Türkçülüğü esas alan Kemalist kadroların Türk kesiminde sekülerleşmeyi, batılılaşmayı sağlamada daha tesirli olmaları, Kürtlerin ise buna direnmesi ve İslami yeniden uyanış için önemli bir potansiyeli barındırıyor olması, hem yerli oligarşinin, hem de arkasındaki Batılıların ortak tespitleri ve rahatsızlıklarıydı. Ve çok korktukları İslami diriliş ya da onların ifadeleriyle “irtica” için önemli bir yatak olan bu alandaki insanların da bir an önce sekülerleştirilmesi, modernleştirilmesi ve Batının mutlaklaştırdığı sapkın değerlerine eklemlenmesi isteniyordu. Bu konu; hem kendi seküler değerleri için tehdit olarak algıladığı İslamı alternatif olmaktan çıkarmak için İslam alemini top yekun sekülerleştirip dönüştürmeye (ve ne pahasına olursa olsun vahyin belirleyiciliğinde yeniden ümmetleşmeyi engellemeye) yönelik projeler üreten Batının gündemindeydi. Hem de, aynı amaç bakımından Batıyla örtüşen Türk ulusalcısı yerli laik statükonun önemli ve Batıyla ortak bir gündem maddesiydi. Yaklaşık 1970’li yıllardan itibaren başlayan ve 1980’lerde ise ivme kazanan tevhidi uyanışın da Kürt halkı arasında çok daha yaygın bir biçimde ortaya çıkması, hem emperyalistlerin hem de yerli Batıcı oligarşinin dikkatini çekiyordu. Kürt halkında, Türkçü statükonun dayattığı modernleştirme projelerine direnç sebebiyle diğer kesimlere göre daha yüksek oranda var olan tevhidi uyanış potansiyeli harekete geçiyordu. Hele bir de İran İslam inkılabının tam bu süreçte başarıya ulaşması, TC ve Batıyı, İslami duyarlılığı yüksek bir bölge halkı olan Kürtleri sekülerleştirmede daha acele etmeye sevk etti.
Böylece, Batılılar ve Batıcı Türkçü ulusalcı Kemalistler bir yandan kendi içinden Kürt halkını sekülerleştirecek kimi Kürtçü Batıcı muhalif kesimlerin yolunu açtılar. Abdullah Öcalan ve PKK, Türk halkını dönüştüren Kemalistlerin uyguladığı sekülerleştirme projesini, Kürt halkı için aynen taklitle Kürt Kemalizmini oluşturmaya yöneliyordu. Böylece, Batıcı ulusalcı ve laik Kürt Kemalistleri, Batıcı, ulusalcı ve laik Türk Kemalistlerinin yolunu takip ederek ve Kürt gençlerinden, kızlarından başlayarak Kürt halkını sekülerleştirmeye, Kürt halkının İslami kimliğiyle savaşmaya yöneldiler. Son dönemlerde Batman DTP Kadın Kolları tarafından “Em Jin in Ne Namusa Kesî ne, Namusa Me Azadiya Me Ye!” “Biz Kadınız Kimsenin Namusu Değiliz, Namusumuz Özgürlüğümüzdür!” yazılı pankartların şehrin belli noktalarına asılması da, dağlarda kız erkek Kürt gençleri arasında kurulan ilişki türü de, bu kesimde tesettüre karşı oluşan tepkinin ve başörtüsü yasağına verilen desteğin de, Kur’an eğitimine karşı çıkışın da altında Türk modernleşme projesinin temel zeminini oluşturan aynı söz yatmaktadır: “Kur’an’ı kapatın kadını açın”. Musevi asıllı yazar Thomas Friedman’ın “kadının toplumu içeriden fethetmenin” önemli bir aracı olduğuna dikkat çekmesi ve yine Yahudi asıllı Bernard Lewis’in “Ortadoğu” adlı kitabında “bölgenin kaderini belirleyecek üç faktörden birinin kadın olduğuna” (Zeynep Göğüş, Hürriyet Gazetesi, 19.6.2004) işaret etmesi ve hazırlanan bölge halklarını dönüştürme projelerinde “kadın meselesinin” özellikle de cinsellik ve açılma boyutuyla çok öne çıkarılması (Afganistan’ın kanlı işgalinden hemen sonra, getirildiği iddia edilen “özgürlüğün” ve sağlanan değişimin simgesi olarak, kıyafet olarak açılan ve televizyonda şarkı söyleyen kadınların gösterilmesi örneğinde yaşandığı gibi) sekülerleştirmede, modernleştirmede kadına yüklenen önemli misyonu ortaya koymaktadır.
Evet bir yandan batıcı laik Kürt muhalefetini, Kürt halkını modernleştirmeye/sekülerleştirmeye, İslami kimlik ve değerlerinden koparmaya yönlendiren Batıcı Türkçü Kemalistler diğer yandan da, henüz başlangıçta olan tevhidi uyanışın tam olgunlaşamadan sapmasına yol açacak, İslami mücadelenin, kendini özgün paradigması içinde yeniden inşa etmesinin önünü kesecek, Müslümanları şiddet sarmalı içinde, kendi olmaktan çıkaracak tedbirleri de aldılar. Henüz vahyin ölçülerini tam anlamıyla içselleştirememiş, sağlıklı bir konum ve yöntem tespitini Kur’an ölçüleriyle ortaya koyamamış, bilinçlenmesini, olgunlaşmasını tamamlayamamış, tecrübesiz Müslüman öbekler arasından, bu amaçla kullanabilecekleri epey malzeme ve zayıf unsurlar da buldular. Bu süreçte, bölge Müslümanlarını İslami kimliğin inşasından uzaklaştırıp hâkimiyet mücadelesine ve ilkesiz, ölçüsüz çatışmaların içine sürüklediler. İmanı, aklı, şahsiyeti, hayatı ve toplumu vahiyle ıslaha ve yeniden inşa etmeye yönelik olması gereken İslami mücadelenin istikameti saptırıldı. Böylece Kürt halkında var olan İslami potansiyelin devre dışı bırakılması temin edilmeye çalışıldı. Aynı şekilde, PKK eksenli Kürtçü Batıcı muhalefet ile Devlet adına kurulan ilişkilerin sürekli devam ettiği iddiaları da, artık kimse tarafından reddedilemeyecek boyutlara ulaşmış bulunuyor. Bugün İmralı’da ve geçmişte başka yerlerde PKK önderleriyle temasların yapıldığı ve bu hareketi de yönlendirmelerin sürdüğü artık açıkça ifade ediliyor. Kürt muhalefetini kontrolü altına almak isteyen “derin devlet”i temsil eden kimi generallerin Öcalan’la görüştükleri, onu koruyup destekledikleri artık biliniyor ve iddianamelerde belgelerle yer alıyor. Sistem yaptığı zulümler sebebiyle oluşan bağımsız solcu Kürt muhalif örgütlerinin (Kawa, Rızgari vb) güçlenmesine fırsat vermeden bastırmak, tasfiye etmek ve kaçınılmaz olan Kürt direnişini kontrol ve denetimi altına almak için PKK oluşumunun önünü açtı ve belli ölçüde destekledi. Zamanla PKK kontrol dışına çıksa da, bugün Ergenekon bağlamında deşifre olan derin ilişkiler belli ölçüde sürdürüldü.
İşte tüm bunlar gösteriyor ki, gerek emperyalist güçler, gerekse yerli işbirlikçi statüko, Kürt halkını kendi çıkarları istikametinde yönlendirebilmek için çok yönlü çalışıyorlar. Bu amaçla pek çok projeyi birlikte harekete geçirerek, bölgedeki farklı kesimlere sızıp provoke ederek ya da önderleriyle temas edip yönlendirerek son derece çirkin, kirli ve kanlı bir oyun oynuyorlar. Bağımsız sol Kürt örgütlerini malum destekle tasfiye ederek sol kesimde tek otorite haline gelen/getirilen PKK ise, hem temsil ettiğini iddia ettiği Kürt halkını sekülerleşrtirme projesinin önünde en büyük engel olarak gördüğü Müslüman Kürtleri tasfiye etmek, hem de İslami hareketin oluşumunu önleyerek, tüm Kürt kesiminde tek otorite olabilmek için, sistemin bu politikasına hizmet edecek bir yol izledi. Böylece sistem, muhalefeti parçalayıp tahakkümünü arttırarak ömrünü uzatma planında başarılı oldu. Sonuçta işte böyle politikalarla, bir yandan PKK eliyle Kürt sekülerleşmesi desteklenip önü açıldı. TC ve Batının bu görevi ihale ettikleri PKK hareketine çok yönlü müsamaha gösterildi ve destekler verildi. Bir yandan da İslami alternatif, hem TC hem de Batı tarafından, bazı zayıf unsurlara yanlışlar yaptırılarak, “Kürdü Kürde kırdırma” politikaları eşliğinde kötü damgalarla yıpratıldı. İslami bilinci ve kimliği Kur’an ölçüleriyle tam anlamıyla oluşmamış fakat kendini İslam’a nispet eden, belki çoğu da iyi niyetli olan Müslüman Kürt çocuklarının, yönlendirmeyle yaptıkları kimi yanlışların faturası İslam’a kesildi. Ve böylece egemen sistem, bir taşla kuş sürüsü vurmayı amaçladı ve maalesef bu konuda epey başarılı da oldu. Bölge halkının, kendi özgün kimlik ve değerleri istikametinde yeniden inşasına vesile olabilecek nice nitelikli ve ilim sahibi Müslüman, ya öldürülerek ya da bölgeyi terk etmek zorunda bırakılarak tasfiye edildi. Böylece, bazı Müslümanların bulaştığı kimi yanlışlıklar ve bunları istismar eden seküler Kürtçü muhalefet ve egemen sistemin propaganda faaliyetleri sonucunda bölge halkı sekülerizmin kucağına daha çok itildi.
Bunca acının, ıstırabın yaşanmasına, bunca ağır faturanın İslam’a ve Müslümanlara kesilmesine sebep olan tüm bu oyunların tekrarlanmaması için bölge Müslümanlarına, geçmişte bir takım yanlışlıklara bir şekilde sürüklenmiş bazı Müslümanların acılı tecrübelerini de ciddi bir ibret vesilesi kılarak, çok büyük sorumluluklar düşmektedir. İyi niyetin yeterli olmadığını, bununla beraber, din konusunda isabet kaydetmenin, bu amaçla cehd ve gayret göstermenin, dini ana kaynağından ve ilk güzel örneğinden doğru anlayıp, doğru uygulamanın ve kimi oyunların ferasetle farkına varmanın da hayati bir önemi haiz olduğunu idrak etmeliyiz. Yaşanan bu acı tecrübelerin ibretli birikiminden istifade ederek hepimiz, durumumuzu, tercihlerimizi, yaptıklarımızı ve yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızı, zaaf ve yanlışlıklarımızı, hiçbir komplekse düşmeden, açık yüreklilikle, samimiyetle ve Allah rızası için, vahyin ölçüleriyle sorgulamalıyız. Zaaflarımızı, hatalarımızı tespit edip aşmayı, ıslah etmeyi mutlaka başarmalıyız. Zalimlerin, emperyalistlerin ve İslam düşmanlarının üretecekleri yeni projelere alet olmamak için sürekli bir uyanıklık içinde olmalıyız. İslam kardeşliği ve tevhid ortak paydasında bütünleşip, yeni oyunları ve yeni fitneleri boşa çıkarmalıyız. Yerli zalimlerin, emperyalistlerin yeni projelerini, onurlu, ilkeli, şahsiyetli bir direnişi gündemleştirerek ve halkımızı vahyin ölçüleriyle yeniden inşa etmeye dair özgün projemizi kolektif irademizle uygulamaya koyarak aşmalıyız. Allah huzurunda vereceğimiz hesabın bilinciyle, doğabilecek kimi ihtilaflarımızı da, ancak ve sadece Allah’a ve Resulüne götürerek çözmeliyiz. Nefislerin, heva ve arzuların, hırsların galebe çalmasına, cahili taassupların imanımıza zulüm bulaştırmasına asla izin vermemeliyiz. İmanımızın olmazsa olmaz gereklerinden olan, birbirimizi Allah için sevmeyi, yardım etmeyi, merhamet etmeyi, adaletle muamele etmeyi esas almalıyız. Hasılı, samimi ve hasbi bir İslam kardeşliğini tüm ilişkilerimize hakim kılmalı, insanları cezp edecek ve Allah’ın rızasını kazandıracak ahlaklı bir örneklik oluşturmalıyız. Ve ne pahasına olursa olsun bu İslami tercihten, adaletli duruştan asla taviz vermemeliyiz. Nihayet biliyoruz ki sadece Rabbimize kulluk etmek için bulunduğumuz bu dünyada çok kısa kalıp ve bu dünyanın tüm süslerini, hırslarını, iktidarlarını burada bırakıp, Rabbimize döneceğiz. Gerçek yurt olan ahiret yurdunun imtihan alanı olan bu kısacık dünyanın hırsları, ikbal, iktidar, mal, mülk, makam, mevki, tahakküm arzuları uğruna, sonsuz ahiret hayatına zarar verecek eğilimlere sapmak, gerçekten bir Müslüman’ın imanına yakışmaz ve bu dünyanın tamamı bile asla böyle bir zilleti tercihe değmez.
Ezilenler, Ezenlerine Öykünüyor, Mazlumlar, Zalimlerini Taklit Ediyor
Zulmeden Türk ulusalcısı statükonun da, bu zulme tepki koymak üzere çıkan Kürtçü sosyalist muhalefetin de arkasında Batılı emperyalist ülkeler var. Bu durum, zulme karşı çıkanların, yerli zalimlerden kaçarken aynı değerleri esas almak suretiyle, zalimleriyle aynı ortak paydada buluşmaları ve sonuçta küresel zalimlerin kucağına düşmeleri anlamına gelmektedir.
Bahsettiğim arka plan sebebiyle, Türk modernleşme projesine direnen Kürt halkının da modernleşmesi ve Batının seküler değerleri istikametinde dönüştürülüp Batıya eklemlenmesi isteniyordu. Bunun gerçekleştirilmesi Abdullah Öcalan ve PKK başta olmak üzere laik batıcı Kürt aydınlarına ihale edildi. Bu sebeple bu hareket silahlı ya da silahsız versiyonlarıyla emperyalist batı ülkelerinden sürekli ve çok yönlü destek aldı, almaya da devam ediyor. Şurası bir gerçektir ki, PKK, İslam’ı esas alan ve Kürt halkının ulusal haklarını savunmakla beraber, İslami kimlik haklarını da savunsaydı ve sonuçta İslami bir sistem kurmaya ve ümmetleşmeye açık bir yapı olsaydı, asla Batıdan ve Türkiye’nin derin güçlerinden ala geldiği desteği ve müsamahayı göremezdi, çoktan da çökertilmiş, dağıtılmış olurdu. Tıpkı Şeyh Said kıyamında söz konusu olduğu gibi. Demek istediğim şudur ki, Kürt muhalefetinin bu kadar yaygın bir desteğe ve müsamahaya sahip olması, onun da zulmedenler gibi laik, seküler, ulusalcı ve batıcı olmasından kaynaklanmaktadır. Yani bu durumda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Türk ulusalcılığını dayatarak Kürt halkına zulmeden sistemin de, bu zulme itiraz etmek üzere ortaya çıkan örgütün de arkasında aynı batılı güçler, ABD, AB ve İsrail bulunmaktadır. Bu üç emperyalist güç, Türkçü devletin de Kürtçü muhalefetin de stratejik ortağıdır. Bu sebeple, Batı destekli ulus devletlerin zulmüne direnmek için ortaya çıkan Kürt ulusalcıları, kâhyanın zulmünden ağaya sığınmak gibi bir çelişkiyi yaşamaktadırlar.
Kürt ulusalcılarının neredeyse her bakımdan Türk ve Arap ulus devletlerini, yani zalimlerini taklit ediyor ve onların izinden gidiyor olmaları, Brezilya’lı yazar Paulo Freire’nin bir sözünü hatırlatıyor. Yazar “Ezilenlerin Pedagojisi” adlı eserinde ezilenlerle ilgili önemli tespitler yapıyor: “Ezilenler, yabancılaşmanın etkisiyle, ne pahasına olursa olsun ezene benzemek, onu taklit etmek, onu izlemek isterler.” (Ezilenlerin Pedagojisi, Sh.42) Aynı tespitin, çok daha önce bir başka bağlamda İbni Haldun tarafından da yapıldığını biliyoruz: İbn-i Haldun, Mukaddime adlı eserinde, “Halk hükümdarın dini üzeredir” sözünün anlamına dikkat çekerek şunları ifade eder: “…Halk, tıpkı çocukların babalarında, öğrencilerin de öğretmenlerinde var olduğuna inandıkları mükemmellik gibi, hükümdarlarında (yöneticilerinde) var olduğuna inandıkları mükemmellik nedeniyle onu kendilerine örnek alırlar”. İbni Haldun bunları; “mağlup, ebedi olarak, gâlibin hayat tarzına, şiarına, kıyafetine, mesleğine, sair ahlak ve adetlerine tabi olmaya, onu örnek almaya düşkündür” yargısını açıklamak üzere ifade eder. (Mukaddime, I. Cilt, Sh. 200-203). İşte bu sosyolojik tespitler Kürt halkı açısından bir daha tekerrür ediyor ve Kürt halkının aydınları kendilerine bunca zulmü yapmış bulunan yerli ve küresel zalimlere, onların ideoloji ve batıl değerlerine doğru meylediyor. Sekülerizmin zulmüne sekülerleşerek cevap veriyor. Yani sığınmacı eğilimlerle zulmedenin kendisinden isteyip beklediğini yerine getirmekle özgürleşeceğini, onur kazanacağını zannederek, bir daha yanılıyor. Bir zulümden bir başkasına, bir karanlıktan bir başkasına savrularak büyük bir çelişki yaşıyor.
Bozulmuş fıtratların, köleleştirilmiş ruhların, işgal edilmiş zihinlerin, dönüştürülmüş kimliklerin, halklarına sunacağı tüm projeler, zalimlerine öykünmekten, efendilerine benzemekten, onları ve onların zulme kaynaklık eden düşüncelerini izleyip, taklit etmekten ve tersinden yeniden üretmekten öte gidemiyor. Bu sebeple, Firavunun hegemonyası altında uzun zaman köle olarak yaşayan İsrail Oğullarının büyük çoğunluğu, onları özgürleştirmek, tevhidin aydınlığında insanlık onuruna ve haklarına kavuşturmak üzere harekete geçen Musa (as)’a, risalet görevini yerine getirme mücadelesinde gerekli desteği verememişlerdir. Uyarılara rağmen, ataleti, zilleti ve hatta Firavuni kültürün tesiriyle tevhitten uzaklaşarak buzağıya tapmayı tercih etmişlerdir. Köleliğin, zulmün yol açtığı bu zilletten, esaretin sağladığı çürümüşlükten kurtulmak ve Hak davayı omuzlayabilmek için özgür ortamlarda yetişen yeni ve şahsiyetli nesiler gerekmiştir. Bu sebeple, İsrail Oğulları, 40 yıl gibi bir zaman Tih çölünde imtihanlardan geçirilmişler, çölün sıkıntılı, zorlu, ama o kadar da özgür ortamında yetişen, fıtratları korunmuş, güçlü şahsiyetlere sahip yeni nesillerin öncülüğü ile özgün projelerini gündemleştirerek izzete kavuşmuşlar, ancak böylece, Fravuni kültürün karanlıklarına meyletmekten kurtulup tevhidin aydınlığına doğru geçiş yapabilmişlerdir.
Mazlumların Takip Etmesi Gereken Onurlu Yol
Bu bölgenin tüm mazlum halkları ve bunların en önemlilerinden olan Kürt halkı adına takip edilmesi gereken onurlu yol, bu halkların kendi özgün kimlik ve değerlerini gündemleştiren, onlarla yeniden bir inşayı esas alan ve emperyalizme karşı bu kimlik ve değerlerin bayrağını açan yoldur. Kürt, Türk, Arap tüm Müslüman halklardan gerek emperyalist zalimlerin, gerekse onların işbirlikçisi yerli ulus devletlerin istediği şey neydi? Sekülerleşmeleri, İslam’dan uzaklaşmaları ve batıya entegre olmalarıydı. Yapılan bunca zulüm de bunun için ve bu seküler değer ve amaçlar adına yapılmıştı. O halde, Kürt, Türk, Arap gibi tüm bölge halklarının esas almaları gereken onurlu, şahsiyetli, tutarlı ve ilkeli tutum; bu amaca hizmet etmekten uzak durmak, zalimlerce kendilerinden isteneni asla yapmamaktır. Tam tersine kendilerinden alınmak istenen özgün değerlerine, İslami kimliğine, ümmet anlayışına, özetle Kur’an’a sarılarak, kendini özgün paradigması üzerinde yeniden inşa ederek bu zulme ve Müslüman halkları kan ve gözyaşına boğmuş emperyalist projelere itiraz etmek, hesap sormak, direnmektir.
Laik Ulusalcı Kürt Kemalistleri Kendi Halklarının İslami Kimliğiyle Savaşıyor
Ama maalesef bugünkü vakıa, karanlıkları aydınlığa dönüştürecek, bölge halklarına şeref kazandıracak bu onurlu yoldan çok uzaklaşıldığını gösteriyor. Türk ve Arap halklarının içinden çıkan batıcı Türkçü, Arapçı aydınların ve siyasetçilerin daha önce yaptıkları gibi, Kürt halkının içinden çıkan Kürtçü aydın ve siyasetçiler de, bu süreçte değişim geçirip zalimlerin kültürüne savruldukları için, ezenlerin yolundan gitmeye, onları taklit etmeye çalışıyorlar. Onların seküler kültür ve değerlerini Mazlum halklarına dayatarak, kurtuluşunu istedikleri halka en büyük zulmü yapmaktan geri durmuyorlar. Bu taklit o kadar birebir örtüşmektedir ki, her iki taraf da, aslında ulusalcılığı ve sekülerizmi dinleştirdikleri halde, tehdit ve düşman ilan ettikleri İslam’ı, kendi resmi ideolojileri istikametinde yorumlayıp, saptırarak, ona “resmi din” hüviyeti kazandırmaktan ve bu anlamda İslam’ı istismar etmekten de utanmıyorlar. Bu amaçla bir taraf “Diyanet İşler Başkanlığı”nı, diğer taraf da “Kürdistan Dindarlar Birliği”ni oluşturarak, laik resmi ideolojilerine destek olsun, halkı Allah adına aldatıp kendilerine itaate sevk etsin diye kullanmaktadırlar. Aynı amaçla, iki taraf da, laik ulusalcı ideolojilerinin hâkimiyeti adına savaşıp ölen taraftarlarına, büyük bir çelişkiyle, laiklikle asla bağdaşmayan ve İslam şeriatının bir kavramı olan “şehid” unvanını vermektedirler.
Laik Kürtçü muhalefet, zalimleri taklit ve izlemeyi daha da ileriye götürüp, halklarının asırlarca uğrunda can verdiği, mensubiyetiyle şeref kazandığı İslam’a karşı, halkına zulmeden yerel ulus devletler ve küresel emperyalist güçlerle işbirliği yapma erdemsizliğini gerçekleştirmekten bile hiçbir rahatsızlık duymamaktadır. Haklarını savunduklarını iddia ettikleri Kürt halkının, sadece ulusal kimlikle ilgili hakları değil, ondan çok daha önemli olan İslami kimlikle ilgili hak ve özgürlükleri de gasp edildiği, ağır ihlallere ve baskılara maruz kaldığı halde, bu konuda ne tek bir itirazları, ne tek bir eylemleri ve ne halklarının İslami kimliğini savunma çabaları, ne de tek bir projeleri gündeme gelmiştir. Sadece izleyicisi ve taklitçisi oldukları Batı değerlerinin de gereği olan ulusal kimlik ve hakların savunuculuğunu yapmakta, kendi halklarına da İslam’a aykırı seküler boyutlar kazandırarak, Batı değerleri istikametinde dönüştürmeye çalışmaktadırlar. Aslında bu konuda da ezenlerinin yolunu, Kemalizm’in yolunu harfiyen taklit etmeye çalışmaktadırlar. Kemalist Türkçü aydınlar, siyasetçiler nasıl kendi halklarını zorla Batının seküler değerleri istikametinde dönüştürmüşler ve halkın dinine, İslami kimliğine savaş açmışlarsa, Kürt halkına da Batıcı Kürtçü aydınlar aynı zulmü yaşatmaya çalışmaktadırlar. Üstelik kendilerine ve Kürt halkına yönelik zulmün kaynağında Türkçü sekülerizm, Türk modernleşme projesi yer almasına rağmen traji-komik bir çelişkiyle Kürtçüler de ezenlerinin ideolojisine, sekülerizme sarılıyorlar. Emperyalistlerin ve yerli zalimlerin, zulüm politikalarına da başvurarak Kürt halkına kabul ettirmek isteyip de başaramadıklarını, Kürt halkını zulümden kurtarmak iddiası ile ortaya çıkanlar başarıyorlar. Kürt halkını, özgürleştirme adına, bir daha kolay kolay kurtulamayacağı bir biçimde köleleştirecek olan seküler kültüre kendi elleriyle teslim ediyorlar. Nitekim İslam düşmanlığı ve sekülerleştirme konusunda Türkçü Kemalistlerden daha acımasız olabileceklerinin sinyallerini daha şimdiden vermektedirler. Türkçü Kemalistler en azından savaş sürecinde, Müslümanlara ve İslam’a, takiye sebebiyle de olsa cephe almamışlardı. Sosyalist Kürtçü muhalifler ise henüz “zulme karşı mücadele süreci”nde bile kendi halklarının İslami kimliğine karşı düşmanca tavır alabiliyorlar. Sözde halklarının özgürlüğü için mücadele ettikleri zalim sistemle ve emperyalist güçlerle bile kendi halklarının dinine karşı, bugün bile işbirliğinden çekinmiyorlar.
Mesela, İslami kimlik ve değerlere yönelik savaşın zirveye tırmandığı 28 Şubat sürecinde, PKK önderlerinin, despot generallerin, İslam’a ve Müslümanlara yönelik zulmünü takdir eden ve önemli bir gereklilik olduğunu vurgulayan mesaj ve yazıları yayınlanmıştı. Başından beri Laik Kemalist kesimle işbirliği ve dayanışma içinde olduğu artık açıkça konuşulan Abdullah Öcalan İslam’a ve Kürt-Türk-Arap-Çerkes ayırmadan tüm İslami kesime yönelik büyük ve yaygın hukuksuzlukların, zulümlerin gerçekleştirildiği 28 Şubat darbe sürecini açıkça desteklemekten imtina etmemiştir. Bu darbeyi olumlayan Öcalan şunları söylemiştir: “İrtica konusu ciddidir. Bu konuda Türkiye’nin tavrı olumlu., ordunun tavrı olumlu.” (13. 05. 1999 tarihli Avukat görüşmesi. Barış umudu, c.I, Çetin yayınları, s:72 Kasım 2005) “28 Şubat gücü olumlu. Benim için olumlu. Sağ blokun dağılması, sivillerin sınırlandırılması doğruydu.” (29. 06. 1999 tarihli avukat görüşmesi. Age, Sh. 121) “28 Şubat süreci, aslında yarım kalan, tam uygulanmayan bir yeniden resterasyon adımıdır. Raydan çıkan devleti tekrar meşru çizgisine çekme hareketidir. İdeolojik olarak da devlet tarikatlar cumhuriyetine dönüşüyordu. Cumhuriyet, eksik olan laiklik ilkesini tümüyle kaybetme durumuna geliyordu. Laiklik ve hukuk ilkesinden çok uzaklaşmıştı.” (Abdullah Öcalan, Sümer rahip devletinden halk Cumhuriyetine Doğru. C. II Sh. 166) (Serdar Bülent Yılmaz, PKK’nın Laiklik Hassasiyeti, Haksöz Dergisi, Sayı 219). Kemalizm’e hayran olup, onu Kürt halkı açısından taklit edip yeniden üretmeye memur edilen Abdullah Öcalan sürekli darbeci generallerin İslam’la savaşına destek vermiştir. Öcalan İslam’a da tıpkı Mustafa Kemal gibi yaklaşmış ve İslam’ın, diğer dinlerden yararlanarak, onların bir sentezi mahiyetinde Hz. Muhammed tarafından oluşturulduğunu iddia etmiştir. (Abdullah Öcalan, Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru, C.I s. 184 – S. B. Yılmaz, Haksöz, sayı 219). Öcalan avukat görüşmelerinde şunları ifade etmiştir: “Mustafa kemal’in devrimci çizgisi tehlikededir. Bizim çizgimiz devrimci Cumhuriyet çizgisidir.” (21. 01. 2004 tarihli avukat görüşmesi). “Biz Mustafa Kemal’in 1920’lerde yaptığını şimdi Kürdistan’a uyarlamaya çalışıyoruz.” (14. 05. 2003 tarihli avukat görüşmesi). İşte bunlar, büyük ekseriyeti Müslüman olan Kürt halkının özgürlüğü için mücadele ettiğini iddia eden bir liderin son derece zelil hali ve kavmine zulmedenlere övgüler dizen işbirlikçi konumunu açıkça ortaya koyan belgeler.
Hatta bu seküler Kürt ulusalcılarının, kendi halkının diniyle, İslami değerleriyle savaşta yerlilere ilaveten emperyalist güçlerle bile işbirliği yaptıklarını bilmeliyiz. Kendi halklarının dinine, dinî hak ve özgürlüğüne, İslami kimlik ve değerlerine karşı tıpkı Türkçü Kemalistler gibi, emperyalist ve yerli zalimlerle işbirliğinden bile asla çekinmeyeceklerini aklımızdan çıkarmamalıyız. Yine aynı çevrelerin önde gelen simalarından olan Leyla Zana, adaletsiz bir uygulamayla, haksız yere hapsedildiği için, adalet yanlısı İslami kimliğimiz gereğince bizim de kendisine merhametle bakıp, kendisine yapılan zulmü kınadığımız bir süreçte, ceza evinden ABD Başkanı Clinton’a bir mektup yazarak Müslümanları şikayet etmişti. Bu talihsiz mektubunda, “eğer bize yardım etmez ve önümüzü açmazsanız İslamcılar ülkemizde söz sahibi olur” mealinde bir şikayette bulunma tutarsızlığını gösterebilmişti. Böyle bir tutum, insani erdemlerle ve insan hakları savunuculuğu ile bağdaştırılamayacak çirkin bir çifte standarttır. Kendi çıkarları gerektirdiğinde, İslam ve Müslümanların hakları söz konusu olduğunda, derhal ve kolayca zalimleşen, zalimlerin saflarında yer alan bu karakter, fıtrattaki büyük bozulmanın sonucudur. Üstelik yaşadığı bu büyük çelişkiyi ve çifte standardı fark etmeyecek derecede de yozlaşmış olmanın ifadesidir. Aynı yıllarda kendisini hapse tıkan statükonun Başbakanı Tansu Çiller de aynı Batılı önderlere aynı şikayetlerde bulunmuş ve “Eğer bizi AB’ye almazsanız ülkemizde şeriatçılar, İslamcılar güçlenir” diyebilmişti. Görüldüğü üzere, İslam söz konusu olduğunda, zalim ile mazlum, egemen Türkçü ile muhalif Kürtçü, ortak düşman gördükleri İslam’a karşı nasıl da birleşiveriyorlar. Ve nasıl da ikisi birlikte aynı emperyalist güçlere sığınıveriyorlar. Türkiye’deki Kürtçü muhalefetin önemli bir kısmının bağımsız bir ulus devlet yerine, Kürt kimliğinin tanınması, “kültürel ve demokratik haklar” olarak ifade edilen “azınlık haklarının” tanınması ve Kürt partisi olarak parlamentoda ve yerel yönetimlerde söz sahibi kılınmaları gibi talepleri olduğu biliniyor. İşte bu tür ulusal haklarının verilmesinden sonra, laik TC parlamentosunda ve tüm alanlarda İslam’a karşı zulüm politikalarını artık daha güçlü olarak Kemalist laiklerle birlikte sürdüreceklerinden kimsenin şüphesi olmamalıdır. Kürt ve Türk Müslümanlarının İslami kimliklerine, İslami eğitim taleplerine ve Allah’ın tesettür ayetine, başörtüsüne karşı birlikte savaş verecekleri kaçınılmaz bir sonuç olacaktır.
Daha şimdiden İslami eğitim ve yaşam tarzına düşmanlıklarını tıpkı ulusalcı Türk Kemalistleri gibi açıkça ortaya koyuyorlar. DTP Van Milletvekili Özdal Üçer şunları ifade edebilmiştir; “Vakıf ve cemaat bazında yürütülen Kur’an Kurslarına izin vermek şeriat devletine giden yolda en büyük adım olur… biz bunlara kesinlikle karşıyız”. (Vakit Gazetesi, 13 Kasım 2007) Yine DTP milletvekili Hasip Kaplan da, eğitim özgürlüğünü genişleten Anayasa değişikliğinin başörtüsüne sınırsız özgürlük getireceğini iddia ederek, kamu alanında başörtülü görev yapmaya özgürlük getirecek teklifi desteklemeyeceklerini açıklamıştır. (www.haber7.com/haber.php?haber_id=293938). Yine bir başka DTP milletvekili Aysel Tuğluk ise, 03. 02. 2008 tarihli Radikal 2’de yayınlanan yazısında, Kemalistlere İslam’a karşı kalıcı bir ortaklık önerisinde bulunuyor. “Cumhuriyetin kuruluş sürecindeki tarihsel deneyimden de yararlanarak, yeniden bir ortaklık tesis edilmesinden söz ediyorum. Cumhuriyet’in savunucuları olduklarını iddia edenler gerçekten samimilerse Kürtlerle hesaplaşmaktan vazgeçip, kendileriyle hesaplaşacağı aşikâr gerici güçlere karşı Kürtlerin desteğini aramalıdırlar.” DTP milletvekili Hasip Kaplan bir başka açıklamasında da TSK yönetiminin laiklik anlayışıyla kendilerinin ve Öcalan’ın laiklik anlayışları arasında fark olmadığını, tam bir mutabakat bulunduğunu belirterek şu ifadeleri kullanabilmiştir: “Biz olmasak Güneydoğu’da şeriat öne çıkar. TSK’nın laiklik söylemi ile bizim laiklik söylemimiz örtüşmektedir. DTP kapatılırsa, etkisizleşirse bölgede dini radikalizm hakim olur. Bu da TSK’nın en çok karşı olduğu şeydir.” (Vakit Gazetesi, 12 Kasım 2007). DTP Iğdır milletvekili Pervin Buldan da, “irtica” ve “1aiklik”le ilgili konularda TSK ile fikirlerinin tamamen örtüştüğünü söylerken, Van milletvekili Özdal Üçer de “laiklik için veryansın eden Genelkurmay’ın, bölgedeki çalışmalarımızın ‘laiklik açısından’ önemini kavraması lazım. Bize cephe almasınlar, zira biz de onlar gibi laikliğin savunucusuyuz” “Bölgenin irticaya teslim olmaması için büyük çaba sarf ediyoruz. Biz bölgedeki cemaatlere karşı açık bir şekilde mücadele ediyoruz. Üzerinde en fazla hassasiyetle durduğumuz konulardan birisi laiklik.” (Vakit Gazetesi, 13 Kasım 2007) (Serdar Bülent Yılmaz, PKK’nın Laiklik Hassasiyeti, Haksöz Dergisi, Sayı 219) diyerek “ortak düşman” İslam’ı ve ortak payda laikliği öne çıkararak, Kürt halkına hem etnik hem İslami kimliği sebebiyle bunca zulmü yapa gelen Kemalistlerle uzlaşı arayışını, “irtica”ya/İslam’a karşı laik ortak cephe oluşturma çağrısını açıkça ifade etmiştir.
Aslında, Müslüman olmayan bütün kesimlerde olduğu gibi, bunlarda da özgürlük talebi sadece kendileri gibi düşünenler içindir. Hatta Kürt halkının büyük kısmının İslami duyarlılıklarının ve İslami hayat taleplerinin yüksek olduğu dikkate alınırsa, laik Kürt muhaliflerin (!) kendi halklarına karşı, zalim statükoyu temsil eden Türk Kemalistlerle laiklik cephesinde bütünleştikleri ortaya çıkmaktadır ki, bu Kürt halkının haklarını savundukları iddiasını yerle bir eden utanç verici bir sonuçtur. PKK ve DTP’liler, yani seküler Batı kültürünü Kürt halkına dayatıp, Kürt halkını bu istikamette dönüştürmeye çalışan Kürt Kemalistleri, sürekli bu tür söylemlerle Türk ulusalcılarına, Türk Kemalistlerine, TSK yönetimine “ortak düşman” İslam şeriatına karşı laiklik, Batıcılık ortak paydasında uzlaşıp, dayanışmayı teklif etmektedirler. İslam karşıtı laiklik savunuculuğunda TSK ile örtüştüklerini söyledikleri halde, sözüm ona bunlara düşman güç konumundaki TSK’dan hiçbir itiraz gelmemekte, tam tersine kimi generaller ve Ergenekoncular PKK lideriyle bu tür bir dayanışmanın gereği olan görüşmeler yapabilmektedirler. İşte tüm bunları bilerek, bir yandan Kürt halkının özgürleşmesi, adalet vasatına kavuşması çabalarını desteklemekle beraber, diğer yandan da yeni süreçte İslam’a karşı bu güçlerin ittifakla saldıracağı ihtimaline karşı da uyanık ve hazırlıklı olmalıyız.