Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Makale / Müslümanların, Sistem İçi Değişime Yaklaşım Farklılıkları ve Yol Açtığı Zaaflar

Müslümanların, Sistem İçi Değişime Yaklaşım Farklılıkları ve Yol Açtığı Zaaflar

Türkiye’de sistem içi bir değişim süreci yaşanıyor. Kemalist oligarşik diktatörlükten, AB standartlarında görece özgürlükçü ve insan haklarına daha saygılı “demokratik” bir sisteme doğru, yerli liberaller ile Batı destekli AKP-Gülen koalisyonu öncülüğünde bir değişim gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Bu bağlamda, bir yandan Kürt, Alevi, Roman, Ermeni açılımları gerçekleştirilip, komşularla sıfır sorun çabaları çerçevesinde bölgede ve ülkede “barış”ı sağlamaya yönelik adımlar atılırken, bir yandan yaklaşık 8 yıl geçmesine rağmen henüz hiçbir somut gelişme sağlanamayan İslami kimliğe yönelik baskı ve yasaklarla ilgili olarak da olumlu niyetler izhar edilmiş ve gelecekte bu konuda da olumlu adımlar atılacağının sinyalleri verilmiş bulunuyor. İşte bu sistem içi değişimin temel sâikleri, arka planı ve yönlendiricileri ile İslam ve Müslümanlara yönelik dönüştürme amaçları ve değişime karşı takınılması gereken tutum gibi konularda ortaya çıkan değerlendirme farklılıkları, bir yandan kimi Müslümanları bu değişimin tarafı konumuna sürüklemekte, değişimin öncüsü görünen partiye ve politikalarına doğru savrulmalara, eklemlenmelere yol açmakta, diğer yandan da Müslümanlar arasındaki kardeşliğin zedelenmesine ve giderek kopuşlara yol açmaktadır. İşte bu sebeple konu hakkındaki düşüncelerimi, Allah izin verirse birkaç yazı halinde paylaşarak, halimizi sorgulayıp ıslah etmeye vesile olmak istiyorum

Kemalist Laik Sistem Tıkandı, Çürüdü ve Her Şeyi Çürüttü, Bu Sebeple, Yine Batı Desteğinde Restorasyon Sürecine Girdi

Aslında bu ülkede, “Cumhuriyet” kavramı hiç sınırlardan içeri girmedi, lügatlerden dışarı çıkmadı, halkın iradesi hiç belirleyici olmadı, saltanat sistemi despot oligarşi tarafından devralınıp daha zalim boyutuyla sürdürüldü. Ülke halkları hep baskı altında tutuldu, kültürü, kimliği, hak ve özgürlükleri yok edildi. Cahil sürüsü olarak nitelenen halkların görüşü hiç önemsenmedi. Üst seviye asker bürokratların öncülüğündeki oligarşi, ülkenin, devletin ve halkın efendisi ve sahibi konumuna oturtulup, halklar ise köle muamelesi gördü. Halk kitleleri sürekli oligarşinin arzularına, seküler tercihlerine ve Batılı yaşam tarzına göre terbiye edilip hizaya sokulmaya, jakoben despot politikalarla, medya, kültür ve eğitim kurumları kullanılarak dönüştürülmeye çalışıldı.

Yeni sistem, laik batıcı Kemalizmi, Türk ulusalcılığını, resmi ideolojiyi dinleştirip bütün topluma dayatınca; başlangıçta İslami kimlik, İslam hukuku/şeriatı, ümmet bilinci ve Müslüman halk ötekileştirilip, düşmanlaştırıldı. Tehdit ve tehlike algısında 1. sıraya oturtuldu. Daha sonra bu tercihin kaçınılmaz sonucu olarak, Türk ulusalcısı resmi ideoloji önünde engel görülen Kürt kimliği, Kürt anadili de ötekileştirilip, düşman ve tehdit algısının 2. sırasına yerleştirildi. Sistemin ömrü sürekli, bu iki kimlikten oluşturulan “iç düşman”a karşı savaşmakla ve bu savaş ortamında üretilen sorunlarla boğuşmakla geçti. Zaman içinde konjonktürel düşmanlar (Komünizm ve Alevilik gibi) icad edilse ve onlara da büyük acılar yaşatılsa da, bunların büyük bölümü daha sonra Kemalistleştirilerek dost kesimler haline dönüştürüldüler. İlk iki “iç düşman”a karşı teyakkuz hali ve çatışma hali ise süreklilik arz etti. Üst rütbeli kimi asker bürokratların liderliğindeki oligarşik despotizmin, resmi ideoloji dışındaki düşünce, inanç ve kimlikleri, özellikle de İslamı ve Kürt kimliğini ötekileştirip, şiddete dayalı inkârcı ve asimilasyoncu politikaları uygulamaya koyması sonucunda oluşan sorunlar, yeni pek çok sorunların da kaynağı haline geldi. Bu zulüm bataklığında, sorunlar çığ gibi yuvarlanarak toplumun üzerine çöktüler. Aynı kadroların çözümsüzlük dayatmalarıyla daha da büyüyerek ve sorunlar yumağı halini alarak, sürekli kriz ve bunalımlara kaynaklık ettiler.

Ulusalcı darbeciler, çeteler ve Ergenekon, hepsi emperyalistlerle işbirliği halinde, yerli halkların İslami ve etnik kimlik ve kültürlerine karşı emperyalistlerin kültürünü egemen kılmak için savaştılar. Emperyalistlerle (ABD-İsrail-Batı) stratejik müttefik olan bu Batıcı kadrolar, onların kültürünü şiddete dayalı politikalarla yerli halka zorla dayattılar. Çünkü halka rağmen kurdukları sistemin, kendilerine sağladığı iktidarı ve rantı ancak emperyalist destekle koruyabileceklerini biliyorlardı. Bu sebeple, 28 Şubat da dâhil bütün darbelerin arkasında ABD ve Batı yer aldı. Kimisi tam destek vererek, kimisi de itiraz etmeyip ilişkilerini sürdürerek sürekli darbecilere yardım ettiler.

Ancak, gelinen noktada bu emperyalist desteğe rağmen oligarşik despotizmin “yurtta savaş, bölgede savaş” içerikli ideolojik, militarist politikaları sonucunda, ülke halklarının yıllarca çektiği bu sıkıntılar, ıstıraplar, acılar, Müslümanlar ve Kürtler başta olmak üzere resmi ideolojiyi benimsemeyen farklı kesimlerin ödediği bedeller ve verilen mücadeleler sonucunda artık sistem dibe vurdu, tıkandı. Kemalizm, Prof. Şerif Mardin’in de isabetle tespit edip ifşa ettiği üzere, yok ettiği İslami değerler yerine, toplumu inşa edecek “iyi, güzel, doğru”ya ait değerler de üretemedi, toplumun değerlerine uygun olmayan Batılı modern paradigmanın ürünü seküler değerleri taklit edip jakoben politikalarla dayattı ve sonuçta hem devleti hem de toplumu çürütüp, yozlaştırdı. İşte bu sebeple artık sistemin tükendiğini gören görece özgürleşme peşindeki kimi yerli kadrolar ile bu bölgedeki çıkarlarını artık İslam düşmanı radikal laiklikle koruyamayacaklarını, Kürt kimliği ve İslami kimlikle savaşan radikal Kemalizmin artık batı çıkarlarına zarar verdiğini anlayan emperyalist ülkeler (ABD ve AB) mevcut sistemi restore edecek yeni bir değişim hamlesinin şart olduğunu fark ederek harekete geçtiler. Tabii ki, Batı içinde AKP’ye hâlâ Ergenekoncuların gözüyle bakanlar da vardır ve Batı yaklaşık 7 yıldır AKP’yi kontrollü bir biçimde değişime, ılımlı laik demokrat sentezci, kapitalist seküler sisteme uyumlu eklektik bir İslami kimliği temsile doğru yönlendirerek ve belli ölçüde bunu başaracağına şahid olup ikna oldukça sahiplenmiştir. Ve henüz kimi noktalarda tam ikna olmasalar da, bölgedeki çıkarlarını korumak, bölgeyi dönüştürmeye yönelik projelerini uygulamak açısından AKP’den daha iyi bir alternatifi oluşturmayı zorladıkları halde bir türlü ortaya çıkaramadıkları için kabullenme konumuna gelmiş bulunmaktadırlar.

Batı çıkarlarının Ortadoğu’daki merkezi güvencesi konumuna getirilmek istenen Türkiye bir an önce istikrara kavuşturulmalı, bölgesi ve ülkesi içinde barışı sağlayarak bölgenin dönüştürülmesi projesindeki model rolünü, laiklik ve İslami kimliği meczeden, yaşantı ve tavırlarıyla bölgede saygınlığı olan siyasilerin öncülüğünde etkili bir biçimde oynayabilmeliydi. Bu sebeple, yıllardır koruyup destekledikleri PKK ve Ergenekon’u tasfiye sürecini başlattılar. Bu yüzden ABD ve AB, bir yandan yıllardır Türkiye’nin bütün ısrarlarına rağmen yapmadıklarını yaparak PKK’nın üzerine en şiddetli biçimde gitmeye, kendi ülkelerindeki uzantılarını ve Irak’taki yapılanmasını tasfiye niyetlerini açıkça izhar etmeye ve finans kaynaklarını kurutmaya çalışmakta, diğer yandan yıllardır kurup destekledikleri, eğittikleri ve “bizim çocuklar” diye sahiplendikleri darbecileri, Ergenekoncuları tasfiye çabalarına çok açık biçimde destek verip, geçmişteki yandaşlarını bu yeni konsepte uymaya zorlamaktadırlar.

Böylece 85 yıldır süregelen ve aslında sistem de dâhil her şeyi tüketip çıkmaza sürükleyen temel mesele olan, başta İslam ve Kürt kimlikleriyle savaşta, bir takım görece özgürleşme açılımları gerçekleştirilerek, komşularla ilişkilerdeki sorunlar belli ölçüde giderilerek görece bir barış sağlanmak ve zulme itiraz eden kesimler rahatlatılmak suretiyle sistem restore edilerek ömrü uzatılmak isteniyor. İşte önceliği Kürt kimliğinde görece özgürleşmeye vererek başlatılan son açılım süreci de yerel ve küresel boyutta hissedilen bu ihtiyacın dayatmasıyla ortaya çıkmış bulunuyor. Aslında yapılmaya çalışılan, Avrupa’nın faşist dönemini taklit edip, daha sonra o döneme takılı kalarak kendisini yenileyemeyen ve artık bölgedeki Batı çıkarlarına da zarar veren, üstelik Türkiye’nin Ortadoğu’yu dönüştürme projesinin modeli olmasını da engelleyen zorba Kemalist sistemi, Batının son hukuki yapısına göre güncelleme operasyonudur.

85 yıl süresince kullanılan sopa ve havuç politikalarıyla, halk Batı kültürüne uydurulmaya, Kemalizme göre terbiye edilmeye çalışıldı. Ve bu sopa ve baskı dönemleri, sistemin ömrünün yarıdan fazlasını teşkil etmektedir. Tek parti dönemi, CHP-DYP-ANAP-DSP-MHP koalisyon iktidarları, fiili darbe dönemleri, sıkıyönetimli dönemler, olağanüstü hal dönemleri baskı ve sopa politikalarının uygulandığı dönemler olmuş ve halk baskıyla, zorbalıkla resmi ideoloji ve Batı kültürü istikametinde sekülerleştirilmeye, modernleştirilmeye, Türk kimliği altında uluslaştırılmaya çalışılmıştır. Sekülerleştirmenin en başarılı olduğu, en fazla sonuç aldığı dönemler ise, bu baskı dönemlerinden ziyade hep havuç politikalarının uygulandığı (sistemin ilk havuç politikası ve restorasyon dönemi olan Menderes hükümeti, Demirel’in ilk hükümeti-kısmen, en belirgin olarak Özal hükümeti gibi) dönemler olmuştur. Şimdi de hepsinden daha etkili ve kuşatıcı olarak Erdoğan ve AKP hükümeti döneminin sistemi restore etme süreci yaşanmakta ve halka yönelik zorunlu modernleştirme, sekülerleştirme süreçlerini tamamen kapatıp, artık gönüllü sekülerleşme, modernleşme dönemini başlatma özelliği de taşımaktadır. Durum, bu tür restorasyon dönemlerinde sağlanan imkânlarla geçmişe nazaran önemli sayılabilecek seviyede sermaye birikimine ulaşan ve İslami görünüm ve yaşantıyı belli ölçüde yansıtan insanların büyük çapta liberalleşip, kapitalistleştikleri, kapitalistçe bir yaşam tarzıyla bireysel plandaki kimi kıyafet ve ibadetleri mezcettikleri eklektik bir din algısı çerçevesinde yaşanan gönüllü sekülerleşmenin, liberalleşmenin süratle yaygınlaştığı bir süreçten geçildiğini göstermektedir.

Müslümanların, “Sistem İçi Değişimi” Değerlendirme Farklılıklarının Yol Açtığı Zaaflar

“Sistem içi değişim”e dair değerlendirmelerde, bir yanda bir vakıa olan emperyal proje ve yönlendirmeleri tamamen yok sayarak içerdeki “liberal destekli AKP-Gülen inisiyatifini” bu değişimde tek belirleyici sayanlar ya da değişim ve darbecileri, oligarşik yapıyı tasfiyede dış güçlere rağmen sonuç alacak etkinlikte görenler yer alıyor. Bunlar, değişim sadedinde iç ve dış politikada atılan adımları, tamamen yerli inisiyatifin üretimi ve özgün iradesi olarak görmekle kalmayıp, bu kadroyu neredeyse bütün dünyayı da politikalarını kabule mecbur bırakan bir kahramanlık konumunda takdim etmektedirler. İşte bunlar, değişimin öncüsü kesimlerin Müslümanlar için taşıdıkları riskleri ve oluşturdukları dönüştürme tehlikelerini de ifşa etmeden yaptıkları bu tür yanıltıcı açıklamalarla ve abartılı değerlendirmelerle oluşturdukları duygusal ortamda, AKP üzerinden yerel ve küresel sisteme doğru yaşanmakta olan savrulmalara destek ve meşruiyet sağlamakta, bu değişim üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılan liberalleşmenin, sekülerleşmenin değirmenine de su taşımış olmaktadırlar.

Diğer tarafta ise, sistem içi değişim çerçevesinde tüm yaşananları ve takip edilen politikaları, yerli irade ve inisiyatifi tamamen devre dışı bırakarak, doğrudan emperyalistlerce dikte ettirilen projenin gereği olarak gösterip, yerli hükümet ve kadroları ise tamamen inisiyatifsiz kuklalar, robotlar olarak takdim edenler yer almaktadır. Bunlar da, dengeyi kaçıran, vakıayı doğru okumayan bu tutumlarıyla adaletten uzaklaşarak, hem doğru bir tespit yapmamak sebebiyle vakıayı doğru anlamak zaafına düşmekteler, hem de fıtratların kabul etmeyeceği, hakkı teslimden uzak düşen bu adaletsiz değerlendirme sebebiyle diğer doğru tespitlerinin de anlaşılmasını ve kabulünü engelleyecek bir iticilik oluşturmaktadırlar. Sonuçta bunlar da bu adil olmayan tutumlarıyla AKP’ye haksızlık ettikleri için, sonuçta tersinden bir yönlendirmeyle insanların mağdura yani yine AKP’ye meyletmelerine sebep olmaktadırlar.

Hâlbuki içerdeki irade ve inisiyatifi yok saymadan, ama onunla örtüşen ve hatta teşvik edip yönlendiren konjonktürü ve dış desteği de atlamadan, Türkiye’deki değişimin arkasındaki gerçeği anlama çabası göstermek, yani dengeli, adil ve vasat olan çizgide durmak daha isabetli sonuçlara ulaştırabilir diye düşünüyorum. Nitekim, başta Gül, Erdoğan, Arınç ve Davudoğlu olmak üzere AKP öncü kadrosunun iç ve dış politikadaki kimi görece olumlu adımları atabilecek bir vicdana, insani erdemlere, siyasi ve ahlaki birikime sahip olduklarını ve bu konuda fırsat bulduklarında, en azından vicdani bir sorumlulukla veya halkın bu istikametteki arzularını yerine getirmek ve halkın oyunu almak amacıyla bile olsa görece olumlu adımlar atmaktan çekinmeyeceklerini ve bu konuda inisiyatif kullandıklarını da bilmekteyiz. Aynı şekilde, “demokratikleşme” ve Batı çizgisinde görece özgürleşme yolundaki sistem içi değişimin kontrollü bir biçimde gerçekleşmesinin ve radikal Kemalist darbecilerin tasfiyesinin arkasında başta Ergenekon’u doğuran “Özel Harp”çilerin ve darbecilerin yetiştiricisi, destekçisi ABD (İsrail ve Yahudi lobisi ile neo-conların kimi kadroları hala Ergenekoncuların, darbecilerin ardında dursa bile, en azından havuç politikasıyla aynı emperyal projeyi ‘ılımlı’ politikalarla sürdürmeye talip OBAMA kadrosu) ve sürekli yayınladığı raporlarla bu istikametteki değişimi teşvik eden AB olmak üzere Batının olduğuna dair onlarca ciddi emare, bilgi, belge ve açıklamanın bulunduğunu da bilmekteyiz. (Bu tür pek çok bilgi ve belgeyi daha sonraki yazılarımda değerlendirmeye çalışacağım inşallah).

Bir de artık “gına geldi” dedirtecek derecede sık ve kolayca ifade edilen “komplocu” yaftalamasını bırakarak, insaf ve ilkeler çerçevesinde kendimizi anlatmaya ve birbirimizi anlamaya çalışmamız gerektiğini ifade etmek istiyorum. Nedense insanlar, kendi görüşlerini güzelce açıklama ve muhatabı ikna etme çabası yerine, daha başlarken karşı tarafı komploculukla yaftalayarak, bundan masun gördüğü kendi yaklaşım ve görüşlerini bu baskıyı da kullanarak kabul ettirmeye çalışmaktadırlar. Mesela nedense, AKP’nin kimi iç ve dış politikalarının belirlenmesinde ve mesafe almasında, iç inisiyatif yanında, konjonktürün ve bu bağlamda emperyal destek ve işbirliğinin de önemli rolü olduğunu ifade etmek “komploculuk” olarak sunulduğu halde, liberal destekli AKP-Gülen koalisyonunun, iç ve dış politikada bütün yaptıklarını tamamen kendi yerel inisiyatifleriyle kotardıkları, dış destek ve işbirliğinin bunda hiç bir rolü olmadığını söylemek “komploculuk” olarak görülmeyip, hakikatin ta kendisi olarak takdim edilmektedir.

Diğer taraftan, AKP’nin ABD’nin OBAMA ekibi ile AB’nin desteğiyle Türkiye’yi İslam düşmanı Kemalist zorbalıktan çıkarıp batı standartlarında bir özgürlük ve hukuk vasatına götürme çabasıyla gidilmek istenen yer bugünkünden daha kötüdür diyen mi var? Ya da AKP’nin ülkeyi İslamileştireceğine, İslami değişimi temsil ettiğine inanıp, bu gerçekleşmiyor diye yeise düşen mi var? Bunların hiç birisini, hiçbir Müslüman söylememektedir. Her Müslüman bilir ki, şirk sistemi içinde emperyal Batı desteğinde yapılan değişimin “iyi”si olmaz. Kötünün daha az zararlısı yani “ehven-i şer”i olur. Bu sebeple de AKP’den böyle bir “iyi”liği, İslami bir uygulamayı ya da sistemi İslamileştirme çabasını, İslami politikalar gütmesini hiçbir Müslüman beklemez.

Bu sebeple, AKP’ye yönelik eleştirilerimiz, kendi adalet ve özgürlük vadiyle tutarsız politikalarına ve hukuka aykırı uygulamalarına yöneliktir. Eleştirilerimiz, neden İslami politikalar uygulamıyorsun, ya da şu politikan İslam’a aykırıdır diye değildir, çünkü gayri İslami bir yapıdan ve takip ettiği laik, kapitalist, liberal politikalardan İslami bir politika beklenmesi abesle iştigal olur. Eleştirilerimiz, 8 yıl geçmesine rağmen hâlâ sürdürülen zulümler, haksızlıklar, kapitalistler lehine, fakir halk aleyhine ekonomik karar ve uygulamalar, emperyalistlerle kurulan zulüm ittifakları sebebiyledir. Ve en önemlisi de eleştirilerimiz, İslam hakkında da tahrif edici, İslam’ı kapitalizme, liberalizme, laik demokrasiye eklemleyici, sentezleyici açıklamalar ve çalışmalar yapmalarınadır. Bu bağlamdaki eleştirilerimiz, liberal ve batı destekli AKP-Gülen koalisyonunun emperyal projelerle de örtüşen bir biçimde, gerek bölgede, gerekse ülkede İslam’ı ve Müslümanları dönüştürme, gönüllü sekülerleştirme ve Protestanlaştırma, küresel kapitalizme eklemlenmiş İslam ve Müslüman oluşturma tehlikesine dikkat çekip uyarma görevimizi yerine getirme amacını gütmektedir.

Yoksa hiçbir Müslüman, “biz bu zulmü sona erdirip, AB standardında görece özgürlükçü bir sistemi getireceğiz” dediği için liberal destekli AKP-Gülen koalisyonunun elini tutup, engel oluşturup, “hayır bu zulüm sistemi sürsün, sizin baskı ve yasakları kaldırmanıza izin vermeyiz” demiş değildir. Adalet ve özgürlük getirilmişte “hayır istemeyiz” diyen olmamıştır. Hak, adalet ve özgürlüklerimiz bizden gasp edilmiştir. Bugün hırsız çaldığı malımızdan bir kısmını iade ederse tabii ki alırız, ama bunun karşılığında hırsıza müteşekkir olmadan ve çalınmış haklarımızdan bir kısmını iade eden sistem içi değişim süreçlerine, batıl yollara eklemlenmeden, Rabbimize hamd eder, gasp edilen bütün haklarımızı alana ve Allah’ın hükümleriyle hükmedilene kadar tevhidi mücadelemizi sürdürürüz.

AKP’nin de, bu kadar dış ve iç destek ve avantaja rağmen yaklaşık 8 yıl geçtiği halde bir türlü yapmadığı, sürekli ertelediği ve ama yapacakmış gibi göründüğü de Batı standartlarında hukuk ve özgürlük getirerek var olan daha şiddetli ve daha zalim şirk sistemini, görece daha özgürlükçü olanla değiştirmekten ibarettir. Bizler de yıllardır bunun sağlanmasının bile görece bir olumluluk olduğunu söylüyor ve bu değişimi de mevcut daha şiddetli zulümden halkımızın kurtulması ve davetimizin karşısında özgürce karar verebileceği böyle görece insan haklarına saygılı vasata kavuşması için teşvik ediyoruz. İslami bir sistem kurulduğunda, gayri Müslimlere tanınacak ve geçmişte de tanınmış vahye uygun, fıtri bütün hak ve özgürlüklerin bugünkü gayri İslami sistemde biz Müslümanlara tanınmasını istemek, bu bağlamda bize ve halkımıza yapılan tüm zulümlerin, adaletsizliklerin sona erdirilmesini talep etmek en doğal hakkımızdır.

Mücadele Stratejimiz ve Sistem İçi Değişime Yaklaşımımız Nasıl Olmalı?

Bilindiği üzere, Müslümanlar olarak bizim mücadele çizgimiz: sadece Allah’ı razı etmek amacıyla, kulluk ve ahiret eksenli bir hayat tasavvuru içinde kalarak, sadece Allah’a kulluk yapmak için yaratılmış olmanın bilinciyle tavizsiz bir biçimde sürdürülmesi gereken Kur’ani bir yoldur. İşte bu yolun gereği, arzda halife kılınma ve Kur’an emanetini yüklenmiş olma sorumluluğumuz gereğince, yeryüzünde zulmün ve fesadın kaldırılıp adaletin ikamesi ve ıslahın sağlanması, bütün varlıkların yaratıcısı olan Allah’ın hükümlerinin hâkim olduğu, insanlık onurunun ve insani erdemlerin korunduğu, Allah’ın bütün kullarının kendilerini bu imtihan dünyasında özgürce gerçekleştirmesine fırsat veren bir barış, adalet ve özgürlük vasatının ihdası için tevhid, adalet ve özgürlük eksenli bir mücadeleyi ısrarla sürdürmektir.

Bu amaçla yapacağımız mücadelenin temel stratejisi, şirk sistemi içindeki görece iç değişime eklemlenmek yerine, “Kur’an’la büyük cihad”ı ikame edip vahyin şahidliğini yapmak suretiyle tevhidi toplumsal değişime vesile olarak, vahiyle önce toplumu ve sonuçta sistemi köklü bir değişime uğratmaya yönelik kulluk ve ahiret eksenli sorumluluklarımızı Allah rızası için yerine getirmeye çalışmak olmalıdır. Bu yolda bizim sorumluluğumuz; Resulullah’ın (s) bizim için şahid-model kılınan mücadele sünnetini ve Mekke’de vahyin ilk muhatabı olan Kur’an neslinin örnekliğini izleyerek, Kur’an’ın aydınlatıcı, kurtarıcı mesajını merhametle en yakınlarımızdan başlayarak tüm insanlara ulaştırmak, vahyin tebliğ ve şahidliğini yapmak suretiyle sağlanacak toplumsal değişimle tevhidi adalet sistemine zemin hazırlamaktır.

Bizler işte bu Kur’ani, tevhidi mücadele yolundaki, tavizsiz, ilkeli ve uzun soluklu yürüyüşümüzü istikrarlı ve azimli bir biçimde sürdürürken, zalim şirk sistemi içinde, zulümatın daha koyu tonlarından daha gri tonlarına, daha zalim ve baskıcı bir şirk sisteminden, görece daha adil ve daha özgürlükçü şirk sistemine geçiş anlamındaki sistem içi değişim çabası içinde olanları da, tüm insanlara Allah’ın lütfettiği temel hak ve özgürlüklere riayete, zulümleri kaldırmaya, haksızlıklara son vermeye çağırmalı, bu istikamette adım atıldığında da, onlara ve şirk sistemine eklemlenmeden zulmü kaldırma yönündeki çabalarında takdir ve teşvik etmeliyiz. Çünkü tebliğimizin muhatabı olan bütün halk kesimlerine ve bizlere yapılan zulümler konusunda kısmen de olsa geri atım atılması, hem vahyin şahidliğini yapacak davetçilere hem de bu davetin muhataplarına, özgürce çaba gösterme ve özgürce tercih yapma imkânı vererek bir nefes alma vasatı sağlayacaktır. Bu sebeple bizler, sistem içi değişimcilere, hiç değilse esas aldıkları Batı standartlarına uymaları, altına imza attıkları insan hakları sözleşmelerinin hükümlerine sadakat göstermeleri ve insanlara zulmetmemeleri çağrısı ve uyarısı yapabiliriz. Bu bağlamda sistemi daha özgürlükçü bir çizgiye doğru değişmeye zorlayacak çabalarla, sistemin zulmeden kadrolarını, hukuksuzluğa bulaşmış kurumlarını ve zulümlerini, hukuksuzluklarını ifşa edip topluma tanıtarak geri adım atmaya, hiç değilse kendi bağlı oldukları batının insan hakları ölçülerine sadakate zorlayabiliriz.

Böylece, hem değiştirmek istediğimiz sistemi ve zulümlerini ifşa ile davetimizin muhatabı topluma tanıtarak, despot şirk sistemine yönelik muhalefet bilincini yükseltip yaygınlaştırmak suretiyle toplumsal dönüşüme katkı sunma, hem de zalimleri ve zulümlerini gerileterek davetçi ve davetin muhatabı arasındaki ilişkinin daha özgür bir ortamda kurulup gelişmesine zemin hazırlama, bu suretle halka ve davetçi kadrolara alan açma imkânı bulabiliriz. Bu sebeple, tevhid-adalet-özgürlük mücadelemizin bir boyutu da bu anlamda mevcut sistem içinde zulmü ve zalimleri geriletip, halkımızın ve tevhidi mücadelemizin daha özgür bir ortama kavuşması için çaba göstermektir. Bu bağlamdaki çabalarımız da çeşitli etkinlik ve eylemliliklerimizle devam etmektedir.

İşte bu bağlamdaki çabalar nevinden olmak üzere, egemen sistemin toplumsal çürümeye, yozlaşmaya ve halkın sorunlar bataklığında bunalmasına yol açan adaletsiz temel politika ve uygulamalarını, sorunların oluşmasına ve giderek büyümesine ve çözümsüzlüğe mahkûm olmasına sebep olan ve halkı düşman ilan edip İslami ya da kavmi kimlik, hak ve özgürlüklerini yok eden kurumlarını ve hukuksuzluklarını gündem yaparak tartışmaya açmaktayız. Bu tür ifsada karşı ıslah içerikli gündemler oluşturarak, bir yandan hiç değilse halka bir nefes alma imkânı kazandırmak amacıyla zulmü geriletmeye vesile olurken, diğer yandan da zalimleri ve zulümlerini ifşa edip halkımızı uyandırmaya, itiraz edip hesap sormaya yönelik muhalefet bilincini yaygınlaştırmaya çalışmaktayız.

İslami Mücadeleyi, Sadece İçerdeki Darbecilere Karşı Bir İnsan Hakları Mücadelesine İndirgememeliyiz

İslami kimlik vurgusu zayıf, nötr bir darbe karşıtlığı ya da İslami kavram ve ilkeleri belirleyici kılmayan türden zulme karşı insan hakları mücadelesi söz konusu olursa, bu çaba hemen liberal demokratik değişime mal edilecek ve bizim ortaya koyduğumuz bu tür çabalar bile liberalizmin yaygınlaşmasına katkı sunacaktır. Çünkü bugün medyatik büyük destekle toplumdaki değişim arzusunun yönlendirilmeye çalışıldığı istikamet de, yerel ve küresel destekle öne çıkarılmaya çalışılan model de hep liberal demokratikleşmedir. Bu sebeple, bir yandan darbe karşıtı özgürlük mücadelesi, son derece açık bir İslami kimlik ibrazı, vahyi ölçüleri öne çıkaran bir üslup ve tevhidi istikamet vurgusu ile yapılmalıdır. Böylece, AKP ve liberallerin mücadele çizgisinden, özgün kavram, ilke ve hedef farklılıklarımızın altı çizilerek, ayrılığımız açığa çıkarılmalıdır. Diğer taraftan da, İslam kardeşlik hukuku içinde ümmet dayanışması ve emperyalizme, emperyal güçlerin işgal ve katliamlarına karşı mücadele boyutu da ihmal edilmeden, İslami mücadelenin bütüncüllüğü korunmalıdır. Yani mücadelemiz, sadece Türkiye’deki zorba Kemalizme karşı insan hakları mücadelesine ve darbecileri ne pahasına olursa olsun tasfiye etmeye indirgenmemelidir. Temel tevhidi mücadele hattımız, özgün ilke ve stratejimiz ve tevhidi mücadelenin bütüncüllüğü ısrarla korunmalı, diğer sistem içi mücadelelerden farkımız sürekli vurgulanmalıdır.

Gündemimiz, bu şekilde dar bir mücadele anlayışıyla ve bütüncüllükten, tevhidi ekseninden soyutlanmış bir demokratik haklara ulaşma çabasıyla AKP eksenli bir çizgiye oturtulursa, Afganistan’daki işgal ve katliama tepki verme noktasında ortaya çıkan çifte standartlı tutumlar, mazlum halklara karşı İslami ve insani sorumluluklarımızı ihmal ettiren zaaflar veya içerideki zorbaya karşı haklı tepkinin ilkesiz biçimde ortaya konmasının yol açtığı körlükle AKP ve liberallerin çizgisine eklemlenmeler kaçınılmaz bir sonuç olur.

İşte bu AKP eksenli gündeme eklemlenme zaafı sebebiyle fark edilemeyen önemli bir çelişkiyi hatırlatmakta fayda görüyorum. AKP hükümetinin, darbecileri ve Ergenekoncuları tasfiye amaçlı politika ve uygulamalarını doğrudan kendi irade ve inisiyatifiyle gerçekleştirdiğini iddia edenler, içerde ordu üzerinde bu derece etkili bir güce sahip olduğuna inandıkları AKP hükümetinin, sıra Afganistan işgaline ve İslam düşmanı NATO’ya destek ve asker vermesi konusuna gelince, “neden bu işgal ve katliama itiraz etmediği ve neden askerlerini çekmediği” soruları hatırlatılınca, “buna gücünün yetmediği ve kolay olmadığı” gibi izahlar getirme çelişkisine düşmektedirler.

Biz ise, AKP hükümetinin İsrail’e yönelik söylemde kalan kimi tepkilerinin de, onların vicdani ve insani duyarlılıklarının bir sonucu olarak ortaya çıksalar bile, Ortadoğu’yu dönüştürmede model kılınmak istenen bir ülkenin bunu yapmasına, konjonktür ve Batının yeni arayışları çerçevesinde müsamaha gösterildiğini, bu sebeple de sadece söylemde kaldığını, İsrail ile yapılmış halkımız aleyhine bir çok anlaşmadan hiç değilse birinin iptaline dair olsun somut tek bir adımın da, işte bu sebeple, yani müsamaha edilmeyen alanda kaldığı için atılamadığını ifade etmekteyiz. AKP hükümetinin emperyal ilişkiler ağında, sadece müsamaha ile karşılanan alanda rol kapıp inisiyatif kullandığını, İsrail ile darbecilerin yaptığı halklarımız aleyhindeki anlaşmaların iptali ya da NATO ve ABD ile Afganistan, Pakistan ve Irak işgal ve katliamları alanındaki işbirliğinin sona erdirilmesinin de hem bu yüzden, hem de bu kuşatma altında irade ve inisiyatif kullanma konusunda riski göze alan bir cesaretten yoksun olmak sebebiyle gerçekleştirilemediği tespitini yapmaktayız.

Ergenekon’un ve Darbecilerin Tasfiyesi, Tamamen AKP Hükümeti İnisiyatifi ile mi Gerçekleşmektedir?

Adil olma çabamızı bir türlü görmek istemeyenler de iyice görsünler diye bir defa daha vurgulamak isterim ki, AKP hükümeti, İsrail katliamı konusunda ve NATO artığı darbecilerin, Gladyocu çetelerin Türkiye’deki hukuksuzlukları hakkında, konjonktürün uygunluğu ve dış desteğin yardımıyla da olsa bizim de takdir edip desteklediğimiz görece olumlu tavırlar koyuyor, eski TC hükümetlerine ve bölgedeki diğer despot yönetimlere nazaran daha onurlu tutumlar takınıyor ve hiç yoktan iyi sayılabilecek vicdani tepkiler gösteriyor. Ancak nedense sadece konuşuyor ve tek somut adım atmıyor. Sürekli erteleyerek her tarafı idare ediyor görünümü veriyor. Ne İsrail’le ilişkilerde geri adım atıp somut eylemler ortaya koyuyor, ne de asker ve yargının darbeciliklerini, hukuksuzluklarını, ideolojik-siyasi müdahalelerini engellemeye dair yapısal değişimleri gerçekleştirecek hukuki reformları başlatıyor. Yani tam anlamıyla, halkın verdiği iradeyi temsil zaafı yaşıyor. Sıra ABD ve NATO işgal ve katliamlarına gelince, bunu bile yapmıyor ya da yapamıyor, yani söylemde kalan bir itiraz bile ortaya koymuyor. Aksine, onların işgal ve katliamlarına “terörle mücadele” nitelemesiyle meşruiyet kazandırıp tam destek veriyor. İşgal ve katliamların asli failleri arasında saf tutmaktan çekinmiyor. Neden?

AKP hükümetinin diğer iç ve dış politikadaki adımların tamamını, özellikle de Ergenekon’u, darbecileri tasfiyeyi tek başına kendi gücü ve inisiyatifi ile gerçekleştirdiğine inananlar, İsrail ile bütün ihanet anlaşmalarını sürdürmekten ve Afganistan işgal ve katliamından dolayı AKP hükümetinin bu gücünü kullanmamak ya da işgalciler, emperyalistler lehine kullanmak sebebiyle doğrudan, tercihen, kasten ve asli fail gibi sorumlu olduğunu kabul etmek durumunda kalırlar. Bize göre ise, liberal destekli AKP-Gülen koalisyonu, iktidar olma ve iktidarını sürdürme, politikalarını belirleme stratejisini; yerli oligarşik despotlarla, küresel emperyalist güçler arasında kurduğu dengeye dayandırıp, yeri geldikçe birini diğerine karşı kullanmaya, birini diğeriyle dengelemeye dayalı bir zemine oturtmuş bulunmaktadır.

Tabii ki, kendisi için büyük zaaf oluşturan, elini kolunu bağlayan, politikalarını bu dengenin ve konjonktürün kuşatmasına, bu güçlerin insafına bağımlı kılan bu tercih, seçim meydanlarından gelen halk desteğinin o meydanlarda bırakılmasından kaynaklanmaktadır. Hâlbuki halkın seçim sandık ve meydanlarında ortaya koyduğu irade iyi organize edilip, darbeciler ve çetelerin tasfiyesi ve özgürleşme süreci boyunca, hem yerli despotlara, hem de kürsel emperyalistlere karşı meydanlarda süreklilik arz eden desteğe dönüştürülebilseydi, o zaman yerli despotlar ve küresel zalimler arasındaki dengeye mahkûm olmaya gerek kalmayacaktı. İşte bu yanlış tercih sebebiyle AKP hükümeti, biraz önce bahsettiğimiz denge zemininde, güçleri birbirine karşı kullanarak yakaladığı imkân ve kaptığı rol kadar tabii ki inisiyatif de kullanarak, bu müsamaha ile karşılanan alanlarda insani, vicdani çıkışlar ve uygulamalar yaparak ilerlemeye, imkan buldukça da yeni alanlar açmaya çalışmaktadır.

Ancak, yeterli bir cesaret ve iradeye de sahip olunmadığı ve belki parti içi dengeler de zorladığı için olsa gerek, bu denge içinde yapılabileceklerin bile tamamı yapılamamakta, sürekli adımlar atılıp geri çekilmekte, çözüme dair açılımlar hep sürüncemede bırakılmaktadır. Bu sebeple darbe amaçlı terör örgütü yöneticisi olmaktan yargılanan emekli kuvvet komutanları serbest bırakılmakta, Genelkurmay Başkanı’nın bile “kanuna göre hakkında dava açılan komutanların Milli Savunma Bakanınca görevden alınabileceği” hususu açıkça ifade edildiği halde, AKP hükümeti yasayı uygulamada aciz kalmakta, ürkek davranmakta, terör örgütü yöneticisi olma iddiası ile yargılanan komutanlar hâlâ orduya komuta etmeye devam etmektedirler. Bu siyasi irade mi, Ergenekon çetesini ve darbecileri tamamen kendi inisiyatifi ile tasfiye edecektir? İhanet denilecek kadar ağır suçlardan yargılanan komutanları görev başında tutan siyasi irade, sıra Emniyet’e gelince çok sayıda üst rütbeliyi kolayca açığa alıvermektedir.

Eğer AKP Ergenekonu tasfiye edecek güce sahipse, neden halen görevdeki darbeci, çeteci kadroları görevden alamamakta, neden Genelkurmay Başkanı’nın son günlerde basında yaptığı açıklamalarla, açıkça yargıyı etkileme amaçlı, “silah arkadaşlığı” ya da “iyi çocuk” maskesiyle suçluları savunan, koruyan, TSK olarak suçluların arkasında olduklarını cüretkârca açıklayan ve her biri ayrı suç teşkil eden tutum ve sözleri sebebiyle hesap soramamaktadır? Eğer AKP hükümeti sadece kendi inisiyatifiyle Ergenekonu tasfiye edebilecek güçte ise, neden hâlâ Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Meclis Başkanı kendi verdikleri ve Generallerin de katılacağı resmi resepsiyonlara, örtülü eşlerini de getirebilecek bir cesaret gösterememekte ve Generallerin bu konudaki hukuksuz dayatmalarını engelleyememektedirler.

Diğer taraftan, AKP’nin kendi inisiyatifiyle özgürlükçü bir değişimi gerçekleştireceğini söyleyenler, halen ülke çapında bizzat AKP hükümetinin emniyet güçlerince Müslümanlara yönelik gece yarısı baskınlarını, hukuksuzlukları nasıl izah etmektedirler? Köklü Değişim Dergisi yazarı olan bir mü’mine kardeşimizi, sırf düşüncesini açıkladığı için, küçük bebeği bulunduğu ve hamile de olduğu halde evine düzenlenen baskınla kolayca gözaltına almakta ve bu şartlara rağmen hemen tutuklayıp cezaevine gönderen sistemi 8 yıldır sürdürmekte olduğunu nasıl izah etmektedirler? Ayrıca, darbecilere karşı mücadele sürecinde İslami kimlikli özgürlük mücadelesinde ısrar eden İLKAV ve ÖZGÜR-DER; kapatma davası dahil, AKP’ye yönelik bütün hukuksuzluklara, haksızlıklara da karşı çıkıp basın açıklamaları yapan bir adaleti temsil ettikleri halde, bu iki İslami kuruluş hakkında ardı ardına gündeme gelen kapatma davalarını da AKP hükümeti emrindeki bürokratların açtıkları gerçeği üzerinde de düşünülmelidir. AKP’nin vaat ettiği görece özgürlükler, tevhidi ilkelerden taviz veremeyen kesimlere de tanınacak mıdır?

Sistemi Kur’an’la Değiştirmeyi Temsil Edenler, AKP Eksenli Olmayan Özgün Stratejilerini Takip Etmelidirler

Tevhidi uyanışı temsil eden ve Kur’an davetçileri olma sorumluluğunu kuşanan Müslümanlar olarak, tabii ki dünyadaki konjonktürel gelişmeleri ve realiteyi de doğru okuyup aklıselimle değerlendiren, gerek siyasi ve gerekse toplumsal diğer alanlardaki düşman olmayan unsurlara hak ettikleri adaletli yaklaşımı geliştiren, ama konjonktüre ve realiteye de asla teslim olmayan, onu vahiyle dönüştürme, değiştirme iddiasından asla vazgeçmeyen özgün tevhidi mücadelemizi ısrarla ve tavizsiz bir ilkelilikle sürdürmeliyiz. Bu özgün tevhidi mücadele stratejimiz istikametinde yürürken, toplumdaki ve hükümetlerdeki insani ve vicdani duyarlıklarını koruyan iyi insanları da uyarıp etkileyecek haklı eleştiriler yapmalı ve ahlaklı örneklikler, adil şahidlikler oluşturmalıyız. Üstelik onların da; yaptıkları yanlışlara ve şartların dayatmasıyla içinde bulundukları emperyal projelerdeki rollerine destek veren ya da çıkar hesaplarıyla sessiz kalan dalkavuklara, teslimiyetçi yandaşlara değil, Allah için hak ölçüleriyle uyaracak şahsiyetli eleştirilere ihtiyacı vardır.

Ama maalesef böyle olmamakta, pek çok Müslüman Kemalist darbecilere ve zulüm politikalarına, oligarşik despotizme haklı kızgınlığı, tepkisi ve bunlardan bir an önce kurtulma arzusu sebebiyle, bu kadroları tasfiyede yerli inisiyatifi üstlenmiş görünen AKP’ye doğru kaymakta, sonuçta da özgün kimlik ve stratejilerinde zaafa uğramaktadırlar. Statükocular ve değişimciler arasında yaşanan bu sistem içi değişim mücadelesinde, Müslümanlar statükodan gördükleri baskı ve zulümlerin etkisiyle önce sistem içi iki güçten kendisine daha yakın olana duygusal bir eğilim göstermekte, zamanla da iyice eklemlenip yandaş haline gelmektedirler. Çünkü AKP hükümeti mevcut zulüm sistemini değiştireceğini ve özgürlük getireceğini vaat etmekte, öncüleri bireysel bazda kimi ibadetlerini yerine getiren ve eşleri örtülü şahsiyetlerden oluşmakta, halka ve halkın değerlerine daha yakın ve daha saygılı bir konumda bulunmakta, üstelik statükonun temsilcisi darbeci despot oligarşi de, onlar ne kadar laikiz deseler de illa İslam’la özdeşleştirerek ve onlara İslam üzerinden saldırmayı, vurmayı tercih ederek, Müslümanların onlara daha fazla meyletmesini tahrik eden bir vasat oluşturmaktadır. Bu sebeple pek çok tevhidi grup, gerek bu zorba sisteme karşıtlıktan, bu zulüm sisteminden bir an önce kurtulma arzusundan ve AKP kadrolarının bu görece olumlu ve Müslümanlara yakın konumundan dolayı, gerekse AKP iktidarından elde ettikleri kimi ikbal ve imkânlar sebebiyle, neredeyse AKP’ye taban olma noktasına kadar kaymışlardır. “Ortak Akıl” benzeri platformlar oluşturarak, İslami kimlik ve tevhid akıdesiyle asla bağdaşmayacak “laik, demokratik, liberal” söylem, slogan ve çağrıların altına imza atacak kadar savrulmuşlardır. Hatta Kur’an davetçiliğini ikinci plana itip, Kur’an davetçisi olma kimliğinin kendisine sağladığı şerefi gölgeleyecek konumlara kayan, AKP’ye oy verme davetçiliğine savrulan Kur’an meali ve tefsir yazarları bile olmuştur. Bu tür kötü örnekler sebebiyle, insanların kafaları karışmakta, Kur’an davetçiliğiyle, sistemin partisine davet birbirine karışmakta, insanlığın tek kurtuluş yolu olan Kur’ani alternatifin ısrarla ve arı duru haliyle insanlığın gündeminde tutulması konusunda önemli zaaf ve sapmalar oluşmaktadır.

Bugün AKP hükümeti tarafından, ABD ve NATO’nun Türkiye’de oluşturduğu ve yıllardır desteklediği cuntalara ve Gladyo çetelerine karşı haklı bir mücadele, liberaller ve Batı desteğinde sürdürülmekte, biz de asker, yargı, büyük sermaye ve medyadaki bu cunta-çete uzantılarına karşı atılan adımları, hukuk, adalet ve insan hakları eksenli çabaları, yetersiz de olsa, sistem içi bir özgürleşme gayreti ve görece olumluluk olarak görmekteyiz. Ve biz de yıllardır bu cuntacı ve darbeci bürokratlara karşı açık ve ilkeli itirazlar yükseltip tavır koyuyoruz ve bu mücadelemize de devam ediyoruz. Bugün sistem içi değişimin ve görece özgürleşme çabalarının öncülüğünü yapanların sustukları, çekindikleri, konuşamadıkları süreçlerde bile bu konudaki açık tavır ve eleştirilerimizi açık İslami kimlik ve ilkelerimiz çerçevesinde hep yapa geldik ve bunu İslami ve insani bir sorumluluk olarak gördük. Ama bütün bunların, sistem içi bir değişime razı olmak anlamına gelmemesi için, hep toplumu ve sistemi Kur’an’la değiştirmeye yönelik temel tevhidi mücadelenin bir alt başlığı olarak değerlendiren açıklamalar yaparak, tevhidi mücadelenin temel ilkelerini her ortamda hatırlatmaya özen gösterdik.

Diğer taraftan içerdeki despotizme yönelik hak ve özgürlük mücadelesi sorumluluğumuz, Filistin’deki işgale ve katliamlara sessiz kalmamıza neden olmadı. Bu yüzden hem Gazze’deki saldırı ve katliamlara karşı mücadeleyi, hem de emperyalistlerin Türkiye’deki uzantıları olan darbeci oligarşik despotizme karşı hak ve özgürlük mücadelesini, birini erteleme ihtiyacı duymadan birlikte götürmeye çalıştık. Doğru olan da buydu. Ama nedense sıra AKP hükümetinin müttefiki ABD ve NATO’nun,TC askerlerinin de katıldığı Afganistan işgal ve katliamına gelince, pek çok Müslüman aynı sorumlulukla davranmakta zorlandılar. Üstelik bizim aynı sorumlulukla, NATO’nun Afganistan işgal ve katliamını da protesto amaçlı basın açıklamamıza haksız eleştiri ve tepkiler gösterildi. Darbecilerle mücadeleye kilitlenmiş gündemi maniple etmekle suçlandık. AKP hükümetinin NATO ve ABD işbirlikçisi olarak Afganistan işgaline destek vermesini, oradaki Müslüman direnişçileri “terörist” olarak nitelendirip, onlara karşı işgalcilerle birlikte hareket etmesini eleştirmemizin, içerde darbecilere karşı mücadele eden AKP’yi yıpratmak anlamına geleceği bile söylendi. “Evimizin içinde yangın varken, komşudaki yangına dikkatleri çevirmek doğru değildir, ülkemizdeki darbecilere karşı mücadeleye yoğunlaşmamız gereken bir süreçte Afganistan’daki NATO katliamını gündem yapmanın doğru olmadığı”, hatta “Taliban’ın İslami direnişçi sayılamayacağı ve onları savunmak gerekmediği” bile söylendi.

Biz ise, “bizler ülkemizde ve bölgemizde döndürülmek istenen bütün oyunları fark edip, emperyal projeleri doğru okuyup, ülkemizi yönetenlerin, emperyalistlerle, emperyalizmin katil kanlı gücü NATO ile işbirliğini de kınamalıyız. Bu tür bir işbirliğinden ve işbirlikçilerden de beri olduğumuzu ilan etmeliyiz” dedik. Ancak AKP’ye eklemlenenler, ya da gündemlerini sistem içi değişim mücadelelerine endeksleyenler aynı özgün duruşu sergilemekte zorlandılar. İşte bu zaafı fark etmeli, özgün gündemimizi ve tevhidi mücadele stratejimizi AKP politikalarına endeksli taktiklere feda etmekten sakınmalıyız. Hiç değilse bundan sonra, özgün tevhidi gündemimize sadakatle, özgün mücadele stratejimizi sürdürürken, zaman zaman asker ve yargı darbecilerine ve çetelere karşı özgürlük mücadelesinde AKP ile zahiren örtüşen çabalar göstersek ve AKP bunların saldırısına muhatap olduğunda onun hukukunu darbecilere karşı savunsak da, AKP’ye eklemlenmeden kendi Kur’ani yolumuzu takipten ayrılmamaya dikkat etmeliyiz.

Bu sebeple de, AKP hükümetinin, emperyalist ABD ve NATO ile Müslümanlara karşı işbirliği içine girmesini görmezden gelmemeliyiz. “Ne yapsınlar şimdi içerideki NATO artığı darbecilerle uğraşıyorlar, ABD’nin, NATO’nun başka ülkelerdeki katliamlarını eleştirmeye cesaret edemezler, bu güçlerle karşı karşıya gelmeyi göze almak kolay değil, İsrail ile yapılmış ihanet anlaşmalarını iptal etmeye güç yetiremezler” nevinden mazeretler üretip yanlışa, zulme kılıf oluşturma çabası yerine, ilkeli ve tutarlı bir duruşla, AKP işbirlikçiliği ile örtüşmeye fırsat vermeyecek özgün duruşlar, zalim kim olursa olsun zalime karşı adil ve haktan yana tavırlar geliştirmeliyiz. Emperyalistlerle bütünleşerek Müslüman direnişçilere emperyalist jargonlarla “terörist” damgası vurup, “terörizme karşı ortak mücadele” aldatmacasıyla, İslam’ı ve Müslümanları tehdit ve düşman ilan etmiş NATO ile birlikte Müslümanlara karşı savaşanları açık ve sert bir biçimde uyarmalı, onların bu büyük zulümlerini hiçbir maslahatla görmezden gelmeden kınayıp protesto etmeliyiz. Aslında onları da, kendilerini içinde buldukları bu işbirliğini sorgulamaya yöneltecek, tepkisizlik sebebiyle bulundukları konumu kanıksayıp rahatlamalarına fırsat vermeyecek, vicdanlarını harekete geçirecek, hemen olmasa da yarın hatalarından döndürecek ilkeli uyarılar yapmalı ve güzel örneklikler oluşturmalı, adil tutumlar sergilemeliyiz. En azından AKP’den farklı özgün İslami kimliğimizin kirlenmesini engelleyecek ve adil şahidler olma vasfımızı koruyacak, sistem içi değişimlerin değil, Kur’an’la toplumu ve sistemi köklü değişime uğratıp sahici adaleti tesis edecek, gerçek kurtarıcı ve aydınlatıcı alternatif olma vasfımızı gölgelemeyecek özgün tepkiler göstermeliyiz.

İlginizi çekebilir

Şehid Âlim Şeyh Said’e, Türkçü, Atatürkçü, Laik Zihniyetleri ve Kirli Dilleriyle ‘Hain’ Diyenler, İslâm’la Hükmedilmesine ve Ümmetçiliğe Karşı Çıkıp İslam Kardeşliğini Yok Ederek En Büyük Bölücülüğü Yapan Gerçek HAİNLER Değil midir?

Yazıklar olsun bu büyük zulüm ve adaletsizliği temsil edip ülkeye ve halklarına ABD, NATO ve İsrail ile kol kola bunca kötülüğü yaptıkları halde hâlâ utanmadan bu milleti sevdiklerini ve vatanın bölünmesine karşı olduklarını söyleyerek bu kadar ikiyüzlü davrananlara?