Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Makale / Kur’an’a davetin yaygınlaştırılması gereken bir süreçteyiz

Kur’an’a davetin yaygınlaştırılması gereken bir süreçteyiz

Kur’an’a topluca sarılan ve Resulün şahidliğini/örnekliğini, mücadele sünnetini esas alan ilk Kur’an neslinin öncülüğünde İslam ümmeti inşa edildi. Mekke’nin zorlu şartlarında Kur’anın rehberliğinde, resulün şahidliğinde, akıdevi ilkelerinden ve İslami kimliğinden taviz vermeden yetişen bu örnek nesil İslami toplumu, Medine’yi, İslami medeniyeti inşa etti ve İslami adalet modelini oluşturdu.

Böylece Kur’an’ı hakkıyla okuyarak özünde var olan cahiliye değer ve ölçülerini söküp atıp yerine tevhidi ve vahye uygun olanı yerleştirerek özündekini değiştiren insanlar İslam toplumu hüviyeti kazandılar. İşte Kur’an’a topluca sarılarak kardeşleşen bu ilk Kur’an toplumu nüvesi hem Mekke’de, hem Medine’de izzete kavuştu. Çünkü izzetin tamamı Allah’ın yanındaydı.

İhlas ve samimiyetle Allah’a teslimiyet gerçekleşince ve Hablullah’a topluca sarılarak Allah’ın taraftarları ve yardımcıları olmak tercih edilince, galibiyet, üstünlük ve izzet Müslümanların, hak ve adaletin egemenliğinde insanca yaşama imkanı ise tüm insanların oldu.

Daha Sonraki Süreçte, Neden Mağlup Olundu ve Zillete Sürüklenildi?

Çünkü uzun tarihsel süreçte Kur’an (mehcur) terk edilmiş bırakıldı.Allah’ın inzal edilmiş ipine (hablullah’a) topluca sarılmaktan uzaklaşıldı. Resulullah’ın (s) şahidliği, örnekliği ve mücadele sünneti terk edildi ve cahiliye yeniden üretildi. Tarihsel süreçte uydurulan ya da başka felsefe ve dinlerden alınan bid’at, hurafe ve İsrailiyatlar karıştırılarak farklı ipler üretildi. Bundan sonra, insanlar, Allah’ın ipi yerine, haktan unsurlar da taşıyan, hak-batıl karışımı “ılımlı” İslam algılarına (statüko dinleri) dayalı üretilmiş iplere çağırıldılar.

Bu uzun bozulma ve yozlaşma sürecinde, tevhidi nitelik kaybedildi, Kur’ani akıdeden uzaklaşıldı, ümmet olma vasıfları yitirildi, vahdet bozuldu, sonuçta da parçalanma, bölünme ve dağılma kaçınılmaz oldu.

Bu bozulma ve dağılma süreci sonunda, zayıf düşen, Allah’ın yardımına, rahmetine müstahak halini yitirerek, gücünü ve izzetini kaybeden ve böylece sömürüye müsait hale gelen ümmetin üzerine işgalci emperyalist devletler çullandılar ve sömürgeleştirdiler, zillete düşürdüler.Böylece, 19. yy sonu ve 20. yy başında işgal ve sömürgeleştirme süreci başladı.

Sonra görece uyanış çabaları ve direnişler gündeme geldi. Sömürgeciler bu yeni şartlarda çıkarlarını koruyup sürdürecek yeni bir proje üreterek onu uygulamaya koydular. Ümmet bilincini yıkmak üzere ulusçuluklar ürettiler, bölgeyi suni sınırlarla bölüp, ulus devletler kurdular, yetiştirdikleri işbirlikçilerine despot rejimler kurdurup onları destekleyerek doğrudan sömürgecilik yerine dolaylı sömürgeciliği ikame ettiler. Türkiye’de ise başından itibaren dolaylı sömürgecilik yöntemi uygulandı. Filistin İşgali ise sürekli kılındı. Batılı emperyalist devletler işgal topraklarında BM kararıyla kurdurdukları Siyonist terör devletini sürekli desteklediler.

Bu Süreçte Dünya’nın ve Müslümanların Hali

Dünyaya, İslam coğrafyasına ve Türkiye’ye baktığımızda;genelde tüm insanlığın, özelde Müslüman halkların, “insanı insanın kurdu”haline dönüştürmüş seküler, paganist modern paradigmanın kuşatması altında nasıl köleleştirildiğini görüyoruz.

Bu seküler kapitalist kuşatma sonunda fesadın, zulmün, adaletsizliğin, sömürünün nasıl küreselleştirildiğini, insani erdemlerin, insanlık onurunun nasıl ayaklar altına alındığını, aşağılandığını, fıtratların nasıl bozulduğunu, zihinlerin nasıl işgal edildiğini, ruhların nasıl kirletildiğini ve sonuçta insanın nasıl tüketildiğini, insanlık onurunun, insani erdemlerin ve ahlaki değerlerin nasıl çürütüldüğünü, kitlelerin nasıl edilgen sürüler haline getirilip yozlaştırıldığını acıyla gözlemliyoruz. İslam coğrafyasının nerdeyse her yanındaki, ya kapitalist korsan devletlerin, silah ve petrol kartellerinin çıkarları istikametinde gerçekleştirdikleri doğrudan askeri işgallerle, ya da işbirlikçi despot oligarşilerin, monarşilerin yönetiminde ideolojik, kültürel, ekonomik işgaller ve sömürgeci politikalarla, katliamlarla, Müslüman halkların nasıl kan, gözyaşı ve sefalete mahkûm edildiklerini yüreğimiz kanayarak izliyoruz. Milyonlarca masum insanın nasıl canice, vahşice soykırımlarla katledildiğini, sefalete mahkûm edilen fakir halkların zengin kaynaklarının nasıl talan edildiğini, on yıllardır mülteci kamplarında geçen, orada doğup orada son bulan, ıstırap, acı ve sefalet dolu Müslüman hayatların acısını yüreğimizde hissediyoruz.

Bir kısım ülkeler modern seküler sapkın paradigmanın ürünü kapitalist emperyalizminin doğrudan askeri işgali altında iken, Türkiye vb bir çok ülke de ideolojik, kültürel ve ekonomik işgali ve emperyalizmi altında bulunmaktadır. Zihinlere yönelik işgaller ise, askeri işgallere göre daha kalıcı ve daha etkili olmakta, çoğu insan zamanla yaşadığı gibi inanmaya başlamakta, ezilen kitleler mağlubiyet psikolojisi içinde ezenlerine benzemekte, onları taklit etmeye başlamaktadırlar.

Komünist Blokun Çöküşü ve İslam’ın NATO’nun Düşmanı İlan Edilmesi Üzerine Yeniden İşgaller Dönemi Geldi

Emperyalistlerin bölgeye hakim kılıp destekledikleri despot yönetimlere ve zulümlerine rağmen, İslami uyanış süreci devam etti. Artık despot yönetimleri ayakta tutmak batının çıkarlarını da tehlikeye sokuyor. Patlamaya hazır hale gelmiş mazlum halkların öfke birikimi kendiliğinden patladığında kontrolü ve yönlendirilmesi mümkün olmayabilir endişelerine yol açıyordu.

Bu sebeple, 20. yy sonu ve 21. yy başında yeniden işgal için bölgemize geldiler. Ve önce sopa politikasıyla bölge halklarını sindirip ezerek, arkasından da BOP projesiyle, kontrol altında laik demokratik batı yanlısı bir değişime zorlamak, yönlendirmek istediler. TC’yi de model olarak sundular. Olmadı ve bu model de tutmadı. Çünkü o zaman İslam düşmanlığı yapan radikal Kemalist laikliği esas alan Türk ulus devletinin, İslami kimlik ve Kürt kimliğiyle savaşı aktif durumdaydı. Bütün komşular düşman konumunaydı. Yüzünü Batıya, arkasını bölgeye dönmüş, kendi halkı ve bölge ile ilişkilerini düşmanlık statüsüne oturtmuş bir model, bölgeyi dönüştürecek bir model olamazdı. Buna benzer sebeplerle BOP ve o günkü TC modeli başarılı olamadı.

Ancak BOP’un çökmesi gibi bölgedeki ABD-NATO ve Batı işgalleri de başarılı olamadı, sonuçta direnişler karşısında bölgede tutunamayan emperyalist güçler, Irak’tan çekilmek, bilahare Afganistan’dan çekilmeyi gündemlerine almak zorunda kaldılar. Bölgede oluşan bu boşluk, NATO’nun içinde önemli işlevler gören Türkiye ile doldurmak istendi. Böylece, NATO’nun da bölgede daha işlevsel hale gelmesi ve meşruiyet kazanması temin edilmek isteniyor.

İşte bu süreçte, bir yandan, İslam coğrafyasında doğulu ve batılı emperyalist devletlerin uşağı despot zalim yönetimlere karşı halk ayaklanmaları yaşanmakta, biriken haklı öfkenin patlaması sonucu bölgenin mazlum Müslüman halkları kaderleri üzerinde söz sahibi olmaya çalışmaktadırlar. Diğer yandan da, bugüne kadar işbirlikçileri olan despot yönetimleri destekleyerek kan ve gözyaşına mahkum ettikleri mazlum halkların kaynaklarını sömüren, onlara büyük acılar yaşatan Batılı liberal demokrat emperyalist devletler, şimdide miadı dolmuş işbirlikçilerini terk ederek yerlerine yine çıkarlarını koruyacak liberal demokratik seküler yandaş yönetimler ikame etmeye çalışmakta ve bunu amaçlayan projelerle bölge halklarını yönlendirme çabaları içinde bulunmaktadırlar. Bir diğer gelişme olarak da, Müslüman toplumların İslami yönetimle yönetilme hak ve taleplerini engellemek, kaynaklarını çalmak ve emperyalist hegemonyalarını sürdürmek için bölgeye yönelik yeni yeni işgaller gerçekleştirmektedirler. Rabbimiz despotlara karşı haklı olarak ayaklanan ve emperyalist işgallere karşı direnen mazlum Müslüman halkların yardımcısı olsun, bizleri de onlara yardımcılar kılsın.İnşallah Müslüman halklar, bu emperyalist oyunları da fark edip bozacak bir dirayet ve feraseti kuşanarak, despot kahyanın zulmünden demokratik emperyalist ağaya sığınma zilletine düşmeden, yalnız Allah’ı razı etme niyetini ve İslami adaleti ikame etme istikametini koruyarak hareket ederler.

Şimdi İslam coğrafyasında Gönüllü Sekülerleşme ve Dönüşüm Süreci Teşvik Edilip Yönlendiriliyor

Türkiye’de de, 28 Şubat darbesiyle sonuç alamayınca, aynı patlamaya hazır sosyal yapının Türkiye’de de meydana geldiğini ve ilk değişimin burada meydana gelmesi ve bölgeye model olarak sunulması için değişik alternatifleri denediler, tutmayınca kontrollü biçimde, halkın büyük desteğini alan muhafazakar siyaset kadrosunun önünü açmak zorunda kaldılar. Ve yönlendirmeye çalışıyorlar. Zora dayalı sekülerleştirme ve sopa politikaları tutmayınca, gönüllü sekülerleşmenin önü açılıp, teşvik edilmeye ve siyasi ve ekonomik destekle ödüllendirerek yönlendirilmeye çalışılıyor.

Tunus, Mısır ve Libya’da nasıl bir sonuca ulaşılacağı belli olmamakla beraber, Mısır’da ve Tunus’ta batı yanlısı ordular tarafından ve batının ekonomik imkanlarıyla süreç yönlendirilmeye çalışılıyor. Türkiye’de bir ölçüde başarılı olmuş görünüyorlar. Ilımlı laiklik ve ılımlı İslam’ın kesiştiği noktada, bireysel özgürlükler alanında görece iyileşmeler karşılığında, kamu alanına, ekonomik, siyasi, ve hukuki toplumsal alanlara Allah’ın müdahil olmasına fırsat verilmemesi gerektiğinde uzlaşıldı. Türkiye’de eşleri örtülü, kendileri bireysel ibadetlerini yerine getiren ve İsrail’e karşı söylemde de kalsa sık sık meydan okuyan ve bu sebeple Ortadoğu’da kahramanlaşan bir kadronun öncülüğünde laik liberal demokratik model bütün bölgeye hem Türkiye hükümeti tarafından, hem de Batı tarafından sürekli empoze ediliyor. Halk ayaklanmalarının hemen arkasından Mısır ve Tunus’a giden TC Başbakanı bizzat bölgenin Müslüman halklarına laik demokrasiler kurmalarını, laiklikten korkmamalarını, laiklik ve İslam’ın bağdaştığını ısrarla öneriyor ve tepkilere de karşı çıkarak yönlendiriyordu.

Baskıcı süreçlerde geniş halk kesimlerine sirayet edemeyen sekürleşme/ dünyevileşme, kendilerine daha yakın hissettikleri bugünkü muhafazakâr iktidarlar döneminde çok daha fazla yaygınlaşmaya ve ahlaki yozlaşma yaygın biçimde daha geniş kitleleri etkilemeye başladı. Tam bir kapitalistleşme ve liberal azgınlık süreci Müslüman toplumları kuşatıyor. Adaletsiz ve merhametsiz kapitalist piyasa şartlarında ölçü ve hudut tanımaz bir biçimde daha çok üretmek ve daha çok kazanmak hırsı ile lüks ve israfı zirveye çıkaran azgın kapitalist tüketim kültürü Müslümanları önüne katarak, zaten uzak düştükleri Kur’an’dan daha da uzaklara doğru savuruyor.

Üstelik kendini İslam’a nispet eden yeni statükoların siyasi kadroları ve tevhidi uyanış sürecinden gelip de bugün onlarla bütünleşenler, liberal, demokratik modellerin ve laikliğin İslam ile bağdaştığını da iddia ederek Kur’an’ın mesajını kirletmeye, Hak ile batılı karıştırarak kitlelerin İslam algısını tahrif etmeye yönelik çabalar da gösteriyorlar.

Yeterince Özgürleşememiş ve Bağımsız Düşünemeyen Zihinler, Karşıtlarına Sığınırlar

Ancak zihinlerin batıl kavram ve modellerle işgali sebebiyle, vahyi kavramları, ölçüleri, ilkeleri ve Resulün (s) vahiyle inşa sürecinde örnekliğini oluşturduğu özgün modelimizi güncelleştirmede zaaf göstermekteyiz. Sonuçta bu büyük zaafımız yüzünden özgün düşünce ve modeller üretmekte zorlanıyoruz. Küresel ve yerel seküler sistemin, fiziki kuşatmasından, bedenimizi çevreleyen zindanından daha önemli ve daha etkili olan kuşatması ve zindanı, zihinlerimizde gerçekleştirdiği kuşatması ve zihinlerimizin onun ideolojik paradigmasının zindanına hapsolması halidir. Zihnen özgürleşmemiş olan ezilenler, ezenlerine öykünüp, onların kavram ve modellerinden başka çıkış olmadığı zannına kapılıp, daha fazlasına, özgün modeller oluşturmaya güçlerinin yetmeyeceğine inanırlar. İlkeli ve tavizsiz bir tevhidi duruşla Allah’ın yardımını hak ettiklerinde, normal şartlar altında olamayacak gelişmelerin Allah’ın yardımıyla gerçekleşebileceğine dair ilahi taahhüdü bile unutup, zihinlerini kuşatan seküler mantıkla verili sistem içi düşünmeye, sistem içi alternatifler aramaya daha yatkın hale gelirler. Zihinlerini kuşatan seküler paradigmanın düşünce kodlarını, kalıplarını taklitten kurtulup, özgün düşünce ve modeller üretme performansı gösteremezler. İşte bu yenilgi/mağlubiyet psikolojisidir.

Bu manevi, psikolojik cahili kuşatma ve zindan o kadar önemlidir ki, bu tür zindanlara hapsolmuş zihinlerde, Allah’a teslimiyet dışındaki tüm bağlar koparılarak, cahili kuşatmalar aşılarak özgürleşme sağlanmadan, özgün İslami düşünce ve siyaset üretilemez, özgün bir İslami proje ve modeli tasavvur imkanı bile elde edilemez.

Peygamberlerin insanlara ulaştırdıkları ilahi vahiy de, öncelikle fıtratla bütünleşip, ruhları, zihinleri cahiliye zindanlarından ve kuşatmasından kurtarıp, vahyin aydınlığına, fıtri özgürlüğüne ve bağımsızlığına kavuşturmuştur. Ondan sonra da hür zihinli Müslümanlar bedenlerini kuşatan cahiliyeye karşı bağımsız ve özgün bir mücadeleyi sürdürmüşlerdir. İşte bu hür zihinli mü’minler, tam anlamıyla kuşatılmışlık şartlarında, çok boyutlu baskı, işkence ve ölüm tehdidi altında ürettikleri alternatif özgün yapı, model ve faaliyetlerle İslami tevhidi davet ve şahitlik sorumluluklarını yerine getirerek, cahiliye toplumunu tevhidi istikamette dönüştürecek bir örneklik oluşturmuşlardır. Asla cahiliye inancına, kavram ve modellerine sığınarak var olmaya çalışmamışlar, hak-batıl karışımı yöntemlere başvurmamışlardır. En zor şartlar altında bulunsalar da, geçici olarak da olsa asla pragmatizme yönelmemişler, onların kavram ve modellerini ödünç almaya kalkışmamışlar, cahiliyenin daha az zararlısını da tercih etmemişlerdir.

Ancak bugün, maalesef Müslüman zihinler, Allah’a tam anlamıyla teslimiyeti gerçekleştirerek zihni özgürlüğe ve bağımsızlığa yeteri kadar ulaşamadıkları için olsa gerek, yenilmişlik, mağlubiyet, güçsüzlük ve çaresizlik psikolojisiyle, karşıtına sığınarak, onların kavram ve modellerini ödünç alarak ya da kötünün daha az zararlısını tercih ederek var olmaya çalışıyorlar.

İnsanlığı Kurtaracak, Karanlıklardan Aydınlığa, Zulümden Adalete Ulaştıracak Tek Mesaj, Kur’an’ın Mesajıdır

İşte tam da böyle bir konjonktürde, dünyada yaşananlarla ve emperyalist kapitalist demokrasilerde ortaya çıkan gelişmelerle, ilginç bir tevafukla, tarih, adeta uyarı alarmları çalıyor ve çoğu “Müslüman aydınların”, Müslüman halkların liberal demokratik seküler modellere yönelişle büyük bir sapmanın eşiğinde olduğunu ikaz eden sinyaller veriyor. Bugün batılı emperyalist liberal demokrasilerin mağduru mustaz’af halkların yüz binlercesi yüzlerce meydanı doldurarak, ülkemiz ve bölgemiz Müslümanlarında meydana gelen liberal demokratikleşmeye meyletme eğilimine karşı âdeta hal diliyle şu uyarıları haykırıyorlar: “Durun Müslümanlar, bu sokak çıkmaz sokak! Bizim zulüm ve sömürü üreten seküler, liberal, demokratik sistemimizi model alacağınıza, kavramlarımızı ödünç alacağınıza, elinizdeki tek kurtarıcı Kur’an’a sarılın, özgün kavramlarınıza sahip çıkın ve özgün modelinizi güncelleştirip, kendinizi de, bizi de kurtaracak çağımızın İslami adalet sistemini oluşturun ve sizler bizlere model olun.”

Ancak Müslümanlar, bu büyük sorumluluğu omuzlayacak doğru bir temsilden, Hakka adil şahidlik yapacak bir nitelik ve vizyondan çok uzak görünüyorlar. Modern paradigmanın ürettiği model ve düşüncelerin kodlarıyla kuşatılmış, batıl ideolojilerin kavramları ve mantığı ile işgal edilmiş zihinler, özgün düşünceler, modeller üretemiyor. Bu yüzden, bir çok tevhidi öbek ve İslami şahsiyet bile, çaresizlik psikolojisi içinde batıl modellerin “ehven-i şer” olanına meylediyor, batıl kavramları ödünç almanın gereğine vurgu yapıyor. Ödünç kavram ve modellerle, özgün düşünce ve projeler üretilemeyeceği akledilemiyor.

Fıtri arayış içindeki mustazaf dünya insanlığı Vahiyden uzak olduğu için aradığı adalet sistemini üretemezken, biz Müslümanların elinde ise, işte bütün bu dünya insanlığını da bizi de kurtaracak, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, zulümden ve sömürüden kurtarıp adalete ulaştıracak mesajı taşıyan, Allah’ın koruması altındaki muhteşem kitabımız Kur’an var. Bu sebeple sorumluluğumuz büyük. İşte Hicret’in 1434. yılında, ilk neslin bu büyük sorumluluğun gereğini nasıl yerine getirdiğini, insanlığı zulümatın/karanlıkların kuşatmasından kurtarıp Kur’an’ın aydınlığına nasıl çıkardığını, cahiliyenin zulüm ve sömürüsünden kurtarıp İslam’ın adaletine nasıl ulaştırdığını düşünmeye, o kutlu neslin muhteşem örnekliğiyle ortaya konan “yoldaki işaretleri” bir daha hatırlayıp, kendimizi ve halimizi sorgulayıp, aynı izzetli yolu takip etmeye azmederek, sorumluluklarımızı kuşanmaya çalışmalıyız. Tıpkı o günün cahiliyesine karşı ilk neslin yaptığını yaparak, günümüz cahiliyesinin küresel ve yerel kuşatmasında yaşanan adaletsizlik, sömürü ve zulümlere karşı vahyi sosyalleştirip, imani, ameli ve yapısal hicretleri gerçekleştirmeliyiz. Böylece “mehcur” bırakarak kendisinden uzaklaşılmış olan Kur’an’a doğru yeniden hicret edip Hablullah’a topluca sarılarak, fıtri arayış içindeki dünya insanlığına şahidlik, örneklik, modellik yaparak yol göstermeliyiz.

İşte bu dönüşüm ve değişim sürecinde Kur’an’a davet çok daha büyük önem ve anlam kazanıyor

Ülkedeki ve bölgedeki Müslüman aydınlar, yazarlar, siyasetçiler ve kanaat önderlerinin önemli bir kısmı, Kemalist, Baasçı, Arap ulusalcısı vb laik despotların hakimiyetindeki dönemde, Kur’an’ın kurtarıcı mesajını zulüm var diye açıkça gündemleştirememişlerdi. Sistem içi değişimle zulmün sistem içi çabalarla belli ölçüde geriletildiği bu görece özgürleşme sürecinde, eğer vahyin rehberliğiyle Peygamber (s) ve ilk neslin örnekliğini esas alan ilkeli bir duruşla tevhidi istikamet korunabilse ve Kur’an’i davet çok daha açık, tavizsiz bir biçimde gündemleştirilebilseydi, bu değişim İslami mücadelenin büyük bir hamle yaptığı, tevhidi davetin çok daha geniş kitlelere ulaştırıldığı bir dönem haline gelebilirdi.

Böyle bir rahatlama sürecinde Kur’an’ın mesajını çok daha ilkeli ve yürekli, çok daha açık ve tavizsiz bir içerik ve üslupla insanlara ulaştırma sorumluluklarını yerine getirmek için seferber olması gerekenler, maalesef yine uzak durdular. Böyle olunca da, maalesef görece özgürleşme dönemi, bunu sağlayan sistem içi siyasi gelişmelere eklemlenmeye, çeşitli maslahatlar üretilerek onlara destekçi konumuna gelmeye ve istikametin sapmasına, taguti sistem içi gri tonlara doğru kaymalara yol açtı. Yani yeni görece daha özgürlükçü süreç, çok vurgu yapılan Hudeybiye sonrasında olduğu gibi Müslümanların Kur’an’a daveti çok daha rahat ve çok daha güçlü biçimde yaydıkları ve sonuçta da bu davete daha geniş katılımların yaşandığı bir süreç olmadı. Hatta tam tersi oldu, önceki daha zalim süreçte onca baskıya rağmen tevhidi duruşunu çok daha ilkeli biçimde gündemleştirebilen bu kesimler, bu görece daha rahat olan gri süreçte daha çok savruldular. Çünkü bu görece daha rahat ortamı kullanarak daha fazla hayra vesile olması gereken tevhidi uyanış süreci bakiyesi kesimler, çoğunlukla bu süreçte konumlarını ve istikametlerini koruyamadılar ve Kur’an’a davetlerine başka davetleri de karıştırdılar. Şirk anayasasının yapımına iştirake, destek vermeye çağırdılar ve bunun “ibadet, takva ve Allah’a teslimiyet” olduğunu bile söylediler, sonuçta da sistem içi demokratikleşmeye eklemlendiler.

Üstelik bu süreçte çok daha kötü bir şey de yapıyorlar, eski daha zalim statükoyu tasfiye ederek oluşturulan yeni statükolara, bu görece özgürleşmeye vesile oldukları için, maddi ve manevi duygusallıklarla meyledip meşruiyet kazandırmaya da çalışıyorlar. Bu yüzden, tevhidi uyanış süreci kesimleri açısından yeni süreç, hak ile batılı karıştıran söylemlerin daha fazla yaygınlaştığı, İslam ile batıl modellerin uzlaştığı konusuna daha fazla vurgu ve batıl kavramlara daha fazla atıf yapılan bir süreç oldu. Hatta kimileri “tagut” kavramını da vahyin müsaade etmeyeceği bir anlamla yeniden tanımlamaya çalışarak, “bütün gayrı İslami rejimler tagut değildir”diyerek, Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen, görece özgürlükçü yeni laik liberal demokrat sistemlere görece bir meşruiyet kazandırmak istemektedirler. Kimileri de yeni görece özgürlükçü laik demokrat liberal statükolara meşruiyet kazandırma çabasını, bir başka zaviyeden yaklaşarak gerçekleştirmektedirler. Bunlar da, Kur’an baştan sona iman-amel bütünlüğünde hayatın tamamını ibadet kılmaya çağırdığı halde, bir Müslüman’ın gönül kıblesi sağlam ise, amellerinin ve sözlerinin kıblesinin o kadar önemli olmadığını, siyasetle akıdenin karıştırılmaması gerektiğini ifade edebiliyorlar. Ayrıca önemli olanın adaletin sağlanması olduğunu, adil devletin mü’min devlet olduğunu, bu adaleti sağlayan ister gayrı İslami rejim, isterse gayrimüslim yönetici olsun fark etmeyeceğini, Kur’an’ın hükümleri esas alınmadan gayrimüslimlerce de adaletin sağlanabileceğini iddia edebiliyorlar.

Bu süreçte ülkede ve bölgedeki tevhidi uyanış süreci bakiyesi kesimlerin önderleri, yazarları, aydınları, siyasetçileri büyük ekseriyetle ya küresel projeler gereği bölgeye dayatılmak istenen liberal demokratik, laik modellere doğrudan eklemlenmekte ya da belirledikleri maslahlatlar/çıkarlar gereği ehven-i şer olarak nitelendirip rıza göstermenin İslamiliği konusunda yeni fıkıh arayışlarına yönelmektedirler. Bir kısmı da, İslam’ın siyasal model ve kavramlarının olmadığını, bu sebeple mecburen batıl kavram ve modelleri ödünç alarak bu merhaleyi geçirmek zorunda olunduğunu, başka çare olmadığını iddia ederek demokrasiye razı olmak gerektiğini ifade edebiliyorlar.

Tevhidi uyanış süreci bakiyesi kesimlerin önemli bir kısmı demokrasiyi batılı içeriğiyle içselleştirmiş durumda, bir kısmı da ilahi vahyin belirleyiciliği yerine heva ve zannın hakimiyeti anlamına gelen bu batıl kavram ve modelin içeriğini halkın yöneticilerini seçme ve denetleme mekanizmasına indirgeyen yeni bir tanımla benimsemiş bulunmaktalar. Bazıları da, hak olan hedefe bu günkü imkanlarla ulaşamıyoruz, o halde bu süreçte küresel hegemonyayı elinde bulunduran modern paradigmanın razı olacağı bir modeli merhale olarak tercih edebiliriz deme noktasında bulunuyorlar.

Kısaca kendini İslam’a nispet eden kitlelerin kafaları karışık, büyük çoğunluk Kur’ani olandan da habersizdirler. Bu bilgisizlikle, büyük ölçüde kitabı ve ubudiyeti/kulluğu parçalayarak bütünlüğünü ve tevhidi istikametini korumaktan uzak düşmüş bulunmaktadırlar. Bunlardan bir kısmı, İslam’ın, ibadet, ahlak, sosyal, siyasal, hukuki ve ekonomik tüm bireysel ve toplumsal alanları kuşatan hükümler vazettiğini unutarak, onu forma dönüştürülmüş namaz ve oruç misali kimi bireysel parça ibadetlere indirgemektedirler. Böylece kitabın bir kısmını şeklen uygulayıp, büyük bir kısmını da uygulama dışı bırakarak inkâr etme konumuna sürüklenmektedirler. Buna rağmen de Müslüman olduklarını iddia etmektedirler. Bir kısmı da, gerek “İslamcılık”, gerekse başka adlar altında yine İslam’ın, kitabın ve ubudiyetin bütünlüğünü parçalamakta ve onu siyasal bir ideoloji konumuna indirgeyerek, siyasal iktidar eksenli eklektik bir mücadeleye endeksleyerek, sosyal, ibadi, ahlaki ve deruni arınma ve inşa boyutunu ihmal etmektedirler.

Kimileri modern paradigmanın küresel hegemonyası karşısında acze kapılıp komplekse düşerek, mutlaka kendilerini bu modern cahiliyenin kavram ve modellerine nispet ederek tanımlamak gereği duyuyorlar. Bu sebeple, kimisi kendisine din olarak “liberal İslam”, kimisi “demokratik İslam”, kimisi de “sosyalist İslam” adı altında hak-batıl karışımı eklektik/karışık, sentezci anlayışlar oluşturmakta bir beis görmemektedirler. Üstelik böyle bir anlayışa sahip olununca ardına kadar açılan medya kapılarından ilkesiz dalışlar yaparak, bu çarpık anlayışlarını çok daha geniş kitlelere ulaştırmak imkanı bulmaktadırlar. İşte İslam adına hem de medyatik propagandayla ortaya konan bu tür yanlış temsiller, davetin muhataplarını hak-batıl karışımı din algılarına muhatap kılmakta ve kendisini Müslüman olarak tanımlayan insanların kafalarını karıştırmaktadırlar.

Mekke’nin bugünle mukayese dahi edilemeyecek çok zor şartları altında bile, ilk Kur’an neslinin, İslami kimlik ve temel ilklerinden tavize ve batılla uzlaşmaya yanaşmadan, Kur’an’a ve Resule sarılarak oluşturduğu muhteşem örneklik ve bıraktıkları yoldaki işaretler, cahiliye karanlığının gri tonlarının her tarafı kuşattığı bu dönemde yolumuzu aydınlatmaktadır. O gün de statükonun şirk dini olarak “atalar dini” vardı ve üstelik bugünkü statüko dini “Ilımlı İslam” adı altında İslam’a nispet edildiği gibi, o gün de İbrahim (as)’a nispet edilmekteydi.

İnsanoğlu fıtratındaki takva ve fücur eğilimleri, yüklendiği imtihan ve irade serbestliği emaneti sebebiyle, takvaya, iyiye yönelebildiği gibi, çok zalimlikler ve cahillikler de yapabilmektedir. Tevhidi temsil eden Kabe’yi hem de “atamız İbrahim’in dinindeyiz” diyerek putlarla dolduracak kadar sapıklar içine düşebilmektedir. Bugün de Müslüman olduklarını söyleyip, Resulullah (s)’i çok sevdiklerini söyleyenlerin çoğunluğu, bir yandan formel olarak namaz ve oruç ibadetlerini de yerine getirmeye çalıştıkları halde, Kur’an’ı terk edilmiş/mehcur bırakmanın ve resulün, ilk Kur’an neslinin örnekliğini dikkate almaıdkları için, aynı zamanda çağımızın tagutlarını, taguti sistemleri, partilerini, devletlerini, kavimlerini, hevalarını, ruhbanlarını, şeyhlerini, önderlerini ilah edinebilmektedirler. Bu önderlerinin ürettikleri ya da tarihten taşıyıp getirdikleri pek çok bid’at ve hurafeyi İslam adı altında sürdürebilmektedirler.

Resulullah (s) onların dininin İbrahim as ile ilgisi olmayan şirk dini olduğunu, Yahudi ve Hristiyanlığın da tahrif edilmiş şirke bulaşmış olduğunu ifade edip, onları Kur’an’ın getirdiği onların da köklerinde var olan tevhid inancına ve İslam’a, Müslüman olmaya çağırıyordu: Rabbimiz Resulüne“İbrahim ne Hristiyan, ne Yahudi ne de müşriklerdendi, o hanif bir Müslümandı” cevabını verdirerekİbrahim’in (as) yolunda olmaya ve onun yolu olan Müslümanlığa sahip çıkıp vahiyle bu yolun ne olduğunu ortaya koymaya yönlendirerek, bugün bizim de nasıl davranmamız gerektiğine örnek oluşturuyordu.

Bu sebeple bizler de bugün kendini Müslüman olarak niteleyenleri, “köklerinizdeki tevhide dönün ve Müslümanlığın kitabı Kur’an’a gelin” diyerek Kur’anın belirlediği Müslüman anlayışına çağırmalıyız.

Ayrıca onlar Yunus 15. Ayette bildirildiği üzere “ya bu Kur’an’ı değiştir ya da yeni bir Kur’an getir” dediler. Daha sonra da Peygamberi uzlaşma zeminine ve bütün dinlere eşit uzaklıkta devlet anlayışına ve çoğulcu bir modele çekmek için bir çok uzlaşma teklifleri getirdiler. Hem de sadece kendi ilahlarını eleştirmemesi karşılığında, bu çoğulcu modelin devlet başkanlığını bile teklif ettiler. Hepsi reddedildi ve Kur’an’a davet tavizsiz bir biçimde ısrarla sürdürüldü. Buna rağmen uzlaşma tekliflerinin ardı ardına yapıldığı süreçte Rabbimiz Hud Suresi 112-113. ayetlerini inzal ederek, zalimlere meyletmemeye uzlaşmaları redde, şirk inancı ve amellerinden, cahiliye yapısı ve sisteminden, ayrışmaya, onlara itaat etmemeye ve tevhidi istikameti korumaya çağırdı.

Hak ile batılın bizzat tevhidi uyanış süreci bakiyesi kesimlerin öncüleri tarafından bile karıştırıldığı ve davetin muhataplarının bu eklektik tutum ve söylemlerle kafalarının karıştırıldığı işte böyle riskli bir değişim ve dönüşüm sürecinden geçmekteyiz. Böyle bir süreçte, Kur’an’a davet platformu oluşturarak, Resulullah (s) ve ilk Kur’an neslinin yaptığı gibi davetin muhatabı insanların önüne doğrudan Kur’an’ın mesajını götürme çabalarının başlatılması, insanları kendine değil de Kur’an’a davetle öne çıkması inşallah Allah’ın razı olacağı ve sünnete uygun olan çok değerli bir çabadır. Allah kabul etsin ve bereketlendirsin inşallah.

Ayrıca bu süreçte, kendisini İslam’a nispet eden bölgemizdeki ve ülkemizdeki insanlara yönelik iyi niyetlerle başlatılmış başka davetler de söz konusudur.

Kimileri tesettürü yaygınlaştırmak için, davetin muhatabı insanları doğrudan başını örtmeye çağırmakta, bunun sonucunda Kur’an’ın arındırıcı ve kurtarıcı mesajından, vahyin belirlediği imanın esaslarından habersiz olarak başını örten ama takva örtüsünden uzak, Allah’tan başkalarını da ilah ve rab edinen ama bunun farkında bile olmayan insanların sayısı artmaktadır.

Kimileri yine dindarlık adına ve tabii ki iyi niyetle, davetin muhataplarını namaza çağırmakta, sonuçta Kur’an’dan habersiz, tevhidden uzak, forma indirgenmiş şekli ibadetler yapan insanların sayısı artmaktadır.

Mesela ben kendimi Müslüman zannedip Cuma namazı kılan bir kişiydim. 1976 yılında beş vakit namaz kılmaya çağıran iyi niyetli ama isabetsiz bir davetin muhatabı oldum ve bu davete icabet edip beş vakit namaz kılmaya başladım. Ama yaklaşık on yıl beş vakit namaz kılmama, hatta her güne bir gün kaza ederek geçmiş namazsız yıllarımı da kurtarmaya çalıştığım halde Kur’an’dan ve onun belirlediği tevhid akıdesinden habersiz yaşadım. Kur’an’dan uzak, Allah’ın hükmüyle hükmetmek sorumluluğundan habersiz olarak geçen bu cahiliye dönemimde, taguti sistemin meclisinde üye oldum ve 1982 şirk anayasasının hazırlanmasına ve şirk yasalarının yapılmasına iştirak ettim. Sonra aynı taguti sistemin laik ve kavmiyetçi partilerinden birisinin kurucu genel başkanı oldum.

İşte namaz kıla kıla cahiliye içinde böyle sürüklenirken, elime rahmetli şehidimiz Seyyit Kutub’un yoldaki işaretler kitabı geçti. İçeriğinde Kur’an’a ve ilk Kur’an neslinin örnekliğine davet ettiği için idam edilen bu kitabıyla aziz şehidimiz şehadetinden 20 yıl sonra beni Kur’an’a çağırdı. Bu açık, ilkeli ve uğrunda canın feda ettiği bu onurlu davetiyle beni etkiledi ve Kur’an’la buluşmama, sonuçta da gerçek anlamıyla Müslüman olmamam vesile oldu. Ondan ve tarih boyu gelip geçmiş ve bundan sonra da aynı yolu izleyecek tüm Kur’an davetçilerinden Allah razı olsun. Rabbimiz, Kur’an’la bütünleşip onu hakkıyla okuyarak ve gereğince yaşayıp Kur’an ahlakıyla ahlaklanarak, halimiz (hayatımız) ve kalimizle (sözlerimizle), onlar gibi onurlu ve ilkeli Kur’an davetçilerinden olmayı hepimize nasip etsin inşallah.

Kimileri ise, teganni ile okunan Kur’an’ı anlamadan dinleyip haz duymaya çağırmaktadırlar. Bazıları da, üstadlarının, önderlerinin kitaplarına çağırmaktadırlar.

Kimileri de, davetin muhatabı olan aynı kitleleri, siyasal ideolojiye indirgenmiş bid’at bir İslam algısı olan “İslamcılık” tartışmalarına muhatap kılarak, kulluk bütününü ihmal eden siyasal iktidar eksenli bir anlayışa çağırmaktadırlar.

Bazıları da, yine İslam adına ve yine aynı iyi niyetlerle, davetin muhataplarını geçmişi ihya etmeye, yeni bir medeniyet hamlesi yapmaya çağırmaktadırlar.

Bizler ise, yukarıda zikrettiğim bütün sapma ve kafa karışıklıklarının yaşandığı bu ortamda, Allah’ın verdiği Müslim ismini onurla taşıyıp, kendimizi başka adlarla tanımlamadan Rabbimize teslim olmuş Müslümanlar olarak, yine Rabbimizin bizim için seçtiği tek din olan İslam’a ve onun inzal edilmiş hidayet rehberi olan Kur’an’a çağırıyoruz.

Kur’an’a çağırıyoruz, çünkü Kur’an; Hak ile batılı ayrıştırmak ve Hakkı üstün kılmak suretiyle insanları batılın karanlıklarından Hakkın aydınlığına çıkarmak, câhiliyenin sömürü ve zulmünden İslam’ın adaletine kavuşturmak üzere inzal edilmiş Allah’ın kurtarıcı ipi “Hablullah”tır. Kur’an; İnsanlara, dünya ve ahiret saadetine giden kurtuluş yolunu gösteren tek hidayet rehberi olarak, hakkıyla okunup anlaşılmak ve öğüt alınıp yaşanmak üzere indirilmiş muhteşem bir hayat kitabıdır.

Tüm insanları ve halkımızı, Kur’an’ı anlamak, öğüt almak ve yaşamak için okumaya çağırıyoruz, çünkü Kur’an’ı hakkıyla okumak, ona iman etmenin en temel gereğidir. Çünkü kitaba iman edenler onu hakkıyla okumak mükellefiyetini üstlenmişlerdir.

Mealci, tarihselci, bâtınî, rölativist/göreceli (herkese farklı söyleyen işlevsizleştirilmiş bir kitap algısı) ve parçacı Kur’an okumalarının sapmalarından korunmak ve doğru bir Kur’an okuması gerçekleştirebilmek için, Kur’an’ı anlamak ve yaşamak konusunda güzel örneğimiz, modelimiz ve vahyin ilk şahidi olan Resulullah (s)’in sünnetini esas alarak Kur’an’ı ilk indiği ve ilk inşa ettiği hayatın içinde okumak gerekmektedir. İşte bu sebeple, ilk inşa ettiği bu güzel örnekle, ilk muhatapların hayatıyla iç içe ve bugünkü hayatla, vakıa ile de isabetli ilişkiler kurmak suretiyle ve bütünlüğünü koruyarak ve metnin lafzına sadık kalarak Kur’an’ı okumak gerektiğini idrake çağırıyoruz. Sonuçta Allah ve Resulünün (s) kesin hükme bağladıkları konularda teslimiyete (Ahzab 36), Allah’a ve Resulüne itaate çağırıyoruz. Vahyin ilk muhatapları olan ilk Kur’an neslinin, Resulullah (s) önderliğinde ortaya koydukları mücadele sünnetini ve bu mücadele sürecinde takip ettikleri yolda bıraktıkları işaretleri takibe çağırıyoruz

Kur’an hakkıyla okunmadan ne bu kitapta isim, sıfat, fiil ve hükümleriyle tanıtılan Allah hakkıyla takdir edilip, O’na hakkıyla iman edilebilir, ne Peygamber doğru bir şekilde tanınıp ona hakkıyla iman edilebilir, ne ahiret ve melekler doğru olarak bilinip gereğince iman edilebilir, ne de diğer iman esasları ile helal, haram ve sorumluluklar gereği gibi bilinip iman edilebilir. Bütün bu konularda bizi aydınlatan, yolumuzu gösteren, ne yapıp ne yapmamamız gerektiğini sahih bilgiyle bildiren vahiy ve bu vahyin toplandığı kitap Kur’an’dır.

Bütün Peygamberler de, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak üzere Allah’ın kendilerine indirdiği vahye davet ettiler. Peygamberi davetin esası vahye, Kur’an’a, onun muhtevasındaki iman esaslarına ve amellere çağırmaktır. İşet Kur’an’a çağırılan ve bu davete icabet edip Kur’an’ı hakkıyla, anlamak, öğüt almak ve yaşamak için okuyan muhatap, Kur’an’ın belirlediği akıdeye iman etmesinin hemen akabinde bu imanının ispatı ve imtihanı olarak, iman ettiği değerleri yaşamaya, tesettür de, namaz da, siyasi hedefler de dahil vahyin emrettiği istikamette cehd ve gayret göstermeye başlayacaktır. Bu tür yaşayan Kur’an olma çabasındaki mü’minlerin oluşturduğu Kur’an nesli öncülüğünde toplum özündekini vahye uygun hale getirirse İslami iktidar da oluşabilecek, aynı zeminde İslami medeniyet de üretilebilecektir.

Kur’an’a değil de bireysel ibadetlere ya da siyasal iktidara çağrı öne çıkarılırsa, tevhidden, takvadan ve Kur’ani içerikten yoksun tesettürlüler, aynı yoksunluklarla malül forma indirgenmiş (musalliler) namazlılar, hak-batıl karışımı iktidar ve medeniyetler ortaya çıkacaktır.

Bu sebeple önce, yüzyıllardır terk edilmiş Kur’an’a geri dönülmeli, aklın, imanın, şahsiyetin, ahlakın, hayatın ve ümmetin vahiyle arınması ve inşası gerçekleşmeli. Böylece Kur’an’da yeniden diriliş sağlanarak, ibadet, ahlak, iktidar ve medeniyetin vahye, Kur’an’a uygun sahih bir biçimde yaşanıp üretilebileceği İslami toplumsal zemin oluşturulmalıdır.

İslami iktidar ve medeniyetin üretildiği yer Medine’dir. Mekke yaşanmadan, Mekke inşa edilmeden, Medineyi ve Medeniyeti inşa edecek Müslim kadro ve onun oluşturduğu ilk Kur’an toplumu nüvesi Mekke’nin zorlu şartlarında vahiyle inşa edilmeden, Medine’ye de, İslami iktidar ve medeniyete de ulaşılamaz.

Ümmeti ilk inşa eden ilk Kur’an toplumu nüvesi gibi müçtehid bir Kur’an toplumu nüvesi bugün de oluşturulmadan ümmeti vahiyle yeniden inşa etmek mümkün olmaz.

Ülkemiz ve bölgemiz, son derece önemli bir dönüşüm ve değişim sürecinden geçmektedir. Önemli kırılmaların, yön ve istikamet sapmalarının, kafa karışıklıklarının yaşandığı, hak ile batılın yaygın biçimde karıştırıldığı, imana zulüm bulaştırmanın yaygınlaştığı, hakkın gizlendiği ve batılın hak elbisesi giydirilerek ortamı kuşattığı ve tüm dünya insanlığının da fıtri bir arayışla meydanları doldurup adalet talep ettiği böyle bir süreçte, Müslümanların sorumluluğu çok büyüktür.

Bu büyük sorumluluğu kuşanmak için, “Ey Müslüman’ım diyenler gelin Müslüman olalım”, “Ey iman edenler iman edin…” (Nisa 136) çağrısını ve Kur’ani daveti en gür sesle öncelikle ülke ve bölge halkları için gündem yapmanın tam zamanıdır. Çünkü insanlığa vahyin şahidliğini yapması gereken tüm Müslüman’ım diyenler, İslam’ın kitabı Kur’an’da buluşarak ve Kur’an’ın belirlediği akıdede bütünleşip gerçekten Müslümanlar olarak örnek olma sorumluklarını yerine getirmelidirler.

Bu sebeple, ülke ve bölge halklarını, yüzyıllar süresince yaşanan yozlaşma sürecinde, “mehcur”/terk edilmiş bıraktığımız Kur’an’a dönmeye, yeniden Kur’an’a hicret etmeye çağırıyoruz. Kendimizi, sadece ve ısrarla Rabbimizin verdiği adımız olan Müslim/Müslüman olarak tanımlamaya, Kur’an’da belirlenen Müslüman olmanın akıdevi ve ameli temel gereklerini yerine getirerek gerçekten Müslümanlar olmaya çağırıryoruz. Tarihsel bozulma süreçlerinde muharref geleneğin ve modern cahiliyenin etkisiyle tahrif edilmiş İslam anlayışlarını ve küresel emperyal projelerle oluşturulmak istenen hak-batıl karışımı Protestanlaştırılmış, sekülarize edilmiş din algılarını bırakmaya, geleneksel ve modern bid’at ve hurafelere dayalı olarak üretilmiş ipleri terk etmeye davet ediyoruz. Bu üretilmiş ipleri bırakıp Allah’ın inzal edilmiş kurtarıcı ipi olan “Hablullah”a yeniden ve topluca sarılarak, tevhid akıdesinde vahdeti sağlayacak ümmeti vahiyle yeniden inşa etmeye çağırıyoruz.

Üstelik bu süreçte dünya insanlığı da bir özgürlük ve adalet arayışıyla kitleler halinde meydanlarda liberal demokratik iktidarların, modern paradigmanın kapitalist versiyonunun zulmüne ve sömürüsüne karşı çıkıp adalet talep etmektedir. Bu fıtri arayışla meydanlara dökülenler, vahiyden kopuk oldukları için aradıkları adaleti bir türlü bulamıyorlar ve böyle kaldıkları sürece de bulamayacaklar. Çünkü bu fıtri arayışa öncülük eden, cahiliye ölçüleriyle şartlanmış, vahiyle arınıp inşa olmamış ve adaletin ölçüsünün sahih bilgisinden de yoksun olan seküler akıl, fıtrat vahiyle buluşup bütünleşmeden sahici ve bütüncül bir adaleti üretemez, üretememektedir.

İşte biz Allah’a teslim olmuş Müslümanlar, hem bu arayışı sürdüren dünya insanlığına, hem bölgemizdeki ve ülkemizdeki Müslüman olduklarını söyledikleri halde Kur’an’ın içeriğinden habersiz, zulumatın gri tonları arasında yolunu şaşırmış iyi niyetli ama bilmeyen kitlelere önüne, çağımızın Kur’an davetçisi ve “yoldaki işaretçileri” rolünü üstlenerek çıkmalıyız. Peygamber (s) önderliğindeki ilk neslin bıraktığı yoldaki işaretlerin üzerindeki tarihi tortuları silip parlatmalı ve yeniden görünür kılmalıyız.

Gerek anketler ve gerekse gözlemlerimiz ortaya koyuyor ki, ülkemizde kendini İslam’a nispet edenlerin ancak %23 civarında bir kısmının Kur’an okuduğunu, bunların da çok büyük bir kısmının sadece teganniyle okunmasından haz duymak için veya manasını anlamadan hatim indirmek ve böylece sevap kazanmak için ya da ölülere Kur’an okuduğunu bilerek, büyük bir sorumlulukla Kur’an’ı hakkıyla okumaya, anlamak, öğüt almak ve yaşamak amacıyla okumaya çağırmalıyız.

Kur’an’ın İlk Müslümanları İnşa Sürecinde Yoldaki İşaretler

Mekke’deki ilk Kur’an neslinin yetişme ortamı ve pratikte bu neslin nasıl yetiştiğiyle ilgili Kur’an ve siyer bilgileri beraberce ve doğru bir yaklaşımla okunduğunda, bu konunun tartışmaya yol açmayacak kadar net olduğu anlaşılacaktır. Çünkü Kur’an nesli inşa çabası, hayattan kopuk, ulaşılması ve anlaşılması güç teorik bir proje olarak doğmamış, tam tersine Kur’an’ın inzal sürecinde vahyin ilk muhatapları arasından iman edenlerin Resulullah’ın (s) çevresinde kenetlenerek ortaya koydukları, son derece mütevazi şartlarda, oldukça büyük zorluk ve imkânsızlıklar içinde gelişen son derece doğal ve Kur’an’la bütünleşen bir pratiktir.

Kur’an, ilk indiği hayatı inşa etmek ve Kur’an’la inşa edilen bu ilk hayatı insanlığa örnek kılmak, toplumu kuşatan zulümâtın zindan duvarlarını yıkarak onları aydınlığa çıkarmak için indirilmiş bir kitaptır. Bu sebeple Kur’an, Mekke’deki ilk muhatapların hayatı içine inmiş ve o hayatın içine okunmuş, hayatın içinden okunmuş ve o ilk hayatı (Resulün ve ashabının hayatını) inşa ederek tamamlanmış bir kitaptır. Bu sebeple de Kur’an, o ilk hayattan koparılmadan/soyutlanmadan okunursa, o ilk inşa ettiği hayatın içinde, o ilk neslin hayatıyla birlikte dosdoğru okunursa, hakkıyla okunursa, bugün de hayatla bağı kurulacak pratik ilkeleri yakalamak ve ilk örneği bugünkü hayata taşımak mümkündür. Üstelik bu tür bir okuma, dinde isabet kaydetmek için zorunludur.

İşte bu ilk neslin hayatı ve Kur’an hakkıyla okunduğunda merhumSeyyid Kutub’un da ulaştığı sonuçları biz de çıkarabiliriz. “Kur’an ve emrettiği ubudiyetin onlarda meydana getirdiği büyük değişim ve inkılabın en temel sebebi, onların Kur’an ve ibadet algılarındaki isabettir” tespiti üzerinde derinliğine düşünmeliyiz.

İlk neslin Kur’an’a yaklaşımı konusunda Kutub’un tespitleri

İlk olarak onlar, araya başka hiçbir kaynak girmeden Resulullah’ın (s) eğitmenliğinde doğrudan İslam’ın arı duru kaynağından, Kur’an’dan beslenmişler, Kur’an’la eğitilmişlerdi.

İkinci olarak, Kur’an’ı, hakkıyla, anlamak, öğüt almak ve yaşamak amacıyla okumuşlardı. Kur’an’ı, sırf haz duymak için, salt bilgi edinmek, manasını anlamadan okuyup hatim indirerek sevap kazanmak ya da ölülere okumak için değil, hayat kitabını hayata okumak, hayatı onunla inşa etmek ve onun hükümleriyle amel edip Allah’ın rengiyle boyanarak, Allah’ın rızasını kazanmak için okumuşlardı.

Üçüncü olarak da, imana yönelenler, İslam kapısından içeri girerken zihin, kalp ve amellerinde cahiliyeye dair ne varsa, onların tamamını kapı dışında bırakarak, tüm cahili pisliklerden arınarak, temizlenerek içeriye giriyor, cahiliyeden, imani, ameli ve cemaat planında tam bir ayrışma yaşıyorlardı.

İlk Kur’an Neslinin ve İlk Kur’an Toplumu Nüvesinin İnşasında Yaşanan Aşamalar

I –İslami şahsiyetin inşası

A – Zihni dönüşüm ve imani inşa

Ömür boyu sürekli gündemde tutulması gereken hicret şuurunun, ilk Kur’an neslinin hayatında örneklenen süreci bugün bizim de izlememiz gereken dört boyuta sahiptir. Hicrette ilk boyutu, zihni planda yaşanan hicret, kalbi arınma ve iman teşkil etmektedir. Bu hicret, yüreklerde yaşanan inkılâp sonucunda, cahiliye inanç ve ilahlarından vahyin belirlediği inanca ve Allah’a, yani şirkten tevhide doğru gerçekleşen hicrettir. Bu anlamdaki hicret, tevhidi imana ulaşmak demektir. Davete muhatap olup icabet eden her insan mü’min olabilmek için bu hicreti öncelikle yaşamak durumundadır.

B – Ameli ve ahlaki planda dönüşüm, cahiliyeden ayrışıp, cahiliye amellerinden İslami salih amellere hicret etmek, ameli inşa:

Hicrette ikinci boyut,cahiliye davranış ve amellerinden, tevhidi salih amellere hicret etmektir. Bu anlamda hicret, iman amel bütünlüğü içinde hayatı vahiyle inşa etmektir. Bireysel ve toplumsal hayatın pratiğinde vahyi sosyalleştirmek, cahiliye hayatından İslami/tevhidi hayata hicret etmektir. Yani iman edip söylediklerini önce kendi hayatında yaşayarak tutarlı olmak, Kur’an ile ahlâklanmak, hayatı ibadet kılmak demektir.[1]Sadece bilgi edinmekle yetinmeyip, iman ettiği değerlere ait bilgileri hayatın bütün alanlarına hâkim kılmak, vahyi yaşamlaştırmak anlamına gelmektedir.[2] Hicrette ilk iki boyutu teşkil eden imani ve ameli hicretin hedefi, ikisi de Allah’tan gelen vahiy ile fıtratı imtihan dünyasında bütünleştirip İslami şahsiyetin inşasını sağlamaktır.

II – Yapısal planda cahiliyeden ayrışma ve İslami yapının, ilk Kur’an nesli nüvensin inşası

Hicrette üçüncü boyut,cahiliye toplumuna alternatif İslam toplumunu oluşturmak üzere harekete geçmek ve bu anlamda cahiliye toplumundan İslam toplumuna hicret etmektir. Davete icabet edip iman eden, iman ettiği değerleri yaşayarak salih amel haline dönüştürerek Kur’an’ın ahlakını kuşanan, vahyin şahidliğini yapan İslami şahsiyetler, bireyselliği değil, mü’minlerin birlikteliğini tercih etmek, Resulullah’ın (s) çevresinde kenetlenerek cahiliye yapısına alternatif İslami yapıyı oluşturmak sorumluluğu ile de mükellef kılınmışlardır. İşte bu akıdevi sorumluluk gereğince, büyük, güçlü ve egemen cahiliye toplumunu, tağuti sistemi ve cahiliye otoritesi tağutları terk ederek Allah Resulünün oluşturduğu İslami otoriteye ve küçücük, güçsüz İslami topluma doğru hicret gerçekleştirmişlerdir. Bu, aynı zamanda, Dar-ul Nedve’den Dar-ul Erkam’a doğru hicret etmektir. Cahiliyenin nadiyesi (kurumları-meclisi) dışında, Allah’ın övgüsüne mazhar olan özgün nadiyeler (meclisler) oluşturmaktır.[3] Kur’an pek çok ayetinde, iman edenlerden, egemen cahili yapıyla herhangi bir yakınlık içine girmemelerini, onlara itaat etmemelerini, ayrışma içine girmelerini de talep etmektedir. İşte bu sebeple, mü’minlerin birlikteliğiyle cahiliye toplumuna alternatif İslami toplumsal yapı oluşuyor, “Daru’n Nedve” karşısındaki “Darül Erkam” böyle bir pratiğin doğal sonucu olarak doğuyor ve cahili sistemle her yönden bir ayrışma yaşanıyordu. Cahili yapı ve kurumlarından ayrışılıyor, onlara itaat reddediliyor, sapkın inanç ve uygulamaları eleştiriliyor, bu sürecin doğal sonucu olarak da alternatif bir çekim merkezi oluşturuluyordu. Kur’an da bu ayrışmayı bir yandan teşvik edip, yönlendirirken, bir yandan da yaşanan bu ayrışmayı ayetlerinde zikrederek[4], kıyamete kadar gelecek tüm insanlığa örnek olarak sunuyordu. Bir başka ayette de, ayrışan “iki topluluktan hangisinin makamı daha hayırlı, meclisi (nadiyyen) daha güzeldir.”[5] denilerek bu ayrışma vakıasının önemi ve boyutları vurgulanıyordu.

İşte ilk Kur’an neslinin örnekliğinde cahiliyeden kopan mü’minlerin ortaya çıkardığı bu, küçük ama alternatif olmak bakımından anlamlı ve önemli yapıda, artık cahiliye toplumundaki kan ve soy bağının yerini güçlü akıde ve iman bağı alıyordu. Resulullah (s) davetine icabet ederek iman edenleri evlerde bir araya topluyor, tertil üzere Kur’an okuma eğitiminden geçirip[6], onlara kitabı ve hikmeti öğretiyordu.[7] Ve nihayet bu kadroyu İslam kardeşlik hukuku çerçevesinde bütünleştirip örgütleyerek, vahyin şahitliği ve davetin topluma taşınmasında örnek/şahid olacak bir İslami yapıyı, cahiliye toplumuna alternatif ilk ümmet nüvesini inşa ediyordu. Bu yapıyla aynı zamanda, iman kardeşliği ekseninde, mü’minlerin bir yere müntesip olma ihtiyaçlarını, yardımlaşma ve dayanışmalarını, arınıp korunmalarını sağlayacak zemin hazırlanıyordu. Cahiliye yapısına alternatif bu cemaat ile aynı zamanda cahiliyedeki kabile asabiyetinin sağladığı güvenlik alanından çıkan mü’minler için son derece etkili alternatif bir güvenlik kuşağı oluşturuluyordu. İşte böylece, bu ilk Kur’an neslinin öncülüğünde ilk ümmet nüvesi oluşuyor, şirke, küfre, ifsada karşı “Kur’an’la büyük cihad”ı[8] gerçekleştiriyordu.

Bütün bu mücadele sürecinde ilk Kur’an nesli, ilk ümmet nüvesi sevgi, merhamet, adalet ve akıde bağlarıyla bütünleşerek, bir vücudun uzuvları gibi kaynaşıp yardımlaşarak, bir duvarın tuğlaları misali kenetlenip, Allah yolunda kurşundan kaynatılmış binalar gibi saf tutarak[9] Fatiha suresinde ifade edilen “biz” şuuruna ulaştılar. Bu birliktelikleri ve Allah yolundaki fedakârlıklarıyla, Allah’ın hoşnut olacağı ekin meselindeki[10]örnekliği ve Allah’ın övgüsüne mazhar olan[11] adanmışlığı, kardeşliği oluşturdular. Şura ile karar alıp[12], emanet ve ahitlerine sadakat göstererek, vahyin şahidliğini yaparak[13] İslami mücadeleyi sürdürdüler. Bir yandan Allah’ın “Kalk ve uyar! Rabbinin büyüklüğünü ve yüceliğini an” emri gereğince, bireysellikten, inzivaya çekilmekten uzaklaşarak, tevhidi daveti yaygınlaştırmak ve vahyin şahidliğini yapmak üzere cahiliye toplumu içine dağıldılar, diğer yandan “Ruczden/bütün pisliklerden kaçın/uzaklaş”[14] emriyle de toplumsal alana çıkıştan kaynaklanacak kirlenmelerden arınma çabasını sürekli kıldılar.

Anlaşılıyor ki, ümmet nüvelerinin oluşturulması ve bu amaçla Kur’an neslinin inşa edilmesi sürecindeki ilk adım, bu büyük davayı taşıyacak ve insanlara vahyin şahidliğini yapacak kadroları yetiştirecek vasatı oluşturmaktır. Bu vasat ise, ilk neslin tertil üzere Kur’an okuma eğitimi[15] aldıkları, Resulullah’ın (s) kendilerine kitabı ve hikmeti öğrettiği merkezler (Darul Erkam’lar) gibi işlev gören evler, okullar, vakıflar, dernekler vb İslami eğitim alanlarıdır. Bu ilk adımın en belirleyici ilkesi ise, bu zeminlerde verilecek eğitimde Kur’an’ı merkeze koymak ve temel belirleyici kılmaktır.

İkinci adım, tüm bu eğitim ve mücadele sürecinde, Reslulullah’ın (s) örnekliğini, siyerini ve mücadele sünnetini yoldaki işaretler mahiyetinde esas almak ve ilk neslin izlediği bu yolu izleyerek doğru bir Kur’an ve ibadet algısına ulaşmak, üç temel hicretle geleneksel ve modern cahiliyeden ayrışarak, arınarak, İslami şahsiyetleri yetiştirmek ve bunları örgütleyerek ilk Kur’an nesli nüvesini oluşturmaktır.

Üçüncü adım ise, iman kardeşliği ortak paydasındaki dayanışma ile oluşturulan ve Kur’an’da kurtuluş vesilesi olarak nitelenen[16] bu birlikteliğin sağladığı enerji ve güçle daha nitelikli ve daha kuşatıcı bir biçimde tevhidi daveti yaygınlaştırmak, “basiret üzere insanları Allah’a çağırmak”tır.[17]

Nasıl ki, Mekke’de vahyin mesajı insanlara ulaştırıldığında, davete icabet edenler, cahiliyeden imani, ameli ve yapısal planda ayrışma, arınma ve hicreti gerçekleştirerek tevhidi bir inkılâp yaşamışlar ve Peygamber (s)’in şahitlik ve eğitmenliğinde Kur’an eğitiminden geçirilerek ilk Kur’an neslini ve bu neslin öncülüğünde ilk ümmet nüvesini oluşturmuşlarsa, bugün de aynı yolun izlenmesi önemli sorumluluğumuzdur. Evet bugün, Kur’an’ı “mehcur” (terk edilmiş) bırakmakla kitabi ve tevhidi niteliğini kaybedip dağılmış ve cahiliyeyi yeniden üretmiş olan ümmeti, geleneksel ve modern cahiliyeden arındırıp, tarihsel birikimin kuşatmasından kurtarıp vahiyle yeniden inşa etmede de, ilk neslin yaptığı gibi Kur’an’a doğru hicretin gerçekleştirilmesi, Resulullah’ın (s) sünneti çerçevesinde ve ilk neslin örnekliğinde aynı yöntemin takip edilmesi gerekmektedir.

Özellikle ifade etmek gerekir ki, ilk Kur’an toplumunu oluşturan mü’minlerin hepsi Kur’an’ı anlamak, öğüt almak ve yaşamak amacıyla okuyorlar, bu amaçla tertil üzere Kur’an eğitimi alıyorlardı. Bütün mü’minler okuyup eğitimini aldıkları Kur’an’dan anladıklarını, fıkhettiklerini hayatlarına taşımaya çalışıyorlar, birbirleriyle de fikir teatisinde bulunuyorlardı. İşte bu sebeple örneğimiz ilk Kur’an toplumu “müçtehid toplum” hüviyetini kazanıyordu. Kur’an okumaları ve eğitimi sonucunda fıkhettiklerini hayatlarında uygulamaya koyuyorlar, cemaat planındaki pratiğe ise şuranın içtihatları yön veriyordu. Kur’an’ı anlama ve uygulamalarında ihtilaf ettikleri konuları Resulullah’a (s) soruyorlar, açık bir hüküm yoksa yeni vahyin gelmesini bekliyorlar ve hayatı işte böyle dönüştürüp vahiyle inşa ediyorlardı. Bugün ise, kendisinin Müslüman olduğunu söyleyenlerin büyük çoğunluğu Kur’an okumamakta, okuyanların büyük çoğunluğu da hakkıyla okumamaktadırlar. Halbuki bugün de Kur’an toplumunun oluşabilmesi için her Müslüman’ın Kur’an’ı hakkıyla okuma çabası içine girmesi gerekmektedir.

Vahyin ölçüleri ve ilk neslin örnekliğinden hareketle, İslami mücadelenin biri içe dönük, üçü dışa dönük olmak üzere dört boyutu söz konusudur. Bunların hepsi, süreklilik arz edecek şekilde ve birlikte gündemde tutulmaktadır.

Birincisi ve öncelikli olanı iç inşayı, nefislerde yaşanması gereken inkılâbı sağlayan iç arınmayı, “rucz”den uzaklaşmayı, şirk başta olmak üzere her türlü kir ve pisliklerden temizlenmeyi esas alan kalbi arınmadır. Bu sonuç, ancak, imani ve ameli hicrete süreklilik kazandırılarak sağlanabilir. Bu çabanın hedefi, nefislerdeki arınmayı, vahiyle teçhiz olmayı ve iman-amel bütünlüğünü sağlamak suretiyle İslami şahsiyetlerin inşasıdır.

Bu İslami şahsiyetlerin bireysel iradelerinin birleşmesiyle kolektif aklın ve iradenin ortaya çıkarılmasını müteakip yapılacak dışa dönükmücadelenin hatları ise;

Birincisi, tevhidi davet, tebliğ ve eğitimle Kur’an neslini inşa etme, davete icabet edenleri örgütleyip mücadeleye sevk etme çabasıdır.

İkincisi, egemen şirk sistemine ve tevhidi davetin önünü kesmeye çalışan, insanların vahiyle buluşmasını engellemek için iradelerine ipotek koyan zorba yönetimlere ve yaygınlaştırmaya çalıştığı, şirke, küfre, ifsada ve zulme karşı tevhid, adalet ve özgürlük eksenli ıslah mücadelesidir.

Üçüncüsüise, toplumda yaygın olan, hem de İslam adı altında meşrulaştırılan yanlış din anlayışlarının vahyin ölçüleriyle düzeltilmesi, ıslah edilmesi çabasıdır. Bu dört boyutlu mücadelenin tamamı “Allah yolunda cihat” hükmü içine girer. Bu, küfre ve ifsada karşı Kur’an’la verilecek büyük cihattır.[18] Bugün bizi de bağlayan Mekke pratiği işte bu dört boyutlu mücadeleden ibarettir. İslami davet ve eğitimin önü kesilip, İslam’ın yaşanması tamamen imkânsız hale geldiğinde ve mü’minlerin hayatları da tehlikeye girdiğinde ise mekânsal hicretin şartları oluşmaya başlayacaktır.

Müslümanların, silahlı saldırı ve fiili işgale muhatap oldukları ülkelerde ise, eğer şartlar oluşmuşsa ve mü’minlerin de gücü varsa tabii ki kendilerini savunmak, işgalcileri ve zalimleri defetmek, davetin önünü açmak ve zorbaların iradeler üzerindeki ipoteklerini kaldırıp insanların vahyin tebliği karşısında özgür iradeleriyle karar vermelerinin özgür ortamını hazırlamak amacını güden “kıtal” anlamındaki cihad da şartların dayattığı ve amacın gerektirdiği ölçüler içinde ve hiçbir şartta adaletten sapmadan gündeme gelebilecektir.

Allah’ın dinini ana kaynağından dosdoğru öğrenme, yaşama, yayma ve hayata hâkim kılma mücadelesini kapsayan Kur’an’la büyük cihadın sonucunda ortaya çıkan hayat, vahye şahidlik yapan bir hayattır.Cihad kavramının çok büyük bir bölümünü işte bu Kur’an’ı hayata hâkim kılma mücadelesi teşkil ettiği gibi, şehadet kavramının da büyük bölümünü işte bu mücadele sürecinde ortaya çıkan Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmış örneklik, yani vahye şahidlik (şehidlik) teşkil eder.[19] Cihad kavramının çok azını, ama fedakârlık bakımından zirvesini kıtal, şehadet kavramının da çok az kısmını, ama zirvesini ise Allah yolunda can feda etmek anlamındaki şehadet teşkil eder.

İlk nesil de, bir yandan tevhidi daveti, Kur’ani eğitimi gerçekleştirirken, diğer yandan daha Mekki surelerden itibaren ekonomik, sosyal, siyasal konulardaki yönlendirmelerle, egemen cahili sisteme, zorba yönetimlere yönelik açık tavırlar koyuyor, insanları şirk sistem ve otoritelerine itaatsizliğe çağırıyor, statükoyu sarsan tevhidi mesajı yaygınlaştırıyorlardı.Ayrıca toplumda hem de Allah’ın dini adına yaygınlaşmış yanlış din anlayışlarını düzeltmeye, ıslah etmeye çaba gösteriyorlardı.

Mekke; İslami şahsiyetin, ümmeti ve Medine’yi inşa edecek kadronun ve model İslami cemaatin, Kur’an toplumu nüvesinin inşa edilme sürecidir:

Mekke’de Reslün önderliğinde ilk Kur’an nesli;

– çok zor şartlarda sınanarak,

– buna rağmen tavize ve uzlaşmaya yanaşmadan,

– sistem içi değişim taleplerine eklemlenmeden,

– Çıtayı hep en üst seviyede, hakkın batılı yok etmesi ve üstünlük kurması, uzlaşmasız, sentezsiz bir biçimde hakkın hakim kılınması seviyesinde tutarak,

– Ehven-i şer’i gündemine almadan, hep Hakkı hakim kılma iddiasını gündemde tutarak. Ebu Talip’in emanından istifade etse de onun taraftarı olmadan, onun sistem içi çabalarına aktif destekçi olmadan,

– Batıl model ve inanç bağlantılı kavramlarını ödünç almadan,asla daha az kötü diye ayrım yapıp batılın bazı versiyonlarını tercihe yanaşmadan,

– Taguti sistemin nadiyesine alternatif nadiye oluşturmayı ve Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyi ertelemeden hareket ettiler ve kıyamete kadar gelecek müminlere güzel bir model ve örneklik oluşturdular.

– Bütün kuşatılmışlığa, çaresizliklere, imkansızlıklara, zulümlere, işkencelere, katledilmelere, zayıflığa ve bir avuç insan olmalarına rağmen, önlerine gelen; devletin başı olma, devleti birlikte yönetme, zenginleşme vb tekliflere onurlu bir red cevabı vererek cahiliye sistemiyle uzlaşmadılar, bütünleşmediler.

– Allah’ın hükümlerini esas almayan cahiliye meclisi/nadiyesi Darün Nedvelere girmek için değil, Allah’ın hükümlerini esas alan İslami alternatif nadiye/meclis oluşturup mü’minlerin şurasını kurmakta ve her şeye rağmen tavizsizlikte ısrar ettiler.

– Cahiliye sisteminden ve şirki esas alan kurumlarından beraatlarını ilan ederek uzaklaştılar, Nuh (as) gibi tevhid gemisini inşa etmeye, alternatif İslami yapıyı inşaya yoğunlaştılar.

– Sistem içi araçlardan, sadece İslami kimlik ve şeriata ters düşmeden, hududullahı aşmadan kullanabileceklerini, karşılığında hiçbir taviz ve taahhütte bulunmadan kullandılar. Sistemi revize ve reforme etmeye değil, sistemi kökten değiştirmeye ve bu amaçla öncelikle toplumun özündekini tevhidi istikamette değiştirmesine vesile olma sorumluluklarını yerine getirmeye çaba gösterdiler.

Mekke-Medine eksenindeki bu çabalar sonucunda toplumsal değişimin yasası işledi ve İslami toplum ve İslami devlete ulaşıldı.

Hicrette dördüncü boyut ise, mekânsal hicrettir. Bu hicret, bir dava önderinin, bulunduğu bölgede artık daveti yayma imkânı kalmayınca, İslamı yaşama ve yayma mücadelesi tamamen tıkanınca, davasına yeni hamleler yaptırmak, yeni açılımlar ve imkânlar kazandırmak için attığı stratejik bir adımdır. İmkânların tükendiği, üstesinden gelinemez sıkıntıların baş gösterdiği alandan, yeni imkânların, enerjilerin, projelerin üretildiği, mücadeleye yeni soluk kazandırılan, yeni güç katılan birikimlerin ve açılımların gerçekleştirildiği alana hicret etmektir.

Mekke’de oluşan kadronun Medine’ye hicreti ve oradaki ensarla bütünleşip, Resulün çevresinde takvaca yüksek seviyedeki bu kadronun, Allah’ın yardımını hak edip celbedecek bir fedakarlıkla tebliğ, eğitim ve şahidlik sorumluluklarını yerine getirmeleri sonucunda toplumun özündekini değiştirmesi üzerine Allah da toplumun durumunu değiştiriyor ve Medine İslam toplumunu ve İslami devleti kurmaları mümkün oluyor.

Mekke,daha ziyade İslami şahsiyet, İslami cemaat, ilk Kur’an toplumu nüvesinin ve bu zeminde oluşan örneklikle toplumsal dönüşüme vesile olacak akıde merkezli, iman amel bütünlüğü içinde sosyalleşme eksenli bir inşanın gerçekleştiği yerdir. Siyasal, ekonomik ve hukuki toplumsal sorunlar ve alanlar için Rabbimiz tertil üzere naslar indirmekte, hayatın bu alanlarıyla ilgili uyarı ve emirleriyle, bu alanların temel ilke ve sınırlarını belirlemektedir. Bu alanlardaki sapma ve yanlışlara yönelik kınama, eleştiri ve emirlerle, bir yanda davetin muhataplarına dinini tanıtmakta, davetin muhataplarına hakların, hukukun temel esaslarını bildirmekte, iman edenlerin ise, bu konularda sahih bilgiyle buluşmalarını ve bilinç kazanmalarını hedeflemektedir.

MEDİNE ise, bu sosyal inşa ve toplumsal dönüşüm sonucunda Allah’ın takdiri ile siyasal inşanın, ekonomik, hukuki sistem, proje ve yapılanmanın gerçekleştiği yerdir. İlk mescidin inşa edildiği yerdir siyasi, ekonomik, hukuki boyutlarıyla İslami modelin oluştuğu yerdir.

Resulün ve Yetiştirdiği İlk Neslin Örnekliğinde Öncelikle Mekke’yi İnşa Ederek Medine’yi ve Mekke’nin Fethini Hak etmeliyiz

İlk Kur’an neslinin, Kur’an’ın ilk inşa ettiği mü’minlerin Resulün örnekliğinde ve öncülüğünde Mekke’den Medine’ye yürüyüşü, İslami mücadelenin her çağda takip etmesi gereken yolu ve yoldaki işaretlere dair temel ilkeleri apaçık bir şekilde önümüze koymaktadır. Böyle bir süreçte yolumuzu bulmamız ve istikametimizi koruyarak insanlığa örnek olmamız bakımından ufkumuzu açmakta, savrulmalara karşı önemli uyarılar ve imkanlar sunmaktadır.

Mekke; imani, ameli, yapısal hicretle cahiliye inancı, amelleri ve toplumsal yapısından ayrışarak, şirk sisteminden beraatını ilan edip, şirk sistemine itaatsizliği ve uzlaşmazlığı esas alan İslami şahsiyetin, İslami cemaatin oluştuğu ve olgunlaştığı yerdir. Medine’yi ve medeniyeti inşa edecek İslami kadronun, mücadelenin zorlu şartları içinde, cahiliyenin baskı, işkence ve amansız zulümleri ortamında tavizsiz ilkeli bir duruşla yetiştirildiği yerdir. Bu sebeple böylesine kuşatıcı bir hicret bilinciyle, iman, ibadet, cihat, şehadet bütüncüllüğü içinde Mekke’sini inşa edemeyenin Medine’si olamaz. Medine ve medeniyet bir sonuçtur. Öncelikli ve esas olan, Medine’yi inşa edecek kadroyu Mekke’nin zorlu şartlarında imanının imtihanını vererek yetiştirmek, yine Medine’nin bir sonucu olan medeniyeti oluşturacak olan Kur’an toplumunu, ümmet nüvesini de öncelikle Mekke’nin çetin şartlarında inşa etmektir.Mekke’de gerçekleştirilmesi gereken sorumlulukları atlayarak, aceleci bir usulsüzlükle Medine’de ortaya çıkacak iktidar ve medeniyet eksenli çabalar peşine düşmek İslami sonuçlara götürmez, savrulmalara, eklektik sonuçlara yol açar.

Öncelikle Kur’an’ın kurtarıcı ve aydınlatıcı mesajını daha fazla insana ulaştırmak, tüm insanlığa vahyin şahidliğini yapacak “vasat ümmet”i oluşturmak, zorba sistemlere karşı adalet ve özgürlük mücadelesi vererek, İslam’a ve Müslümanlara yönelik saldırıları önleyecek, baskıcı, yasakçı zalimleri geriletecek gücü üretmek, eğitim ve emri bil maruf ile arınma, korunma, gelişme ihtiyacını karşılayacak zemini oluşturmak, yardımlaşma, dayanışma, bir yere müntesip olma ve güvenlik ihtiyaçlarını gidermek, insanlığa şahid “vasat ümmet”i üretmek ve Allah’ın dinini tek ümmet olarak temsil etmek için Kur’an neslini inşa etmek ve bu neslin öncülüğünde tevhid ümmetini oluşturmak, akıdevi bir zaruret ve sorumluluktur.

Zihinler cahiliyeden arınıp, özgürleşip Allah’a teslim olmadan, sahih bilgiyle inşa edilmeden, özgün düşünce, proje ve pratikler gerçekleştirilemez. Mekke de, Medine de inşa edilemez. Bilgi; heva ve zanna dayalı olmaktan çıkarılıp, seküler kirlenmeden arındırılarak, vahye dayalı sahih ve sağlam bir zemine oturtulmadan, yani bilginin İslamileşmesi, din anlayışının Kur’anileşmesi sağlanmadan İslami bir toplum inşa edilemez ve sonuçta da İslami bir medeniyet üretilemez.

Vahye dayalı ıslah projesiyle cahiliyeden arındırılıp, vahyin ölçüleriyle inşa edilmiş Kur’an nesli kadrolarının, adanmış İslami şahsiyetlerin yetiştiği, en çetin şartlar altında yaşanan imtihanlarla imanın çelikleştiği, mü’minlerin ekin meselindeki gibi gövdesinin üzerine dikilip onurlu bir duruş sergilediği, bu öncü kadronun vahye şahidlik, davet ve direniş çabalarıyla ilk ümmet nüvesinin inşa edildiği Mekke dönemi doğru anlaşılmadan ve bu ilk örnekten çıkarılacak ilkeler çerçevesinde gereken sorumluluklar yerine getirilmeden Medineye de, medeniyete de, Mekke’nin fethine de ulaşılamaz.

Böyle kapsamlı bir projeyi, bütün boyutlarıyla gerçekleştiremesek bile, hiç değilse bu hedefe yönelik ilk adımları atmak suretiyle, tevhidi ümmete giden yolda gücümüzün yettiği çabaları ortaya koyarak, Rabbimize bir mazeret hazırlayabiliriz ve aynı zamanda bizden sonraki Kur’an nesline hazır bir zemin ve sahih bir gelenek bırakabiliriz. Ve inşallah bunları yaparak imtihan hayatımızı Allah’ın rızasını kazanarak tamamlayabilme ve böylece de gerçek/kalıcı yurt olan ahirette güzelliklerle karşılaşma bahtiyarlığına erebiliriz.

İşte bu sorumlulukların bilincini kuşanan Kur’an’a Davet Platformu Olarak Tüm dünya İnsanlığını ve ülke ve bölge halklarını Kur’an’a çağırıyoruz

Ülkemiz ve bölgemiz, son derece önemli bir dönüşüm ve değişim sürecinden geçmektedir. Önemli kırılmaların, yön ve istikamet sapmalarının, kafa karışıklıklarının yaşandığı, hak ile batılın yaygın biçimde karıştırıldığı, imana zulüm bulaştırmanın yaygınlaştığı, hakkın gizlendiği ve batılın hak elbisesi giydirilerek ortamı kuşattığı ve tüm dünya insanlığının da fıtri bir arayışla meydanları doldurup adalet talep ettiği böyle bir süreçte, Müslümanların sorumluluğu çok büyüktür.

Bu büyük sorumluluğu kuşanmak için, “Ey Müslüman’ım diyenler gelin Müslüman olalım”, “Ey iman edenler iman edin…” çağrısını ve Kur’ani daveti en gür sesle öncelikle ülke ve bölge halkları için gündem yapmanın tam zamanıdır. Çünkü insanlığa vahyin şahidliğini yapması gereken tüm Müslüman’ım diyenler, İslam’ın kitabı Kur’an’da buluşarak ve Kur’an’ın belirlediği akıdede bütünleşip gerçekten Müslümanlar olarak örnek olma sorumluklarını yerine getirmelidirler.

Bu sebeple, ülke ve bölge halklarını, yüzyıllar süresince yaşanan yozlaşma sürecinde, “mehcur”/terk edilmiş bıraktığımız Kur’an’a dönmeye, yeniden Kur’an’a hicret etmeye çağırıyoruz. Tarihsel bozulma süreçlerinde muharref geleneğin ve modern cahiliyenin etkisiyle tahrif edilmiş İslam anlayışlarını ve küresel emperyal projelerle oluşturulmak istenen hak-batıl karışımı Protestanlaştırılmış, sekülarize edilmiş din algılarını bırakmaya, geleneksel ve modern bid’at ve hurafelere dayalı olarak üretilmiş ipleri terk etmeye davet ediyoruz. Bu üretilmiş ipleri bırakıp Allah’ın inzal edilmiş kurtarıcı ipi olan “Hablullah”a yeniden ve topluca sarılarak, tevhid akıdesinde vahdeti sağlayacak ümmeti vahiyle yeniden inşa etmeye çağırıyoruz.

Tüm insanları ve halkımızı, Kur’an’ı anlamak, öğüt almak ve yaşamak için okumaya çağırıyoruz, çünkü Kur’an’ı hakkıyla okumak, ona iman etmenin en temel gereğidir. Kur’an’ı anlamak ve yaşamak konusunda güzel örneğimiz, modelimiz ve vahyin ilk şahidi olan Resulullah (s)’in sünnetini esas alarak Kur’an’ı ilk indiği ve ilk inşa ettiği hayatın içinde okumaya, Allah’a ve Resulüne itaate çağırıyoruz. Vahyin ilk muhatapları olan ilk Kur’an neslinin, Resulullah (s) önderliğinde ortaya koydukları mücadele sünnetini ve bu mücadele sürecinde takip ettikleri yolda bıraktıkları işaretleri takibe çağırıyoruz

Bilmeliyiz ki, dünya hayatı çok kısa bir imtihan alanı, ölüm çok yakınımızda olan kaçınılmaz hakikat, ahiret ise sonsuz olarak kalacağımız gerçek yurdumuzdur. O halde, bu kısacık imtihan dünyasında ölüm gelene kadar sürdürmekle emrolunduğumuz Rabbimize ibadet ve itaati hakkıyla yerine getirmek için Kur’an’ı hakkıyla okumak üzere harekete geçelim. Okumak, anlamak, yaşamak ve mesajını yaymakla mükellef kılındığımız hayat ve imtihan kitabımızı, daha fazla geç kalmadan okumak ve yaşamak için hemen harekete geçelim.

Rabbimiz hepimize, kendisini hakkıyla takdir etmeyi, Kur’an’ı hakkıyla okuyup öğüt almayı, takvayı hakkıyla kuşanıp Kur’an ahlakıyla ahlaklanmayı ve Müslümanlar olarak ölmeyi nasip etsin. Rabbimiz sırat-ı müstekıminde ayaklarımızı sabit kılsın ve bizleri mü’min olarak yaşatıp, mü’min olarak öldürsün.

 

[1] Bakara Suresi 2/44, Saf Suresi 61/2-3

 

[2] Cuma Suresi 62/5

 

[3] Meryem Suresi 19/173

 

[4] Kâfirun Suresi, Yunus Suresi / 104, Kalem Suresi / 8-9

 

[5] Meryem 19/173.

 

[6] Müzemmil Suresi / 2-4, 20

 

[7] Ahzab Suresi / 44

 

[8] Furkan Suresi / 52

 

[9] Saf Suresi / 4

 

[10] Fetih Suresi / 29

 

[11] A’raf Suresi / 181

 

[12] Şura Suresi / 38

 

[13] Mearic Suresi / 32-34

 

[14] Müddessir Suresi / 1-6

 

[15] Ahzab Suresi /44

 

[16] A’raf Suresi 7/157

 

[17] Yusuf Suresi /108

 

[18] Furkan Suresi 25/52

 

[19] Hac Suresi /78

(Not: Bu yazı, yazarın Kur’an’a Davet Platformunun 20 Nisan 2013 tarihindeki “Kur’an ve Toplumsal Dönüşüm” Panelinde yaptığı konuşmanın tam metnidir.)

İlginizi çekebilir

Şehid Âlim Şeyh Said’e, Türkçü, Atatürkçü, Laik Zihniyetleri ve Kirli Dilleriyle ‘Hain’ Diyenler, İslâm’la Hükmedilmesine ve Ümmetçiliğe Karşı Çıkıp İslam Kardeşliğini Yok Ederek En Büyük Bölücülüğü Yapan Gerçek HAİNLER Değil midir?

Yazıklar olsun bu büyük zulüm ve adaletsizliği temsil edip ülkeye ve halklarına ABD, NATO ve İsrail ile kol kola bunca kötülüğü yaptıkları halde hâlâ utanmadan bu milleti sevdiklerini ve vatanın bölünmesine karşı olduklarını söyleyerek bu kadar ikiyüzlü davrananlara?