Kürtler, Türkiye, Suriye, Irak ve İran ulus devletlerinde, Türk, Arap ve Fars ulusalcılıklarına sürekli dövdürülmüş, inkâr ve asimilasyon politikalarıyla ezdirilmiş ve sonuçta Kürtlerin de aynı zehri içmesi ve ulusal bilince ulaşması temin edilmeye çalışılmıştır. Şimdi de aynı emperyalist güçler, sanki daha önce Kürtlerin başına bütün bu zulümlerin gelmesine sebep olan şartları kendileri oluşturmamışlar gibi, bu sefer de -özellikle 1980’lerden sonra daha fazla olmak üzere- Kürtlerin hamisi kesilerek, onlara daha önce vermedikleri ulus devlet kurma imkânını şimdi vaat ederek, Mazlum Kürt halkını emperyal çıkarları uğruna bir daha kullanmaya çalışıyorlar.
Modern anlamda ulusçuluğun ve bu bağlamda Türkçülüğün de, Arapçılığın da ilk tohumlarını ekenler, iki tarafın da arkasında yer alıp destekleyenler hep Batılılardı. İki tarafı da kavmiyetçiliğe teşvik ediyor ve bu yöndeki çalışmaları hem maddi hem de fikri yönden destekliyorlardı. Böylece Osmanlı halkları arasında yayılan bu mikrop, I. Dünya savaşını müteakip artık ürünlerini vermeye başladı. Kavmiyetçiliğin zehirli, bölücü tesiriyle parçalanma gündeme geldi. Batılı emperyalistler, ektikleri bu tohumun hasadını almak üzere bölgeyi işgal etmişlerdi.
Bölgeden ayrılırken ise, kendi yetiştirdikleri batıcı kadroların eliyle neredeyse her kabileye bir ulus devlet kurdurup, Osmanlı coğrafyasını, kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde suni sınırlarla böldüler. Her yerde işbirlikçilerini yönetimlere getirdiler. Evet neredeyse her kabileye bir devlet kurdurdukları bu süreçte, Kürt halkını kasten dört ulus devletin bünyesinde azınlık olacak şekilde parçaladılar. İsteselerdi Kürtlere de bir ulus devlet kurdurabilirlerdi. Ancak bu süreçte Kürt halkı bölgenin diğer halklarına nazaran, hatta mukayese bile edilemeyecek boyutta geleneksel, dindar ve ümmetçi bir yaklaşımla, sekülerleşmeye, ulusal bilince çok uzak bir konumda bulunmaktaydı. Arap ve Türk ulusalcılarının yaklaşık yarım asrı aşkın zamandan beri seküler ulusalcılık kültürüne sahip bulunmaları, Arap ve Türk modernleşmesini sağlayacak kadroların yetişmesini sağlamıştı. Ancak Kürtler bu anlamda bir dönüşüme hiç müsait değildiler. Onlarda da ulusal bilincin gelişmesi ve Batıcı çizgiyi benimseyen aydınlarının ve siyasal kadrolarının yetişmesi için zamana ihtiyaç vardı. İşte dört ayrı devletin içine dağıtmaktan güdülen amaç, bir yandan Kürt halkının da bu konuda gerekli görülen aşamaları kat etmesini ve ulusal bilince ulaşmasını sağlamak, diğer yandan da bölgede sürekli bir çatışma ve istikrarsızlık oluşturarak, emperyalist Batılıların müdahalesine ve çıkarlarına göre yönlendirilmeye müsait bir zemin hazırlamaktı.
Kürtler, Türkiye, Suriye, Irak ve İran ulus devletlerinde, Türk, Arap ve Fars ulusalcılıklarına sürekli dövdürülmüş, inkâr ve asimilasyon politikalarıyla ezdirilmiş ve sonuçta Kürtlerin de aynı zehri içmesi ve ulusal bilince ulaşması temin edilmeye çalışılmıştır. Şimdi de aynı emperyalist güçler, sanki daha önce Kürtlerin başına bütün bu zulümlerin gelmesine sebep olan şartları kendileri oluşturmamışlar gibi, bu sefer de -özellikle 1980’lerden sonra daha fazla olmak üzere- Kürtlerin hamisi kesilerek, onlara daha önce vermedikleri ulus devlet kurma imkânını şimdi vaat ederek, Mazlum Kürt halkını emperyal çıkarları uğruna bir daha kullanmaya çalışıyorlar. Yani önce Kürtleri dört ulus devletin içine dağıtarak, Türkçü, Arapçı politikalarla ezdirterek, hem bölgede sürekli kullanabilecekleri bir istikrarsızlık unsuru haline getiriyorlar, hem de bu baskılar sonucunda, Kürtlerden de işlerine yarayacak kadar bir kısmı, ümmetçi anlayışı terk ederek Kürtçülüğe, ulus bilincine ulaşınca, şimdi de onları, ulus devlet kurdurma vadiyle yeniden emperyal projelerin aleti olarak kullanmak istiyorlar.
Türkçülüğü ve Arapçılığı üretip teşvik eden ve böylece ümmeti bölen ulusalcı fikirlerin dayandığı paradigma, Batının seküler, modern paradigmasıdır. Kürtlere yapılan zulmün arkasında hep Batı ve Batının seküler değerleri vardır. Şimdi de, yapılmasını sağladıkları bu zulmü istismar ederek, Kürtleri de, zulmeden paradigmaya uymaya, kendilerine entegre olmaya yönlendiriyorlar. Müslüman Kürt, Türk, Arap ve Fars halkları bu emperyalist oyunu, ancak Kur’an’a topluca sarılarak bozabilirler.
I. Dünya savaşını müteakip Osmanlının dağılması üzerine, uzun süredir çalışmalarını sürdüren ve ellerine geçen iktidar gücünü kullanarak yaklaşık on yılda Osmanlının tasfiyesini gerçekleştiren Jön Türk zihniyetinin ve İttihatçı kadroların eline ulus devlet kurma fırsatı geçti. Ağırlıkla Harbiye, Mülkiye ve Tıbbiye kökenli bürokrat ve aydınlardan oluşan bu kadrolar, Batı hayranı olmuşlar, sekülerleşmişlerdi. Karanlıkların bir türevi olan pozitivizmi “aydınlanma” olarak kabul etme yanılgısına düşmüşlerdi. Sonuçta, İslam’ı reddederek “ulusalcılığı, Türkçülüğü” dinleştirmişlerdi. İşte bu tür düşünceleri taşıyan kadroların Batı desteği ile kurdukları Türk Ulus Devletinin, emperyalist Batının seküler kültür ve değerlerini, şiddeti de içeren politikalarla dayatması ve bu topraklarda yüzyıllardır kardeşçe yaşayan farklı kavimlere müntesip Müslümanları birleştiren temel unsur olan İslam’a da savaş açması sonucunda ülkemiz zulüm bataklığına dönüştü. Çünkü bütün kavimleri eşdeğer, saygıdeğer Allah’ın ayetleri kabul eden İslam dışlanmış, hak ve adaleti esas alan Allah’ın şeriatı yerine Batının seküler hukukunu, ümmetçilik yerine de bir insanlık suçu ve fıtratı bozan bir sapma olan kavmiyetçiliği esas alan seküler laik bir sistem kurulmuştu.
İslam, Kavmi ve Kavmiyetçiliği Nasıl Değerlendiriyor?
Her şeyden önce bilinmesi gerekir ki, Rabbimiz, Rum Suresi 22. ayette, bütün kavmi kimlik ve dillerin, kendi ayetlerinden birer ayet olduğunubeyan ederek, bütün kavimlerin aynı hakların sahibi eşdeğer ve saygıdeğer bir konumda olduğunu tespit etmektedir. Bu ayette, göklerin ve yerin bünyesindeki farklılıkların Allah’ın birer ayeti olarak bir çeşni ve güzellik oluşturmaları gibi, insanların farklı dil ve renklerde yaratılmış olmalarının da aynı şekilde Allah’ın ayetleri ve bir çeşni ve güzellik olarak algılanmaları gerektiğine vurgu yapılmıştır. İşte bu adil yaklaşım ve farklılıkları güzellik ve ayet kabul eden anlayışla, tüm kavimler ve dilleri, aynı meşruiyete ve eşdeğerde saygınlığa, eşit haklara sahip kabul edilmişlerdir. Bu sebeple, İslam toplumu içinde bütün kavimlerin müntesipleri aynı haklara ve aynı konumlara sahiptir. Aralarında hiçbir ayrım gözetilmez. Yönetimlere gelmede ise kavim ayrımı gözetilmeksizin ilim, adalet, ehliyet, yeterlilik vb objektif kriterlerin esas alınması öngörülür. Hucurat suresi 10. ayette ise “mü’minlerin ancak kardeş oldukları”ilan edilmiştir. Ve tüm sorunlarını da bu kardeşlik hukuku çerçevesinde adaletle çözecekleri birçok ayette vurgulanmıştır. Hucurat suresi 13. ayette de, insanların bir erkek ve dişiden yaratıldıkları, tanışıp (ki bu tanıma: birbirlerinin yaratıcı tarafından lütfedilmiş hukukunu tanımayı ve bunun sonucunda birbirinin eşit haklara sahip olduğunu kabulü ve bu haklarına riayeti, yardımlaşma ve dayanışmayı da kapsamaktadır), bilişmelerine vesile olsun diye kavim ve kabilelere ayrıldıkları ifade edilmektedir. Dolayısıyla bunun dışında bir başka amaç için kavmin kullanılması meşru değildir. Özellikle de kendi kavmini diğerlerinden üstün ve değerli sayan, kendi kavminin çıkarlarını belirleyici kılan, kendi kavminin aleyhine olduğunda adaleti terk eden, kendi kavminden olanı her halde tercih eden ve haklı sayan, başka kavimlerin ya da kavmi farklı olanların hak ve hukukunu ihlal eden tüm yaklaşımlar kavmiyetçilik sapmasını oluşturur. Her türlü kavmiyetçilik haramdır, şeytani bir ideolojidir, İslam dışıdır. İnsanlık tarihi boyunca en kanlı çatışmalara sebep olarak, büyük ıstıraplara yol açmış yaygın bir insanlık suçudur.
Resulullah (s) şöyle buyurmuştur:“Asabiyet (kavmiyetçilik) davasına kalkan, onu yapmaya çalışan, bu dava yolunda mücadeleye girişen bizden değildir. Bu dava üzerinde ölen de bizden değildir.”(Ebu Davut, Ebed, 121,5121) “Kim cahiliye davasında (kavmiyetçilik davasında) bulunursa Cehenneme iki dizi üzerine çökmüş demektir… namaz kılsa da oruç tutsa da…”(Hakim, Müstedrek, 4/298) “Allah Teala kıyamet günü sizi soyunuzdan, sopunuzdan sorgulamayacaktır…” (İbni Mace, Müslim).O halde kim ki, kendi kavminin üstünlüğünü sağlamaya ve diğer kavimleri kendi kimliği içinde eritip asimle etmeye, her biri Allah’ın ayetlerinden olan başka dilleri yasaklayıp yok etmeye kalkarsa, şüphesiz ki o Allah’a karşı savaş açmış, heva ve arzularını ilah edinmiş demektir.
Böyle bir zulmün işlenmesi, herhangi bir kavmin kavmi kimliği, kültürü, anadili yasaklanarak, inkar edilerek, yok edilmeye çalışılarak Allah’ın ayetlerine karşı savaş açılması halinde, bütün Müslümanlara düşen görev, Allah’a karşı savaşan bu tür zalimlerin zulümlerine karşı çıkmak ve adaleti ikame etmek üzere mazlum halkların yanında, hem de hiçbir kınamacının kınamasına aldırmadan, komplekssiz bir yaklaşımla ve tartışmasız bir adaletle yer almaktır. Eğer bunu yapmazsak, Allah korusun Allah’ın birçok ayetine aykırı düşerek isyana ve hüsrana sürüklenmekten kurtulamayız. “Ey mü’minler, Allah için adaletle şahidlikte kaim olun. Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin…” (Maide/8)“Toptan Allah’ın ipine (Kur’an’a) sarılın, ayrılmayın. Allah’ın üzerinize olan nimetini anın. Düşmandınız, kalplerinizi uzlaştırıp ısındırdı da O’nun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz.” (Al-i İmran/103)“… Hiç şüphe yok, Allah size emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.” (Nisa/58) “Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla” diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nisa / 75)“İyi bilin ki, Allah’ın laneti zalimlerin üzerinedir…” (Hud/18) “Zulmedenlere meyletmeyin. Aksi halde size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız)…” (Hud/113)
Zalimlerin zulümleri karşısında adil şahitlik yapmaktan ve mazlumdan yana olmaktan imtina edenlere, adaletten uzak söylem ve eylemlere sürüklenenlere, gerçekten ağır tehditler söz konusudur. Hiçbir Müslüman, dünyevi hesaplarla, kimi korku ve endişelerle ya da “ne derler?”, “hakkımızda ne düşünürler?” veya “hangi damga ile damgalarlar?” gibi hesaplarla Allah’ın vazettiği adalet ölçüleri içinde mazlumdan yana olmaktan imtina edemez. Zalimlere karşı itiraz etmeyi, Mazlumdan yana adaleti savunmayı erteleyemez. Aksini yapanların hesabı, vebali büyüktür. Resulullah (s)ın, bizi mazlumdan yana zalime karşı çıkmaya sevk etmesi gereken, önemli uyarıları da bulunmaktadır: “Cihadın en efdali, zalim bir sultana (yönetime) karşı söylenmiş hak sözdür.” “Kim zalim yöneticilerin zulmüne yardımcı olursa, ben ondan değilim, o da benden değildir.” “Ümmetimi zalimlere karşı ‘sen zalimsin’ demekten korkar bir halde görürsen, şüphesiz onlar kendi hallerine terk edilmiş, yani varlıkları ile yoklukları müsavi olmuş olur”. “İnsanlara acımayana Allah merhamet etmez.”(Buhari-Müslim).
Müslümanlar, Kürt Sorununa İslam’ın Ölçüleriyle ve Adaletle Yaklaşabildiler mi?
Maalesef kendini İslam’a nispet edenlerin büyük çoğunluğu, bu konuda Kur’an ölçülerini esas alan adil bir tutum sergileyemediler. Büyük çoğunluk bu zulmün karşısında ya sessiz kaldılar, ya da çeşitli sebeplerle zalimleri meşru gören bir adaletsizliğe sürüklendiler. Son derece az sayıda Müslüman Kur’an ölçüleri içinde adil bir yaklaşımı sergileyebildi. Tabii ki bunun birçok sebepleri söz konusudur. Başlıcaları ise şöyle ifade edilebilir: Öncelikle Türkiye Müslümanlarının Kur’an ve sahih sünnete dayalı sahih bir İslam anlayışına ulaşmaları çok yenidir ve böyle tevhidi bir bilince ulaşabilenler henüz çok azınlıktadır. Kendisini İslam’a nispet eden büyük cemaat ve kitleler ise, hâlâ Kur’an’ı anlamını bilmeden ölülere okumaktadır. Din anlayışlarını muharref geleneğin belirlediği bu kitleler, çoğu kez vahyin ölçülerinden habersiz, dünya meselelerine vahyin ölçüleriyle nasıl yaklaşılması gerektiğinin bilgi ve bilincinden yoksun bulunmaktadırlar. Türkiye Müslümanları çok uzun yıllar kendilerini sağcı, muhafazakâr, “milliyetçi”, devleti kutsal sayan, devletten-iktidardan yana statükocu kimliklerle ifade ettiler ve kendilerini bu anlayışlar içinde konumlandırıp tanımladılar. Bugün büyük çoğunluk bu kirlenmeden henüz arınamamıştır. İşte bu sebeple, kendini İslam’a nispet eden büyük kitle ile genel olarak Müslümanlar (tevhidi bilince sahip bir azınlık dışında); öncelikle vahyin ölçülerinden habersiz oldukları, ikinci olarak Türk ulusçuluğunu bir din gibi dayatan cahili bir eğitimden geçtikleri ve büyük çoğunluğun devleti kutsal sayan bu ulusalcı kirlilikten henüz tam anlamıyla arınamadıkları, üçüncü olarak dünyevi hesapların (iktidar, ikbal, rant, makam, mevki beklentilerinin) yol açtığı devletle ters düşmeme kaygılarını taşıdıkları için adaleti esas alan tutumlar takınamamışlardır. Kimi tevhidi kesimlerde de etkisini gösteren dördüncü sebep ise; riskten kaçış, devlet ve yargının hışmından duyulan korkular ve “Kürtçü” damgası yeme, PKK yanlısı görünme endişeleridir. Böylece kimi bilinçli Müslümanlar da, konuyu gündemleştirmenin ve adalet amaçlı da olsa söylenecek sözlerin PKK’ya yarayacağı, (tam tersine, Kürt sorununa karşı ilgisiz ve adaletsiz duruşun hem Türkçülüğü hem de Kürtçülüğü besleyen bir fonksiyon ifa ettiğini akledemeyerek) Kürtçülüğü besleyeceği gibi kimi korku ve endişelerle konuya adalet ölçüleriyle yaklaşmamışlardır.1
Halbuki bu tutum, doğrudan ayrılıkçı Kürtçü sosyalistlerin işini kolaylaştırmış, kimi Müslümanların bu adaletsizliğinin faturası haksız yere İslam’a kesilerek, büyük çoğunluğu kendini İslam’a nispet eden ve üstelik diğer kesimlere göre, geleneksel formda da olsa ibadetlerini yerine getiren dindarlarının oranı en yüksek olarak bilinen Müslüman bir halkın (hiç değilse önemli bir kısmının), ulusçu, sosyalist ve laik bir örgütün peşinden sürüklenmesine sebep olmuştur. Kürt halkının önemli bir kesimi, arasında sıkıştığı dayatmacı iki seçenekten kendisine yakın olanını tercih etmek zorunda kalmıştır. Bir yanda T.C’nin 70 yıllık asimilasyona dayalı Türkçü-şöven-baskıcı-inkarcı-asimilasyoncu politikaları, öte yanda bu politikalara karşı çıkan ve mücadele eden, fakat dünya görüşü itibariyle T.C’nin izdüşümü olan batıcı-laik PKK. İşte halkın önemli bir kısmı, kendi bağrından çıkan, fıtratına, özüne uygun bir başka seçenek göremediğinden, İslami kimliğine uygun İslami bir alternatif geliştirilmediğinden, kısmen de olsa PKK’ya eğilim göstermek zorunda kalmıştır.
Mısırlı bir Müslüman düşünür olan Dr. Fehmi Şinnavi de aynı tespitleri yaparak, “ümmetin yetimleri” olarak nitelendirdiği Kürtlere yönelik olarak ümmetin ilgisizliğinden şikayet ediyor. Kürtlere yapılan haksızlıklar, adaletsizlikler, zulümler karşısındaki ümmetin suskunluğunu, diğer kavimlere nazaran ortaya konan çifte standardı eleştirdiği “Ümmetin Yetimi Kürtler” isimli kitabında şunları söylüyor: “Sayısı 1,5 milyara varan Müslüman topluluğunun Kürt sorunu karşısında duyarsız ve suskun kalması, bu üzücü durum, aynı zamanda Müslüman ümmetin sahici anlamda henüz var olmadığına da bir delil teşkil etmektedir” “İslam, iman ve adalet ilkeleri olmaksızın ayakta duramaz. Müslümanlar arasında adalet ilkesi yok olup gitmişse zaten Müslümanlıktan da söz etmek mümkün olamaz”. “İslam’ın ölçüsü nettir: Aleyhinize dahi olsa adaletten ayrılmayınız. Bir devlet kâfir bile olsa adalet sayesinde ayakta durabilir, ama Müslüman bile olsa adaletten yoksunsa yıkılmaya mahkûmdur”. “Hiç kuşkusuz sorun, sadece hakları zorla ellerinden alınmış bir yetimler topluluğu sorunu değildir. Bence sorun çok daha büyüktür. Kim ne derse desin bence sorun hak ve batıl meselesidir”. “Hepimiz hakkın ve haklının yanında yer almalıyız. Hak ölçülerini kendi ellerimizle yıkmamaya azami gayret göstermeliyiz. Öncelikle biz Müslümanlar hakkın temsilcileri olmalıyız”. “Şu hususu açıkça vurgulamak istiyorum: Namaz kılıyor, oruç tutuyor, hacca gidiyor, kısacası İslam’ın öngördüğü bütün ibadetleri yerine getiriyor olsak bile, şayet hakları ellerinden alınmış, zulme ve gadre uğramış kardeşlerimizin sorunlarıyla ilgilenmiyorsak, onların sorunları karşısında dilsiz ve sağır olmayı tercih ediyorsak, hiç kuşkusuz bütün bu amellerimizin ibadetlerimizin hiçbir faydası olmaz. Biz biliyoruz ki bütün bu ibadetler, zulme karşı direnmeyi gerektirir. İbadetlerin özünde bu anlayış yatar”. “Ben Kürt değilim, Kürtlerin avukatı da değilim. Sadece hak ve adalet için avukatlık yapıyorum. Kürtleri savunuyorum, ama onların da ırkçılık- ulusçuluk temelleri üzerinde yükselen bir devletleri olsun istemiyorum. Ulusçuluk hastalığı öbür toplulukları felakete sürükleyen bir hastalık olduğu için aynı şeyi mazlum Kürt kardeşlerimiz için asla temenni etmiyorum. İstiyorum ki, bütün Müslüman topluluklar, ulusçuluk – ırkçılık hastalığına bulaştıkları için İslam birliğini istemeyen önderlerin, liderlerin sultasında kurtulup daha onurlu ve güvenli bir hayata kavuşsunlar”.
Türkiye’de Kürt Sorununu Doğuran Sebepler ve Bölücülüğün Asıl Kaynağı
İslam toplumu, yüzyıllarca vahye dayalı bu muhteşem adalet ölçüleri içinde bütün kavimleri eşdeğer saygıdeğer konumlarda kabul edip kucaklamış ve Müslüman kardeşler kılmışken, neler oldu da kavmiyetçilik belası halkımızı kamplara ayırıp, birbirine düşürdü? Türkiye’de hangi politikalar uygulandı da “Kürt sorunu” doğdu?
Mustafa Kemal’in 1920’lerdeki sözleri Kürtlere vaatlerle doluydu. Kürtlerin haklarının adaletle teslim edileceği İslami bir sistemin kurulacağı da bunlardan biriydi. Mesela 1 Mayıs 1920’de TBMM’de yaptığı bir konuşmada açıkça şunları söylüyordu: “Meclis-i alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslamiye’dir, samimi bir mecmuadır… Binaenaleyh muhafaza ve müdafaasıyla iştigal ettiğimiz millet bittabi bir unsurdan ibaret değildir.(O gün henüz “millet” kavramı, aynı inancın müntesipleri anlamına gelen İslami özünden soyutlanmamış, bir ırka dayalı ve seküler bir içerikle tanımlanmamıştır. Bilahare bu kavram da ulusalcılık yerine kullanılarak ve bir ırkın kavmiyetçiliği boyutuna indirgenerek saptırılmıştır-MP). Muhtelif anasır-ı İslamiye’den mürekkeptir. Bu mecmuayı teşkil eden her unsur-u İslam, bizim kardeşimiz ve menafii tamamen müşterek olan vatandaşımızdır ve yine kabul ettiğimiz esasatın ilk satırlarında bu muhtelif anasır-ı İslamiye ki; vatandaştırlar, yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ile riayetkârdırlar ve yekdiğerinin her türlü hukukuna, ırkî, içtimaî, coğrafi hukukuna daima riayetkâr olduğunu tekrar ve teyid ettik ve cümlemiz bugün samimiyetle kabul ettik… Tahsiline azmettiğimiz vahdet, yalnız Türk, (yalnız Kürt), yalnız Çerkez değil hepsinden memzuç bir unsur-u İslam’dır…”2
Yine Mustafa Kemal 10. Ocak 1920’de İzmit Kasrı’nda gazetecilerle yaptığı toplantıda şunları söylemiştir: “… Binaenaleyh başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmekten ise bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince zaten bir nevi mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir. O halde hangi livanın ahalisi Kürt ise, onlar kendi kendilerini muhtar (özerk) olarak idare edeceklerdir…”3TBMM Gizli Celse Zabıtlarında yer alan, 1922 yılında yazılan ve BMM Başkanı Mustafa Kemal imzalı “Kürdistan Hakkında BMM Vekiller Heyetinin Elcezire Cephesi Kumandanlığına Talimat” bu konuda dikkat çekici bir içeriğe sahiptir:
“1…Kürtlerle meskûn menatıkta ise hem siyaseti dahiliyemiz ve hem de siyaseti hariciyemiz noktai nazarından tedricen mahalli bir idare ihdasına iltizam etmekteyiz. 2. Halkların kendi mukadderatlarını bizzat idare etmeleri hakkı bütün dünyada kabul olunmuş bir prensiptir. Biz de bu prensibi kabul etmişizdir…”4
Görüldüğü üzere, 1920’lerde Mustafa Kemal tarafından, “millet” kavramı bir ırka göre değil, İslami tüm kavimlerin birlikteliğini ifade etmek üzere “ümmetçi” bir yaklaşımla ve aslına uygun bir şekilde tanımlanıyor. Bizzat Mustafa kemal tarafından, bütün kavimlerin birbirinin ırki, sosyal ve coğrafi hukukuna karşılıklı saygı esasına dayalı ve Kürtlerin özerk yönetimlerinden bahseden bir yapılanma gündemde tutuluyor. Merkezi hükümetin ve Meclisin “anasır-ı İslam” olarak ifade ettiği ümmeti oluşturan tüm bu ırklara, kavimlere müştereken ait olduğu vurgulanıyor. Ama daha sonra tüm bunlar unutularak, İslami kimlik ve ümmetçi yaklaşım düşman ve tehdit olarak tanımlanıp, Türk ulusçuluğuna dayalı seküler bir sistem oluşturuluyor.
Böylece, Batının teşviki ve Batıcı, pozitivist, jakoben kadroların tercihiyle, ülkemizin halklarına tepeden suni bir biçimde Türk ulusalcığına dayalı ulus devlet formu dayatıldı. Ve ülkemiz halkları, kültür, siyaset, ekonomi, hukuk, ahlâk gibi tüm alanlarda tepeden inmeci jakoben yöntemlerle zorla modernleştirilmeye, sekülerleştirilmeye, Batılılaştırılmaya çalışıldı. Resmi ideoloji ya da resmi din haline getirilen Kemalizm, Batının seküler değerlerine göre, tek ırkın kimliğini esas alan tek tip bir ulus oluşturmaya ve bu amaçla şiddeti esas alan politikalarla din düşmanı bir laikliği uygulamaya kalkıştı.
Genelkurmay Başkanlığının yayınladığı, “Atatürkçülük” adlı kitapta yer alan yazılarında, Atatürkçü resmi ideolojinin veya bir başka ifade ile bir hayat tarzı, dünya görüsü anlamında Kemalizm dininin kurucu isimlerinden olan bazı Profesörler enteresan tespitlerde bulunuyorlar. Bunlardan Prof. İsmet Giritli, söz konusu yayındaki, “Kemalizm ideolojisi”başlıklı makalesinde şu cümlelere yer veriyor:“Kemalizmin ulusal modernleşmenin inanç sistemi ve aksiyon programı olmak yönünden bir ideoloji olduğu ortaya çıkar”.5Türk Hava Kurumu’nun yayınlarından olan bir başka kitapta da, “Kemalist inanç sisteminin” öncülerinden Prof. Reşat Kaynar şu açıklamayı yapmaktadır: “Atatürkçü Laiklik; Batının sosyal Kurumlarına ve yaşayışına engel olan, şeriatçılığın….. düşmanı idi.”6
İşte bu beyanlardan da anlaşılacağı üzere Mustafa Kemal’in ve Kemalizmin benimsediği pozitivizm ve laiklik,Kürd’üyle, Türk’üyle tüm kavimleri kardeşleştirerek yüzyıllarca adalet içinde yaşatan“İslam şeriatına karşı çıkmayı”, seküler anlayışla üretilen ve ilahi olana başkaldırıyı ifade eden “pozitif bilimin ve aklın dine, İslam’a egemen olmasını”, yani aklı ve insan iradesini ilahlaştırarak Allah’ın yerine ikame etmeyi esas almaktadır.Doç. Dr. Levent Köker de, “Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi” adlı eserinde şu çarpıcı tespiti yapmaktadır: “Pozitivizmin jön Türk düşüncesine ve oradan da Kemalizme Comte’cu biçimiyle yansıdığını kabul edersek, Kemalist Laiklik anlayış ve uygulamasının, eski İslam inancının yerine yeni bir inanç sistemi (bir yeni “din”) yerleştirmek istediğini kabul etmek gerekmektedir.”
İslam’ın yerine “milliyetçilik ideolojisini“ ikame etmeye çalışan Kemalist kadroların önde gelen liderlerinden birisi olan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, “Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun”un görüşmeleri sırasında meclis kürsüsünden hükümet adına aynen şunları söylemiştir: “Dinler işlerini bitirmiş, vazifeleri tükenmiş, yeniden uzviyet ve hayatiyet bulamayan müesseselerdir.“(okay-bravo sesleri, alkışlar)”7Bu sözler, dönemin İçişleri Bakanının Meclis kürsüsünden ve hükümet adına söylediği sözlerdir. Ve işin ilginci, Meclis tarafından da “bravo” sesleri ve “alkışlar” la karşılanmıştır. “1931 yılı sonlarında Atatürk’ün de katıldığı laiklik üzerine bir tartışmada, şunlar söyleniyor: ‘İslamlık, devrini yapmış, fayda ve zararlarını ortaya koyarak eskimiş, ömrünü bitirmiş bir şeydir. O müesseseyi ne korumaya, ne de yeniden bir aşı yaparak gençleştirmeye niyetimiz yoktur. Zaten böyle bir teşebbüs, kurumuş eski ağaca, hayat vermeye çalışmak gibi beyhudedir.”8
Türk Dil Kurumu tarafından 1930’lu yıllarda yayınlanan Türkçe sözlüğün 1944’lere kadarki baskılarında, “din” şöyle tanımlanıyordu: “Bir yaşam tarzı. Türk’ün dini Kemalizmdir.”9“Bilkent Üniversitesi siyaset bilimi profesörü Faruk Gençkaya da,..‘Laiklik Türkiye’de en az İslamiyet kadar önemli bir tür dindir’diyordu.”10
1936’da basılan “KAMALİZM: C.H.Partisi Programının İzahı” adlı kitabında Edirne Saylavı (milletvekili) Şeref Aykut bakınız Kemalizmi nasıl tarif ediyor: “Kamalizm, bir dindir ki onun en büyük ve ana sıfatlarından birisi de devrimci olmasıdır. (…..) Bu sebepledir ki onu (gençliği) Kamalizm dininin hiç şaşmayan, şaşırmayan orunçlu ve coşkun tapkanı yapmak, ona bu kudsal, ulusal ve kurtarıcı dini olanca derinliği ve inceliği ile oydamlamak ister… ta ki, Kamalizm dinine inanı artsın. İşte disiplin altında gençlik böyle olacaktır. Parti bunu amaçlamış, hazırlamıştır.”11
Tüm bu belgeler ve 80 yıllık uygulama da ortaya koymuştur ki, Kemalist Türk ulusçuluğu, dışlanan İslam dininin ve “ümmetçiliğin” yerine, ortaya çıkan boşluğu dolduracak bir din gibi kurgulanmıştır. Dışa karşı son derece uzlaşmacı ve teslimiyetçi olan ve antiemperyalist olduğu iddia edilse de, 80 yıllık uygulaması ile ispat edilmiştir ki, aslında ta baştan beri, hep emperyalizmin değerlerini savunan, emperyalist güçlerin saflarında yer almayı tercih eden bir anlayışı temsil etmektedir. İçe dönük anlamı ve uygulaması ise, Türklüğü ve Türkçülüğü yücelten ve bunu diğer ırklara da dayatan, ırkçı, inkarcı, asimilasyoncu ve faşist bir seyir izlemiştir. Özellikle Türklerden sonra en büyük nüfusu teşkil eden Kürt halkına yönelik çok yönlü büyük zulümler yapılmış, bu halkın Allah’ın ayetlerinden olan kavmi kimliği ve dili yok edilmeye çalışılmıştır. Savaş sürecinde bizzat Mustafa Kemal tarafından, ümmetçi bir yaklaşımla verilen, adaletin de gereği olan sözler, savaş sonrasında hemen unutulmuş ve Allah’ın Kürt olarak yarattığı bir halk, katliam, baskı, asimilasyon, tehcir ve mecburi iskan politikaları ile yok edilmeye, zorla “Türkleştirilmeye” çalışılmıştır. O gün Başbakan olan İsmet İnönü’nün, 20.11.1932’de Ankara Hukuk Fakültesi mezunlarının diploma töreninde söylediği, insan haklarını ve hukuku katleden utanç verici sözler şunlardır; “Hiç şüphe yoktur ki, Cumhuriyet Türkiye’sinin bütün geçmiş devirlerden en esaslı farklarından birisi de…Türkiye’nin, Türk’ün devleti ve vatanı olmasıdır…. Bu memleket Türkiye’dir. Burada yaşayanlar Türk’türler. Ve Türk vatanperverliği ve Türk milliyetçiliği bu memleketin idaresinde, mukadderatına müessir ve hakimdir… Türk milliyetçisi ve Türk vatandaşı olmak için bu memlekette her hangi fertten anormal bir şey istemiyoruz. Türk olmayı sevmek ve Türk olmayı kabul etmek, Türk milletine mensup olmanın verdiği bütün haklara malik olmak için kafidir… Türk olmayı iftihar edilecek bir mazhariyet olarak yürekten kabul eden ve öyle çalışan vatandaş, benim gibi, benim bütün hukukum gibi, her hakka malik olmak için bütün esbaba maliktir.”12
Yine 1930’lu yılların Yargı Bakanı Mahmut Esat Bozkurt da, 19 Eylül 1930 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesinde, cüretkar ve pervasız bir ırkçılığın ifadesi olan şu sözleri söylemiştir;“…Bu memlekette Türk olmayanların tek bir hakkı vardır; Türk’lere hizmetçi olmak, Türk’lere köle olmak hakkı.”13
1933-34 yılarında Mecliste görüşmeleri yapılan Mecburi İskân Kanununun gerekçesinde ve Komisyonca hazırlanan mazbatada yer alan aşağıdaki ifadeler, Türk olmayan halklara yönelik ne kadar ağır bir ırkçılığın bizzat devlet eliyle ortaya konduğunun bir başka belgesi niteliğindedir. “Türkiye Cumhuriyeti, ancak gönül ve kafa birliği ile dil birliğini göz önüne alarak, bir soyun tek çocuğu saydığı Türklüğün iç ve dış güçlerini biletip yükselterek, her şeyi ancak bu büyük Türk’e bağlamayı kendine ülkü ve amaç edinmiştir.”14Aynı Mazbatada 9. maddenin gerekçesinde de “Türk kültürüne bağlı olmayanların Türk köylerine birer aile olarak yerleştirilmesi yazılmış ise de, maksat bunların süratle ana dillerini unutması, Türklerle karışması olduğundan, büyük köylerde bir mahallede veya birbirine komşu ve kolaylıkla toplanır bir yerde olmamak şartıyla oturtulmalarında beis görülmemiştir”, “Türkçe’den başka dil konuşanların yeniden bir köy, bir mahalle, hatta bir blok veya işçi veya sanatçı sınıfı meydana getirmelerini yasaklayan” 11. maddenin gerekçesinde ise, bu maddenin “dil, kültür ve kan birliğini temin etmek maksadıyla” tedvin edildiği ifade edilmiştir. İşte bu derece ırkçı, şöven ifadeler, Türk’ü yüceltirken diğer kavimleri aşağılayan, asimile etmeyi hedefleyen tüm bu planlar, TBMM’inde görüşülen bir Kanunun gerekçe ve meclis mazbatalarında yer almakta ve önerilmektedir. Aynı kanunun Meclisçe hazırlanan mazbatasında, değişik kavimleri Müslüman kardeşler kılarak bir arada tutan “ümmetçilik düşüncesi” ise, “değişik dilli ve değişik kültürlü insanların Türk varlığında toplanmasına fırsat vermediği için” eleştirilmiş ve dışlanmıştır.
Kürtçe konuşmayı suç sayıp cezalandırmaya örnek olabilecek ilginç ve trajik örneklerden biri de Şark İstiklal Mahkemesi üyesi Süreyya Örgeevren’in Hatıratında anlatılmaktadır. Örgeevren,Şeyh Sait Olayı ile ilgili mahkemeye 20-25 yaşlarında hiç Türkçe bilmeyen bir gencin sanık olarak getirildiğini, binlerce sanıklı mahkemedeki izdiham nedeniyle mahkeme heyetinin;“Sorgulamaya bile gerek yok. Türkçe bilmeyen bir adamdan zaten memlekete hayır gelmez.” diyerek idamına karar verdiğini anlatarak, öldürülen gencin sürekli olarak rüyalarına girdiğini söylemektedir.
Tüm bunlar göstermektedir ki; bölücülüğün ve terörün gerçek tohumlarını, Kemalist kadroların, böylesine azgın ve farklı olana yaşama hakkı tanımayan, faşist, ırkçı anlayış ve uygulamaları ekmiştir. Halbuki başlangıçta, savaş sürecinde M. Kemal sürekli Kürt-Türk kardeşliğini, savaşı birlikte kazandıklarını, hükümetin Kürt, Türk…vb bütün Müslüman halkların hükümeti olduğunu vurguluyordu. En önemlisi de savaş sürecinde Kemalist kadrolar sürekli İslam’a bağlılıklarını ifade ediyorlardı. Ancak daha sonra tam tersi uygulamalara geçilince, Kürtler şu soruları sormaya başladılar. Hani Kürtler ve Türkler birlikte savaşmışlardı? Hani Lozan anlaşmasında “Türkler ve Kürtler” birlikte hareket etmişlerdi? Hani TBMM ve hükümet, Türkler, Kürtler, Çerkezler ve Lazlar gibi tüm İslam unsurlarına aitti? Hani ümmeti teşkil eden bütün bu unsurlar, birbirlerinin hak ve hukukuna karşılıklılık ilkesine göre hürmetkâr ve riayetkâr idiler? Evet, savaştan sonra tüm vaadler ve İslami söylemler unutuluvermiş ve bu ülkede Türklerin sahip olduğu haklara, hukuka ve imkanlara sahip olmak için mutlaka Türklüğe sığınıp Türk olmayı kabul etmek (sanki mümkünmüş gibi), bununla da yetinmeyip “Türk olmayı iftihar edilecek büyük bir mazhariyet olarak görmek”ve üstelik zahiren böyle söylemeyi de yeterli görmeyip, “bu kabulü yürekten yapmak”gerekli görülüyordu. Hem de bu şövenist sözler Başbakan İsmet İnönü’nün ağzından ve ibretlik bir yerde, Hukuk Fakültesindeki bir törende ifade ediliyordu. Mahmut Esat Bozkurt denen faşist ise daha ileri gidip, Türk olmayanların tek hakkının Türklere hizmetçilik ve kölelik olduğunu söylüyordu. İşte İslam’ı düşman ilan eden sistemin ırkçı zulmü, bu kadar vahşi, kin ve düşmanlığı tahrik edici (yani tam TCK 312’lik) boyutlarda gerçekleştirilerek, sürekli bölücülük tohumları eken böylesine teröristçe uygulamalarla, alternatif terörleri doğurup besleyecek bir zulüm bataklığı oluşturulmuştur.
Kürt Halkına Yapılan Zulümlerin Özeti
Yaklaşık 80 yıldan beri Türk ulusalcılığını esas alan sistem tarafından Kürt halkına yapıla gelen zulümler ciltler dolusu kitaba dahi sığmayacak cesamettedir. Biz çok kısa başlıklar halinde ifade etmeye çalışalım.
1– İslam şeriatının, ümmet bilincinin dışlanıp düşmanlaştırılması, şekli olarak varlığıyla bile ümmete şemsiyelik yapan hilafetin kaldırılması ve yerine laik, ulusalcı Batıcı, pozitivist resmi ideolojisi olan Türk ulus devletinin kurulması farklı ırkları bir arada tutan vasatı ortadan kaldırdı. Üstelik bu yeni ideolojinin dinleştirilip bütün halklara dayatılması, farklılıkların yok edilmeye, asimile edilmeye kalkılması haklı olarak itirazları ve tepkileri arttırdı. İşte Şeyh Said “kıyamı” ve Ağrı “isyanı” benzeri itirazlar, halka rağmen ve halkın kimliğini, değerlerini yok sayma pahasına dayatılan bu sekülerleşme projesi sebebiyle ortaya çıkmış, ibret olması amacıyla aşırı güç kullanımıyla ve çok kanlı bir biçimde bastırılarak yeni zulümlerin altına imza atılmıştır.
Her şeyden önce ülkede devlet ve sistem yapılanmasına giderken, bütün kavimleri İslam kardeşliği ve hukuku içinde adaletle bir arada yaşatan İslam’ın düşman konumuna oturtulması ve laik seküler Türkçü bir ulus devlet yapısının dayatılması, bütün diğer zulümlere de kaynaklık eden en büyük zulmü oluşturmuş ve büyük itirazların, ayaklanmaların gerçekleşmesine sebep olmuştur. İslami kimliğin, İslam şeriatının, ümmet bilincinin, şekli olarak varlığıyla bile ümmeti bir arada tutan hilafetin kaldırılması ve yerine laik, ulusalcı Batıcı, pozitivist resmi ideolojisi olan Türk ulus devletinin kurulması farklı ırkları bir arada tutan vasatı ortadan kaldırmıştır. Kürt kimliğinin reddedilmesi ve Türkçü ulus devletin kurulması sonucunda, İslami ve kavmi hakları yok edilen Kürt halkı haklı tepkiler göstermiş, ancak bu tepkiler, sistemin yanlışta direnmesi, müsamahasızlığı ve aşırı güç kullanımı yüzünden çok fazla kanın dökülmesine yol açmıştır. İşte, Şeyh Said “kıyamı” ve Ağrı “isyanı” benzeri itirazlar, halka rağmen ve halkın kimliğini değerlerini yok sayma pahasına dayatılan Kemalist sekülerleşme projesi sebebiyle ortaya çıkmıştır. Nitekim Şeyh Said’in kıyama davet mektuplarında şu vurgular dikkat çekmektedir: “Bizim Türklerle müşterekimiz din, şeriata dayalı devlet ve halifeydi. Fakat Türkler, tek taraflı bir kararla (bu ortak paydaya) halifeliğe son verdiler. Ortak noktamız ortadan kalktı…”.İstiklâl Mahkemesi Savcısının “Bağımsız Kürt Devleti” kurmak ve T.C. Devleti’ni bölmek şeklindeki suçlamalarına karşı Şeyh Said : “Kesinlikle müstakil bir Kürt devleti veya Kürt krallığı değil, şeriatın yaşanmasını arzulamıştım.”diyerek reddetmiştir. Nitekim idam edilmeden önceki son sözleri de bunu ispatlamıştır. İdam sehpasına yürürken:“Değersiz dallarda beni asmanıza pervam yoktur. Muhakkak ki ölümüm Allah ve İslam içindir. Mahşer gününde hepimiz muhakeme olacağız”demiştir.15
Bu haklı gerekçelere dayanan itirazların, başkalarına da “ibret olması” ve yeni döneme uyum sağlamayanları sindirmek amacıyla aşırı güç kullanımı yüzünden çok kanlı bir biçimde bastırılmış ve bu durum yeni zulümlerin altına imza atılması sonucunu doğurmuştur. Mesela Haziran 1930’da Ağrı ve çevresinde başlayan İslami talepli halk ayaklanması bir eşkıya hareketi olarak gösterilmiş, Temmuz başında bastırma “harekâtına” iki kolordu ve 80 uçak katılmıştır. Bu askeri harekâtın tamamlanmasından sonra I. Umumi Müfettiş İbrahim Tâli (Öngören), “Doğu” halkına yayınladığı bildiride, şu ibret verici, ürpertici ve harekâtın tutumu hakkında düşündürücü ifadeleri kullanarak, “… eşkiyaya yardım eden köyler halkının imha olunduğunu…”beyan etmiştir.16 O tarihe ait gazeteler ise, “Salih Paşanın tatbik ettiği imha planı”uyarınca “eşkıya”nın “çekirge mücadele usulüyle tepelendiğini” yazmışlardır.17 İşte bu “imha ve tepeleme” harekâtlarında binlerce kişiden oluşan halk toplulukları, kadınlar ve çocuklar dahil, “zilan” vadisinde toplanıp katliama tabi tutulmuşlardır. Bilahare basılan köylerde de aynı katliam sürdürülmüştür.
2–“Ne mutlu Türküm diyene” sözünün bölge halkına sövercesine Kürt bölgesinin dağlarına kazınılması ve Kürt çocuklarının her sabah “Türk olduğunu” haykırmaya ve “Ulu önder Atatürk’ün gösterdiği yolda yürüyeceğine” “varlığını Türk varlığına armağan etmeye”söz vermek zorunda bırakan bir and içmeye zorlanması; eğitimde bütün ders kitap ve programlarına sokulan laik Türk ulusalcısı Kemalist resmi ideolojinin dayatılması, tek tip insan yetiştirmenin hedeflenmesi de önemli ve yaygın bir zulüm kaynağını oluşturmuştur. (Andın metni: “Türküm, doğruyum… varlığım Türk varlığına armağan olsun.Ey bugünümüzü sağlayan ulu Atatürk;açtığın yolda, kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta hiç durmadan yürüyeceğime and içerim. Ne mutlu Türküm diyene.”). Böylece eğitim adı altındaki öğütüm kurumlarında çocuk zihinler vicdansız bir baskıyla işgal edilmiş, fıtrat ve şahsiyetlerin bozulmasına yol açılmış, ikiyüzlülük ve yalancılık devlet eliyle yaygınlaştırılmıştır.
Kemalizm’in amentüsü mahiyetinde Atatürkçülüğe bağlılık andının, Türk olmayanlara Türk olduğunun ve bu sebeple de mutlu olduğunun zorla söyletilmesi aslında herkes için zulüm oluşturuyor. Türkiye’deki Alman okulunda Alman çocuklarına da bu andın söyletilmesini MEB Hüseyin Çelik haklı olarak eleştirmiş ve bu zorunluluğu onlar için şu gerekçeyle kaldırmıştı: “Alman çocuğuna her sabah önce ‘Türk’üm’ dedirterek yalan söyletiyoruz, hemen arkasından da ‘Doğruyum’ dedirterek ikinci bir yalan söyletiyoruz” diyordu. Çünkü Alman çocuk, Türk olmadığı halde andın başında baskıyla da olsa Türk’üm demek suretiyle birinci yalanı söylemişti, hemen sonraki kelimede ise, birinci kelimedeki yalanıyla doğruluktan saptığı halde ‘doğruyum’ demek suretiyle ikinci bir yalanı söylemiş oluyordu. İşte MEB Hüseyin Çelik’in Kemalizme bağlılık “and”ına yönelik bu eleştirisi son derece haklı ve doğru olduğu halde, bu eleştiri Türk olmadığı halde böyle and içirilen her çocuk için geçerli olmalıyken, alınan kararla sadece Alman çocuklarına yapılan zulme son verilmekle yetinilmiştir. Bu ülkedeki bütün çocuklara, ırk ayrımı yapmadan zorla söyletilen bu and zulmü ise halen devam etmektedir. Türklük ya da Kürtlük hiçbirimizin tercihimiz değil Allah’ın takdiridir ve bu sebeple övünme ya da yerinme vesilesi kılınamaz. O halde her sabah Türk olduklarının hatırlatılması ve bunun bir övünç ve mutluluk kaynağı olduğunun vurgulatılması, aslında Türk çocuklarına da zulümdür. Başta Müslümanlar olmak üzere, resmi ideolojiyi benimsemeyen insanlara ve çocuklarına, Kemalizm dininin amentüsü mahiyetinde böyle bir andın zorla ve her sabah tekrarlatılması ve İslam karşıtı pozitivizmden ibaret olan “Atatürk”ün yolundan yürüme sözü verdirilmesi, eğitim kavramıyla değil ancak zorla beyin yıkama ve dönüştürme anlamında öğütüm kavramıyla örtüşebilecek büyük bir zulümdür.
Uzun yıllar Kürtçe’nin konuşulmasının bile yasaklanması, ana dilde eğitim ve yayın yapmanın ise (özel TV yayını henüz serbest bırakılmamış, bu konudaki yönetmelik bir türlü çıkarılmamıştır) halen devam eden yasaklar arasında bulunması gibi ulusalcı dayatmalar, Allah’ın ayetlerinden olan kavmi kimlik ve ana dilin büyük yaralar almasına yol açmıştır. Kürt halkının çocukları ne Türkçe’yi ne de Kürtçe’yi yeteri kadar öğrenebilmiş, sonuçta, kendini ifade etme kabiliyeti ve eğitim seviyesi bakımından yetersizliklere sürüklenmiştir. Eğitim ve yayın dili olarak kullanılması yaklaşık 70-80 yıldır yasak olan Kürtçe, Allah’ın bir ayeti olarak yaratılış amacına hizmet etme imkânından uzaklaştırılmış, zayıflatılmıştır. Kürtçe yerleşim yerlerinin ve coğrafi alanların isimlerinin değiştirilmesi, çocuklara Kürtçe isim konulmasının yasaklanması vb daha pek çok zulümle hep asimilasyon sağlanmaya çalışılmıştır. Bütün bunların yol açtığı büyük ıstırap, ancak farazi bir “Kürdiye”de “Türk kimliğine ve Türkçe’ye aynı şeyler reva görüldüğünde ne olurdu, neler hissederdik?” sorusunun üzerinde adaletle tefekkür edip empati yapmakla daha iyi anlaşılabilecektir.
3–Genel olarak Kürt halkına yönelik farklı hukuk, OHAL uygulaması, jandarma baskısı ve ayrıca bu haksızlıklara, zulümlere itiraz edenlere yönelik ilave baskılar, gözaltılar, işkenceler, işkencede ölümler. Ayaklanmayı bastırma adı altında on binlerce kişiden, yaşlı, kadın ve çocuklardan oluşan halk topluluklarına yönelik aşırı güç kullanımı ve katliamlar. Asimilasyon amaçlı göçe zorlama ve mecburi iskan uygulamaları. Diyarbakır ceza evi başta olmak üzere zindanlarda yapılan akıl almaz işkence ve zulümler, insanlık onurunu ayaklar altına alan utanç verici uygulamalar. Yargının resmi ideolojinin kırbacı gibi kullanılmasından kaynaklanan adaletsizlikler, siyasi, ideolojik keyfi yargı kararlarıyla on binlerce insana yapılan zulümler, haksızlıklar. Kimi asker ve yargı bürokratlarının koruması altında gerçekleştirilen ve binlerce insanı katleden faili meçhuller, yoğun hukuksuzluklar, çatışmalar, olağanüstü hal uygulamaları, gözaltında kayıplar, ev baskınları, yargısız infazlar, pislik yedirmeler, köy yakmalar ve boşaltmalar, taş atan Kürt çocuklarını bile terörle mücadele kanunu kapsamına alarak onlarca yıllık cezalara muhatap kılan ideolojik uygulamalar, göç ve bundan doğan sorunlar, bu büyük zulmün sadece bazı ana başlıklarından ibarettir. Susurluk, Şemdinli, Yüksekova ve Ergenekon gibi adlarla ortaya çıkan devletin silahlı bürokratlarının öncülüğünde oluşturulmuş çeteler en üst kademelerden korunup “iyi çocuklar” olarak kollandılar. İşte bu devlet çeteleri, 20 bin civarında insanı faili meçhullerle, yargısız infazlarla katlettiler, asit kuyularına attılar. Halkları birbirine karşı kin ve düşmanlığa tahrik edecek, çatıştıracak kanlı provokasyonlar gerçekleştirdiler. Bütün bu suçların faili ve tam bir terör örgütü gibi çalışan JİTEM’in hukuksuzlukları, keyfilikleri, katliamları bugün artık belgelenmiş suçlar olarak iddianamelerde yer almakta, başta varlığı kabul edilmeyen bu illegal resmi örgütlenme artık herkesçe kabul edilmek zorunda kalınmış devlet adına utanç verici bir uygulamanın adı olarak tarihe geçmiş bulunmaktadır.
4–Özgür-Der Diyarbakır Şubesinin raporuna göre: Göç ve koruculuk ise başlı başına yeni ıstırapların kaynağı olmuştur. “Kürt halkından küçümsenmeyecek önemde bir kısım, devlet ve PKK’nin oluşturduğu yoğun şiddet altında kalmış, bir kısmı göçe zorlanırken, bir kısmı da güvenlik ihtiyacıyla köyden şehre çaresizlik içinde göç etmişlerdir. Bu da uzun yıllar kapanmayacak sosyal yaraların oluşmasına neden olmuştur. Bu insanlar yaşam alanlarından kopartılarak, herhangi bir yer gösterilmeksizin sahipsiz bir biçimde bölgedeki ve bölge dışındaki kent merkezlerine göç etmek zorunda bırakılmışlardır. Geçim kaynakları, toprakları ellerinden alınan bu insanlar yoksulluk sınırı altında yaşamaya mahkûm edilmişlerdir. Kendi topraklarında barınma, iş, sağlık, eğitim gibi temel hizmetlerden mahrum bırakılmışlardır. Aileleri parçalanmıştır. Göçtükleri birçok yerde kimliklerinden dolayı saldırıya uğramışlardır. Göç eden insanlar, çevre uyumsuzluğu, dil ve kültür farklılığı, potansiyel suçlu görülme sorunlarıyla, sağlık, beslenme, barınma, düzenli iş bulamama-işsizlik, eğitim ile ilgili sorunlarla karşılaşmışlardır… Köylüler arası güç dengesini bozan koruculuk sistemi Kürdü Kürde kırdırma mekanizması olarak işletilmiş, koruculuk zırhına bürünmüş suç şebekeleri yaratmıştır. Köylüler üzerinde baskılar kuran, adam öldüren, kadın kaçıran, düşman gördüğünü PKK’li yaftası vurup ortadan kaldıran, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı, taciz, tecavüz, soygun, haraç alma ve sair suçlar işleyen, zaten devletten potansiyel suçlu muamelesi gören köylülerin müşteki olmaya bile korktukları, denetlenmeyen devasa bir suç makinesi olmuştur koruculuk. Bir başka suç makinesi olan JİTEM’e destek veren ve ondan destek alan koruculuk, savaş ortamının hukuksuzluğu içerisinde her türlü kötülüğün ve zulmün başı olmuştur. Erbakan’a Başbakanlığı döneminde MİT’in korucular hakkında sunduğu raporda şu ifadeler yer alıyor. “Bölgede korucular, eroin şebekesinden farksız durumdalar. Kız kaçırıyorlar, canlarını sıkanı öldürüp PKK’lı diyorlar. Zorbalıkla insanların topraklarını, mallarını, evlerini gasp ediyor, haraca bağlıyorlar. Silah ve eroin kaçakçılığı yapıyorlar”.
5 –Fakirlik, yoksunluk, işsizlik, eğitimsizlik de bölgenin en belirgin özelliği haline gelmiştir. Bu durum da, ırkçılığa dayalı zulmün parçası olan ekonomik ve sosyal alandaki zulümlerin sonucudur. Daha başlangıçta egemen oligarşinin önde gelenlerinin meclisteki konuşmalarından da anlaşıldığı üzere, Kürtlerin yoğun yaşadıkları doğu ve güneydoğu bölgelerinin bilinçli olarak geri bırakıldığı açıktır. Bu bölge insanlarının, bir gün ayrılıkçı fikirlerle ortaya çıkabilecekleri endişeleriyle, ekonomik yönden geri ve eğitimsiz bırakılması ulusal politika olarak tercih edilmiştir. Ancak tam tersine, ekonomik yönden güçlü ve eğitimli bir toplum oluşturulsaydı, daha düşük ihtimal olan ayrılıkçı fikirlerin zemin bulması, böyle yanlış ve adaletsiz uygulamalarla daha fazla tahrik edilmiştir. Bölgenin milli gelir dağılımı içindeki komik denecek kadar küçük olan payı bakımından, yoksulluk, işsizlik, alt yapı ve sanayi yatırımları açısından diğer bölgelerle mukayese bile edilemeyecek kadar gerilerde bırakıldığı, bizzat devlet istatistikleri ile ortaya konmaktadır. Buna ilaveten, çatışma sürecinde çok daha kötü ekonomik ve sosyal şartlara sürüklenilmiştir. Binlerce köyün yakılması ve 3 binin üzerinde köyün boşaltılmasıyla 3 milyondan fazla insan yurtlarından ayrılmak zorunda bırakılmıştır. Üretimden kopan bu insanlar ekonomik sıkıntılarla baş başa, açlık, sefalet içinde, çöplüklerden ekmek toplayacak duruma düşmelerine yol açacak derecede insanlık dışı uygulamalara maruz kalmışlardır. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus da şudur: Kürt halkının yoksul bırakılması sebebiyle Kürt sorunu doğmamıştır ve bu sebeple de sadece ekonomik tedbirlerle ve refah seviyesi yükseltilerek çözülemez. Tam tersine Kürt halkının yoksulluğu da Kürt halkına yönelik ayrımcı, ırkçı politikaların bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Ve bu sebeple bu bölgenin geri kalmışlığı da, yoksulluk sorunu da, ancak Kürt halkına yönelik ırkçı politikalara son verilmesinin sonucunda sağlanacak adalet zemininde çözüm yoluna girebilecektir.
İşte Kürt halkına bu kadar çok boyutlu ve yaygın zulümler yapılmıştır. Seküler paradigmaya sığınan, Batıcı ulusalcı çizgiyi benimseyen PKK da Kürt halkına yapılan zulme itiraz amacıyla ortaya çıkmasına rağmen, kendisi de alternatif zulümlere yönelmiştir. Kavmiyetçiliğin saptırıcı etkisi, kör şiddetin ilkesizliği ve mantıksızlığı tahrik eden tesiriyle, tıpkı TC sistemi gibi otorite, hâkimiyet, güç, rant ve iktidar uğruna büyük zulümlerin altına imza atmaktan kurtulamamıştır. Kendi halkından koruculuğu kabul edenleri cezalandırmak amacıyla, onların masum eş ve çocuklarını bile vahşice katledebilmiştir. Kendisiyle aynı ideolojiyi paylaşmayan ya da kendisine tabi olmayan diğer Kürt muhalifleri de hunharca katletmek suretiyle tasfiye etme siyasetini güdebilmiştir. Bu amaçla, tıpkı “derin devlet” ve “JİTEM” örneğinde görüldüğü gibi “faili meçhuller” “yargısız infazlar” ve suikastlar düzenleyebilmiştir. Pek çok ilde, büyük mağazalara yönelik terör eylemleri gerçekleştirerek, meydanlara bomba koyarak, sivil halktan masum insanların katledilmesinde bir sakınca görmemiştir. Aynı modern paradigmaya mensubiyet ve aynı yöntemi tercih, kaçınılmaz olarak iki tarafta aynı sonuçları doğurmuştur. Tabii, şunu da adaletle belirtmemiz gerekir ki, PKK, TC sisteminin zulümlerinin bir sonucu olduğundan, onun zulmüne bir tepki olarak ortaya çıktığından, TC’nin oluşturduğu bataklıkta yetiştiğinden ve perde gerisinde derin ilişkilerle oligarşiye bağımlılığından dolayı, PKK’nın zulümlerinin altındaki ikinci imza da TC sistemine aittir. Bu bakımdan, kimden gelirse gelsin, kim saldırırsa saldırsın, bütün bu çatışmalardan birinci derecede sorumlu tutulması, bu sebeple de ilk önce ve daha fazla eleştirilmesi, suçlanması ve hesap sorulması gereken TC sistemidir. Ve onun tek hâkimi olan oligarşidir. Üstelik tek sorumlu olan Egemen oligarşi bugün hâlâ, PKK’nın sürmesine ve beslenmesine yol açan ayrımcılığı, Kürt kimliğine ve diline yönelik kısıtlamaları, baskıları ve çok boyutlu zulümleri devam ettirmekle de, seksen yılda oluşturduğu bataklığı kurutmaya yanaşmamakta, tam tersine bataklığı yaşatacak katkılarda bulunmaktadır.
“Kürt Sorunu” Kavramı Neyi İfade Ediyor?
Kürt sorunu kavramı, aslında Türkçü sistemin Mazlum Kürt halkına yönelik olarak yapığı, ideolojik, ırkçı, inkârcı, asimilasyoncu ve kültürel, siyasal, ekonomik boyutları olan zulümlerin ve bunlara karşı ortaya çıkan tepkilerin oluşturduğu bir sorunlar, çözümsüzlükler, bunalımlar ve gerginlikler yumağıdır. Ve bu sorunun yaşı, yaklaşık bir asra yakındır. Aynı sistemin, İslami kimliğe yönelik zulümleri, yasakçı, baskıcı uygulamaları sebebiyle Kur’an eğitimi ve vahye uygun yaşamak engellendiği için nasıl bir “İslami kimlik, İslami eğitim ve İslami hayat sorunu”, “başörtüsü sorunu” yada “tesettür sorunu” meydana gelmişse, sömürüye dayalı kapitalist ekonomik uygulamaları sebebiyle, nasıl bir “yoksulluk”, “yolsuzluk” ya da “işsizlik sorunu” meydana gelmişse, Kürt halkına ve Kürt kimliğine yönelik acımasız baskı ve zulümleri sebebiyle de “Kürt sorunu” meydana gelmiştir. Sorunlar sistemin zulmü ile oluşuyor. Bu sorunları dile getirip, zulme itiraz edenler, çözüm önerenler ise sorunun oluşmasından sonra ortaya çıkıyorlar. Kimi şiddet yanlısı devrimci örgütler, işçi sınıfının muhatap olduğu sorunları ideolojik söylemlerle gündemde tutuyor diye, bu ülkedeki yoksulluk, işsizlik ve emeğin sömürülmesi gibi sorunların varlığını inkar mı edeceğiz ve bu sorunlarla ilgilenmeyecek miyiz, İslami özgün adil yaklaşımlarımızı ortaya koyup sömürülenlerin, ezilenlerin, yoksulların, işsizlerin yanında yer almayacak mıyız? İşte bu objektiflikle, bu ülkede bir yoksulluk, yolsuzluk, sömürü ve işsizlik sorunu olduğunu ifade etmekten imtina etmediğimiz ve bu zulme karşı çıkmaktan çekinmediğimiz gibi, bu ülkede Kürt halkın yönelik zulümler sebebiyle bir Kürt sorunu olduğunu ifade etmekten de, zalim sisteme karşı mazlum Kürt halkının haklarını savunma konumunda olmaktan da çekinmememiz gerekiyor.
Yunanistan ve Bulgaristan’da, Türk kimliğini yok sayan, Türk dilinde eğitime yasak koyan, Türkçe isimleri değiştirmeye ve o ülkede yaşayan Türk azınlığı asimile etmeye yönelik zulüm politikaları büyük sorun olarak görülüp büyük tepkiler gösterilmedi mi? Doğu Türkistan’da yaşanan ve Uygurların kimliğini, ana dilde eğitim hakkını yok sayarak asimilasyon politikaları uygulayan, katliamlar gerçekleştiren Çin zulmüne karşı haklı olarak mazlum Türkistan halkının yanında yer almadık mı? Türkiye’de de aynı zulümleri Kürt halkına yapanlar ve buna sessiz kalıp destek olan Türkçüler, Çin, Bulgar ve Yunan devletlerine karşı büyük tepkiler organize ederken içine düştükleri büyük çelişkiyi görmek istemediler. Tutarlı ve şahsiyetli tutum, Çin, Yunanistan ve Bulgaristan’da Türk kimliğine ve diline yönelik baskıları sorun olarak görenlerin, Türkiye’deki Kürde yapılanları da rahatlıkla “Kürt halkına yapılan zulümler” olarak niteleyip karşı çıkmalarını gerektirirdi. Ama maalesef bu olmadı ve ideolojik, kavmiyetçi taassuplarla haklar konusunda insanlık onuruyla, insani erdemlerle bağdaşmayan bir çifte standart hep devam etti.
Dipnotlar:
1- Geçmişte Kur’an ölçülerini dikkate almadıkları için Kürt sorununa adil bir yaklaşım gerçekleştiremeyen ve adil söylemlerle mazlumdan yana tavır almayan, devletçi reflekslere, ulusalcı kirliliklere sahip kimi kesimler ise son dönemde Kürt sorununda oldukça olumlu yaklaşımlar içine girdiler. Kürt sorunu için geçmişteki tutumlarına nazaran oldukça adil söylemlere doğru değişim geçirdiler, bu sorunla ilgili özel Abant toplantıları bile düzenleyerek çözüme katkı sunacak açılımlar gerçekleştirdiler. Tabii ki bu gelişmeyi de olumlu değerlendirmekle beraber, keşke bu soruna Kur’an ölçülerini dikkate alarak daha önce adil yaklaşsalardı demekten kendimizi alamıyoruz. Çünkü zamanında vahyin ölçüleri gereği adil olmaları gerektiği halde bu ölçülerden uzak düşerek adil olamayanlar, bugün yine Kur’an ölçüleriyle buluştukları için değil de liberalleştikleri için, liberal ölçüler içinde bir özgürlük ve değişim projesi içinde yer aldıkları için bu görece olumluluğu yakalamış bulunuyorlar.
2- Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 1. TBMM’de ve CHP Kurultayında, (1919-1938), T.İ.T.E. Yayını 1, Sh.73-74.
3- Yeryüzü Dergisi, 15 Nisan 1992, Sh. 17.
4- TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt 3, sh.550, 22 Temmuz 1922 Tarihli İkinci Celse.
5- Genel Kurmay Başkanlığı: Atatürkçülük. T.C. GKB. Yay. Ankara 1983, sh. 59
6- Oktay Verel: Vatan Sana Minnettardır. THK Yay. Istanbul-1981, sh. 671
7- TBMM Zabıt Ceridesi, Dönem 4, c.24, I:11, 3.12.1934. Sh. 77
8- Ahmet Hamdi Başar, Atatürk’le Üç Ay, Tan Matbaası, İst. 1945, sh. 49
9- Cumhuriyet Basımevi, İstanbul, 1944
10- Esra Elmas, “Sevgili Atatürkçüğüm”, Hayykitap, Eylül 2007, İstanbul, Sh 98.
11- Kamalizm, Şeref Aykut, Muallim Ahmet Halil Kitap Evi, 1936 -İstanbul
12- İsmet Paşa’nın Siyasi ve İçtimai Nutukları, 1920-1933, Ankara Başvekalet Matbaası, 1933, Sh.426
13- Mehmet Pamak, Kürt Sorunu ve Müslümanlar, Selam Yayınları 1996, Sh.120
14- 1335 numaralı İskan Kanunu Layihası ve İskan Kanunu Muvakkat Encümeni Mazbatası, Sıra 189, Sh. 3-10
15- Hüsnü Aktaş, Kürt Soruşturması, Sor Yayıncılık, 1992/Anakara, sh: 205
16- Vakit Gazetesi, 14-15 Temmuz 1930 (Mete Tunçay, Tek Parti, sh.242)
17- Vakit Gazetesi 17 Temmuz 1930 (Mete Tunçay, Tek Part, sh.243)