Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Makale / Ölümün Yol Açtığı Duygusallıkla Feda Edilen İlkeler

Ölümün Yol Açtığı Duygusallıkla Feda Edilen İlkeler

Müslümanlar, duygularını kabartacak her süreçte kolayca savruluveriyorlar. Duyguların ve heyecanların belirleyici olduğu, aklın ve vahyin denetiminden çıktığı anlar, savrulma riskinin, ölçüsüz ve ilkesiz davranmanın zirveye çıktığı anlardır. Böyle anlara örnek olarak, Tayyip Erdoğan’ın DAVOS’taki çıkışının akabinde yaşanan ilkesizlikleri, ya da Filistin İslami direnişinin en zor şartlara rağmen koruduğu ölçü ve ilkelerin, sözüm ona Gazze’ye yardım adına nasıl feda ediliverdiğini, seçim sürecinde medyatik propagandaların da tahrikiyle yapılan duygusal ve ölçüsüz tartışmaları gösterebiliriz. Bir de, toplumda tanınmış kimi erdemli insanların ölümü sonrasında yaşanan ölçüsüz ve ilkesiz tutumları zikredebiliriz ki, yazımızda bu konu üzerinde durmaya çalışacağız.
Ölüm Vahyi Ölçüleri Unutmaya Değil Hatırlamaya Vesile Olmalıdır

Bir kardeşimizin yakını vefat ettiğinde, ölenin İslami kimliği hakkında bilgimiz yoksa ve o mü’min kardeşimiz de bu konuda bizi uyarmamışsa, hüsnü zan edip “Allah rahmet eylesin” demekte bir mahsur olmaz. Ancak söylem ve eylemleriyle şirk içinde olduğu açık olan tanınmış kişilerin ölümü halinde, bu kişilerin zahiren bilinen kimliğine uygun davranmak, mağfiret ve rahmet duası yapmamak gerekir. Ama maalesef böyle olmamakta, bu tür kişiler için de çok rahatlıkla ve ilkesizce “mağfiret ve rahmet duası” yapılarak, bu kişilerin hak-batıl karışımı eylem ve söylemlerine meşruiyet kazandırıcı ölçüsüz tutumlar sergilenebilmektedir. Mesela Hürriyet Gazetesi yazarlarından olup, Müslümanların haklarını savunmada da çifte standartsız erdemli tavırlar koyabilen Y.G. vefat ettiğinde, bir Müslüman yazar, onun için rahmet dileyerek, “rahmetli kardeşimiz şimdi Resulullah (s) ile görüşüp bizim halimizi ona arz edecek” diyebilmiştir. Yine İslam’a tamamen aykırı seküler bir hayatı yaşayan müzik sanatçısı B.M. vefat ettiğinde, sırf diğer meslektaşlarına göre daha erdemli ve halka yakın durduğu ve Anadolu kültürünü müziğine yansıttığı için birçok Zaman, Yeni Şafak ve Vakit yazarları onun için rahmet ve mağfiret dileyip, örnek ve model insan olarak niteleyebilmişlerdi. Hatta bir cemaat önderi, ailesine taziye için gittiği B.M.’nun evinden çıkarken medyaya yaptığı açıklamada kendisi için “cennetmekân” diyebilmişti. Bunlardan daha da ölçüsüz olan bir başka örnek de “Milli Görüş” liderlerince ortaya konulmuştu. Milli görüşçüler, sağlığında Kur’an’la savaşmış, Kur’an’ın hayata yansıtılmasına ve bu bağlamda başörtüsüne karşı mücadele etmiş bir eski Başbakanın ölümü üzerine evine gidip rahmet ve mağfiret dilemişler ve bununla da yetinmeyip yanlarında getirdikleri “okuyucu”lara Kur’an okutmaya kalkışmışlardı ve ailesinden de tepki almışlardı.
Bu tür ölümlere ve bunların ardından Müslümanlar camiasından sadır olan ilkesizliklere daha pek çok örnek verilebilir. Yapılan şudur: toplumda şöhret olmuş kişiler öldüğünde, Allah’ın mağfireti, rahmeti ve cenneti bol keseden kolayca kendilerine tahsis edilivermektedir. Bunda bir sakınca da görülmemekte, basit bir insani ilişkinin en doğal gereği gibi algılanmaktadır. Bu tür örneklerin kimisi İslam’a dost bile olmayanların ölümüyle ilgili olabildiği gibi, kimisi de daha belirgin bir biçimde bireysel ibadetlerini yerine getiren, İslam’a dost yaklaşımlar içinde olan şahsiyetlerin ölümüyle ilgili olabilmektedir. Tabii ki, ikinci kategoriye girenlerde bu tür savrulmalar, ölçüsüzlükler çok daha fazla ve kolay yaşanmaktadır. Halbuki şirkin azı çoğu olmaz, şirk az ya da çok olsun sonuçta şirktir. Bir kişi, Kur’an’ın büyük kısmını hayatında yaşasa, ama akıdevi boyutu da olan az bir kısmını ise hayatından dışlasa, ya da akıdevi ilkelere aykırı söylem ve eylemlere süreklilik arz eden bir biçimde sahip olsa, o kişi yine de şirk içindedir. Ancak, şirk koşmanın akıbetinin cehennem azabı olması sebebiyle olsa gerek, sempati duyduğumuz ve hayatlarında kimi İslami unsurlara da yer veren erdemli şahsiyetlerin ölümleri sonrasındaki duygusallıkla bu akıbeti kendilerine yakıştıramayıp, sanki onları kayırmaya ve kurtarmaya gücümüz yetermiş gibi, cennete gitmeleri için mağfiret duası yapmaya yöneliyoruz. Kendimizce mâkul cevaplar da buluyoruz ve “bir ateistle, bir İslam düşmanı Ergenekoncu darbeciyle, halka yakın, namazını kılan, başörtüsü yasağına ve darbecilere karşı çıkan bu insan nasıl olur da aynı hüsran akıbetiyle karşılaşır” gibi ilkesiz ve ölçüsüz düşüncelere kapılıyoruz. Halbuki Allah, hem ateizmi/mutlak küfrü, hem de şirki affetmeyeceğini ve ebedi azaba düçar olacaklarını beyan ediyor. “Nasıl olur da, hem Allah’ın diniyle ve Resulullah (s) ile amansızca savaşan Ebu Cehil ve Ebu Leheb, hem de Allah Resulünü ve ashabını korumak için canını tehlikeye atmaktan çekinmeyen erdemli ve iyi insan Ebu Tâlip aynı akıbete, hüsrana düçar olurlar” diyebilir miyiz? Kimse Allah’tan daha merhametli olduğunu iddia edemez. Allah mutlak anlamda âdildir. Tabii ki, Kur’an’ın bildirdiğine göre cehennemin ve azabın da dereceleri, kademeleri vardır. İslam’a düşman olmayan, İslam’la ve Müslümanlarla savaşmayan, hatta dost olup Müslümanları korumaya çalışan ama buna rağmen, hangi oranda olursa olsun, şirk koşmaya da devam eden insanlarla, inatçı mutlak küfrü ve İslam’la savaşmayı tercih edenler arasında mutlaka bir fark olacaktır. Herkese kazandıklarının karşılığı tam olarak verilecek ve hiç kimseye zulmedilmeyecektir.1
Mesela yine arkasından ağıtlar yakılan, mağfiret ve rahmet dualarıyla ahrete uğurlanan bir eski Anayasa Mahkemesi üyesi M.Ç. bir vesileyle görüştüğümüzde bana, “Mehmet bey, ben de Kur’an’a inanıyorum, namaz kılıyorum, ayrıca Özal’ın Başörtüsüne özgürlük yasası mahkemede görüşülürken başörtüsü yasağına karşı oy da kullandım. Ama siz Kur’an’ın tümünün bu çağda uygulanmasını istiyorsunuz. Bunu nasıl söylersiniz, 20. yüzyılda bu olabilecek şey mi?” demişti. Bu kişi, Allah’a iman eden, ama imanına zulüm (şirk) bulaştıran ve şirk sisteminin hükmetme makamında bulunup Allah’ın hükmü yerine laik hukukla, şirk hükümleriyle hükmeden ve Kur’an’ın bir kısmının bugün geçerli olamayacağını söyleyen bir insandı. Ancak bu yönüyle bilinmesine rağmen, ölümünü müteakip pek çok Müslüman ona mağfiret duası yapmıştı. Tabii ki, kalpleri Rabbimizden başkası bilemez, biz ise sadece zahirdeki eylem ve söylemlerine bakarak karar vermek ve bu zahiri tespite göre davranmakla mükellefiz. Zahiren görüp tespit ettiğimiz eylem ve söylemleri şirki ortaya koyuyorsa, biz buna göre davranışlarımızı ve ilişkilerimizi ayarlamakla mükellefiz. Rabbimiz mü’min kullarından, kitabın bütününe iman edip, bütününü hayata hâkim kılma mücadelesi vermelerini istemektedir. Kur’an’ın bir kısmını uygulayıp, bir kısmını da inisiyatif ve iradeleriyle uygulama dışı bırakıp, yerine başka anlayış, ideoloji, model ve sistemleri ikame edenlere “… yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?..”2 diye sormaktadır? Kur’an’a evrenselliğini ve bütünlüğünü bozmadan iman etmeyenlerin, bütününü hayata hakim kılmak gerektiğine inanıp gereğince amel etme çabası göstermeyenlerin “Kitaba iman” ettikleri söylenemez.
Allah’a ve Kur’an’a iman ettiğini söyleyip, namaz ve oruç gibi bireysel ibadetlerini de yerine getirdiği halde, bazı tercihleriyle, söylem ve eylemleriyle, Allah’ın belirlediği hudutları aşarak3, dosdoğru yoldan uzaklaşıp başka yollara uyarak4 ve tevhidi istikameti korumayarak aşırı giden5, imanına zulüm (şirk) bulaştırıp6, zalimlere ve tağuti ideolojilerine meyleden7, Allah ve Resulü bir meselede hüküm verdiği halde ona uymayıp başka tercihler peşinde koşan8 insanlar da şirk içindedirler. Çünkü tevhidi bir iman ve hayat, burada zikredilen ayetlerin gereklerini yerine getirerek, hudutları aşmayarak, sıratı müstakımde kalınarak, başka yollara uymayarak, Allah ve Resulünden gelen hükümlere teslim olunarak ve hayatın bütün alanlarına boşluk bırakmadan Allah’ın hükümlerini hakim kılmaya inanıp gereğince amel edilerek inşa edilebilir, korunabilir. Ancak maalesef, Rabbimizin de beyan ettiği gibi, çoğu insanlar şirk koşmadan iman etmemektedirler.9 İman konusunda beyaz – siyah renkler dışında renk yoktur. Tevhid beyazken, siyah olan küfrün koyu ve gri tonları vardır. Ateist, pozitivist ve savaşçı İslam düşmanları küfrün koyu rengini, Müslüman olduğunu söyleyip, kimi bireysel ibadetleri de yerine getirip, Müslümanlara dost konumda bulunan, ama aynı zamanda laik ulus devleti, şeyhi, hevayı, milliyetçilik ideolojisini de benimseyip ilahlaştıranlar da küfrün gri tonlarını, yani şirk inancını, hem Hakt’an hem de batıldan karıştırılmış sentezci bir anlayışı temsil etmektedirler. Kur’an’da, iman ve küfürden oluşan bu iki alan hep ikili bir biçimde, İslam-Cahiliye, Tevhid-Şirk, Hak-Batıl, Nur-Zulümat, Takva-Fücur, Maruf-Münker, Hizbullah-Hizbuşşeytan, Evliyaullah-Evliyauşşeytan vb kavramlarla ifade edilir. Akıdevi bakımdan arada gibi görünenler, “Nur” gibi tekil kavramlarla ifade edilen tevhid çerçevesinde değil, “zulümat” (karanlıklar) gibi çoğul kavramlarla ifade edilen küfür alanında, karanlığın gri tonları olarak cahiliye yelpazesi içinde yer almaktadırlar. Yani bu ikilinin ortasında bir yol yoktur. Bu sebeple, bu tür hak-batıl karışımı iman ve amellere sahip insanlar, şirke ait eylem ve söylemlerine rağmen, sırf hayatlarında kimi İslami ameller de var olduğu için mü’minlik vasfı kazanamazlar.
Şirk içinde olanların ölümleri sonrasında, ibret olan ölümün etkisiyle bu tür vahyi ölçü ve ilkeleri daha fazla hatırlayıp kendimize çeki düzen vermeye ve diğer insanları da bu vesileyle uyarmaya çalışacağımıza, tam tersi olmakta, ölenin konumunun, çevresinin, ölümün yol açtığı duygusallığın ve medyanın duyguları tahrik edici yayınlarının tesiriyle, bütün vahyi ölçüleri görmezden gelen, ölene ve çevresine meşruiyet kazandıran ilkesizliklere kolayca kayıveriyoruz. Bu son derece yanlış ve veballi konumumuzu Allah için vahyin ölçüleriyle sorgulamalı ve bir an önce düzeltmeliyiz. Bu tür ikazları yaptığımız için, kimileri bizi insafsızlık ve merhametsizlikle suçlayabilmektedir. Halbuki gerçek insafsızlık ve merhametsizlik, ahretine zarar veren eylem ve söylemlerine şahit olunan kişiyi ya da izleyicilerinin, (idare-i maslahatçı bir zihniyetle, dünyevi ilişkiler bozulmasın, muhataplar kızmasın ya da herkes bizden memnun olup itibar etsin vb anlayışlarla ya da Allah’tan daha merhametli olma heveskarlığıyla uyarıda bulunmak yerine) hallerini meşrulaştırıcı tutum, destek ya da suskunlukla rahatlatarak, yanlışta ısrar etmelerine yol açmaktır. İnsaflı ve merhametli tutum ise, Allah için uyarma görevini yerine getirdiğinde kendisine kızılmasını göze alarak, yanlıştan, şirkten kurtulup arınmalarına sebep olacak davet ve uyarılarla bu kişileri muhatap kılmaktır. Allah’ın dininin ölçülerini, şahsi tercihlerle zorlaştırmak, Allah’ın maksat ve muradını aşarak sertleştirmek de, Müslüman olduğunu söyleyen ve kimi ibadetlerini yerine getiren, ama batıla da iman eden herkesi mü’min sayarak, şirk koşanlar da dâhil herkesi iman dairesi içine sokarak Allah’ın dininin ölçülerini tahrif edici katkılarda bulunmak da büyük vebaldir, zulümdür.
Kur’an’da, Şirk İçinde Olanlara Rahmet ve Mağfiret Duası Yasaklanmıştır
Allah Kur’an’da, “Akrabâ bile olsalar, cehennem halkı oldukları belli olduktan sonra (Allah’a) şirk koşanlar için mağfiret dilemek; ne peygamberin, ne de inananların yapacağı bir iş değildir (onlara yakışmaz)”10 ikazında bulunmuştur. Taberi bu ayetin nüzul sebebiyle ilgili çeşitli rivayetler zikretmiştir. Bir rivayete gö­re Hz. Peygamber, atalarının dininde ısrar eden ölüm döşeğindeki amcasına mağfiret di­leyeceğini vaadetmiş ve ona mağfiret dilemek istemiş, Allah onu bundan nehyetmiştir. Bir başka rivayete göre ise, bir Mekke yolculuğu esnasında annesinin kabrini ziyaret etmiş ve ona mağfiret dilemek istemiş, Allah da onu bundan nehyetmiştir. Bir rivayete göre de asha­bından bazıları kendisine “Ey Allah’ın Peygamberi, muhakkak ki bizim babalarımızdan komşuluğu güzel olan, akrabalığa önem veren, esirleri kurtaran ve zimmetlerine vefa gösterenleri vardır. Onlar için mağfiret dilemeyelim mi” diye sormuşlardır. Hz. Peygamber, “Evet, Allah’a yemin olsun ki, ben de İbrahim’in babası için mağfi­ret dilediği gibi babama mağfiret diliyorum” buyurdu. Bunun üzerine Allah Tevbe Suresi 113. ayeti indirdi. Başka bir rivayete göre; bir kişi, başka birinin müşrik olan anne ve babası için mağfiret dilediğini duymuş ve “kişi, şirk içinde olan ebeveyni için mağfiret dile­yebilir mi?” diye sorunca o kişi “İbrahim, babası için mağfiret dilemedi mi?” diye cevap verdi. O adam Hz. Peygamber’e gelip ona bu durumu bildirince bu ayet nazil oldu.11 Kur’an’ın başka ayetlerinde, İbrahim (as)’ın müşrik babası için bağışlanma (mağfiret) duası yapma vadinde bulunmasına12 ve hatta bağışlanma dilemesine13 rağmen, İbrahim’in (as)’ın bu tutumunun örnek alınmaması gerektiği14 ve nitekim onun da babasının durumu açıklığa kavuşunca mağfiret duası yapmaktan vazgeçtiği bildirilmiştir.15
Mevdudi’ye göre, “… müşrikler için mağfiret duasında bulunmak… Peygambere ve mü’minlere yakışmaz…” ibaresi iki sebebe dayanır. Birincisi, böyle dua, “biz onları seviyoruz ve onlara yakınlık duyuyoruz.” İkincisi ise, “onların şirk suçlarının bağışlanabilir olduğunu düşünüyoruz” anlamına geleceği için yasaklanmıştır. Çünkü Allah Kur’an’da açıkça şirk koşanlara mağfiret etmeyeceğini beyan etmiştir.16 Tevhidi imana sadakati olduğu halde, günahkâr olan bir kimse için böyle şeyler istemekte, dilekte bulunmakta bir beis yoktur. Fakat belli konularda da olsa isyankâr olduğu, şirke düştüğü açıkça belli olan ve bu tutumunu gizleme ihtiyacını duymayan kimseye sevgi beslemek, ona karşı sempati duymak ve kendi sadakatimizi şüpheye düşürecek bir yaklaşımla bu kimsenin durumunun affedilebilir bir husus olduğunu düşünmek bir kere prensip olarak temelden yanlıştır. Diğer taraftan, yakın akrabalarımızdan dahi olsa, “şirk içinde olan” kimselerin affedilmeleri için duada bulunursak, bu tip şirk suçlarının meşrulaşmasına yol açmış ve işlenmesini de teşvik etmiş oluruz.17
Kişiler hayattayken nasıl inanmış ve yaşamışlarsa, ölümden sonraki gerçek hayatta da ona uygun bir akıbetle karşılaşacaklardır. Kişinin sağlığındaki tercihleri dışında hiç kimsenin bu sonuca etki etmesi mümkün değildir. Ancak, sağlığında herkesçe bilinen şirke ait eylem ve söylemlerle, tevhide aykırı iman ve amellerle tanınanların ardından, yine tevhidi kesimin bilinen şahsiyetleri ve kurumlarınca rahmet, mağfiret ve cennet duası yapılması, onların böyle bir mükâfatla karşılaşmasını temin edemese de, öncelikle bu duayı yapanların Allah’ın koyduğu ölçülere aykırı davranması sebebiyle günaha girmelerine, sonra da geride kalanların ve bu açıklamayı duyan tüm insanların zihinlerindeki din algısının tahrifine sebep olmaktadır. Henüz doğru din anlayışına, tevhidi bilince ulaşamamış olanların ve ölen zatın yandaşlarının, bulundukları batıl konumun, bu tür duaları yapan Müslümanların şehadetiyle meşru ve cennete müstahak tevhidi bir hal olduğu kanaatine ulaşarak, kolay kolay tevhidle buluşamayacakları biçimde hak-batıl karışımı konumlarda kalıcılaşmalarına sebep olmak gibi büyük bir vebale girmeye yol açmaktadır. Bu açıklamayı duyan insanlardan, vahyin ölçülerini, furkanı içselleştirmemiş olanların kafaları karışmakta, “bu yazar, siyasetçi ya da sanatçı bile, ardından mağfiret ve cennet duası yapılan bir mü’minse, benim halim daha iyi” anlayışına sürüklenerek, yaşaya geldiği birçok yanlışını devam ettirmede rahatlayacak, kendisini sorgulayıp değiştirme, ıslah etme gereği duymayacaktır.
Fıtri erdemlerini koruyan, dürüst, yürekli, insani şahsiyeti güçlü, halkımıza saygılı ve hayırlı olan kişilerin ölümü, hele trajik bir biçimde gerçekleştiğinde, şüphesiz ki hepimizi üzer, üzmüştür de. “Keşke biraz daha yaşasaydı da, bu erdemli duruşunu ve insani şahsiyetini tevhidle, vahiyle bütünleştirerek daha iyi bir noktaya götürebilseydi, yanlış bir yerde oyaladığı arkasından giden binlerce insanın da sahih din anlayışıyla buluşmasına vesile olabilseydi ve Rabbini razı edecek tevhidi bir iman ve amelle Rabbine dönebilseydi” diyerek üzülebiliriz. Bizler, sağken fıtraten temiz ve erdemli olan insanların hidayete ulaşmaları ve Allah’ın rızasını kazanarak cenneti hak edecekleri bir iman ve hayat tarzına kavuşmaları için dua ve yardım ederiz. Bizler merhamet temsilcileri ve cennet davetçileri olmak durumundayız. Allah’ın cenneti geniştir, isteriz ki herkse cennete gitsin. Bu anlamda bizler herkesin cennete gitmesi için çırpınışı temsil etmeliyiz. Ancak bilmeliyiz ki, cennete gidişin yolu Kur’an’a sarılmaktan tevhidi bir iman ve salih amellerle hayatın bütününü ibadet kılmaktan geçmektedir. Bu sebeple hiçbir maslahatla ve hesapla eğip bükmeden, tahrif etmeden, kamufle etmeden, örtmeden, ketmetmeden bu vahyi ölçüleri, ilkeleri merhametle bütün insanlara ulaştırma çabası içinde olmalıyız. Ama artık yapılacak bir şeyin kalmadığı bir ölüm gerçekleştikten sonra, yapılacak şey, o kişinin hak-batıl karışımı bütün hayatına meşruiyet kazandırmamaya da özen göstererek, en fazla erdemli, dürüst insani tutumlarına dikkat çekerek, ailesine ve sevenlerine, rahmet ve mağfiret duası içermeyen nötr bir başsağlığı dilemekle yetinmektir. Bu tür konumlarda bulunanlara, ilkesizce mağfiret duası yaparak cennet dağıtanlar, şirke dair söylem ve eylemlerinden dolayı hiç değilse geride kalanları uyarmayanlar ise, bu insanlara en büyük zulmü yaparak hüsrana doğru gitmelerine katkıda bulunuyorlar demektir.
Tagutlardan ve Taguti İdeolojilerden Uzak Durmak Tevhidi İmanın En Temel Gereğidir
Allah Kur’an’da, tek tek Peygamberleri sayarak, onların kavimlerine, “Allah’tan başka ilah yoktur, o halde sadece O’na kulluk edin”18 diyerek tevhide çağırdıklarını beyan etmektedir. Peygamberler, insanları, Allah’ın varlığına inanmaya değil, zaten inandıkları ve bazı alanlarda da kendisine ibadet etmekte oldukları Allah’a eş koşmaktan arınmaya, Allah’ı Uluhiyette, Rububiyette ve isim, sıfat ve fiillerinde birlemeye, tevhid etmeye çağırmışlardır. Allah’ın kullarını “tagutlardan içtinap edip (kaçınıp), yalnız Allah’a itaat ve kulluk yapmaya”19“tagutları (tağuti düşünce, model ve ideolojileri) reddedip sadece Allah’a iman etmeye”20 çağırmışlardır. Müşrik Araplar da Allah’ı bütünüyle reddetmemekte, O’nu yaratan, öldüren, rızık veren, belalardan koruyan, evreni yöneten olarak kabul etmektedirler.21 Fakat O’nun, çeşitli alanlarda özellikle de hayatın düzeninde bu egemenliğini paylaştığı ortaklarının olduğu zannına kapılmışlardır
Tevhidi imanın gereği, Allah’a hakkıyla iman edip, O’na kulluğu hayatın bütün alanlarını kuşatacak şekilde hakkıyla yerine getirmektir. “İnsanlar içinde Allah’a, bir yar kenarındaymış gibi kulluk edenler vardır…”22 ayetinin muhatabı olmayacak şekilde, iman- salih amel bütünlüğü içinde hayatın bütün alanlarında sadece Allah’a ibadet, itaat ve secde halinde bulunmak gerekir. Vahyin belirlediği itikada göre, bir insan genel anlamda iman ettiğini ifade etse ve bazı bireysel ibadetleri de yerine getirse, hayatın rengini belirleyen toplumsal ilişkilerin temel ölçülerini ise, siyasi, ekonomik, hukuki ve ahlaki alanları düzenleyen ilkelerini hâkimiyetinde ortak tanımayan Allah’tan başka bir gücün değer yargılarına göre düzenlemeyi esas alıp, benimsese şirk koşmuş olur. Tevhidi kuşatıcılıktan ve bütünlükten yoksun soyut bir iman iddiası, böyle bir şahsın yaptığı bireysel ibadetleri ve sözde sâlih amelleri boşa çıkarıp anlamsızlaştırmaktadır. İman edenlerden, bazı konularda Allah’a ve Resulüne itaati terk edip23, mü’minlerin yolundan ayrılıp başka yollara24 uyanların ve başka fikirlere, onları benimseyerek ve ikrah olmadan tabi olanların, yani şirk koşanların amelleri boşa çıkmıştır.25
Allah’ı hakkıyla takdir etmek26, Kur’an’ı hakkıyla okumak27, takvayı hakkıyla kuşanmak28, Allah yolunda hakkıyla cihad etmek ve vahyin şahidliğini yapmak29, iman-amel bütünlüğü içinde Kur’an’la ahlaklanmak tevhidi imanın temel şartıdır. Tevhid akidesinden yoksun bir alan takdir etmek, Allah’ın dininden soyutlanmış bir alan oluşturmak neticede iki alan tasavvur etmeye götürür. Birinde Allah’ın hâkim olduğu, diğerinde hevanın, insanın ürettiklerinin hâkim olduğu iki alan ortaya çıkar ki, böyle bir tasavvur ve kanıksanan uygulama, Allah’ı hakkıyla takdir etmeme anlamına gelerek şirke yol açacaktır. İşte bu Kur’ani ve peygamberi mücadele ve tebliğ hattı, tevhid-şirk eksenli mücadele çizgisi terk edilerek, Allah’ın varlığına inanan şirke bulaşmış inanç sahipleri de – ki bunlar hep geniş kitleleri oluşturmuşlardır- Hak’ta kabul edilince, yani Hak-Batıl ayrım çizgisi ateizmin yanından çizilince, tevhid mücadelesi anlamını yitirmiş, Allah’ın varlığını ispat mücadelesi tevhid mücadelesi gibi algılanmıştır. Bu sebeple, uzun zamandan beri, özellikle geleneksel cemaatler tarafından iman Allah’ın varlığına inanmak olarak algılanıp, Allah’ın varlığını ispat etmeye yönelik çabalar öne çıkarılmış bulunmaktadır. Bu yanlış algılamadan hareketle, şirke bulaşmış geniş kitleleri Müslüman sayan anlayış, tevhidi daveti gündemleştirmek isteyenleri de hep, “sert”, “sivri”, “aşırı uç”, “marjinal” ve “tekfirci” gibi yaftalarla karalamak yoluna gitmiştir.
Sonuçta Allah’a inanan ve ben “Müslümanım” diyen herkesi Müslüman sayan yaygın anlayış, tevhidi bilince ulaşmanın önünü tıkayan en büyük engeli oluşturmuştur. Böylece tevhide aykırı tutumlar, hurafeci din anlayışları meşrulaştırılırken, tevhidi duruş, vahyin ilke ve ölçülerine davet ve emr-i bil maruf mahkûm edilmeye, radikalizm, aşırılık olarak yaftalanıp kınanmaya başlanmıştır. Tevhidi kimi öbekler de işte bu yaftalanmadan kurtulmak ve yanlış din anlayışına sahip geniş kitlenin tasvibini alabilmek, kitlelerden itibar görmek için, şirke bulaşmış bid’atçı, hurafeci anlayışlara prim veren, onları meşru sayan konumlara doğru sapmışlardır. Bugün de birçok yanlış inanış İslam adına ortaya konduğu halde kimse bunları eleştirmeye, yanlış din anlayışlarına doğru savrulanları uyarmaya teşebbüs etmiyor, emri bil maruf yapmıyor, yapanlar ise kınanıyor ve münker giderek yaygınlaşıyor. Tevhid ve şirkin, maruf ve münkerin herkese göre farklılığı iddiasıyla bu sorumluluğun yerine getirilmesi engellenmektedir. Halbuki, tevhid ve şirkin, maruf ve münkerin ne olduğunu Kur’an ve sahih sünnet belirlemekte, bize de bu ölçüleri birbirimize hatırlatıp, uyarmak görevi verilmiş bulunmaktadır. Üstelik bizim eleştirdiğimiz konular da, yorum alanına girmeyen, dinimizin sabiteleri alanına dâhil olan hususlardır. Sabitelerin varlığına inanmamız, değişime kapalı dogmatik tutum olarak nitelenip mahkûm edilince, rölativizm esas alınınca “emri bil maruf” da anlamını kaybetmektedir. Çünkü sabite yoksa, rölativizm (izafilik-görecelilik) esas alınarak, herkese farklı şeyler söyleyen postmodern bir Kur’an anlayışına savrulunmuşsa, o zaman kimsenin kimseye “emri bi’l maruf nehyi an’il münker” yapma imkânı kalmaz. Çünkü ortak bir Kur’an ve İslam anlayışı, ortak bir akıde, maruf ve münker tanımlaması yok edilmiş olur.

Allah’ın, “İmanına Şirk Bulaştıran”ları İmana Çağırması Ne Demektir?

Islahatçıların vahyin ölçüleriyle düzeltmeleri gereken sapmalar ve yanlış din anlayışları zamanla toplumu kuşattığı için, Rabbimiz Kur’an’ın birçok ayetinde; “iman eden kullarını” imanlarını gözden geçirmeye, imanlarına sadakat göstermeye, iman-amel bütünlüğü içinde yalnız kendisine ibadet edilen bir hayatı yaşamaya ve günahın, kötülüklerin kendilerini kuşatmasına fırsat vermemeye, “imanlarına zulüm (şirk) bulaştırmamaya”30, iman ettikten sonra inkâra dönmemeye, imanda sebat etmeye davet etmektedir:
“Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği kitaba iman ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam manasıyla sapıtmıştır. İman edip sonra inkâr edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkâr edenleri, sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak, ne de onları doğru yola iletecektir.”31
Bu uyarıyla, arkasından “mağfiret ve cennet duası” yapılan pek çok kişi de dâhil olmak üzere toplumun çoğunluğunu teşkil edenlere, yani iman ettiği halde imanına zulüm (şirk) bulaştıranlara şunlar söylenmek istenmektedir: Eğer gerçek mü’minler iseniz, hevaya değil iman ettiğiniz değerlere ve Kur’an’a tabi olun. Hayatınızı, iman ettiğinizi iddia ettiğiniz kitabın ölçülerine, Allah’ın hükümlerine, Peygamberin güzel örnekliğine uygun bir biçimde düzenleyin. Çünkü Allah’a, Peygamberlerine ve kitaplarına iman etmenin en temel ve bağlayıcı gereği budur. Eğer gerçek mü’minlerseniz, tıpkı Peygamberler gibi, vahyin şahitleri olun, imanınıza sadakatinizi, yaşantınızla ve onun uğrunda yapacağınız fedakârlıklarla ispat edin. İmanınız uğrunda tıpkı örneğiniz Peygamberler gibi bedel ödemeyi göze alın ve onu dünyanın süsleriyle değişmeyin. Dünyevi düşünce ve ideolojilerin etkisiyle ya da makamlar, mevkiler, liderlikler uğruna imanınıza şirk (zulüm) bulaştırmayın, muvahhidler olarak Allah’ın dininin yardımcıları olun ki, Allah da sırat-ı müstakımde ayaklarınızı sabit kılsın. Her şeye rağmen istikametinizi koruyun, emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun zikzak çizmeyin, zalimlere meyletmeyin. Tevhidi imanın istikametini koruma cehdi için iradenizi seferber edin ki, esen konjonktürel rüzgarlar sizi kolayca yamultamasın. Gerçek mü’minlerseniz eğer, dünyevileşmeye karşı direnin. Dünyanın süslerine ve hevaya kapılmayın. Korkular, çıkarlar, dünyevi hesaplar, ikbal, iktidar ve ihaleler, makam, mevki ve zenginleşmeler, çürütücü pragmatizm sizi imanınıza uygun yaşamaktan, vahye şahitlikten, şehitlikten alıkoyamasın. Eğer gerçek mü’minlerseniz, Allah’ın dininin tahrif edilmesine karşı durun, bid’at ve hurafelere meşruiyet kazandırmayın, yanlış din anlayışlarına müsamaha ile bakmayın, emri bil maruf nehyi anil münker sorumluluğunuzu ibadet bilinciyle lâyık-ı vechile yerine getirmekten uzak durmayın. Eğer gerçek mü’minlerseniz, yaşantı ve tercihlerinizle, iman ve küfür arasında gidip gelen yaşantı ve amellerden uzak durun. İman ettiğiniz Rabbinize, dosdoğru kulluk yapın, “bir yar kenarındaymış gibi ibadet yapmayın”.
Dipnotlar:
1- Bakara Suresi 2/ 281
2- Bakara Suresi 2/ 85
3- Nisa Suresi 4/14
4- En’am Suresi 6/ 153
5- Hud Suresi / 112
6- En’am Suresi 6/ 82 “İnanıp da imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar (giydirmeyenler) var ya, işte güven onlarındır ve onlar hidayete erenlerdir.”
7- Hud Suresi / 113
8- Ahzab Suresi / 36
9- Yusuf Suresi 12/ 106 “Onların çoğu, Allah’a şirk koşmadan iman etmezler.”
10- Tevbe Suresi 9/ 113
11- İzzet Derveze, et-tefsirü’l-hadis, Tevbe Suresi 113. ayetin tefsiri, ekin yayınları
12- Meryem Suresi / 47
13- Şuara Suresi 26/ 86
14- Mümtehine Suresi / 4
15- Tevbe Suresi 9/ 114
16- Nisa Suresi 4/ 48 “Gerçekten, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur.” 116. “Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlar ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.”
17- Mevdudi, Tefhim-ul Kur’an, Tevbe 113-114. ayetlerin tefsiri
18- Enbiya Suresi, / 25
19- Nahl Suresi / 36
20- Bakara Suresi 2/ 256
21- Mü’minun 23/ 84-89, Yunus Suresi 10/ 18, 31, Ankebut Suresi 29/ 61-65,
22- Hacc Suresi 22/11
23- Muhammed Suresi 65/ 33
24- Nisa 4/ 115, En’am Suresi 6/ 153
25- Zümer Suresi 39/ 65
26- En’am Suresi 6/91
27- Bakara Suresi 2/21
28- Âli İmran Suresi 3/ 102
29- Hacc Suresi 22/77-78
30- En’am Suresi 6/ 82
31- Nisa Suresi 4/136.

İlginizi çekebilir

Şehid Âlim Şeyh Said’e, Türkçü, Atatürkçü, Laik Zihniyetleri ve Kirli Dilleriyle ‘Hain’ Diyenler, İslâm’la Hükmedilmesine ve Ümmetçiliğe Karşı Çıkıp İslam Kardeşliğini Yok Ederek En Büyük Bölücülüğü Yapan Gerçek HAİNLER Değil midir?

Yazıklar olsun bu büyük zulüm ve adaletsizliği temsil edip ülkeye ve halklarına ABD, NATO ve İsrail ile kol kola bunca kötülüğü yaptıkları halde hâlâ utanmadan bu milleti sevdiklerini ve vatanın bölünmesine karşı olduklarını söyleyerek bu kadar ikiyüzlü davrananlara?