Yazıyı dinlemek için tıklayın |
Ey Mü’min Kardeşlerimiz!
Gelin Hâlimizi Sorgulayıp Tevbe Edelim
Ey mü’min kardeşlerimiz! Haydi hep birlikte kendimizi ve geçmiş yıllarımızı sorgulayalım; iman ettikten sonra, imanın yeterli olmadığını ve ölüme kadar Kur’an ve sünnetten İslam’ı öğrenmek, yaşamak ve yaymak için sürekli bir çaba içinde olmamız gerektiğine dair büyük bir sorumluluğumuz olduğunu, çoğumuz neden unuttuk? Kendimizi sorgulayalım, Allah yolunda nasıl bir cehd ve gayret içinde olduk? O’nu razı etmek için hangi salih amelleri yaptık? Kendimizi hesaba çekelim ve daha fazla geç kalmadan harekete geçelim. Neleri, nerede yanlış yaptık? Günahlarımız ve hatalarımız için, Kur’an’da belirtilen şartlarda istiğfarda bulunduk mu, tevbe ettik mi? Kısacık dünya hayatımızı sonsuz ahiret yurdumuz için iyi değerlendirebildik mi? Dünyamızı, ahiretimizin tarlası olarak iyi ve bereketli biçimde ekip biçebildik mi? Ahirette önümüze çıkacak amellerimizi dünyadayken gözden geçirip, günahlardan tevbe ederek ve salih amelleri çoğaltarak orada yüzümüzü güldürecek iyilikler, güzellikler biriktirebildik mi?
Özellikle tevhide davet ve İslami eğitim konusunda sorumluluklarımızı yeterince yerine getirebildik mi? Belli aralıklarla bir araya gelip Kur’an okuma, siyer ve hadis öğrenme çabalarımızı, bu ders mekânlarının dışına çıkarabildik mi? Bu tür toplanmaları rutinleştirip dostlarla buluşma yeri olma konumuna mı indirgedik? Yoksa Allah için dinimizi öğrenme ve öğrendiklerimizi yaşayarak başka insanlar da kurtulsun diye çırpınma gayreti içine mi girdik? Kur’an’ın yönlendirmesiyle Rasûlullah’ın davet yolunda ilk pratiği olan “en yakınlara, akrabalara daveti götürmek” (Şuara, 26/214) konusunda sorumluluklarımızı yeterince ve güzel örneğimize uyumlu biçimde yerine getirebildik mi? İçimizden kaç kişi, Rasûlün (s) davet yolundaki bu ilk pratiğini gerçekleştirip akrabalarını toplayıp ikramda bulunarak, onlara tevhidî mesajı ulaştırmak için özel çaba harcadı?
Anne-babalar olarak, çocuklarımızın İslami eğitimi için aynı safta durup, kendimizi, ailemizi ve çocuklarımızı “ateşten korumaya” (Tahrim, 66/6) dair tedbirleri birlikte alabildik mi? Yoksa birimiz bu çabayı gösterirken diğerimiz duygusallıkla çocukları sahiplenme adına engel olup onların dünyevileşmesine mi sebep oldu?
Evlatlar olarak, Kur’an’da bildirilen anne-babalarımıza karşı sorumluluklarımızı yerine getirebildik mi? Onların kadrini bilebildik ve rızasını kazanabildik mi? Allah (c), kendisine şükredilmesini emrettiği âyette “anne-babanıza da şükredin” (Lukman, 31/14) ifadesini kullandığı ve başka birçok ayette “anne-babaya öf bile dememeyi” (İsra, 17/23), “sizi şirke zorlasalar bile bu konu hariç onlara meşru konularda itaat etmeyi” (Lukman, 31/15, Ankebut, 29/8) ve her şartta “anne-babaya iyilikle davranmayı, ihsanda bulunmayı” (Nisa, 4/36; İsra, 17/23; Ahkâf, 46/15) emrettiği hâlde, evlatlar olarak Allah’ın bu emirlerine uyabildik mi?
Ey mü’min kardeşlerim! Bunalım içindeki insanlığın, zulümatın karanlığından vahyin aydınlığına çıkması için gerekli olan cehd ve gayreti gösterdik mi? Hak mesajın yaygınlaşması bağlamında, kendimizin ve insanlığın kurtuluşu için hangi çabaları gösterdik, hangi fedakârlıklarda bulunduk? İnsanlığa karşı şahid kılınma sorumluluğumuzun gereği olarak neler yaptık? Vahyin şahidliği konusundaki sorumluluklarımızı, hakkıyla yerine getirebildik mi? Vahye şahidliğiyle, âdil, emin olmasıyla ve güven veren ahlakıyla insanlığa model olan kuşatıcı bir yapıyı, ümmeti yeniden inşa edecek Kur’an neslini/kurucu kadroyu neden oluşturamadık? Bâtılı temsil edenlerin bâtıl ideolojilerinin seküler kavramlarını, sosyalizm, liberalizm ve demokrasi gibi seküler modellerini ödünç alarak ya da onlara sığınıp eklemlenerek, onların Hak yola yönelmelerine vesile olunamayacağı gerçeğini neden anlayamadık?
Emperyalist Batılı ülkelerdeki milyonlarca mağdur ve mazlum insan, arayış içine girip “âdil bir dünya istiyoruz” diye haykırarak meydanları ateşe verdikleri halde, vahiyle buluşup bütünleşmedikleri için aradıkları “âdil dünyaya” ulaşamıyor. Tarih ise, bütüncül adaletin tek kaynağı olan İslam’ı alternatif olarak insanlığın önüne çıkmaya adeta zorluyorken, İslam’ı temsil edenlerin zaafları sebebiyle bu gerçekleşmiyorsa, bunun hesabı nasıl verilecektir? Davetçi mü’minler, temsil ve örneklik bakımından büyük zaaflara, Hak-bâtıl karışımı griliklere sürüklenince, arayış içindeki insanlık, yolunu nasıl bulacak? Hak yolu, hidayet yolu, Allah yolu olan tevhidî kurtuluş yolunu insanlığa göstermekle mükellef olanlar, neden bu sorumluluğu yerine getirme sürecinde birçok zaafa sürüklenip 30 yıllık birikimi heba ettiler?
Geleneksel ve modern cahiliyeden, geleneksel ve modern bid’at ve hurafelerden tam anlamıyla bir ayrışma yaşanmadan, bunları bütünüyle reddedip tam anlamıyla berî olmadan tevhidî bir duruşun sürdürülemeyeceği ve istikametin korunamayacağı gerçeğini, neden giderek gündemimizden çıkarıp eklektik/sentezci anlayışlara savrulduk? Neden ilkeli, istikrarlı ve süreklilik arz eden biçimde istikamet üzere ayakları sabit bir örneklik oluşturamadık? Kur’anî davet, eğitim ve şahidlikle ümmeti yeniden inşa yolunda ve insanlığa model olacak çapta daha güçlü ve daha kuşatıcı birliktelikler oluşturmak sorumluluğumuzu neden nefsânî sebeplere kurban eden savrulmalar yaşadık?
Ey mü’min kardeşlerim! Kendimizi hesaba çekelim. Acaba dinimizi, davamız edinebildik mi? İslami davet, eğitim ve şahidlik yolunda fedakâr, adanmış dava adamları olabildik mi? Bilgilendik ama acaba bu bilginin ahlakını kuşanmayı başarabildik mi? Yoksa en büyük zaafı Kur’an ve Rasûlün ahlakını kuşanmak konusunda mı yaşamaktayız? Söylediği ya da yazdığı Hakk’ı öncelikle kendisi yaşayan tutarlı ve ahlaklı mü’minler olmayı başarabildik mi? Tevhidî davamızı, bütün hayat alanlarında doğru ve güzel temsil edip toplum içinde, İslam’ı öncelikle hâl ile tebliğ eden âdil, güvenilir ve ahlaklı şahsiyetler olarak temâyüz edebildik mi? Karar ve uygulamalarımızda, söylem ve eylemlerimizde, davamızı mı, yoksa nefislerimizi mi ön planda tuttuk?
Mü’min kardeşlerimizin Allah rızası için yaptıkları ilmî ve ahlakî uyarılara karşı neden büyük nefsanî tepkiler verir hale geldik? İslamî sorumluluğumuz gereği yapmamız gereken nasihatler ve tavsiyeler karşısında teşekkür edip varsa halimizi ıslah çabası göstermek, eleştirilen o hal bizde yok da yanlış anlaşılmışsak o zaman da bu yanlış anlamayı düzeltme gayreti göstermek yerine, neden nefsânî davranıp hemen küserek birbirimizden uzaklaşmayı tercih eden “bedevi” bir kültüre sürüklendik? Ferdi planda mü’minin mü’mine üç günden fazla küsmesi caiz olmadığı, üstelik bu sebeple cemaate küsmek ve Rabbimiz “biz” olmayı, birlikte olmayı emrederken cemaati terk etmek ise açık bir haram olduğu halde, nasıl oluyor da nefsânî sebeplerle mü’minin mü’mine küsmesi yıllar sürebiliyor ve hatta bu ayrılma tamamen kopuşlara ve cemaatten ayrılmalara kadar gidebiliyor? Bunun sebebi nedir, yoksa sorun imanda mıdır? Ölmeden önce, hâlimizi sorgulayıp ıslah etmemiz gerekmiyor mu?
Şûra/istişare etmek Allah’ın açık emri olduğu halde neden bazılarımız ferdi kararlarıyla cemaat adına hareket eder ve diğer kardeşlerini şahsi kararlarının emr-i vakileriyle baş başa bırakır ve uyarılara rağmen kardeşleriyle istişare etmeye yanaşmaz? Birçok hatalar yapanlarımız, kardeşleri uyardıklarında neden asla hata yaptığını kabul etmez ve düzeltme çabası göstermez? Bu yüzden, birçok birliktelikler parçalanmalara sürüklendiği halde, neden bu yanlışları yapan kardeşlerimiz, yıllar geçse de İslamî ahlakın en temel gereği olarak bu hatalı hallerini sorgulayıp ıslah etme çabasını ve kardeşlerinden helallik isteyip tekrar kucaklaşma erdemliliğini göstermez? Neler oldu bize, neden bu hallere sürüklendik?
Müslümanların parmakla sayılacak kadar az olan birkaçı dışında, neden hep ilkesizlik, kadir bilmezlik ve ahde vefasızlık söz konusudur? Neden, âdil şahidlik, eminlik ve ahde vefa, genelde Müslümanların lafını edip pratikte ise terk ettikleri hasletler durumuna geldi? Rabbimiz bizi ıslah etsin, ne oldu bize? Küfre, şirke ve ifsada karşı tevhid ve ıslah mücadelemizde, bizzat Müslümanların nefsanîyet konusunda, ilkesel eksende, birbirine ve çevreye güven veren eminlik ve Kur’an ahlakını temsil bağlamında içine düştükleri zaaflardan kaynaklanan engeller olmasaydı, Allah’ın rahmeti üzerimize yağar ve bugün çok daha iyi bir konumda olurduk. Öyle değil mi? Lütfen hepimiz halimizi sorgulayıp ölüm gelmeden önce Rabbimizi razı edecek biçimde ıslah çabası gösterelim.
Rabbimiz hepimize, ölene kadar tevhidî istikametimizi korumayı, ilkelerimize sadakat göstererek ve Kur’an ahlakını kuşanarak sorumluluklarımızı yerine getirmek suretiyle Müslim olarak yaşayıp Müslim olarak can vermeyi nasip etsin inşaAllah.