştığı söyleniyor. Ancak Suudi Arabistan derin devletinin bu kadar hızlı bir değişimle bu kadar ileri bir sekülerleşmeye rıza göstermeyeceği de ifade ediliyor.
Buna rağmen Suud’un da bu rolü oynamaya istekli olduğu, aslında hem bu role kendisinin de ihtiyaç duyduğu, hatta Obama döneminde kabul edilen ve ucu büyük oranda Suud’a dokunan “terörizm yasası” sebebiyle hem de mecbur bırakıldığı söylenebilir. Buna dış baskı veya yönlendirme de diyebiliriz. Burada Suud kendisine verilen yeni bir rolle karşımızdadır. Nitekim ”ılımlı İslâm” açıklamasından yaklaşık 1 ay önce Rabıta teşkilatı tarafından, BM toplantılarının yapıldığı hafta New York-Manhattan’da İslâm dünyası ve Batı’dan 400 civarında âlim-kanaat önderinin katıldığı “İslâm Dünyası ve Amerika İlişkileri” başlıklı bir toplantıyı burada zikretmek gerekir. Bu toplantıdaki konuşmalar ve seçilen konuşmacılar aslında bazı ipuçları vermekteydi. Meşhur Ka’be İmamı Abdurrahman es-Sudeys “Elhamdülillah, Amerika ve Suud iki kutup olarak dünyayı yönetiyoruz” açıklamasını da bu toplantıda yapmıştı. Yine bu toplantının hemen ardından Rabıta başkanı el-İsa Vatikan’da Papa ile görüşmüştü. Bütün bunlar, “ılımlı İslâm” açıklamasına giden yolda arka planda bir ön hazırlık olarak görülebilir. (Şimdi de Medine’de büyük bir kilise açmaya hazırlandıkları ifade ediliyor.)
Bu itibarla görünürde İran’a karşı etnik yönleri de olan bölgesel bloklaşma, İsrail’le ilişkileri normalleştirme ve nihayet “seküler bir Ortadoğu”ya evrilme gibi amaçları bulunan bir projedir bu. Bunu bir anlamda “laikliğe saygılı İslâm” olarak da anlamak mümkündür. Bunun ise aslında, Hıristiyanlık’taki “protestanlaşma” sürecini hatıra getirdiği söylenmelidir. Nitekim bugün özellikle protestan çevrelerde bizzat papazlarca gündeme getirilip tartışılan “Tanrısız-peygambersiz bir dine inanmak”, “dinsiz dindarlık” gibi ”deist-agnostik-nihilist” yönleri hâiz tartışmalar bu protestanlaşma sürecinin bazı sonuçlarıdır. BAE’nin Washington Büyükelçisi Yusuf el-Uteybe’nin, Katar’a karşı aynı bloktaki beş ülkeyi kastederek “BAE, Suudî Arabistan, Ürdün, Mısır ve Bahreyn’in Ortadoğu’da istediği şey istikrarlı, zengin ve seküler hükümetlerdir” mealindeki açıklamaları, Prens’in sözlerinin çok daha ötesine geçen açıklamalardır. Bu ifadeler, “ılımlı İslâm” açılımıyla aslında son tahlilde “seküler bir Ortadoğu”amaçlandığına dair ipuçları da vermektedir. Bölgenin iki mihver-merkezi devletlerinden olan İran ile Suud, İslâm dünyasındaki iki ayrı ucun temsilcileri olagelmiştir. Biri şeklen de olsa “Sünni selefilik/vehhâbîlik” anlayışını temsil ederken diğeri de Şiiliği öne çıkararak yayılmacı bir politika izlemektedir. Bu anlamda da İran Suud’un öncelikli tehditleri arasında hep olagelmiştir. Benzer bir durum nüanslarla İran için de geçerlidir. İran da “selefiliği-vehhâbîliği” kendisine tehdit olarak görmüştür. Ancak paradoks gibi dursa da, bu iki katı anlayışın aslında birbirini beslediği ve İslâm dünyasına yönelik tartışmaları belirleyerek domine ettiği de bir gerçektir.[14]
Aslında İran ile Suudî Arabistan’ın savaş noktasına gelmesinin arkasında Selefilik ile Şiiliğin tarihsel kavgası yatmıyor. Batılı ve Doğulu emperyalistlerin işbirlikçisi olan Suudî Arabistan rejimiyle İran rejiminin bölgedeki hâkimiyet mücadelesi yatıyor. Bölgedeki iki devletin statükosu, hegemonya savaşında statüko dinlerini birbirlerine karşı güçlü bir silah olarak kullanıyor. Çünkü statüko dinleri insanları “Allah ile aldatarak” harekete geçiren bir motivasyon kaynağıdır. Siyasî statükolar da, kitleleri statükonun politikaları için motive etmek üzere işte bu duygusal etkiyi kullanıyor.
Hâlbuki bölgede gerginliği ve kaosu arttırarak emperyalist projelere figüran konumuna düşen bu iki devlet, her biri kendi statükolarının hegemonyasını ayakta tutmak ve yaymak için “statüko dini” oluşturup ona sarılmak yerine, Allah’ı razı etmek ve arzda O’nun hükümleriyle hükmederek adaleti hâkim kılmak için Hablullah’a sarılmalıydılar. Böyle olsa ve birinin isminde “İslâm” diğerinin bayrağında “tevhid kelimesi” olan bu iki ülke “statüko dini” yerine gerçekten “tevhid dini”ne bağlı olsaydılar, kâfirlerle işbirliği yapmak yerine küresel emperyalist küfre, şirke ve ifsada karşı tevhidde vahdet oluşturup birlikte mücadele edeceklerdi. Ama aksini yaptıkları için, hem bölgeyi kaosa ve çatışmaya sürüklediler, hem de Allah’ın azabını hak edecek bir sapmayı yaşadılar.
Artık yeni statüko dini “Ilımlı İslâm”a yönelmek için günden güne adeta kabuk değiştiren Suudîler, Riyad’da iskambil şampiyonası bile düzenlediler. Bir konferans merkezinde düzenlenen şampiyonada, 4 bin 112 kişi büyük ödül için yarıştı. Dereceye girenlere; birinciye 500 bin, ikinciye 250 bin, üçüncüye 150 bin, dördüncüye ise 100 bin Suudî Riyali verildi.Harameyn’in yer aldığı topraklarda düzenlenen iskambil turnuvası ibretlik bir uygulama olarak haramların mubahlaştırılmaya çalışıldığı iğrenç bir dönüşüme işaret ediyor. Ancak sonucunda haram yoldan para kazanmak da olan iskambil oyununa bu kadar çok sayıda Suudlunun katılması, statükoların insanları nasıl da kolayca dönüştürüp yeni din algısına adapte edebildiklerinin ibretlik bir örneğini oluşturuyor.
Suudî Arabistan zâlimleri, “hâdimu’l-harameyn” sıfatını tıpkı “mızrakların ucuna takılan Kur’an sayfaları” misali Müslüman halkları aldatıcı bir hile olarak kullandıkları gibi, daha yoz bir içeriğe sahip olacağı anlaşılan yeni statüko dininin meşruiyet kazanması için bazı ahmak Ka’be imamlarını da araç olarak kullanmaktan çekinmiyorlar. Nitekim Suudî Arabistan’da ilk kez Ka’be imamı olarak tayin olunan siyah tenli imam Âdil el Kelbani de bahsedilen İskambil Şampiyonasına katılıyor. Kelbani’nin oyun masasında elinde kâğıtlarla fotoğraflarının sosyal medyada paylaşılması, “turnuvanın meşrulaştırılma” çabası şeklinde yorumlanıyor.
Yeni statüko dinine meşruiyet kazandırmak için Suud alimlerinin kullanılmasına dair başka örnekler de var. Mesela Suudî Arabistan Müftüsü ve Ulema Heyeti Başkanı Abdülaziz Al-i Şeyh de, “İsrail’e karşı savaşmanın caiz olmadığını, Hamas’ın terör örgütü olduğunu ve Hizbullah’a[15] karşı İsrail ordusuyla iş birliği yapılabileceğini” ifade edebilmiştir. Bir diğer örnek olarak da, Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi İşleri Genel Başkanı ve Ka’be İmamı Şeyh Dr. Abdurrahman es-Sudeysi skandal bir açıklama yaparak, ‘Bugün Suudî Arabistan ve ABD dünyanın iki kutbu. Allah’a hamdolsun dünyayı birlikte yönetiyorlar’ ifadelerini kullanarak akîdevi bir sapmaya sürüklenebilmiştir. Suudî Arabistan ve ABD’nin dünyanın güvenliğinin ve istikrarın merkezi olmasında öncülük ettiğini savunan Sudeysi, Suudî Arabistan Kralı Selman bin Abdulaziz ve ABD Başkanı Donald Trump’a dua etmeyi de ihmal etmedi. Sudeysi, Suudî Arabistan kralı ve ABD Başkanının insanlık için atacakları adımlarda başarılı olmalarını dilediğini ifade etti. Bu âlim kisveli zâlim, Amerika terör devletinin bölgemizde ve bütün dünyada on yıllardır sürdüre geldiği mazlum ve Müslüman halklara yönelik bütün katliamların sorumluluğunu da üstlenerek şirke girmeyi göze alacak derecede Suudî statükosunun kulu olmayı içselleştirmiş görünmektedir.
İşte statükonun sürmesi ve statükonun dininin meşruiyet kazanıp halkı “Allah ile aldatabilmesi” için “tevhid dini”ni bu kadar kolay feda edip şirki kucaklayabilen bu tür Sâmirî kimlikli “âlimler” maalesef her ülkede bol miktarda bulunabilmektedir.
İran’da Şiilik İddialı Yeni Statüko ve Bu Statükonun Dini
Şahlık yönetimini devirerek İslâmi yönetime geçtiğini ilan eden İran inkılâbı, şüphesiz ki, hevaya dayalı laik hukuku kaldırıp şer’î hukuku uygulamaya başlamasıyla İslâmî camiada son derece olumlu bir imaj kazanmış ve çoğu Müslüman tarafından desteklenip büyük umutlar bağlanmıştır. Ancak Müslümanlar nezdinde hayranlık uyandıran bu olumlu başlangıç, istikamet üzere geliştirilememiş, Allah’ın lûtfettiği bu büyük imkân heba edilmiştir. Şahlık statükosundan sonra İslâmi ölçülerin belirleyici olması gerekirken bu sefer de mezhebî ölçülerin ve ulusal çıkarın belirleyici olduğu yeni bir Şii-Farisî ulus devlet statükosuna sürüklenilmiştir. Yeni statükonun dini ise, Şii-Farisî kültür ve çıkarlarının belirleyici olduğu hak-bâtıl karışımı bir din olmuştur. İran’ın statüko dininin içinde Sünni tasavvufta olan hurafelerin hemen hemen tamamına hatta daha fazlasına rastlamak mümkündür. Ayrıca, zannî alandaki rivayetlere dayalı olarak ve Kur’an ayetlerinin bâtınî yorumlarıyla mezhep akîdesi oluşturularak mezhep dinleştirilmiştir.
Hâlbuki iman ilkeleri mutlak hakikate, yani vahye dayanmalı ve Kur’an’ın muhkem ayetleriyle belirlenmelidir. Yoruma açık ayetlere dayanan yorumlar ise, ictihadî, beşerî ve zannî doğrular olarak akaidde ümmeti bağlamaz ve delil olmaz. Yorumlara tüm Müslümanların katılması beklenmemeli, bu yorumlara uymadığı gerekçesiyle mü’minler tekfir edilmemelidir. Ancak tarihsel süreçte tersi yapılmış, Kur’an dışı ve Kur’an metnine aykırı bâtıni yorumlara dayalı birçok uyduruk çıkarımlarla mezhep akîdeleri oluşturulmuş, çoğunlukla da vahyin belirlediği dinin akîdesinden uzaklaşılmıştır. Böyle olunca da, mezheplerin birbirlerini tekfir etmeleri kolaylaşmıştır. Bütün mezheplerde tekfirci gruplar bulunmakla beraber, tekfirci anlayışın bir mezhebin neredeyse tamamını içine aldığı tek örnek Şîîliktir. Çünkü Şîîlikte mezhebin din yerine konması ve Allah’ın emriyle Rasûlullah tarafından oluşturulduğu iddia ve iftirasında bulunulması, bu mezhep taraftarlarının neredeyse tamamını Şîî olmayanları tekfir etme noktasına zorunlu olarak sürüklemiştir.
İşte Hablullah’a topluca sarılmaktan uzaklaşılıp üretilmiş mezhep iplerine tutunma sürecine girilince, yani vahiy belirleyici olmaktan çıkınca, heva ve zannın belirleyiciliğinde dünyevileşme ve hizipleşme yaşandı. Sahih gelenek muharref geleneğe dönüştürüldü, pek çok bid’at ve hurafe üretildi. Statükolar ve onları ayakta tutacak statüko dinleri bu süreçte oluştu. İşte böylece İsrailoğullarının yaşadığı ve öyle olmamamız için uyarıldığımız Yahudileşmeyi ümmet olarak biz de yaşadık. Bölge halkları; Allah’ın koruması altında olduğu için Kur’an’ı tahrif edemediler, ama anlamını ve din anlayışlarını tahrif ettiler. Ellerinde, korunmuş Kur’an olduğu halde Yahudileşmenin bütün unsurlarını fazlasıyla yaşadılar. Kur’an’ı ve onun öğrettiği dini parçalayıp hiziplere ayrıldılar ve her bir grup elindeki parçayı dinin bütünü sayıp onunla övündü. Birbirlerini mahkûm edip karalayan, kendi tercih ve yorumlarını din sayıp mutlaklaştıran düşman kamplara bölündüler. Böylece de, mü’min olmanın kaçınılmaz gereği olan birbirlerine karşı merhameti ve sevgiyi de yitirdiler.
Hepimiz şunu bilmeliyiz ki, mezhepler din değildir. Akîde alanında mezhep olmaz. Allah katında din tektir ve o tevhid dinidir, adı da İslâm’dır. Tevhid dininin akîdesi de tektir. Bu ortak akîdeye teslimiyetimiz bizi kardeş yapmaktadır. Mü’minler ancak kardeştir. Bir daha altını çizerek ifade edelim ki, hepimiz topluca ‘Hablullah’a (Allah’ın ipi olan Kur’an’a) sarılarak kardeşleşmemiz gerekirken, her birimiz değişik ekol ve mezhepler adına tarihsel süreçte üretilmiş olan iplere, ulusalcı ve hurafeci statüko dinlerinin iplerine tutunduk ve bu farklı ipler bizi Hablullah’tan ve birbirimizden kopardı, uzaklaştırdı. Sonuçta sömürülmeye müsait hâle gelip askeri ya da kültürel sömürgelere dönüştürüldük.
İran’da Şahlık statükosunun devrilmesi sonrasında molalar öncülüğündeki yeni statükonun ve Şiî-Farisî sentezli statüko dininin oluşum sürecinde yaşananlar dikkat çekicidir. Humeyni’nin arkadaşı ve inkılâba da önemli katkısı olan Ahmed Müftizâde İslâm inkılâbı olacak ümidiyle Humeyni’nin yanında yer almış, Şah döneminde de bedel ödemiş, devrimin destekçilerinden ve Sünni öncülerinden olan bir âlimdi. Ancak umudu boşa çıkmış, İran’da gerçekleşen inkılâp, İslâm inkılâbı değil; Şîî inkılâbı hüviyetine büründürülmüştü. Müftizâde hakkında ve İran devrimiyle ilişkisine dair şu bilgi önemlidir:
“Humeynî’nin devrimini Sünnîler de destekliyorlar; ümmete zulüm söz konusu olduğunda mezheb farkını gözetmiyor, ümmet bilinci ile hareket ediyorlar. O tarihte Sünnîlerin lideri Ahmed Müftîzâde isimli bir âlim. Humeynî Necef’te iken onunla irtibata geçen Müftîzâde’ye devrim başarılı olduğu takdirde adalet ve eşitlik esasına dayalı bir İslâm devleti sözü veriyor, devrim başarılı olup İran’a geldiğinde onu karşılayanların önünde Müftizâde var, Humeynî’den sonra ikinci konuşmayı da o yapıyor, konuşmasında halkı İslâm devletinin kurulmasına ve mezhepçiliğin terk edilmesine çağırıyor. İşte o konuşmadan itibaren yol arkadaşlarına zulüm ve baskı artarak devam ediyor, Sünnîlere verilen sözler unutuluyor. İran İslâm Cumhuriyeti’nin anayasası hazırlanırken 13. Madde ‘İran’ın resmi mezhebi İslâm ve isnâ-aşerî şîîliğidir’[16] şeklinde düzenleniyor. Müftizâde buna itiraz ediyor, ‘ümmeti bölmeyelim, mezhepçilik yapmayalım, İslâm diyelim…’ diyor ama sözüne kulak asan olmuyor.
“Humeynî’nin Kum’daki evinde Müftîzade ile aralarında geçen şu konuşmayı orada bulunan Sünnî âlim Abdurrahim Bülûşî nakletmiştir: Müftizâde: ‘Humeynî, sen bana bir İslâm Cumhuriyeti sözü verdin; fakat Safevî bir Şîî cumhuriyet getirdin. İnancım sana silah çekmeye manidir, lakin siyaset meydanında sana karşı savaşacağım.’ diyor. -(Humeynî muhatabını tehdit ederek) ‘O zaman, başkaları gibi sen de dağlara çıkarsın!’ cevabını veriyor. Müftizâde ise, -(Desteğinden pişman olmuş ve aldatılmış olarak) ‘Hayır, ben şehirde kalacağım!’ diyor. Daha sonra, ‘Ümmeti içine alan, eşitlik ve adalet temelli bir İslâm Cumhuriyeti için mücadele eden Müftîzade hücre hapsine konuyor, bütün insanî hak ve muameleden mahrum yıllarca zindanda yattıktan sonra öleceği anlaşılan hastalığı sebebiyle serbest bırakılıyor ve vefat ediyor. İran Humeynî sonrasında mezhepçilik ve ırkçılık yolunu daha bir taassupla takip ediyor.”[17]
İşte Şiilerin en iyilerinden ve en ümmetçi sayılanlarından olan Humeyni döneminde bile böylesine mezhepçi bir yaklaşım olunca, sonraki süreçlerde iyice zıvanadan çıkılmış, başlangıçta az da olsa varmış gibi görünen ümmetçi tutum tamamen yok olmuş ve sonuçta Farisî-Şîî ulusalcılığı devletin politikalarında temel belirleyici hâle gelmiştir. Başlangıçta devrimin öncü Sünni şahsiyeti olan Ahmed Müftizâde’ye yapılan mezhepçi zulüm, daha sonraki süreçte tüm Suriye halkına yönelik Baasçı Esed kâfirinin katliamlarına destek olmaya ve hatta IŞİD’in Şîîler içindeki mukabili pozisyonundaki Haşdi Şâbi benzeri Şîî milisler eliyle bu katliamların bizzat yapılmasına kadar vardırılmıştır.
Eğer Humeyni, Allah’ın emri olan tevhid ve adaletle hükmetmeyi esas alıp Müftizâde’nin sözünü de dinleyerek mezhepler üstü bir perspektifle tevhidî bütünlüğü ikame edecek bir İslam devleti kuruluşunun önünü açsaydı, Müslüman halklar için çok güzel bir örneklik ve bütün müslümanlarca dikkate alınacak güzel bir model ortaya çıkarılmış olacaktı. Ancak maalesef bu güzel örneklik oluşamadı ve İran daha sonraki süreçte statüko dininin bütün sapmalarını yaşayarak bugünkü konuma sürüklendi. İran İslam devleti olmayı başaramadı, çünkü Şiiler başta Humeyni olmak üzere mezheplerini din kabul ediyorlardı. Humeyni bütün ümmete seslenmesi gereken vasiyetinde bile bu konuda şu ifadeleri kullanabilmiştir: “Keza, kurucusunun, Allah Tealâ’nın emriyle Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem)olduğu ve bütün bağlardan kurtulmuş olan Emir’el Mü’minin Ali b. Ebu Tâlib’in insanlığı tüm kölelik ve zincirlerden kurtarmakla görevlendirildiği bir mezhebe mensup olmakla iftihar duyarız.”
Bakınız bu kadar küçük bir metinde bile birçok hurafe ardı ardına sıralanıyor ve Şîîlik için, Allah’ın emriyle Rasûlullah tarafından kurulduğu gibi en büyük hurafe bizzat Humeyni tarafından ifade edildikten sonra, tıpkı Rasûlullah gibi bir beşer olan Hz. Ali için, “bütün bağlardan kurtulmuş”nitelemesiyle bir başka hurafeyi daha zikrediyor. Daha sonra da “İnsanlığı tüm kölelik ve zincirlerden kurtarmak” için inzal edilmiş tek din olan İslam’ın yerine de “mezhebini” koyarak, bu “mezhebe mensup olmakla iftihar duyarız.” diyebiliyor.
“Kur’an’dan sonra maddi ve mânevi hayatın en büyük düsturu olan ve insanlığı kurtuluşa götürecek en yüce kitap sayılan, mânevi ve devlet yönetimiyle ilgili emirleri en büyük kurtuluş yolu bulunan Nehcu’l Belağa[18] kitabının bizim mâsum imamımıza aid oluşuyla övünürüz. Ebu Talib oğlu Ali’den, kadir Allah’ın kudretiyle hayatta bulunan ve her şeye nezaret eden insanlığın kurtarıcısı, zamanın sahibi Hz. Mehdi’ye[19]– hepsine binlerce selam ve tahiyyât olsun – varıncaya kadar tüm mâsum imamların[20]bizim imamlarımız olmasıyla iftihar ederiz.”[21]
Hz. Ali’ye ait olduğu beyan edilen bir kitabı, Rasûlullah’ın (s) sünnetinin ve hadislerinin önüne geçiren bir yaklaşımla, “Kur’an’dan sonra maddi ve mânevi hayatın en büyük düsturu olan ve insanlığı kurtuluşa götürecek en yüce kitap sayılan, mânevi ve devlet yönetimiyle ilgili emirleri en büyük kurtuluş yolu bulunan Nehcu’l Belağa” diyerek en büyük hurafeyi üretiyorlar. Ardından “masum imam” hurafesi zikrediliyor. Henüz 5 yaşındayken kaybolduğu ve “gaybete çekilmiş/gizlenmiş” olduğu iddia edilen İmam Mehdi’nin; “her şeye nezaret eden insanlığın kurtarıcısı, zamanın sahibi” olarak ilahlaştırılması, ne vahye, ne akla, mantığa, ilme ve ne de Rasûlullah’ın (s) sünnetine uygundur. Birkaç satırda bu kadar çok hurafeyi sıralayıp sonra da bu hurafelerle “iftihar ediyoruz” demek anlaşılır gibi değildir. Bu nasıl bir akîde, nasıl bir akıl, nasıl bir Allah’a ve Kur’an’a teslimiyet ve nasıl bir ruh hâlidir? Gerçekten anlamak çok zordur.[22]
Düşünün ki, Şia’nın en ümmetçi olan imamı bile, daha devrimin ilk yıllarında yukarıda zikredilen mezhepçi ve hurafeci anlayışlarla zaaflı bir konumda bulunmaktadır. Başlangıç bile böyle olunca bugün gelinen noktanın kaçınılmaz bir sonuç olduğu anlaşılıyor ve giderek daha büyük sapmalar ortaya çıkmış bulunuyor. Mezheplerini din olarak nitelendirdikleri için, Şiilerin kendi mezheplerinden olmayanları topyekûn tekfir edip mü’min saymamaları da kaçınılmaz bir sonuç olmuştur. Mü’min saymayınca da, diğerlerine her türlü ayrımcılık ve ayırımcı politikalar kolaylıkla uygulanabilmiştir.
Bu sebeple ülke içinde de, Sünnilere yönelik mezhepçi ayrımcılık başından beri söz konusudur ve maalesef hâlen sürmektedir. İran’ın Sistan ve Belucistan eyaletine bağlı Zahidan kenti Cuma İmamı Sünni din adamı Abdulhamid İsmailzehi, ülkedeki bazı Sünni din adamlarına uygulanan seyahat yasağını eleştiriyor. İsmailzehi’nin Katar’a yapacağı ziyaretine güvenlik yetkilileri izin vermemişti. İsmailzehi gibi diğer bazı Sünni liderlerin Tahran dışında ülkenin diğer eyaletlerine yapmak istediği ziyaretlerin de yetkililer tarafından engellendiği belirtiliyor. İsmailzehi, “Ülke içinde özgürce seyahat etmek vatandaşlık hakkıdır. Kimsenin başka bir eyalete seyahat etmek isteyen bir vatandaşı engelleme hakkı yok. Anayasa, hiçbir kuruma bu hakkı vermemiştir.” diye açıklama yapmış bulunuyor. Bütün bunlar, Şii statükosunun nasıl zâlimleştiğini, mezheb ayrımı yaparak nasıl zulümlere imza attığını ortaya koyan adaletsiz uygulamaların diğer bazı göstergelerini teşkil ediyor.[23]
İran Araştırmaları Merkezi (İRAM) Başkan Yardımcısı Dr. Hakkı Uygur’un, Anadolu Ajansı için kaleme aldığı yazıda da tespit edildiği üzere, zamanla devrimin nereden nerelere sürüklendiğine, nasıl bir “Fars ulusalcılığının ve Safeviciliğin giderek temel belirleyici hâline geldiğine dair çok üzücü bir sonuçla karşılaşıyoruz: “İran’da gittikçe… Fars milliyetçiliği eğilimi, bir ulus kimliğinin inşası ve tahkiminin ötesinde Tahran’ın dış politika yönelimlerinin ufkunu belirleyen başlıca bir unsur haline de gelmiş durumda… Humeyni’nin İrancılığı ve milliyetçiliği yeren, buna mukabil İslamcılığı ve ümmetçiliği ön plana çıkaran sözlerine rastlamak oldukça güçleşmiştir. Tersine Safevicilik tartışmaları büyük bir yaygınlık kazanmış ve Yeni Safeviciliğin teorisyeni olarak görülebilecek Cevad Tabatabai ve benzeri isimlerin devlet kontrolündeki basında görünürlükleri ve etkinlikleri ciddi biçimde artmıştır. Ahmedinejad gibi devrimin ilk yıllarındaki ideallere dönmekten bahseden muhafazakâr isimler bile siyasi kampanyalarını dini mekânları değil Perspolisi ziyaret ederek başlatmakta ve bu şekilde meşruiyet kesbetmeye çalışmaktadır.”[24]
Safevi, Farisî ve Şiî sentezi bir ulus devlete dönüştürülen İran’ın, yıllar boyu diğer Müslüman coğrafyalarına ilgisi bile daha çok oralara Şiiliği yaymak ve oralardaki Müslümanları İran yanlısı kılıp İran menfaatlerine ve İran statükosunun emperyal hedeflerine hizmet istikametinde kullanmak amacını güdüyordu. Bu bağlamda, geçmişte Bosna savaşı sırasında ve Filistin direnişiyle ilişkilerde verilen destekte hep bu amaç öne çıkıyordu. Bugün ise, Irak, Suriye, Yemen ve Lübnan’da Şii hâkimiyeti kurmak ve mezhebçi İran’ın mollalar statükosunun bölgesel hegemonyasını sağlamak amacıyla sürekli müdahalelerde bulunulmakta, mezhep eksenli gerginlik ve çatışmalar çıkarılmaktadır.
Tabii ki, bütün bu ülkelerde de karşısında en az kendisi kadar zalim ve katil diğer bir güç olarak Suudi Arabistan ve destekçisi Amerika yer almaktadır. Bu iki bölgesel güç, kendi statükolarının bölgesel hegemonyası ve arkalarındaki emperyalistlerin çıkarları ve projeleri adına bölgeyi kan gölüne çevirmekten çekinmemektedirler. Bu kaos ve çatışmalar ortamında olan mazlum bölge halklarına olmakta, bölgede yüz binlerce masum insan katledilmiş, şehirler yakılıp yıkılmış bulunmaktadır. BAE-Suud-Amerika ittifakının yol açtığı ve İran’ın Husiler üzerinden rol aldığı çatışmalar sonucunda sadece Yemen’de 8 milyon kişinin açlığın pençesinde olduğu, on binlercesinin salgın hastalıkların pençesinde ölümü beklediği bildiriliyor. Suud-BAE ve Amerika katliam çetesinin bölgedeki saldırganlıklarını ve katliamlarını İran’ın bölgedeki yayılma stratejisi, mezhep eksenli hegemonya savaşı kolaylaştırmakta ve teşvik etmektedir.
İşte İran ulus devlet statükosu bu tür mezhepçi ve ulusalcı yanlış politikalar üretmektedir. Çünkü İran’daki yeni sistemde, Allah’ın hükmünü esas alan ehil Müslümanların şûrası yönetim görevinde değildir ve adaletle hükmedilmemektedir. Kurulan yeni statükonun egemenleri Şii taassubuyla hareket eden ve bu yüzden de adaletle hükmetmeyen mollalar olmuştur. İslâm inkılabı adı altında yapılan devrim sonrasında İran’da, vahyin belirlediği sahih İslâm yerine, mezhepçi, ulusalcı ve hurafeci statüko dini egemen kılınmıştır. Yeni statükoyu oluşturan mollalar ile emirlerindeki devrim muhafızlarından oluşan oligarşi, ülkenin iktidarını ve halkın kaynaklarını diledikleri gibi ve adalet ölçülerini dikkate almadan kullanmaktadırlar. Fiiliyatta iki ordulu bir ülke olan İran’da ülkenin muhafazasından sorumlu Milli Ordu’nun yanı sıra bir de Devrim Muhafızları bulunuyor. 79 devriminin ilk zamanlarında Ayetullah Humeyni’nin emriyle İran Silahlı Kuvvetleri’nin altında adeta bir ‘alt ordu’ olarak oluşturulmuş, içerisinde kara, hava, deniz kuvvetleri barındıran Devrim Muhafızları; İran Anayasasına göre yürütme gücünü Cumhurbaşkanlığı ve Bakanlar Kurulu ile birlikte paylaşır. Kurum her ne kadar Silahlı Kuvvetler altında oluşturulsa ve Genelkurmay’a bağlı gibi görünse de hem Mili Ordu’nun hem de Devrim Muhafızları’nın komutanları dini lider tarafından atanır ve sadece ona karşı sorumludur. Muhafızların bilinen diğer özellikleri ise İran ekonomisindeki ağırlıklarıdır… Tıpkı Türkiye statükosunda OYAK Holding’in yıllardır siyaset üzerinde vesayet oluşturan TSK’nın yan kuruluşu olarak ekonomide önemli bir role sahip olması, istedikleri ihaleyi haksız rekabet şartlarında kolayca almaları, ya da Mısır ordusunun, Mısır ekonomisinin neredeyse %60’nı direkt ya da dolaylı biçimde kontrolü altında tutması gibi, İran’da da Devrim Muhafızları Ordusu hem iktidarın paylaşımında hem de ekonomi içinde böyle bir ağırlığa sahip bulunmaktadır. Zaten statükoları ayakta tutan bir dayanak da bu silahlı güçlerin egemen oligarşinin bir parçasını teşkil ediyor olmasıdır.
Yarı devlet sektörü, bugün İran ekonomisinin en büyük bileşeni konumundadır. Ekonomik rollerine dair çok çeşitli tahminler yapılan Devrim Muhafızları’nın kontrol ettiği şirketler ağı da bu sektördeki önemli oyunculardan biridir. “Muhammed Hatemi’nin cumhurbaşkanı olduğu 1997-2005 döneminde ise, Devrim Muhafızları’nın ekonomik büyümesine bir sınır konmak istendiği görüldü. Zira bu yıllarda Devrim Muhafızları’yla bağlantılı şirketler kamu projelerini gözdağı vererek almaya başladılar. Mahmud Ahmedî Nejad geldiğinde 2005’ten 2013’e kadar süren dönemde Devrim Muhafızları’na bağlı şirketlerin önü tüm sektörlerde açıldı. Öyle ki “Hatem el-Enbiya” holdinginin (OYAK’ın oradaki karşılığı) yöneticisi Rüstem Kasımi petrol bakanı oldu. Bu yapı, bankacılık, sigorta, ticaret, gıda ve telekomünikasyon gibi sektörlerden futbol kulüpleri ve otellere kadar her alanda yer almaktadır. Devrim Muhafızları’yla, ayrıca Devrim Muhafızları komutanlarının sahipliği ve yönetiminde bir vakıf olan BTS ile bağlantılı şirketler yakından incelendiğinde bunların da bugün ekonominin her kolunda var olduğu görülmektedir.[25]
Son olaylardan sonra çoğunluğunu eski Besic yetkilileri ve öğrenci gruplarının oluşturduğu 300 kişi İran Devrim Rehberi Ayetullah Ali Hamaney’e bir mektup yazdı. Mektupta ülkenin geleceği konusundaki endişelerini dile getirdiler ve İran halkının “ülkenin şu anki durumundan memnun olmadığını ve mevcut durumu savunamadıklarını” dile getirdiler. İmzacılar, “Geçtiğimiz 40 yıllık süreçte ülkenin geleceğine ilişkin halkın kaygısı ve halk ile yöneticiler arasındaki kopukluk en üst seviyeye ulaştı. Mevcut siyasi yapı ve mevcut mekanizmalarla devrim ideallerini gerçekleştirme ihtimalinden şüphe duyduklarını söyleyen grup ‘İslâm Cumhuriyeti’ gelecek nesiller için başarısız bir tecrübeye dönüştü!” şeklinde tespitte bulundular.[26]
İran’daki durum hakkında şu tespitler de yapılmakta: Güvenlik kurumlarının görevleri ülkenin güvenliğini korumak değil; sanki bazı yöneticilerin ve güç gruplarının güçlerini korumaktır. Özellikle Devrim Muhafızları’nın ülkede son birkaç yıl içerisinde bütçeleri ve imkânları muazzam bir şekilde arttı ve yaygınlaştı. Siyaset, medya ve ekonomi alanlarındaki faaliyetleri devlet işlerinde karışıklığa ve aynı zamanda baskı ve kısıtlamalara dönüştü.[27] İran halkı giderek daha çok fakirleşirken, egemen oligarşi kaynakları adaletle kullanmamaktadır. Statükonun emperyal amaçları ve Şii-Farısî yayılmacılığı için Irak, Suriye ve Yemen’deki katliamları sürdürmek üzere sarf edilen kaynaklarla ülke daha büyük sıkıntılara sürüklenmiş bulunmaktadır. İranlı Öğrenciler Haber Ajansı ILNA’nın haberine göre, İran Meclisi’nde konuşan Sistan-Beluçistan eyaleti milletvekillerinin başkanı Muhammed Naim Eminiferd, “Sistan-Beluçistan, Hürmüzgan, Buşehr ve Güney Horasan eyaletlerinde yaşayan halkın, fakirliğe bağlı olarak açlık sorunuyla karşı karşıya olduğunu” açıklamıştır. Sistan-Beluçistan eyaletinin yüzde 75’inin açlık sorunuyla karşı karşıya olduğunu, köylerinde de temiz içme suyu ve ekmek sıkıntısı yaşandığını ifade etmiştir. İran’da halk, devlet yöneticilerini Suriye, Yemen ve Irak gibi ülkelere askeri müdahalelerde bulunarak ülkenin maddi varlığını heba etmekle suçlamaktadır.[28]
Ancak bütün bu adaletsizliklere rağmen, ezilen ve sömürülen halklar Şii-Farisî sentezi statüko diniyle oyalanıp statükonun yanında tutulmaktadır. Böylesine şirke/zulme bulaşan, adaletsizlikler üreten ve Sünni tasavvufta var olan hurafeleri fazlasıyla barındıran bu statüko dinini fıtratın kabul etmesi mümkün değildi. Fıtratın en kolay kabul edebileceği din vahye dayalı “tevhid dini” olup Rabbimiz vahiyle fıtratın arasının kesilmemesini emretmiştir. (Bakara: 2/27, Rad: 13/25). Statüko dinleri ise fıtratların kabul etmesi zor olan şirk unsurlarını ve hurafeleri barındırmaktadır. Ancak İran’ın statükosu tarafından eğitim, öğretimde, kültürde, medyada egemen kılınan Farısî-Şii sentezli hurafelerle dolu bu din İslâm olarak takdim edildiği için yeni nesiller, hurafeci ve adaletsiz statüko dinini İslâm zannederek İslâm’dan uzaklaşmaya başladılar. Bu sebeple yeni nesillerin, yaygın biçimde sekülerizme, deizme kaydığı ve hatta ateizme kadar sürüklenenler olduğu haber veriliyor.
Sonuç olarak ifade etmek isterim ki, tarih boyunca yaşanan bütün örneklerde görüldüğü gibi, bir önceki bölümde Emevilerden Osmanlıya yaşanan pratikte ve bu bölümde de Suudi Arabistan ve İran özelinde ortaya konulduğu üzere her statüko, öncelikle egemenliği altına alıp işgal ettiği zihinleri ve kuşattığı şahsiyetleri etkileyip dönüştürür. Daha sonra da onların amel, davranış ve ahlaklarının yozlaşmasına sebep olur. Eğer tevhidi ve adaleti temsil etmesi gereken Müslümanlar, Müslüman “âlimler, aydınlar, entelektüeller” itiraz edip direnmezlerse, tevhidi, adaleti ve Hakkı zalim sultana karşı haykırmak yerine susarak dolaylı biçimde ya da doğrudan destek verme zilletine sürüklenirlerse, egemen statüko ve hak-bâtıl karışımı din anlayışı, önce Müslüman âlim, aydın ve kanaat önderlerini cemaatleri ile birlikte, sonra da bütün toplumu kuşatarak yozlaştırır ve zamanla çürütür.
Müslüman toplumlar, ilâhi iradeyi yok sayıp ümmetin iktidarını gasp etmiş egemen oligarşiler ya da sahipler üreterek siyaseti ve toplumu yozlaştırıp çürüten statükolardan ve onları ayakta tutan tevhid dinine aykırı statüko dinlerinin kuşatmasından kurtulmadıkça bu zilletten çıkamaz. Önce zihinsel ve imanî olarak sonra da sosyal ve siyasi planda tevhid dinine teslim olup bütün hayat alanlarında vahyi hâkim kılmadıkça içine sürüklenilen bu zulüm ve zillet bitmeyecektir. Tevhidin dışlandığı ve Allah’ın Kur’an’da belirlediği dinin önemsenmediği, öğrenilip uygulanmadığı ortamların ürünü olan “statüko dini”nin panzehiri ancak ve sadece Allah’a ait hâlis din olan “tevhid dini”dir ve dini Allah’a has kılmaktır. Dini Allah’a hâlis kılmayıp tevhidî bütünlüğü korumayarak dinde ihlâsı kaybedenleri, şeytan, kötülükleri ve sapmaları süsleyip güzel göstermek suretiyle kolayca saptırmakta (Hicr: 15/39, 40; Sad: 38/82,83) ve statüko dinini hak din zannıyla desteklemeye yöneltmektedir. Sonuçta da bu savrulan kesimler, statüko dininin dindarları hâline dönüşüp saptıkları halde kendilerinin doğru yolda (Hak dinde) olduklarını zannetmektedirler. (A’raf: 7/30; Zuhruf: 43/37).
NOT: Bundan sonraki bölümde “Türkiye Ulus Devletinde Eski ve Yeni Statükoların Dini ve Müslümanlar” konusunu ele almaya çalışacağız inşaAllah.
DİPNOTLAR:
[1] Atasoy Müftüoğlu, Kısmi-sembolik bağlılıklar ve temsiller, Yeni Şafak Gazetesi, 30 Nisan 2018.
[2] Mehmet Ali Büyükkara, Vehhâbîlik, TDV İslam Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/vehhabilik.
[3] Mehmet Ali Büyükkara, Suudi Siyasetinde Dini Otoritenin Rolü, Anadolu Ajansı.
[4]Mehmet Ali Büyükkara ile Star gazetesinden Fadime Özkan röportajı, Suudî derin devleti ılımlıya izin vermez, http://www.star.com.tr/yazar/buyukkara-Suudî-derin-devleti-ilimliya-izin-vermez-yazi-1272032/
[5] Mehmet Ali Büyükkara, a.g.r.
[6] Mehmet Ali Büyükkara, https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/suudi-arabistan-ilimli-islama-donebilir-mi/949295
[7] http://www.dunyabulteni.net/kibris/421827/bahreynden-israile-destek
[8] Mehmet Ali Büyükkara’nın AA’da yer verilen “Suudi Arabistan ‘Ilımlı İslam’a Dönebilir mi?”başlıklı analizi. https://www.timeturk.com/bahreyn-in-israil-e-verdigi-destege-dayanamadi-ingiliz-danismandan-gazze-istifasi/haber-899311
[9] http://hizbut-tahrir.info/tr/index.php/sorucevap/sorular-ve-cevaplar/10786.html
[10] Zekeriya Kurşun, Yeni Şafak, 02 Nisan 2018. https://www.yenisafak.com/yazarlar/zekeriyakursun/suudi-arabistan-Vehhâbîlikten-vaz-mi-geciyor-2045089
[11]Özcan Hıdır, “Ilımlı İslâm” Mefhumu, Altınoluk Dergisi, Sayı : 382, Aralık 2017.
[12]Mehmet Ali Büyükkara ile Star gazetesinden Fadime Özkan röportajı.
[13] Sputnik, https://tr.sputniknews.com/ortadogu/201708231029848524-suudi-krali-selman-100milyon-dolar-tatil/
[14] Özcan Hıdır, a.g.m.
[15] Aslında artık Hizb-i İran ya da Hizb-i Esed demek lazım.
[16]İşte bu mezhepçi anayasaya göre Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Sünniler aday bile olamıyorlar. Son 2017 seçimleri sürecinde de Sünnilere yapılan seçimlere katılamama ayrıcalığı bir Sünni âlim tarafından gündeme getirildi. İran’ın önde gelen Sünni âlimlerinden Abdulhamid İsmailzehi, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Sünnilerin aday olmalarını engelleyen anayasa maddesinin değiştirilmesini istedi. İsmailzehi’ye ait internet sitesinin haberine göre, çoğunluğunu Sünnilerin oluşturduğu Sistan-Beluçistan eyaletine bağlı Saravan kentinde konuşan İsmailzehi,“Anayasa maddeleri ilahi emirler değildir. Allah’ın kulları tarafından yapılmıştır. Bu maddede de tekrar gözden geçirilmesi gereken yerler var. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Sünnilerin aday olmasını engelleyen kanun değiştirilmelidir” dedi. İsmailzehi, “İran’daki kavimler, mezhepler ve farklı görüşler kanuni yönden eşit olmalıdır. Yetki dağılımı açısından da uygun olan yapılmalı, ayrımcılık uygulanmamalıdır.”(http://www.timeturk.com/iran-daki-cumhurbaskanligi-secimlerine-sunnilerin-aday-olamamasina-elestiri/haber-596659)
[17]Mehmet Pamak, İzzeti Yanlış Yerde Aramak, Ma’ruf Yayınları, 2017, sh. 546-548. (Hayrettin Karaman ,İran’ın Mezhepçiliği ve Irkçılığı,Yeni Şafak Gazetesi, 23 Nisan 2017)
[18]İşte size başka hurafeler: İran Kültür Evi.com’da yer alan açıklama: Şîî Alimleri Nehcu’l Belağa’yı “Kur’an’ın kardeşi” olarak vasıflandırırlar. Bu kitap hakkında şöyle derler: “Kur’an-ı Kerim ve Hz. Resul-i Ekrem’in (s) mübarek kelamları dışında, bu kitaptakinden daha fasih ve belagatli bir söz söylenmiş veya ibraz edilmiş değildir.”.
[19] Mehdi hakkında Şia inancı ve beyanları şudur: “Hasan Askeri’nin oğlu Hz. Mehdi –accelellahu fereceh/Allah zuhurunu yakın eylesin- Şia’nın 12. imamıdır. İmamet dönemi, henüz beş yaşındayken başladı. Allah Tealâ’nın takdiri ve yaşadığı çağın icabı gereği Hz. Mehdi -af- gaybete çekilmiş -gizlenmiş-tir.”.
[20]İran Kültür Evi.com’dan alıntı: “İslâmî nasslara göre İslâm imamları, mukaddes ve mâsum önderler, Hz. Resul-ü Ekrem’den -saa- sonra 12 kişi olup mübarek isimleri sırayla şunlardır: 1 – Ali bin Ebu Talib: İmam Ali, 2- Hasan b. Ali: İmam Hasan, 3- Hüseyin b. Ali: İmam Hüseyin, 4- Ali b. Hüseyin: İmam Seccad, 5- Muhammed b. Ali: İmam Muhammed Bakır, 6- Ca’fer b. Muhammed: İmam Cafer Sadık , 7- Musa b. Ca’fer: İmam Musa Kazım, 8- Ali b. Musa: İmam Rıza, 9- Muhammed b. Ali: İmam Muhammed Takiyy, 10- Ali b. Muhammed: İmam Ali Nakiy, 11 – Hasan b. Ali: İmam Hasan Askeri, 12 – Hüccet b. Hasan: İmam Mehdi.”
[21]İran Kültür Evi.com, http://www.islamkutuphanesi.com/turkcekitap/online/iran_tarihi/www.irankulturevi.com/turkce/tarih/vasiyat.html – http://islamivahdet.com/imam-humeyninin-siyasi-ilahi-vasiyetnamesi/
[22] Bu konuda daha geniş açıklamalar, İzzeti yanlış Yerde Aramak Kitabımızda yer almaktadır.