Bismillâhirrahmânirrahîm
Geleneksel hurafeci olan, Allah’ın yanında önce Peygamberi sonra da şeyhlerini, “gavs” ve “kutup” dedikleri insanları ilahlaştırarak paganizme sürüklenen “tasavvuf” kesimi, bir açıdan “hadisçi ve ehl-i sünnetçi” olarak tanımlanan grupla örtüşmekle beraber, hurafeci yönüyle de ayrı bir dinin müntesipleri hüviyeti kazanmış bulunmaktadır. Geleneksel cahiliye niteliği taşıyan bu kesim, “tağutu ve tağutî ideolojileri, laik rejimleri reddetme” inancı gelişmediği için modern cahiliyeyi ve hurafelerini de içselleştirmekte zorlanmamışlardır. Bu sebeple de laik Kemalist partilere oy depoluğu yapan, kemalizmle kolayca uzlaşan bir kesimdir. Hatta bu kesimin bazı “Cübbeli”leri, tevhid ehli Müslümanlara karşı bâtıl sistemle işbirliği ve sisteme muhbirlik de yapabilen bir konumda olup tevhidî akıdeye bağlı sahih İslam dairesinin dışına çıkmış bulunmaktadırlar. Tebliğimizin muhatabı konumundaki bu kesim, evet zahiren “ehl-i sünnet” ya da “hadisçi” ekolün en büyük kitlesini teşkil etseler de ilkesel olarak onları bu yazımızda ele alacağımız “Hadisçi” kesimin dışında tutarak değerlendirmelerde bulunmak istiyorum.
Bu yazımızda ele alacağımız “Kur’an’cı” ve “Hadisçi” olarak nitelenen iki uçtaki kesimler, kendilerini tevhide nispet edenlerdir. Bunların bir uçtakileri, hadis alanındaki tüm rivayetleri Kur’an seviyesinde gören ve hatta vahye açıkça aykırı olduğunda “rivayeti” “vahye” tercih eden bir “ifrat”ı temsil etmektedir. Diğer uçtakiler ise, “Kur’an yeter” sloganıyla bütün hadis birikimini reddeden “tefrit”i temsil etmektedir. İşte bu kesimler, din konusunda bu anlamsız ve fitneye yol açan cepheleşmeyi yaşadıkları halde, Kur’an ve sünnet bağlısı olma iddialarıyla bağdaşmayan biçimde, modern cahiliye konusunda birbirleriyle örtüşen tutumları ve aynı istikametteki savrulmalarıyla dikkat çekmektedirler. Yani ne bir uçtakiler iddia ettikleri gibi Kur’an’a sadık olmakta ne de diğer uçtakiler iddia ettikleri gibi “sünnet”e sadakat göstermektedirler.
Bir uç tarihte üretilenleri ya da hadis adı altındaki kimi rivayetleri Kur’an’a aykırı da olsa “din” ve “akıde” haline getirip savrulmakta, diğer uç da Rasûlün örnekliğini dikkate almadığı için aklının ürettiklerini/uydurduklarını “din” haline getirip bir başka “uydurulmuş din” anlayışına savrulmaktan kurtulamamaktadır. Ayrıca iki taraf da bağlı olduklarını iddia ettikleri Kur’an ya da sünnete aykırı biçimde bâtıl sistemlere, demokratik laik modele meyledebilmekte, tağuti rejimle ilkesiz ilişkiler kurabilmekte, bâtıl olana kolayca eklemlenebilmektedirler.
Kur’an’ı Merkeze Aldığını İddia Edenler, Neden Rasyonalizme Kayıp Kur’an’a Aykırı Fikirler Uydurmaktan Çekinmediler? Neden “İndirilmiş Din” Adına Çıkılan Yolda Yeni Bir “Uydurulmuş Din” Üretme Çelişkisine Sürüklendiler?
Gelenekselliği ve geleneksel cahiliye diyebileceğimiz bid’at ve hurafe birikimini de hadis alanındaki uydurma rivayetleri de haklı olarak eleştirip “Kur’an yeter” sloganıyla hareket edenler sonuçta Kur’an’a da aykırı başka bir uca savrulmaktan kurtulamamışlardır. Çünkü Kur’an’ı doğru anlamada son derece gerekli ve önemli olan Rasûl’ün (s) örnekliğini, siyerini, sünnetini dikkate almayan aşırılıkları sebebiyle, modernitenin kirlettiği akıllarını belirleyici kılarak, modern cahiliyeye yönelik tek eleştiri yapmaz hallere, hatta rasyonalizmi, laikliği, demokrasiyi İslam ile uzlaştırma cinayetini işleyecek sapmalara sürüklenmek kaçınılmaz sonları olmuştur.
“Hadisçi” ya da “Ehl-i Sünnet” adı altındaki uçta yer alanlar, aklı terk edip nakli esas alarak kopyala yapıştır usulüyle sadece geçmiş âlimlerin görüşlerini nakletmekle meşgul oldukları için, geçmişteki âlimlerin bir şey söylemediği konularda, Kur’an ve sünnetten kalkarak günümüz sorunlarına çözüm üretmekten aciz kalmışlardır. Üstelik “Ehl-i Sünnet” adına üretilmiş “zalim sultana itaat” kültürünü aşamadıklarından dolayı, statüko içinde suret-i haktan görünüp toplumu “Allah ile aldatan” zalim iktidarlara, yani hak maskeli bâtıla kolayca eklemlenmişlerdir.
“Kur’an’cı” adı altındaki uçta yer alanlar ise, vahye teslim olması gereken aklı vahyin üzerine çıkarıp “modern cahiliye”nin etkisinde kalarak Kur’an’a aykırı düşünceler “uydurmak” suretiyle savrulmuşlardır. Böylece de “geleneksel uydurulmuş din”i reddederken “modern uydurulmuş din” üretmek çelişkisine düşmüşlerdir. Kur’an’ın ilk inşa ettiği hayatı, vahyi ete kemiğe büründüren Rasûl’ün hayatını, vahye şahidliğini, güzel örnekliğini dışlayınca ya da yeteri kadar dikkate almayınca, doğan boşluğu, ister istemez modernitenin kirlettiği akıllarınca doldurmaya kalkışmışlardır.
Aklın algılama ve anlama işlevini, fıkheden kalple birleşerek ve vahye teslim olarak yerine getirmesi zorunluluğunu ihmal edip aklı vahyin üzerine çıkarınca, vahyin söylemediği şeyleri söylemeye başlamışlardır. Mesela kimisi Hz. Adem’e (as) baba bulurken, kimisi de Hz. İsa’nın (as) annesinin “vücut yapısında hem erkek hem dişi hücrenin bulunması sebebiyle Hz. Cebrail ile karşılaştığında o korkunç sarsıntıyla beraber o döllenmenin meydana geldiği izah edilebilir” diyerek Kur’an’ın söylemediğini iddia etmeye kadar savrulmuştur. Üstelik Kur’an bu konuda şu beyanda bulunduğu halde; “(Meryem), “Ey Rabbim! Bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?” dedi. Allah, “Öyle ama, Allah dilediğini yaratır. O, bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir” dedi…” “Şüphesiz Allah katında (yaratılışları bakımından) İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir: Onu topraktan yarattı. Sonra ona “ol” dedi. O da hemen oluverdi.” (Ali İmran, 3/47 ve 59).
Yine bu sözde “Kur’an’cı”lardan bir başkası, “kafirlerin cehennemde ebedi kalmaları Allah’ın adaletine sığmaz” misali yine Kur’an’ın birçok âyetine açıkça aykırı beyanda bulunmaktan, Kur’an’ın birçok ayetindeki ilahî beyanı kabul etmeyip aklınca zanna dayalı iddialar ortaya atmaktan çekinmemiştir.
Sözde “Kur’an yeter” diyerek ve “indirilmiş din” iddiasıyla ortaya çıkan bu kişiler, çürütücü pragmatizmin etkisiyle, 15 Temmuz öncesinde hurafeci F. Gülen’i eleştirenlere sert tepkiler verip “onun pabucunu bile üretemezsiniz” diyerek Gülen’i yüceltebilmişlerdir. Gülen çetesinin, “Allah’a şirk koştuğu” döneminde yanında yer alabilmişler, İslam’a zarar vermek ve Protestanlaştırmak amacıyla düzenlenen ABANT toplantılarına katılıp “İslam’da reform” ve “Paralel Din” oluşturma çabalarına destek olabilmişlerdir. Ama 15 Temmuz’da “Paralel Devlet” oluşturup “Devlete Şirk koştuğu” ortaya çıkınca Gülen’i “Paralel Din” oluşturmakla suçlayıp tepki gösteren çelişkili konumlara savuran bir ilkesizliği, çıkarcılığı temsil edebilmişlerdir.
Sözde Kur’an’ı merkeze alıp “İndirilmiş Din”i hurafeci “Uydurulmuş Din”in yerine ikame etmek üzere yola çıkmış olanlar, nasıl oldu da çıkış noktaları ve iddialarına bu kadar uzak konumlara, modern hurafeler üreterek oluşturdukları başka bir “uydurulmuş din”e savrulabildiler?
“Hak Din”de Uzlaşamayıp Zıt Uçlara Savrularak Fitne Çıkaranlar, Bâtıl Siyasete Meyletme Konusunda, Neden Kolayca Uzlaştılar?
Bu ülke Müslümanları olarak, pragmatizmin ve çıkarcılığın, Müslümanları istikametten bu derece uzaklaştırarak yozlaştırıp çürütebildiğini gösteren bu örneklerin çoğalmasını ve yayılmasını neden engelleyemedik?
Bir “Kur’an’cı” hoca demokrasi için ayaklanıp darbeye karşı demokratik iktidarı savunurken ölenlerin “bin yıllık direnişin zaferini” kazandıklarını ve “Allah’ın buyrukları egemen olsun diye öldüklerini” iddia edip “şehid” ilan etmektedir. “İnanıyoruz ki, 15 Temmuz 2016 Kıyâmı, yaklaşık üç yüz yıldır tepeden aşağı dayatılan Batıl/ı yaşam biçiminin neden olduğu bütün arızalara rağmen bu topraklardaki bin yıllık direnişimizin zaferidir. Bu topraklarda Allah’ın buyrukları değil, çağdaş putçuluk egemen olsun diye darbe yapmak isteyen şer odaklara karşı direnirken canını feda eden 15 Temmuz Şehidlerimize ve diğer tüm şehidlerimize Yüce Allah’tan gani gani rahmet diliyoruz.” Bu ifadesiyle, sanki darbe öncesi var olan ve darbecileri bastırarak korunan egemen sistem “çağdaş putçuluk” değilmiş, “çağdaş bir putun ilkeleriyle yönetilen” bir sistem değil de “tevhidin hâkim olduğu, Allah’ın hükümleriyle hükmedilen” bir sistemmiş gibi göstererek, toplumu “Allah ile aldatma” çerçevesine giren birçok aldatmayı bir cümleye sığdırabilmiştir.
Bir “Ehl-i Sünnet”çi ya da “Hadisçi” hoca da onunla aynı noktada birleşerek, 15 Temmuz’da ölenleri, Bedir şehitleriyle özdeş görecek kadar ileri gidip “Türkiye şu anda İslam ümmetinin hamisi. Ve ben bu darbe girişiminin başarıya ulaşmamasının en büyük sebeplerinden birisi olarak da Allah’ın bu hamiliğe karşı koruması olarak da görüyorum… Çanakkale şehitlerinin o kadar gücü yoktu, imanla savaştılar. Onun için Akif şiirinde onları çok övüyor. Ben bu darbe girişiminde şehit olanları hiç ayırt etmiyorum. İslam tarihinin diğer şehitlerinden ayırt etmiyorum, asla.” diyebilmiştir. Hâlbuki bu darbeye karşı düzenlenen ayaklanmaların adı, bizzat düzenleyicileri ve davetçileri tarafından “demokrasi mitingleri” ve ölenlere verilen sıfat da (şehidlik kavramının özüne aykırı yanlış bir terkip olsa da) “demokrasi şehidi(!)” olarak ifade edilmişti.
“Kur’an’cı”lardan bazıları, hadis âlimlerini eleştiri sınırlarını aşan hakaretlerle anarken, “Allah’ın rahmetinin onun dinine karşı savaş açanları da kuşatmış olduğu” iftira ve yalanını söyleyerek Mustafa Kemal’e övgüler yağdırıp “rahmet dileyen”, Kur’an’a ve imanî ölçülere aykırı bir sözü kolayca ifade edebilmişlerdir. Allah’ın rahmeti, Allah’ın ayetleri için “gökten indiği sanılan kitapların dogmaları” ifadesini kullanan müstekbirleri, Kur’an için “Arapoğullarının yaveleri (Palavraları) ” iftirası yapan, İslam için “Muhammed’in kurduğu din” “Arap dini” ve “bütün dinler, milletlerin cehaletleri yardımıyla, ilahlar tarafından gönderildiğini söyleyen adamlar tarafından kurulmuştur” diyen zalimleri de kuşatıyor mu?
Bu “Kur’an’cı”nın en yakın dostu bir başka Kur’an “bilgiç”i de “Atatürkçü ulusalcı” bir şairin cenaze namazını kıldırırken, “ben bu abimizi sağken hiç görmedim ve tanıyamadım ama, onun imanına şahidim” diyebilmiş ve hatta “ahirette Rasûlle birlikte olacağı” yalanını ilminden utanmadan söyleyebilmiştir. Görüldüğü üzere en meşhur “Kur’an’cı”lar Kur’an’a bu kadar aykırı konumlara hep birlikte ve kolayca sürüklenebilmişlerdir. Neden… neden… neden?
Hâlbuki Kur’an’da, ilâhî rahmeti umabilmek için, indirilen Kitab’a uygun bir iman ve amelle hayatı ibadet kılmak ve Allah’ın azabından korkup emir ve yasaklarına uyma sorumluluk bilincini (takvayı) kuşanmak gerektiği (Enam, 6/155) bildirilmiştir. Kur’an’da daha birçok ayette, şirk koştukları ve cehennem ehli oldukları söylem ve eylemleriyle belli olanlara mağfiret dilemek yasaklanmaktadır. (Tevbe, 9/113, 114).
Buna rağmen, Allah’ın şeriatına karşı savaş açıp bir toplumu baskıyla şirke zorlayanlara, birçok âlimi katlederek terör estirerek laikliği dayatanlara bile “rahmet ve mağfiret dilemek” ve üstelik bunu Kur’an’a da tasdik ettirmeye kalkışmak en büyük sapma değil midir?
“Kur’an’cı” olarak bilinenler, bizzat kendi televizyon ekranlarından, sahip oldukları ilme ihanet edercesine, şirk anayasasına “evet” oyu verme çağrısı yaparak “bu ameliniz ibadettir, takvadır, Allah’a teslimiyettir” bile diyebilmişlerdir. Aynı şekilde “Hadisçi” olarak bilinen hocalardan birisi de, “evet oylarının Türkiye’nin dünya devleti olması yolundaki engelleri kaldıracağını” ifade etmiş ve Müslümanlara “… umre için bile olsa sandık başına gitmemek, evet dememek büyük vebaldir” uyarısında bulunup şirk anayasasına evet oyu vermek için sandığa gitmenin “umreden daha efdal bir ibadet olduğunu” söyleyecek kadar haddi aşan ifadeler kullanmıştır. Aynı hoca, Müslümanları AKP’yi desteklemeye çağırmak yanında, bir de sûret-i hak görünümüyle “inancımızın gereği budur” diyerek iknâ etmeye çalışmıştır. Üstelik sırf laik bir partiye destek vermek için bir ilim adamına değil de ancak bir cahile yakışacak bir cüretkârlıkla “günahınızı Allah benim boynuma yazsın” sözlerini bile ifade edebilmiştir: “Eğer kitaba ve sünnete aykırı olan bir konuşma, bir yönlendirme yapacaksam, beni şu anda dinleyenlerin hepsinin günahını Allah benim boynuma yazdırsın. Hiç olmazsa bu seçimde de tercihimiz Recep Tayyip Erdoğan ve milletvekili adaylarımıza olsun. Bunu inancımın ışığında söylemeye çalışıyorum.”
Bir diğer “Hadisçi” hoca ise, bir yandan AKP’ye oy vermenin İslamî olduğunu ispat etmeye çaba sarf ederken, diğer yandan Erdoğan’ın “evde altını olanları bunları TL’ye çevirip bankalara yatırmaya” dair talebine itaatin, yani laik bir hükümetin faizci banka sistemine katkı sunma talebine itaatin “farz-ı ayn” olduğunu söylemekten utanmamıştır.
“Kur’an’cı” ve “Hadisçi” Uçlar, Neden “Tağutu Reddetmeyi” Emreden Kur’an’a ve Rasûle İtaat Etmiyorlar?
Bu sözde “Kur’an’cı”ların da sözde “Sünnet ve Hadis” bağlılarının da çoğu, neden imanın ön şartı olan “tağutu red” konusunda net bir tavır ortaya koymaz oldular? Hatta tağutu redde çağıran mü’minleri, gülen bir çehreyle “tağutu reddetmekmiş…” diyerek alaya almaktan ve kamuya hitap ettikleri konuşmalarında laik iktidar partisine oy vereceklerini (sanki salih bir amel işleyecekmiş gibi) övgüyle gündem yapmaktan neden hiç sıkılmazlar? Neden, “Kur’an’cı”lar ve “Hadisçi”ler hep birlikte tağuti sistemin laik partilerinden taraf olup bunu davetin muhataplarına açıklamaktan, hatta din adına şirk anayasasına ya da laik iktidara “destek vermenin” “umreden efdal bir ibadet” ya da “farz” olduğunu bile söylemekten çekinmemektedirler? Bu nasıl bir “Kur’ancı”lık ve nasıl bir “Sünnete bağlılık”tır? Anlaşılan o ki bu iki ucu, ne Kur’an ne de Rasûlün örnekliği bağlıyor.
“Kur’an’cı” ve “Hadisci” ya da “Ehl-i Sünnet” olduğunu iddia edenler, neden tağuti sistemin laik demokrat partilerine kolayca taraf olabildiler? “Demokrasi ve laiklik” modelinin, ideolojik boyutu olan kavramlar olarak, vahyin mutlak belirleyiciliğini reddederek insanın ve toplumların kendi hayatları üzerinde nihâî belirleyici olduğuna inanan, yani hevâ ve hevesi ilahlaştıran bir hayat tarzı olduğu neden göz ardı edildi? Laiklik ve demokrasinin; devlete, kamu alanına, toplumun ekonomik, siyasi ve hukûki hayat alanlarına laik parlamentoların hevaya göre yaptığı yasalarla hükmedilmesi gerektiğini savunan ve Allah’ın bu hayat alanlarına müdahalesine karşı çıkıp dini bireysel hayata indirgeyen sapık şirk modeli oldukları gerçeğini dikkate almaktan alıkoyan hangi dünyevî hesaptı? Müslüman zihin, siyasal alanda demokratikleşip hevâyı nihâî belirleyici yaptığında, zihne giren demokrasi kavramının dönüştürme etkisiyle, zamanla diğer hayat alanlarında da hevâ ve hevese tâbi olmaya yöneleceği ve daha sonra da bütün hayat alanlarından vahyi dışlayıp hevâyı esas alarak tam anlamıyla sekülerleşip yozlaşacağı gerçeği neden dikkate alınmadı? Yaşanan büyük yozlaşmanın sebebi de işte öncelikle bu zihinsel değişim, sonra da bütünüyle tam bir ahlâkî dönüşüm ve bâtıla benzeme değil midir?
Hâlbuki Rasûlullah (s) Müslüman olmayanlara benzeme konusunda şöyle uyarmıştır:
- “Her kim, bir topluluğa benzerse o da onlardandır.” (İmam Ahmed, hadis no: 2/50. Ebu Davud, hadis no: 4/314).
- “Kâfirlere benzeyen, onları yüceltmiş, onlardan olmuş olur.” (Tirmizî, hadis no: 2696).
- “(İnançta ve amelde) Bizden başkasına benzeyen Bizden değildir.” (Tirmizî, hadis no: 2696; Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5347).
Kur’ân’da birçok âyette vurgulandığı üzere, Hak din olan İslâm, bâtıla benzemek ve bâtıl ile iç içe geçip şirk yönetimleriyle birlikte olmak için değil, bâtılı zâil etmek, Hakk’ı bâtıla üstün kılmak, bâtılı yok edip Hakk’ı ikame etmek üzere gelmiştir.
- “De ki: ‘Hak geldi, batıl yok oldu. Şüphesiz batıl, yok olmaya mahkûmdur.” (İsrâ, 17/81).
- “Müşrikler istemese de O dini (İslâm’ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidâyetle ve hak dinle gönderen O’dur.” (Tevbe, 9/33; Fetih, 48/28).
Buna rağmen nasıl oluyor da Müslümanların çoğunluğu, bâtıla benzeme süreçlerine girmişler, tevhidî istikametlerinde zaaf göstererek, geleneksel ve modern cahiliyeye doğru meyletme eğilimi içine girmişlerdir? Vasatta duramayıp iki uca savrulanlar, iddia ettikleri ve “Kur’an” ve “Sünnet”e sadık bile olamayıp özellikle modern cahiliyeye eklemlenme konusunda nasıl oluyor da ittifak edebiliyorlar?
Gerçekten anlamak mümkün değil, nasıl oluyor da, “Kur’an’cı” oldukları iddiasında olanların büyük kısmı, okudukları Kur’an’a sadık kalıp imanın ön şartı olarak Kur’an’da emredilen “tağutu reddetmeyi” başaramıyorlar ve tam tersine tağuti sisteme eklemleniyorlar? Haklı olarak geleneksel bid’at ve hurafelere karşı çıkıp eleştiriler yaparken, neden modern hurafe ya da cahiliye (laiklik, demokrasi, Kemalizm, ulusalcılık ve ulus devlet) hakkında aynı eleştirileri yapmaktan uzak duruyorlar? Hatta bunlar, Kur’an davetçisi olduklarını söyledikleri halde, modern cahiliye hakkında tek bir eleştirel cümle kurmamakla kalmayıp nasıl oluyor da büyük bir çelişki ve savruluşla tağuti kavram ve modelleri içselleştirebiliyorlar?
Kur’an pek çok ayetinde tağutu redde çağrı yapmakta ve bu reddedişi imanın ön şartı kılmış bulunmaktadır: “kim tağutu red ve inkâr edip Allah’a iman ederse kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa yapışmış demektir…” (Bakara, 2/256) buyrulmaktadır. “La ilâhe” ile yapılan Allah’tan başka tüm ilahları reddediş ve “İllallah” ile yapılan sadece Allah’ı ilah kabullenişten, O’na teslim oluştan sonra, Allah’ın hükmünü yürürlükten kaldıran, İslam’a göre yaşamayı yasaklayan, kendilerini ve kurdukları hükümet, parlamento ve devleti ilahlaştıran sistemlerin hükümet, parlamento ve devletlerini benimsemek, bunlarla uzlaşıp bütünleşmek kesinlikle “Lâ ilâhe illallah” tevhid akidesini bozacak ve böyle yapanları iman sınırlarının dışına çıkaracaktır.
“Tâğut; kendisine ibâdet edilme, bağlanılma ve itaat edilme noktasında haddini aşan kul demektir. İnsanların tâğutu, Allah ve Rasulü’nün kanunlarıyla hükmetmeyen, Allah’tan başka kendisine muhakeme olunan, ibâdet edilen ve Allah’ın emrine dayanmaksızın, Allah’a itaat etmeksizin kendisine tâbi olunanlardır. Allah’ın indirdiği hükümleri bir kenara bırakarak yasamada bulunanlar, Allah’ın helallerini haram, haramlarını helal yapanlardır. Bu ister tek kişi olsun, isterse de bir grup, parti ya da devlet olsun fark etmez. Kim Allah’ın indirdiği hükümleri terk ederek yasamada bulunursa haddini aşmış ve tâğutlaşmıştır. Zira teşride bulunmak, kanun ve hüküm çıkarmak ilâhlığın en belirgin vasıflarındandır. Allah’ın indirdiği hükümleri terk ederek, Allah’a rağmen yeni kanun ve hükümler çıkaranlar, bu yaptıklarıyla, “ancak Allah-u Teâlâ’ya ait olan nihaî anlamda emretme/hükmetme yetkisini” (Araf, 7/54, Yusuf, 12/40) kendilerine has kılarak tâğutlaşmışlardır.
Şehid Seyyid Kutub da tağutu şöyle tanımlamaktadır; “Tağut kelimesi tuğyan mastarındandır. Tağut, insana zorbaca hâkim olan, Hakka zulmeden, Allah’ın kulları için çizdiği sınırları çiğneyen her şeydir. …Allah’la bağlantısı olmayan her program ve Allah’a bağlanmayan her çeşit tasavvur, sistem, edep ve alışkanlık tağuttur. Otoritesini Allah’ın sisteminden almayan her idare, Allah’ın şeriatı üzere durmayan her çeşit sistem, Hakka tecavüz eden her düşmanlık tağuttur…” Allah’ın emri dışındaki her çeşit sistem, Allah’ın şeriatına dayanmayan her türlü nizam tâğuttur.
Kur’an’da bütün Rasûllerin, insanları “tağuttan kaçınıp yalnız Allah’a kulluk yapmaya çağırmak üzere gönderildikleri” (Nahl, 16/36) beyan edilmiştir. Allah’a isyankâr olan ve Allah’ın kullarını Allah’a değil de kendilerine itaate çağıran gerçek ya da tüzel kişiler, Allah’a baş kaldırmış, tuğyan etmiş tağutlardır. İşte bütün Rasuller Allah’ın kullarını bu tağutlardan kaçınarak, itaat/ibadet ve kulluğu sadece Allah’a tahsis etmeye çağırmak üzere gönderilmişlerdir. Bu sebeple öncelikle tağutlar reddedilmedikçe tevhidî bir imana ulaşılamaz.
Abdullah b. Mesud anlatıyor: Hz. Peygamber (in huzurundaydık.) Bize dosdoğru bir hat çizdi ve sonra: “Bu, Allah’ın yoludur“ dedi. Bu merkezî hattın sağına ve soluna da birçok hatlar çizdi ve “Bunlar birtakım yollardır ki her biri üzerinde kendisine çağıran bir tâğût vardır” buyurdu ve Rabbimizin şu mealdeki âyetini okudu: “İşte bu, Benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun; başka (Tâğuta ait) yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O’nun yolundan ayırır. İşte size bunları Allah sakınasınız diye emretti.” (Mişkâtül-Mesâbîh, Hadis No: 166; En’âm Suresi, 6/153.)
Rasulullah (s) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde, meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.”(İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4204, 4205).
Buna rağmen “sünnet ehli” olduklarını söyleyenler, Rasûl’ün yoluna ihanet edip tağutî sistemin hükümetinin laik yasa ve emirlerine uymanın “ulu’lemr’e itaat” olup “farz-ı ayn” olduğunu ve bu tağuti yönetimlerin oy vererek desteklenmesi gerektiğini söyleyebiliyorlar?
Rabbimiz (c), Hûd Suresi 113. âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: “Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, sonra size ateş dokunur (cehennemlik olursunuz). Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra (Allah tarafından da) size yardım edilmez.”
Gerçekten bu âyet de diğerleri gibi son derece açık, net ve uyarıcıdır. Gayet tabii anlamak, amel etmek isteyen için. Laik, Kemalist, kapitalist ve demokratik sistemler ve onların siyâsî organizasyonları, hem ilâhî iradeye isyan ettikleri, insanları Allah’a değil kendilerine kulluğa zorladıkları, Allah’ın hükmünü rafa kaldırıp adâleti yok ettikleri için, hem de insanlara baskı, işkence, yargısız infaz, faili meçhul cinayet ve her türlü haksızlığı revâ gördükleri için, Kur’an ölçülerine göre iki bakımdan ve tam anlamıyla “zulmeden” konumundadırlar.
İşte Cenab-ı Hak (c) bu tür şahıs, müessese ve otoritelere meyletmenin sonucunun cehennem olduğu ikazını yapmakta, zalimlere meyletmekten bizleri sakındırmak istemektedir. O halde Allah’a teslim olmuş bir Müslümanın, zalim şahıs veya kurumları, zulmeden otoriteleri benimsemesi, onlara isteyerek tâbi olması, onları kendinin ya da kendinden kabul etmesi mümkün olmadığı gibi, bunlara meyletmesi bile yasaklanmıştır. Değil tâbi olmak, benimsemek ya da isteyerek itaat etmek, sadece meyletmek bile imana şirk bulaştırmaya ve cehennemlik olmaya yol açmaktadır. Böyle yapanlar Allah’ın yardımından da mahrum kalmaktadırlar.
Bütün bunlara rağmen, toplum hızla sekülerleştiği, yeni nesillerin deizme doğru koştukları bir süreçte, toplum önünde çıkardıkları kavgalarla fitneye sebep olan Kur’an’cı ya da Hadisci (Ehl-i Sünnet) bilinen her iki uç da bu iddialarına sadakatsizlik yapmaktadırlar. Üstelik sadece tevhide çağırmaları gereken davetin muhataplarını, Kur’an ve sünnete bu kadar aykırı bir savruluşla, tağuta ya da tağuti hükümetlere destek vermeye çağırmakta hiçbir beis görmüyorlar. Bu ne büyük bir aymazlıktır?
Üstelik bazıları, Allah’ın hükmüyle değil şirkle yönetmeyi sürdüren, çıkardığı laik yasalar ve yaptığı bâtıl sözleşmelerle aileyi yıkıma uğratan, yeni nesilleri sekülerleştirip deizme sürükleyen, üstelik “laiklikle İslam uzlaşır, din bireyseldir, ekonominin dini imanı olmaz” içerikli tahrif edici propagandalarla “dindar olduğunu söyleyenlerin %67’sini laikleştirip” yozlaştıran bir siyasi iktidara yakınlıkları sebebiyle “Türkiye artık tağut değildir” diyecek kadar sapmışlardır. Hala Kur’an ölçüleri içinde tuğyanını sürdüren laik iktidara meyletmeleri yüzünden “Türkiye tağut olmaktan çıkmıştır” diyebilecek kadar savrulmuşlardır.
Aynı savrulma diğer uç olan “Hadisçiler” ya da “Ehl-i Sünnet”çiler için de geçerli değil midir? Onlar da bağlı olduklarını iddia ettikleri Rasûl’ün (s) sünneti ve Hadislerine neden sadakat göstermiyorlar? “Rasûlün ahlakı Kur’an ahlakı” olduğuna göre, onun tağuta, şirke, ifsada ve zulme karşı verdiği örnek mücadelesi ve mücadele sünneti, neden bu Müslümanları aynı mücadeleye sevk etmez? Üstelik sözde bağlı oldukları sünnet, nasıl oluyor da tam tersi bir pozisyona sürüklenip tağuti sistemin kimi laik partilerinin destekçisi hatta “taraftarı” olmalarını engelleyemiyor?
Bu hal, aslında bunların “Kur’an” ya da “Hadis” taraftarı ve “Ehl-i Sünnet” olma iddialarında da samimi olmadıklarını ortaya koymakta değil midir? Kur’an ve Rasul’ün örnekliği, mücadele sünneti bir tarafta, bunlar ise tamamen başka bir tarafta durmakta değiller midir?
Ey “Kur’ancı”lar ve “Hadisçi”ler, Neden Kur’an ve Sünnete Sadakat Göstermiyorsunuz?
“Kur’an’cı” ve “Hadsçi”ler olarak birbirinizin açığını aramak ve kamuoyu önünde birbirinizi rezil etmek amaçlı nefsanî kavgalar yapmak hususunda gösterdiğiniz aşırı gayretkeşliğin çok daha azını bütün bir topluma devlet imkânlarıyla dayatılan “Resmi İdeoloji”nin ifsad politikalarına karşı neden göstermiyorsunuz? Laiklikle İslam’ı uzlaştırarak tahrifat yapan ve toplumu “Allah ile aldatan” müfsid iktidarlara karşı itiraz edip “Hakkı” dile getirmekten neden kaçınıyorsunuz? Neden bir uçtakiler olarak iddianıza göre bağlı olduğunuz Kur’an ya da diğer uçtakiler olarak kimliğinizin belirgin unsuru yaptığınız “sünnet” sizleri, tağuttan, laik Kemalist sistemden ve bütün partilerinden uzak durmaya yönlendiremiyor? Birbirinizle kavga etme sebebi yaptığınız Kur’an ve sünnet, neden bu şekilde fitne çıkarıp insanları İslam’dan soğutmaktan sizleri alıkoyamıyor?
Bağlı olduğunuzu iddia ettiğiniz Kur’an ve sünnet, Allah’ın dininin en temel kavram ve değerlerini şirk sisteminin statüko dinine payanda yapmanıza, laik sistem ve laik partilerin iktidarı uğruna araçsallaştırıp bu uğurda istismar etmenize neden engel olamıyor? Ya sizler iddia ettiğiniz gibi Kur’an ve sünnete bağlılıkta samimi değilsiniz ve bu sebeple onlara sadakat göstermiyorsunuz. Yahut da Kur’an ve sünnet anlayışınız, Allah’ın kitabı olan Kur’an’dan ve Rasûlün (s) ete kemiğe bürünmüş vahiy olan ahlakından, güzel örnek olan sünnetinden uzaklaşmış ve içi boşalmış bulunmaktadır. Neden, aklınızı başınıza toplayıp ölüm gelmeden bu muharref anlayışınızı sorgulamıyor ve tevbe ederek sahih bir anlayış ve duruşta buluşmuyorsunuz? Neden bir an önce bu saptırıcı uçlardan uzaklaşarak, “Kur’an-sünnet eksenli sahih İslam” anlayışında yani vasatta ve tevhidde vahdet oluşturmaya yönelmiyorsunuz?
Kur’an’a ve İslam’a, yukarıda zikredilen büyük zulümleri yapanlar hem de “Kur’an’cı” ve “Hadisçi-Sünnetçi” geçinenler olunca, onlara haddini bildirmek ve azabı hatırlatmak gerekmez mi? Yazıklar olsun, bunca yıl Kur’an okumuş ya da Sünnet ehli olduğunu söyleyerek bu tür okumalar yapmış ama Kur’an’dan ve sünnetten gereği gibi istifade edememiş ve âlimlikten çok uzakta kalarak Kitab’ın sadece bilgisini yüklenip bilgi hamalı olanlara. Yazıklar olsun, Kur’an ve sünnet ile bilgilenip de onun ahlakını kuşanamayanlara. Evet, yazıklar olsun size ve amelinize yön vermeyen bilgiçliğinize. Allah’ın azabından korkmaz mısınız?
Ben bu yazılarımda bazı soruları sorarak hem bu kesimleri hem de kendimizi hal üzerine sorgulama yapmaya yönlendirip tevbe kapısını ve ıslah sorumluluğumuzu hatırlatmaya çalışıyorum. Tabii ki, gündeme getirdiğim soruları çoğaltarak hep birlikte çok ciddi bir muhasebe yapmalı ve ıslah için seferber olmalıyız. Bunun için daha ne bekliyoruz? Ölüm ve hesabın çok yakın olduğunu ve son pişmanlığın fayda vermediğini unuttuk mu?