Paylaş
Son birkaç yıl içinde İLKAV, Özgür-Der kapatma davalarının, şahsım ve Kenan Alpay kardeşim için de soruşturma ve ceza davalarının açılmasına sebep olan husus, Kemalizm ve Atatürkçülük olarak adlandırılan resmi ideolojinin kıskacındaki eğitimin, devlet dayatmasıyla bir beyin yıkama, tek tipleştirme ve öğütüm aracı haline getirilmesine seyirci kalmayı kabullenmeyişimizdir. Resmi ideolojinin resmi törenlerinde, Kemalizm dininin ritüellerinde çocuklarımızın kişiliksizleştirilmesine, ikiyüzlülüğe zorlanmasına, aşağılanmasına, kendi dinlerine aykırı dini söylem ve ibadetlere zorlanmasına karşı suskun kalmayıp, bu zulme itirazımızı, adalet ve özgürlük talepli söylemlerimizi ardı ardına gündemleştirmemizdir. Hepimizden toplanan vergilerle yapılan okulların Kemalizm dininin tapınakları haline dönüştürülmesine ve militarizmin baskısı altında kışlalaştırılmasına karşı sorgulayıcı, hesap sorucu ve bu büyük zulmü ifşa edici tavırlar geliştirmemiz, İslam ile Kemalizm’in ayrıştırılmasına ve uzlaşmazlığına yönelik uyarılarda bulunmamızdır.
Anlaşılmaktadır ki, dinimiz İslam’ın ısrarla bizden istediği tevhidi iman ve ameller, egemen şirk sistemini rahatsız etmekte, bize ve çocuklarımıza okullardan başlayarak hayatın neredeyse bütün alanlarında dayatılan -kendi ifadeleriyle putçu- resmi ideolojiyi, “Kemalizm dini”ni benimsememiz ve gereğince amel etmemiz istenmektedir. Biz Kur’an’ın ayetleri gereğince hiç kimseye İslam’ı zorla kabul ettirmeye çalışmıyor ve kimseye İslam’ın hayat tarzını dayatmıyorken, Kemalistler / Atatürkçüler, yaklaşık 80 yıldır kendi dinlerine, ideolojilerine ve kendi hayat tarzlarına iman etmemizi ve ona uygun bir hayatı yaşamamızı zora dayalı yöntemlerle, hatta terör estirerek hepimize kabul ettirmeye çalışmaktadır. Ülkemizdeki pek çok sorunun (İslami kimlik ve Kürt kimliği çevresinde, inkarcı, asimilasyoncu, baskıcı politikalarla oluşturulan sorunların) kaynağında da işte bu büyük zulüm yatmaktadır.
İşte bu temel zulmün ifşası, insanların bu konuda düşünmeye ve sorgulamaya sevk edilmesi sistemi çok rahatsız etmektedir. Kendi yasalarında ve bağlı bulundukları uluslar arası hukukta, bu konudaki adil ve özgürlükçü söylemimizi engelleyecek herhangi bir müeyyide bulamayınca, alakasız yasalarla ve siyasi, ideolojik tutum ve kararlarla, hukuku yok ederek, bizi susturmaya, adalet ve özgürlük talebimizin önünü kesmeye çalışmaktadırlar. Bu ideolojik ve siyasi menşeli yargı zulmünün aracı olarak, daha çok TCK 216, 301 ve 5816 sayılı yasalar, bağlamından ve tedvin ediliş gerekçesinden koparılarak kullanılmakta, yasa metinlerinin muhtevası keyfi yorumlarla saptırılarak kanunsuz suç ihdas edilmektedir. Yani egemen sistem, her zamanki gibi, bir yandan sürekli yeni tabular, putlar oluşturup, dogmalaştırdığı ideolojisini benimsemeyenleri baskı altına alıp, bu putlarına itaat etmeye, boyun eğmeye zorlarken, bir yandan da acıkınca putunu yiyen müşrikler gibi, kendi putlarına, yasalarına ve imza attıkları uluslar arası hukuka da kolayca sadakatsizlik yapabilmektedir.
Bu sebeple, ne yaparlarsa yapsınlar bizler mutlaka bu dayatmaya karşı çıkarak, öncelikle insanca, Müslüman’ca inanıp yaşamamızın ve özgürce kendimizi gerçekleştirmemizin önündeki en büyük engeli oluşturan bu büyük zulmü defetmek zorunda olduğumuzun bilinciyle hareket etmeliyiz. Aslında İLKAV ve Özgür-Der olarak çok önemli bir yere parmak basmış bulunuyoruz. Ne pahasına olursa olsun, bu konudaki adalet ve özgürlük mücadelemizde ısrarcı olmalı, asla geri adım atmamalı ya da bu önemli nokta üzerine gitmeyi ertelememeliyiz. Çünkü hem vahyi evrensel ölçüler bakımından, hem de egemen sistemin de kendini nispet ettiği Batı insan hakları hukuku bakımından, son derece haklı bir konumda bulunuyoruz. Ayrıca herkes ve her kesim için adalet ve özgürlük mücadelemizle, herkesimin birbirine din ve ideoloji dayatmayacağı adil bir vasatta, iyi komşuluk ilişkileriyle barış içinde bir arada yaşamanın güvencesini olmayı temsil eden son derece adil bir talebi gündemleştiriyoruz. İşte bu kadar haklı ve adil olmakla da çok büyük bir güce sahip bulunuyoruz. Haklı olmaktan, herkes için adalet isteyen adil tutum ve söylemimizden kaynaklanan bu büyük gücümüzü fark edip, hak ve adalet uğrunda bedel ödemeyi göze alan ilkeli, onurlu bir mücadeleyle, bir yandan tamamen bozulup körelmemiş fıtratları, insani vasıflarını/erdemlerini tamamen yitirmemiş vicdanları harekete geçirebiliriz. Diğer yandan da, bu zulmün ve şirkin farkına varılmasını sağlayarak tevhidi daveti bu zeminde yeni insanlara ulaştırabiliriz. Bu sebeple, bu konuyu ısrarla gündemde tutmalı ve bu zulmü ifşa zemininde insanları düşündürerek, hem Kemalist/Atatürkçü hem de Müslüman olunamayacağı hakikatini ısrarla ortaya koyarak tevhidi davetimizi yaygınlaştırmalıyız.
Özellikle de, “Alevi açılımları” adı altında, farklı inanç kesimlerine özgürlük getirme çabalarının gündem olduğu, Müslümanların Kur’an eksenli hak, özgürlük ve İslami hayat tarzıyla ilgili talepleri söz konusu olduğunda son derece ceberut, baskıcı bir tutum ve ideolojik bir bağımlılıkla, özgürlük ve adalet karşıtı, devlet ve ideolojisinden yana kararlarıyla ünlü devletçi ideolojik yargının, AİHM kararlarını esas alarak Aleviler için kolayca Anayasa’nın hükmünü bile yürürlükten kaldırmak suretiyle, zorunlu din dersi uygulamasını onlar için kaldıran, bizce de hukuki ve doğru kararların altına imza attığı bir süreçte, bu konuda ısrarcı olmamak, bizim için en azından doğru, onurlu, ilkeli ve hikmetli davranmamak olacaktır.
Bizler tam bu noktadan hareketle, aynı hukuki gerekçeleri hatırlatarak ve yargının çelişkilerini, ideolojik çifte standartlarını da ifşa ederek, Müslümanlara ve resmi ideolojiyi benimsemeyen diğer kesimlere Kemalizm/Atatürkçülük resmi ideolojisinin/dininin dayatılmasıyla yıllardır yaşatılan büyük zulme karşı mücadelemizi daha da yoğunlaştırmalıyız. Bu bağlamda, Kemalizm dininin putçu resmi törenlerine katılmaya zorlanmanın, her sabah bu dine ve ilahına bağlılık andı mahiyetindeki amentüsünün zorla tekrarlatılmasının sona erdirilmesi gerektiğini anlatmayı sürdürmeliyiz. Kemalizm/Atatürkçülük derslerinin, İnkılap Tarihi ve Milli Güvenlik derslerinin derhal kaldırılması gerektiğini, hepimizden toplanan vergilerle yapılan okulların Kemalizm de dâhil hiçbir din ve ideolojinin tapınakları kılınmaması ya da militarizmin kışlaları konumuna ve hiçbir ideolojinin beyin yıkama merkezi haline getirilmemesi gerektiğini sürekli gündem yapmalıyız. Mevcut durumun sürdürülmesinin, bu halde geçen her günün ve bu gidişe seyirci kalmanın, zihinlere yönelik işgal, ruhlara, vicdanlara yönelik kirletme ve fıtratlara, şahsiyetlere yönelik saldırı, tahribat anlamı taşıyan bu büyük zulmün devamı ve buna seyirci kalmak anlamına geldiğinin bilinciyle, zalimleri ifşa edecek, halkı düşündürüp bilinçlendirecek açıklama ve itirazlarımızı sürekli gündemde tutmalıyız.
Bu ülkede, Müslümanlar olarak en temel mücadele hatlarımızdan birisi olarak, öncelikle Kemalizm’in, Atatürkçülüğün -bizzat kendi tanımlarıyla- İslam karşıtı pozitivist farklı bir din olduğunu belge ve delillerle anlatmalıyız. İlahı insan olan ve hayatın bütün alanlarını düzenlemek isteyen bir hayat tarzı olarak uygulamaya konan bu seküler Kemalist dine karşı, İslam’ın ise, Kemalistler de dahil hepimizi yaratan ve öldüren tek ilah ve Rabb olan Allah’ın, vahiyle hudutlarını ve evrensel ölçülerini belirlediği, bireysel ve toplumsal bütün hayat alanlarını düzenleyen hükümler vazeden tevhid dini olduğunu açıkça ortaya koymalıyız. Ve bu sebeple hem Kemalist/Atatürkçü ve hem de Müslüman olunamayacağını, çünkü bunların birisi beşeri, diğeri ilahi iki farklı din olduklarını açıkça ortaya koymalı ve bu ayrışmayı, netleşmeyi mutlaka sağlamalıyız. Çünkü bu ayrışma ve netleşme sağlanmadan, ne zulüm sona erer, ne özgürleşme sağlanır, ne de tevhid dininin tebliği yapılabilir.
Bir Müslüman’a Kemalizm’in dayatılmasının en büyük zulüm olduğunum kabul ettirip, zalimlere geri adım attırmadıkça, bu ülkede Müslüman’ın özgür olduğu söylenemez. Bu sebeple tekraren ve ısrarla ifade ediyorum ki, gerek Müslüman’ca yaşama özgürlüğümüzü elde etme mücadelemiz, gerekse tevhidi davetimiz bakımından bu mesele gündemimizdeki ilk madde olmayı sürdürmek durumundadır. Tıpkı Mekke’deki ilk Kur’an neslinin örnek mücadelesinde olduğu gibi. Rabbimiz onları, ilk indirdiği surelerden itibaren, egemen şirk sisteminden, cahiliye inancından ve cahiliye toplumundan ayrışmaya, imani, ameli ve yapısal hicretle cahiliye sisteminin inanç, amel ve yapısından uzaklaşmaya ve uzlaşmazlığa yönlendirmiştir. İlk Mekki surelerde, Kalem, Kâfirun, Yunus vb surelerin ayetlerinde bu ayrışma ve uzlaşmazlık açıkça ortaya konmuş, onların dinleri ve amellerinin kendilerine, Müslümanların din ve amellerinin de kendilerine ait olduğu, birbirlerinin dinlerine ve ilahlarına kulluk yapmayacakları, hak ile batılın asla uzlaşmayacağı ve eklektik din anlayışlarında, sentezlerde ortaklık yapamayacakları çok açık bir biçimde ve net bir üslupla ifade edilmiştir. Hem de büyük zulümlere katlanılarak, büyük bedeller ödenerek bu ayrışma, beraat ve uzlaşmazlık ısrarla gerçekleştirilmiştir.
İman etmek, iman ettiğimiz değerleri yaşamlaştırıp sâlih amele dönüştürmek, Allah’ı razı edecek İslami bir hayatı kurmak ve toplumu vahiyle inşa etmek çerçevesindeki sorumluluklarımız, cahiliye toplumunun din anlayışından uzaklaşmayı, Kemalizm dinine tabi olmamayı, onun törenlerine iştirak etmemeyi, sadece Allah’a itaat ve ibadet etmeyi zorunlu kılmaktadır. Kur’an pek çok ayetinde, iman edenlere imanın imtihanını hatırlatmakta, hayatın ve ölümün kimin daha güzel ameller yapacağını sınamak için yaratıldığını (Mülk Suresi / 2), iman ettim demekle sınanmadan bırakılmayacaklarını (Ankebut Suresi / 2) bildirmektedir. İnandıkları değerleri hayata geçirme sorumluluğu gereğince hareket etmelerini ve bu sebeple egemen cahili yapıyla herhangi bir yakınlık içine girmemelerini, uzlaşmamalarını, onlara itaat etmemelerini, ayrışma içine girmelerini de talep etmektedir. İşte bu sebeple ilk Kur’an neslinin örnek uygulamasında, cahili yapı ve kurumlarından ayrışılıyor, onlara itaat reddediliyor, sapkın inanç ve uygulamaları eleştiriliyor, bu sürecin doğal sonucu olarak da alternatif bir çekim merkezi oluşturuluyordu. Kur’an da bu ayrışmayı bir yandan teşvik edip, yönlendirirken, bir yandan da yaşanan bu ayrışmayı ayetlerinde zikrederek (Kâfirun Suresi, Yunus Suresi / 104, Kalem Suresi / 8-9), kıyamete kadar gelecek tüm insanlığa örnek olarak sunuyordu.
Bu ayrışma ve uzlaşmazlık İslami tevhidi mücadelenin ilk ve sürekli çabasıdır. Bugün bizler de aynı evrensel örnekliği ilkesel olarak günümüze taşımak ve çağdaş cahiliye sisteminden, ideolojisinden, çağdaş put ve dini ritüellerinden, imani, ameli ve yapısal hicreti gerçekleştirmek, tevhid akıdesini, inanç, amel, hayat tarzı ve cemaat planında ete kemiğe büründürmek zorunda olduğumuzu unutmamalıyız. Çünkü egemen cahiliye sistemi ve cahiliye dininden/ideolojisinden böylesine çok boyutlu bir ayrışmayı, netleşmeyi ve uzlaşmazlığı temin etmeden, vahye şahidlik, tevhidi davet ve toplumsal dönüşümü sağlamamız asla mümkün değildir.
Kur’an ve Resulullah’ın mücadele sünneti çerçevesinde gerçekleştirilmesi gereken İslami mücadelede, her mü’min şahsiyetin, içe dönük arınma ve imanını sağlam temeller üzerine oturtma, bu hali sürekli koruma sorumluluğu ve çabası yanında, dışa dönük olarak üstlenilmesi gereken önemli sorumlulukları ve vermesi gereken önemli mücadeleleri de söz konusudur. Bir yandan, inandığı ve bireysel hayatında yaşadığı değerleri, ölçüleri, hakikati, vahyi mesajı hayatında yaşayıp şahidliğini yaparak merhametle diğer insanlara da ulaştırmak üzere, tevhidi davet ve eğitim faaliyetleri gerçekleştirmek, tevhidi istikamette toplumu dönüştürme mücadelesi vermek sorumluluğunu taşımaktadır. Diğer yandan da, egemen zorba sistemlere ve onların Allah’ın kullarına kendi atalar dinini zorla kabul ettirme fitnesine ve her türlü zulme, haksızlığa, adaletsizliğe karşı adalet ve özgürlük mücadelesi vermek mükellefiyeti altında bulunmaktadır. İşte İslami mücadelenin bütün bu boyutları, egemen zorba sistemlerin “atalar dini” dayatmasına karşı itirazı ve onlara tabi olmamayı, ilk neslin örnekliğinde de yaşandığı gibi onların ilahlarına, cahili dinlerine itaat etmemeyi, ayrışmayı gerektirmektedir. İçinde yaşadığı toplumu cahiliyeden ayrıştırarak tevhidi istikamette dönüştürme sorumluluğu ve mükellefiyeti bulunanların, egemenlerin dayattıkları statükonun dinine itiraz etmeden, bu konuda sorun çıkarmadan ve kendi özgün dini kimliğini, ilkelerini, ibadetlerini toplumun gündemine taşımadan, bu egemen bâtıl din anlayışından kendilerini, çocuklarını koruma, arındırma çabası göstermeden, bu sorumluluklarını yerine getirmeleri mümkün değildir.
28 Şubat 2009’da Kızılay Güven Park’taki İLKAV’ın basın açıklamasında bu minval üzere yaptığım konuşmam sebebiyle Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nca açılan soruşturmada verdiğim ifademde, TCK 216, 301 ve 5816 sayılı Atatürk’e hakaret ve sövmeyi yasaklayan kanunla ilgili olarak dikkat çektiğim hususları, sunduğum belgeleri, yasa maddeleriyle ilgili açıklama ve yorumları, aynı sıkıntıyla karşılaşabilecek kardeşlerimizin de istifadesine sunmak amacıyla, Savcılığa verdiğim ifadeden bazı kısımları 2 ayrı yazıda sizlerle paylaşmak istiyorum.
Savunmanın Bir Bölümü:
“28 Şubat 2009 tarihinde Kızılay Güven Park YKM önünde gerçekleştirilen basın açıklamasında yaptığım konuşmanın CD’sinden tarafımdan yapılan güvenilir çözüm metni ilişikte sunulmuştur. İşte bu konuşmamda, TCK 216,301 maddelerine ve 5816 sayılı Kanuna aykırılık olabilme ihtimalidolayısıyla, Savcılığınızca talep edilen yazılı ifadem aşağıdadır.
Ekte tamamı bulunan konuşma metnim, söz konusu madde hükümleri muvacehesinde, ideolojiden arınmış bir hukuk mantığıyla, önyargısız ve objektif bir yaklaşımla okunduğunda, sistemden kaynaklanan kimi haksızlık ve zulümlerin eleştirildiği, darbe ve çetelerin sorgulanıp kınandığı, kimi devlet kurumlarında yer alan bu darbeci, çeteci zihniyetin devlet yetkisini kötüye kullanarak, o kurumlara da, halka da zarar vermesinin eleştirildiği ve “herkes için adalet, herkes için özgürlük” talebinin gündemleştirildiği açıkça ortaya çıkacak ve söz konusu maddelerde tedvin edilen suçlarla hiçbir ilişkinin kurulamayacağı son derece açık bir biçimde anlaşılacaktır.
Hatta gerek basın açıklamasının, gerekse yapılan konuşmanın, önyargısız objektif bir yaklaşımla okunması halinde, toplumu teşkil eden bütün kesimlerin hak ve özgürlüklerinin savunulduğu, halkı teşkil eden tüm kesimlere adaletle yaklaşımın esas alındığı ve halkı teşkil eden kesimler arasında ayırımcılık yapıp, farklı kesimlerin inanç, kimlik ve değerlerini aşağılayarak, baskı ve yasaklarla yok etmeye kalkarak kin ve düşmanlık tohumu ekenlerin, farklı halk kesimlerini kin ve düşmanlığa tahrik edenlerin kınandığı, insanlara zulmetmenin, şiddet kullanmanın, hakaret ve haksızlık yapmanın eleştirildiği ve bu tür haksızlıklara, zulümlere tavır konulduğu, herkesim için adalet, özgürlük istendiği ve tüm toplum kesimleri arasında barışın talep edildiği tespit edilecektir.
İşte soruşturma konusu olan konuşmada bu derecede adil ve özgürlükçü bir muhteva ortaya konmuş bulunmaktadır. Böylesine barışçı bir üslupla ortaya konan; farklı kesimlerin, birbirine din ve ideoloji dayatmadan, zulmetmeden, barış ve iyi komşuluk ilişkileri içinde bir arada yaşamasını savunan; darbe ve çeteleri ve bunların zulümlerle, baskı politikaları ve provokasyonlarla ülkenin tüm kesimlerine zarar veren hukuk dışı, hak ve özgürlük düşmanı eylemlerini eleştirip tüm kesimlerin haklarını savunan; kimseye hakaret ve zulümden yana olmayan, kendisine de zulmedilmesine karşı çıkarak, şiddete başvurmadan, baskı ve yasaklara, darbe ve çetelere karşı sivil itirazları gündemleştirip, herkese özgürlük ve adalet talep eden bir konuşmada, TCK 216 ve 301. maddelerini ihlal eden bir suç işlenmesi nasıl mümkün olabilir? Diğer taraftan Mustafa Kemal’in şahsiyetinin hiç gündeme gelmediği ve bırakın ona hakaret etmeyi, onun düşünce ve uygulamalarını ideolojileştirip herkese zulümle dayatan Kemalist kadrolara bile hakaret edilmeyip, tam tersine “düşmanlarımızın bile hak ve özgürlüklerinin güvencesi biziz” denilen, hiç kimseye hakaret edilmediği gibi, ayrım yapmadan bütün kesimlere hakaret edilmesini kınayan ve hakaret etmemenin “İslami kimliğin doğal sonucu olduğunu” özellikle vurgulayan bir konuşmada, nasıl olur da 5816 Sayılı Kanunun ihlal edildiği ve Mustafa Kemal’e hakaret edildiği, sövüldüğü iddia edilebilir?
Önyargılardan arınmış, hukuku ve insan haklarını esas alan objektif bir okumayla, konuşmamdan, Cumhuriyeti ya da her hangi bir kesim veya kurumu aşağılama, farklı toplumsal kesimler arasında kin ve düşmanlığı tahrik etme, ya da suça teşvik etme suçlaması çıkarılması asla mümkün değildir. Tam tersine Cumhuriyet felsefesine uygun bir biçimde, “cumhur”u teşkil eden bütün halk kesimlerinin hak ve özgürlükleri savunulmuş, darbeci, çeteci bürokratik kadrolarca, devlet imkânlarını ve yetkilerini kötüye kullanarak ve hukuk ihlali yaparak, suç işleyerek, cumhura yaptıkları haksızlıklar, adaletsizlikler ve zulümler kınanmış, sonuçta Cumhuru teşkil eden bütün kesimlerin, barış ortamında ve iyi komşuluk ilişkileri içinde özgürce bir arada yaşayabilmeleri gerektiği vurgulanmış ve buna imkân verecek adalet sistemi savunulmuştur.
Uluslar arası sözleşmelere ve AİHM kararlarına göre de, sisteme yönelik eleştiriler birilerini “şok edecek bir muhtevada” bile olsa yine de düşünce özgürlüğü sınırları içerisindedir. AİHM kararlarıyla da ortaya konan hüküm şudur, “ifade özgürlüğü, sadece hoşa giden ya da insanları incitmeyen veya önemsenmeyen “bilgi” ve “düşünceler” için değil, aynı zamanda Devleti veya toplumun herhangi bir kesimini inciten, şok eden veya rahatsız eden bilgi ve düşünceler için de geçerlidir.” İşte bu sebeple, bizim barışçı ve özgürlükçü konuşmamızda bulunmayan bu tarz sert, incitici, rahatsız edici ve şok edici bir muhtevaya sahip düşünce açıklamaları bile, bugün artık Türkiye’yi de bağlayan AB mevzuatı, insan hakları sözleşmeleri, AİHM kararları ve hatta kimi Yargıtay kararları gereğince de suçlanamaz.
İfademi Vermem İstenen Yasalar Muvacehesinde Konuşmanın Değerlendirilmesi:
1 – TCK 216. Madde Muvacehesinde Değerlendirme:
“Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama” başlıklı bölümde yer alan 216. maddenin 1. fıkrasında, “Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik” suçu; (bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde), 2. fıkrasında “Halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılama” suçu; 3. fıkrasında ise, “Halkın bir kesiminin benimsediği dinî değerleri alenen aşağılama” suçu düzenlenmiş bulunmaktadır.
YARGITAY Ceza Genel Kurulu, T:23.11.2004, E:2004/8-130, K:2004/206 nolu kararında TCK 312/2’den TCK 216/1’e uzanan süreçte meydana gelen değişiklikleri de dikkate alarak bu suçun oluşması için gerçekleşmesi gerekli şartları ve suçun unsurlarını aşağıdaki gibi tadat ederek, bizim davamızda savcılığın yaptığı gibi, hukuka ve yasa koyucunun muradına aykırı yorumlar yapmayı, ceza hukukunun reddettiği kıyasla yada ideolojik taassupla suç ihdas etmeyi önleyecek açıklamalar getirmiş bulunmaktadır.
Söz konusu Yargıtay Ceza Genel Kurul kararında “TCY’nın 312/2. maddesinde (tabii ki bugünkü 216/1 maddesinde-MP) düzenlenen suçun oluşması için” gerekli olmazsa olmaz şartlar ve unsurlar şu şekilde sıralanmıştır:
1- Eylemin aleni yapılması,
2- Kışkırtmanın; sosyal sınıf, ırk, din mezhep veya bölge farklılıklarından en az birine dayanılarak ve bu kesimleri karşı karşıya getirmek amacıyla gerçekleştirilmesi,
3- “Suç ve cezada yasallık ilkesi” nedeniyle kışkırtmanın, aynı sosyal sınıf, aynı ırk, aynı din, aynı mezhep ya da aynı bölgeye mensup olup da farklı görüş veya düşünceye sahip olanların bu özelliklerine dayandırılması halinde anılan suçun oluşmayacağının bilinmesi,
4- Kışkırtmanın, farklı halk topluluklarını birbirine karşı düşmanlığa ve kin beslemeye sevk etmesi ve fakat bu halin “kamu düzeni” (kamu güvenliği) için tehlikeli olabilecek bir şekilde ve yeterlilikte olması,
5- 4744 sayılı Yasa gerekçesinde de açıklandığı üzere, tanımlanan tehlikenin soyut olmayıp somut ve yakın tehlike olduğunun göz önünde tutulması ve Yargıtay 8. Ceza Dairesinin birçok kararına yansıtıldığı üzere, kışkırtmanın şiddet çağrısını içermesi,
6- Ne var ki, ilk bakışta açıkça saptanamasa dahi, muhatabı kitlenin algılayabileceği maharetli bir gizlilik altında yapılan düşmanlığa ve kin beslemeye elverişli şiddet çağrılarının, yakın tehlike yaratıp kamu düzenini tehlikeye sokacak somutluğa ulaşması hallerinde, suçun oluşacağının kabul edilmesi,
8- Öngörülen suç unsurlarından herhangi birinin eksikliği durumunda tanımlanan cürümün oluşmayacağı,
9- Ceza Yasası uygulamalarında, genişletilen ve kıyas düzeyine varan yorumlarla suçun varlığına hükmedilemeyeceği, bu itibarla şiddet çağrısı içermeyen, somut ve yakın tehlike düzeyine de ulaşmamış kışkırtmalara, dolaylı ve zorlayıcı soyutlukla anılan unsurları yakıştırarak, TCY.nın 312/2. maddesindeki suçun oluştuğunu kabullenmenin olanaklı bulunmadığı,
10- “Kuşkunun lehe yorumlanacağı” temel ilkesi gereği; aleniyetin varlığında, tahrikin yasada açıklanan farklılaşmalara dayalı olup olmadığında, halkın birbirine karşı düşmanlığa veya kin beslemeye sevk edilip edilmediğinde ya da sevk ediyorsa bu sonucu yaratmaya yeterli bulunup bulunmadığında, kamu düzenini bozabilecek etkinliği ulaşıp ulaşmadığında, soyutluktan kurtulup somut ve yakın bir tehlike haline dönüşüp dönüşmediğinde ve nihayet şiddet çağrısını taşıyıp taşımadığında kuşku hali doğduğunda, aşılması gerektiğinin ve aşılamıyorsa yorumun sanık yararına ve ifade hürriyetinin genişletme doğrultusunda yapılması icap edeceğinin göz önünde tutulması, Zorunluluk arz etmektedir” denilmiştir. Ve bu unsurların oluşmadığı suç iddiaları beraatla sonuçlandırılmıştır.
Bu maddeye göre suçun oluşabilmesi için, “ırk, din, mezhep ve bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir halk kesimini, diğer kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek” ve bunu yaparken de “kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkmasına” sebep olmak gerekmektedir. Biz Müslümanlar ise, bütün toplum kesimlerini, haklarını ve özgürlüklerini savunmamız gereken Allah’ın kulları ve tevhidi davetimizin muhatapları olarak görmekteyiz. Bizimle dinimiz konusunda savaşmadıkları ve bizi yurtlarımızdan çıkarmaya kalkışmadıkları takdirde (Mümtehine Suresi 8. ayet) adalet ve iyilikle muamele etmemiz ve barış içinde bir arada yaşamız gereken komşularımız olarak muhatap almaktayız. İşte bu sebeple, hiçbir kesime karşı bir başka kesimi kin ve düşmanlığa tahrik suçu işlememiz, hiçbir kesimi ırkı, dini, mezhebi ve bölgesi itibariyle hedef alıp aşağılamamız mümkün değildir.
Yaptığım konuşmada, bu konuda herhangi bir suç kastı da, suç fiili de söz konusu değildir, çünkü konuşma bütün halk kesimlerine zulmeden bürokratik oligarşiyi ve yaptığı hukuksuzlukları eleştirme, bütün kesimlerin hak ve hukukunu savunma amaçlıdır. Yani asla bu türden hiç bir suç işlenilmediği gibi, tam tersine, darbe ve çetecilik faaliyetleriyle provokasyonlar gerçekleştirerek, farklı halk kesimlerini birbirine kışkırtarak, baskı politikaları uygulayarak, hukuk ve anayasa ihlalleri yaparak, kimi toplumsal kesimleri ötekileştirip düşmanlaştırarak bu tür suçları işleyen odaklar kınanmış ve toplumu teşkil eden tüm kesimlerin hak ve özgürlükleri savunulmuş, bütün din, düşünce ve inançlara aynı derecede özgürlük talebi gündemleştirilmiştir. Bütün kesimlerin, farklılıklarının doğal karşılandığı adalet ve özgürlük vasatında, barış ve iyi komşuluk ilişkileri içinde bir arada yaşamaları savunulmuştur. Üstelik söz konusu maddede suçun oluşumu için kin ve düşmanlığa tahrik bile yeterli sayılmayıp, “bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinin” oluşması da şart koşulmuştur. Konuşmada ise, hiçbir halk kesimi hedef alınmadığı, hiçbir halk kesimi diğer bir halk kesimine karşı kin ve düşmanlığa tahrik edilmediği, tam tersine bütün kesimlerin hukuku savunulduğu gibi, oligarşik kadrolara yönelik eleştiriler sonucunda bile, “kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlike”nin ortaya çıkması hali de söz konusu olmamıştır. Konuşmamda yer alan ve “Müslüman”, “Kemalist, laik”, “Kürt”, “Türk”, “sosyalist, komünist” bütün halk kesimlerinin hukukunu savunan ifadelere örnekler:
“Yeni sistem kurulduktan sonra, aslında Türk ulusalcılığına dayalı resmi ideolojiyi, Kemalizm’i din haline dönüştürüp bu topluma, bütün kesimlere ayrım yapmaksızın zorla dayattığı için, (yani kimlere) Müslümanlara, sosyalistlere, resmi ideolojiyle, Kemalizm’le örtüşmeyen herkese, her kesime, etnik bakımdan da Türk kimliğiyle örtüşmeyen Kürt halkına yönelik bir zulüm başlatılmıştır.” “Kemalizm bir din gibi, Türk ulusalcılığı bir din gibi kurgulanıp toplumun bütün kesimlerine dayatılmıştır.”(Ek konuşma metni sh. 1)
“Sistemin ömrü, sürekli, başından beri düşman ilan ettiği İslami kimlik ve Kürt kimliğiyle çatışma içinde geçmiştir. Zaman zaman komünizmi de, sosyalizmi de konjonktürel düşman olarak tayin etmiş, onların da üzerine gitmiş büyük zulümler yapmış, büyük işkenceler yapmıştır.” (sh. 2)
“Bizler halk olarak, bütün bu çirkinliklere, hukuksuzluklara, keyfiliklere, zulümlere sessiz kalmayacağımızı göstermeliyiz… Asla şiddete başvurmadan, asla kimseye hakaret ve zulüm yapmadan, bu ülkenin bütün insanlarının barış içerisinde, özgürce yaşayabilecekleri ortamları hazırlamak için, zulme rızanın zulüm olduğu bilinciyle zalimlere karşı hakkı haykırmalı, muhalefet bilincini yaygınlaştıracak örneklikler oluşturmalıyız. Bu adalet ve özgürlük taleplerimize, ülkemizdeki bütün halkların, kesimlerin barış içinde özgürce yaşama hakkını savunma mücadelemize de süreklilik kazandırmalıyız.” (Ek konuşma metni sh. 6)
“…. bu ülkenin insanları, hangi dinin, hangi ırkın, hangi ideolojinin müntesipleri olurlarsa olsunlar özgürce, barış içinde, iyi komşuluk ilişkileri içerisinde bir arada yaşayacakları ortama tekrar kavuşacaklardır.” (sh 7)
“Biz herkes için adalet ve özgürlük istedik, herkes için adalet ve özgürlük istemeye devam edeceğiz. Biz kimseye zulmetmedik zulmetmeyeceğiz, kimseye saldırmadık saldırmayacağız. Biz, bizim düşmanlarımızın bile kurtuluş ve özgürlüklerinin güvencesiyiz. Biz barışı, adaleti, merhameti temsil ediyoruz. Ve biz bu ülkenin halklarını ayrım gözetmeksizin özgürleştirme mücadelemizde, sonuna kadar devam edeceğimizi bir defa daha ifade ediyoruz. Ve bu ülke bizimdir. Biz, Müslüman kimliğimizle bu ülkede varız, var olmaya devam edeceğiz. Allah’ın izniyle, İslami kimliğimizle, tevhidi davetimizle, İslami kimliğimizin temsil ettiği adalet, barış, özgürlük çağrılarımızla, bu ülkenin bütün kesimlerini, bize zulmeden Kemalistler de dâhil olmak üzere herkesin haklarını savunarak, kucaklamaya, birlikte özgürlüğü yakalamaya ve adalet sistemini kurmaya çalışacağız.” (sh. 7)
2 – TCK 301. Madde Muvacehesinde Değerlendirme:
“Türklüğü, Cumhuriyeti, Devletin kurum ve organlarını aşağılama” başlığı altında yer alan 301. maddenin 1. fıkrasında, “Türklüğü, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisini alenen aşağılama”, 2. fıkrasında, “Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini, Devletin yargı organlarını, askerî veya emniyet teşkilatını alenen aşağılama” suçu düzenlenmiş bulunmaktadır. 4. fıkrasında ise, “Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz” hükmüne yer verilmiştir.
Konuşmamda, 4. fıkradaki, “Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz” hükmüne uygun biçimde, düşünceyi ifade özgürlüğü içinde kalan eleştiriler yapılmış, “Cumhuriyete ya da bir devlet kurumuna hakaret ve aşağılama” söz konusu olmamış, böyle bir amaç da güdülmemiş, tam tersine bizzat konuşmamda, herhangi bir kesim ya da kuruma hakaret etmenin İslami kimliğimizle bağdaşmayacağı açıkça ifade edilmiştir.
“Biz asla kimseye hakaretten yana olmadık, hakaret etmedik, etmeyeceğiz. Çünkü bunlar bizim Müslüman kimliğimizin doğal sonuçlarıdır.” (sh. 7)
Konuşmamda, hiçbir kesim ve kuruma hakaret ve aşağılama söz konusu olmadığı gibi, eleştirilerimi bile, bütün sorunların müsebbibi konumunda gördüğüm Kemalist sisteme ve halk üzerinde tahakküm oluşturan elit oligarşik kadroya, TSK, Yargı, Üniversite vb kamu kurumlarında yer alarak darbe ve çete faaliyetleriyle ilişki içinde sürekli hukuk ihlali yapan kimi kadrolara yöneltmiş bulunuyorum. Pek çok konuşmamda ve kitaplarımda da ifade ettiğim üzere, Mustafa Kemal’in bir takım Batıcı politikalarını, tepeden ve zora dayalı dönüştürme, modernleştirme amaçlı uygulamalarını, zoraki doktrinleştirme ve hayatın bütün alanlarını kuşatan bir ideoloji haline dönüştürme, dinleştirme çabaları hep Kemalist kadroların daha sonraki süreçlerde gerçekleşen işidir. İşte bu konuşmamda da, toplumu bu kadar kuşatan ve bunaltan resmi ideolojinin, Kemalizm’in, bu kadrolarca zoraki bir doktrinleştirme çabası olduğuna ve dinleştirilerek zorla dayatıldığına ve bunun insan hakları ihlali olduğuna dikkat çektim ve bu haksızlığa, hukuksuzluğa itiraz ettim.
Bu tür resmi ideoloji dayatmaları, zora dayalı dönüştürme projeleri ve baskılar, “Cumhuriyet” kavramının içeriğine de aykırı uygulamalar olarak halkı/cumhuru bezdirmiş ve hakiki manada “Cumhuriyet”i aşağılamayı da, içinde bulundukları kurumları aşağılamayı da, işte bizim de eleştirdiğimiz bu jakoben kadrolar, yetkilerini kötüye kullanarak hak ve hukuk ihlali yaparak bizzat kendileri ve kurumları adına gerçekleştirmişlerdir. Resmen saltanatın kaldırılmasına rağmen, bu Kemalist kadrolar, “halka rağmen halk için” sloganıyla, halkı/cumhuru ve halkın değerlerini, kültürünü aşağılayarak kendi tercihleri olan Batılı emperyalist devletlerin seküler kültürünü dayatan despot bir politika uygulamışlardır.
Batının seküler hayat tarzını, kültürünü, kıyafetini ve düşüncesini esas alan resmi ideoloji, zamanla, bireysel ve toplumsal hayatın bütün alanlarını kuşatıp dönüştürmesi gereken, bir “din” haline getirilmiştir. İşte bu uygulama “Cumhuriyet”i rafa kaldırmış, oligarşiyi ülkenin efendisi, halkı da köle haline dönüştürmüştür. İlkokuldan üniversiteye kadar, emperyalist Batının paganist seküler kültürünün ulaşılması gereken çağdaş kültür olarak empoze edilmesi, pozitivist Batı düşüncesinin eğitimi, kültürü ve insani olan her alanı kuşatması, insanın hayvandan geldiğini iddia eden Darwinizm’in “yaratılış inancının” yerine ikame edilmesi suretiyle, insanın tanımı ve konumu hakkındaki bu büyük sapma sonucunda insani ve fıtri erdemlerde kirlenme ve çürüme yaşanmış, insanlık onuru ayağa düşürülmüştür. Böylece, hukuksuzluk, haksızlık, adaletsizlik, darbecilik ve çetecilik, hatta ahlaki yozlaşmanın, uyuşturucu kullanımının ve şiddetin ilköğretime kadar inerek yaygınlaşmış, toplumu çürütmesi kaçınılmaz bir sonuç olmuştur. Bütün bunlara itiraz etmek en temel insani sorumluluktur. Nitekim bu konudaki yozlaşmayı kimi Kemalist kadrolar bile itiraf etmek zorunda kalmışlardır:
Mesela 1962 yılında Kemalizm’in ideologlarından Şevket Süreyya Aydemir : “Türk inkılâbı güçlü bir fikir sistemi geliştirememiş, güçlü bir edebiyat yaratamamış, çaplı aydınlar, nazariyeciler, sanatçılar yetiştirememiştir”. (İnkılap ve Kadro, s. 11-28) diye itirafta bulunmuştur. Yine aynı şekilde Atatürkçü olan Niyazi Berkes, kendince ve kısmen de olsa, bu gerilemenin sebeplerini şöyle ifade etmiştir: “Türk devrimi, toplumdan, halkın kültüründen kopuk, yabancılaşmış bir okumuş yazmışlar, aydınlar sınıfı yarattığı için, aydınlar, topluma öncülük edecek büyük fikirler, eserler ortaya koyamadı. Aydınlar sadece devlete bağlı kaldı; topluma yabancılaştı. Bu yüzden sığlaştı.” (Türk Düşününde Batı Sorunu, Bilgi Yay., Ankara:1975, s.227-28) tespitini yapmıştır.
İşte bütün bunlar, eğitim, medya ve kültür programları kullanılmak suretiyle gerçekleştirilerek, çıkarcı, hazcı, egoist, cinselliği sapkınlık ölçülerinde tüketen, şiddeti, şehveti belirleyici kılan, başkalarının haklarına tecavüzü kendisi için hak sayan bir çürüme ve yozlaşma gençliği ve toplumu kuşatmış, niteliksiz, sığ ve bunalımlı nesillerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. İşte soruşturulan konuşmamda eleştirdiğim bu uygulama, “Cumhuriyet”in kurulmasından sonraki süreçlerde gerçekleştirilmiş ve Cumhuriyet anlayışı ile bağdaşmayan bir sapmadır. Ki biz bu yanlışlıkları yapanlara bile hakaret etmeyip sadece eleştirmiş bulunuyoruz. “Cumhuriyet”i dışlayıp aşağılayan, cumhuru edilgenleştirip sindiren, cumhurun hak ve özgürlüklerini yok edip köleleştiren faşist dayatmalara karşı, cumhurun hak ve özgürlüklerinin savunuculuğunu yapan, herkes için adalet ve özgürlük isteyen bir konuşma nasıl olur da “Cumhuriyeti aşağılama” iddiasıyla suçlanabilir? Kemalist oligarşinin, “Cumhuriyeti” yok sayarak yaptığı büyük zulümlere rağmen ve bu hukuksuzluklarından dolayı her türlü sert itirazı hak ettikleri halde, bu zulmün mağdurlarından birisi olarak, onlara bile hakaret etmeyip, üstelik özgürlükleri ve temel hakları içlerine sindirmeleri halinde, “ülkenin özgürleşmesi için barış içinde birlikte çalışma” teklifi yapmışken, “onların da haklarının güvencesi biz olmalıyız, onları da davetimizle kucaklamalıyız” denmişken, nasıl olur da hiç hedef almadığım “Cumhuriyet”i aşağılamakla suçlanabilirim?
Konuşmamda açıkça ifade ettiğim üzere, eleştirdiğim resmi ideolojiyi dayatarak, kendilerine iktidar ve rant sağlayan statükoyu korumaya çalışan ve eğitim sistemini de bu sınıfsal çıkarlarını korumada payandalık yapacak nesiller ve egemen sömürü düzenine itaatkâr vatandaşlar yetiştirmek için kullanan oligarşi, kimi sivil-asker bürokratlar ile halkın kaynaklarını talan ederek semirtilmiş büyük sermayedarlar tarafından oluşturulmaktadır. Bu sebeple, darbelere, çetelere ve anayasayı da, hukuku da ihlal eden oligarşik gücü oluşturan ve toplumdaki bütün kesimlere pek çok zulümler yapan bürokratik despot kadrolara eleştiriler yaptım. Sonuçta, sorgulanan konuşmamda “Cumhuriyet” adı altında sürdürülen bu despotizme itiraz edip, halkın köleleştirilmesine yol açan bu modern saltanata karşı çıkıp, tüm halk kesimlerinin hak ve özgürlüklerini savunarak, “Cumhuriyet” anlayışına en uygun davranışta bulunduğuma inanıyorum. Konuşmamda, Türkiye’de egemen kılınan bu askeri vesayet sisteminin kalkmasını, oligarşinin halka efendilik, sahiplik taslayamayacağını, bürokratların da, bu ülkenin sahibinin halk olduğunu ve kendilerinin ise maaşlarını halkın ödediği hizmet kadroları olduklarını kabul etmeleri gerektiğini vurguladım. Egemen bürokratik oligarşinin, “devlet iktidarı” ve “siyasi iktidar” ayrımı yaparak, halkın seçtiği yetkisiz “siyasi iktidar”ları vesayet altında tutmak suretiyle etkisizleştirmelerini, tekellerindeki “devlet iktidarı”nı halktan korumak için darbeler yapmalarını ve baskı politikaları uygulamalarını, hukuku ihlal etmelerini eleştirdim. Son 80 yılın neredeyse 2/3’ü darbeler, müdahaleler, muhtıralar, sıkıyönetim ve olağanüstü hallerle geçmiş bulunmaktadır. İşte bu şekilde ve diğer zamanlarda da MGK eliyle, halk ve ülke üzerinde vesayetini sürdürmüş ve böylece gerçek anlamda “Cumhuriyeti aşağılama”yı adet edinmiş oligarşinin, halk üzerindeki tahakkümüne ve hukuk ihlallerine karşı çıkıp, halkın/cumhurun özgürlüğünü ve kaderi üzerinde söz sahibi olmasını savunan bir konuşma nasıl olur da “Cumhuriyeti aşağılama” olarak nitelenebilir?
Aşağıdaki alıntılar konuşmamda yer almaktadır:
“Aslında Cumhuriyete geçildi dendiğinde Cumhuriyete geçilmemiştir. Cumhuriyet hiçbir zaman Türkiye sınırlarından içeriye girmemiş, lügatlardan dışarıya çıkmamıştır. Türkiye’de var olan sistem despotizmdir, oligarşik despotizmdir. Yani Osmanlıdan darbeyle devraldıkları saltanatı, oligarşik diktatörler sürdürmüşlerdir. Oligarşik diktatörlüğü kimler oluşturuyor. TSK kimi üst bürokratları, yargı üst bürokratları, TÜSİAD’cı besleme büyük sermaye, halkın sırtından aktarılan rantlarla oluşturulmuş büyük sermayedarlar sınıfı. Üniversitelere egemen, laik, ulusalcı, Kemalist kadrolar, kimi sarı sendikalar.” (sh. 2)
“TSK içerisinde söz sahibi olan –TSK bir milyonluk bir grup diyelim bunun içinde büyük çoğunluk halkın çocukları- ama bir avuç, oligarşinin öncülüğünü yapan darbeci asker bürokrat, TSK’nın da öncülüğünü yapmakta, aslında TSK’yı da baskı ve tahakküm altına almakta ve ne yapmaktadır, sermayedarları, onların elindeki medyayı kullanarak ve yargının içindeki kendi yandaşı kadroları seferber ederek, gerçekten de siyasete sürekli müdahale etmek, topluma çeki düzen vermeye yönelik Genelkurmay planları hazırlamaktadır.” (sh. 3)
Görüldüğü üzere, konuşmamda hiç kimseye hakaret ve aşağılama söz konusu olmadığı gibi, hukuksuzluk eleştirilerinde de devlet ve kurumları topyekün hedef alınmamış, devlet içinde yer alıp darbe, çete ve hukuksuzluklara bulaşan kadrolar eleştirilmiş, TSK ve yargı gibi kurumlar açısından da, sadece bu kurumlarda yer alıp keyfilik ve hukuksuzluklarıyla adaletsizlik yapan kadrolar eleştirilip, kendi kurumlarına da bizzat bunların zarar verdikleri ifade edilmiştir. Bu kurumlardaki ve devlet içindeki iyi niyetli, hukuktan ve insan haklarından yana kadroların varlığına ve bunların kurumlarını bu hukuksuzluklardan arındırmaya dair sorumluluklarına işaret edilmiştir.
“… darbeci olmayan, TSK’nın iyi niyetli, hukuktan yana, insan haklarından yana olan kesimine soralım.” (sh. 5)
“Maalesef yargı da içindeki iyilere rağmen, erdemliliği temsil edenlere rağmen, hukuka, insan haklarına saygılı olan kesime rağmen, maalesef böylesine “bizden mahkemeler”le, ideolojik tarafgirliklerle malul bir hale getirilmiştir.”( sh. 4)
“TSK ve Yargı başta olmak üzere üniversiteler, sendikalar, iş alemi ve medyada, hukuk ve insan hakları eksenli köklü bir değişim, bir yeniden yapılanma gündeme getirilmek zorundadır. Yani sistem içi görece bir özgürleşmeye ulaşabilmek için bile bütün bunların yapılması gerekir. Yani devlet yeniden, Kemalist resmi ideolojiden arındırılarak, militarizmin kuşatmasından kurtarılarak, bütün bu kurumlarıyla, yeniden hukuk eksenli, insan hakları eksenli bir yapılanmaya götürülmelidir. Askeri ve sivil eğitim resmi ideoloji ve militarizmin kuşatmasından kurtarılmalı ve yeni yetişen nesiller, özgürce, insan hakları ve hukuk eksenli bir eğitimden geçirilmelidir.” (sh. 5)
“TSK ve Yargı içindeki iyi niyetli, hukuktan ve insan haklarından ve halkın özgürleşmesinden yana olanlar ise, bu temizlenme, arınma ve yeniden yapılanma sürecine katkı sunmak için seferber olmalıdırlar.” ( sh. 5-6)
“Asker bürokratlara anayasal haddini bildirmeli ve bir daha çıkmamak üzere kışlalarına çekilmeleri sorumluluklarını anlatmalıyız. Yargı ve diğerlerine de, varlık sebepleri olan adalete ve hukuka sırt çevirmekten artık vazgeçmeleri gerektiğini, hukuka geri dönmeleri gerektiğini anlatmalıyız.” ( sh. 6-7)
Konuyla İlgili Bazı Yargı Kararları
– “TCK.nun 159. (Bugünkü 301.) maddesinde Devlet (Cumhuriyet) kavramı ve Devletin varlığını oluşturan ve madde sayılan kurumlar korunmuş olup bu kurumlarda yer alan kişi ya da kişilerin, grupların korunması açıklanmamıştır. Bazı kamu görevlilerinin de karıştığı ısrarla ileri sürülen “Susurluk Olayı”nın en çok gündemde olduğu dönemde, İnsan Hakları ………. İl Başkanı olan sanığın “Devletin mafyalaştığı, mafyanın devletleştiği bir ülkede… kaba kuvveti elinde tutanlar… ülkeyi yönetmektedirler… hak ihlalleri… kirli ve gizli, işler çeviren emniyet müdürleri, millet vekilleri, devlet yöneticileri, …. Türkiye bir Latin Amerika Ülkesi oldu.. güvenlik güçleri… toplumun güvenliğini tehdit etmektedir… faili meçhullerin faili devlettir… siyasi cinayetin gerisinde kontrgerilla örgütü vardır” gibi sözleri, yazdığı basın bildirisinde devletin varlığını oluşturan kurumlardaki kişilerin durumlarını vurgulamakta olan suç kastı taşımadığından beraatına karar verilmesi doğrudur.”
Yargıtay Dokuzuncu Ceza Dairesi’nce, 5.2.1998 gün ve 6246/331 sayı ile; “Suça konu basın açıklaması bütün olarak ele alınıp incelendiğinde; ana teması itibariyle bir kısım yönetici ve görevlilerinin kirli ve gizli işlerle uğraştıklarının vurgulandığı, ağır eleştiri niteliğinde olduğu, Cumhuriyeti tahkir ve tezyif özel kastını taşımadığı bu nedenle de atılı suçun unsurları yönünden oluşmadığı gözetilmeden, sanığın beraatı yerine mahkumiyetine karar verilmesi” isabetsizliğinden hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
Yargıtay C. Başsavcılığı ile mahkeme arasındaki uyuşmazlık Yargıtay Ceza Genel Kurulunda kara bağlanmıştır. Özel Daire ile Yargıtay C.Başsavcılığı arasındaki uyuşmazlık, sanığa isnad olunan suçun yasal unsurları itibariyle oluşup oluşmadığına ilişkindir. Maddede Devlet organizasyonu içersinde TBMM., Hükümet, Bakanlıklar, askeri veya emniyet kuvvetleri ve adliye ayrı ayrı belirtildiğine ve bunların her birine vâkı tahkir ve tezyif suç sayıldığına göre bunları tümünü oluşturan “Devlet’e karşı tahkir ve tezyifin suç oluşturmadığını kabul mümkün değildir. Ancak bu hüküm ile Devlet kavramı ve Devletin varlığını oluşturan ve maddede sayılan kurumlar korunmuş olup bu kurumlarda yer alan kişi veya kişilerin ya da grupların korunması amaçlanmamıştır. Suçun maddi öğesi, maddede belirtilen kavramların varsayılan tüzelkişiliklerine yönelik, onları aşağılayan ve küçük düşüren hareketlerdir. Manevi öğesi ise tahkir ve tezyif kastıyla hareket edilmesidir.
T.C. YARGITAY Ceza Genel Kurulu Kararı, E:1998/9-70, K:1998/156, T:05.05.1998: “Devletin yönetim kademesinde bulunan bir kısım kişilerin kirli ve gizli işlerle uğraştıkları, hak ihlallerinde bulundukları, bu nedenle toplumda meydana gelen kirlenmenin can güvenliğini tehdit ettiği ve bu duruma karşı demokratik yollardan mücadele edilmesi gerektiği düşüncesinin işlendiği görülmektedir. Söz konusu basın açıklamasının yapıldığı dönemde, “Susurluk olayı” olarak adlandırılan ve içinde bazı kamu görevlilerinin de karıştığı ısrarla ileri sürülen olay nedeniyle gerek yazılı gerekse görsel basında yer alan haberler ve oluşan kamuoyu nazara alındığında sanık tarafından bu olay nedeniyle ortaya çıkan gelişmelerin ağır bir şekilde eleştirildiği açıklıkla anlaşılmaktadır. Görüldüğü gibi sanık, sözkonusu basın açıklaması ile Devletin varlığını oluşturan kurumların içinde bulunan bazı kişilerin durumlarını vurgulamakta, Cumhuriyeti tahkir ve tezyif kastını taşımamaktadır. Bu itibarla Özel Dairenin çoğunluk görüşü yerinde olduğundan, Yargıtay C. Başsavcılığının itirazının reddine karar verilmelidir.”
– “Akıntıya Karşı Yazılar” adlı kitapta “cumhuriyeti ve devletin askeri kuvvetlerini alenen tahkir ve tezyif etme” suçunu işlediği iddiasıyla yargılanan yazar Doç. Dr. Fikret Başkaya beraat etti. Fikret Başkaya’nın kitabında yer alan ve suçlanan ifadeler şunlardı: “24. Sayfasında “…Sivas katliamı…, bugüne kadar olduğu gibi düpedüz devletçe örgütlenmiş bir katliamdır...”, 25. sayfasında “… Asıl söz konusu olan işkence cumhuriyetidir...”, 97. sayfasında “… Ülkeyi kurtarmak üzere gelen generallerin işkenceci iktidarı da bunlara dahildir, Türkiye’de işkence sadece askeri rejimlere özgü bir şey değildir. Bizatihi devlet işkenceci bir devlettir. Siyaset bilimi literatüründe işkenceci bir devlet diye bir kavram vardır…”. İşte bu tür sözlere yer vermek suretiyle TCK. 159. maddesinde tanımlanan suçun işlendiği iddiasıyla açılan davada mahkeme “iş bu madde gereğince cezalandırılma istemiyle sanıklar hakkında mahkememize bu kamu davası açılmış ise de; Suça konu yazılar, iddia ve savunmalar doğrultusunda yasa, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 2004/8 -130 Esas 206 Karar sayılı kararı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce verilen örnek kararlar ile birlikte değerlendirildiğinde; Yazının ifade özgürlüğü kapsamında eleştiri sınırları içerisinde kaleme alındığı, atılı suçun yasal unsurlarının oluşmadığı hususunda tam kanaat hasıl olmakla, Sanık Fikret Başkaya’nın atılı suçtan beraatine karar verilmesi cihetine gidilmiştir” hükmünü vermiştir. Ve bu karar kesinleşmiştir. (T.C. ANKARA 2. ASLİYE CEZA MAHKEMESİ, DOSYA NO : 2004/921, KARAR NO: 2005/69, C SAVCILIĞI ESAS NO: 2003/142)
– AİHM Kararlarında İfade Özgürlüğünü Sınırlandırmanın Denetimi
İfade özgürlüğü konusunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi; Handyside/ Birleşik Krallık davasında ifade özgürlüğünün kapsamında olan fikirler hakkında yeni ve geniş bir açılım ortaya koymuştur. Handysiden Kararı’nda özetle: “…ifade özgürlüğü toplumda beğeni ve hoşgörü ile karşılanan düşünceler için değil aynı zamanda halkın bir kesimini rahatsız eden, şoka uğratan bilgi ve fikirleri de kapsadığı”ndan bahisle, bu şekilde ifade edilen düşüncelerin özgürlük kapsamında olduğu belirtilmiştir. Bu gerekçeden hareketle, ifade özgürlüğü sadece onaylanan veya incitici olmayan görüş ve bilgilerin açıklanmasını değil aynı zamanda, inciten, şok eden rahatsızlık veren, düşüncelerin açıklanmasını da içermektedir. AİHM Türkiye ile ilgili olarak yapılan başvuruların bir çoğunun karara bağlanmasında, Türkiye aleyhinde verilmiş olan ihlal kararlarında geliştirdiği ilkeleri argüman olarak kullanmaktadır.
– AİHM’nin Castells/ İspanya Kararında ortaya konulduğu gibi: “siyasi otoriteye ilişkin eleştiriler sert bile olsa, siyasi çoğulculuğun ve kanaat çoğulculuğunun bir parçasıdır”. (KARAGÖZ Kasım: İfade Özgürlüğü ve İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarında Sınırlandırılması Sorunu.Yayınlanmamış Doktora Tezi.2004 Ankara, Y.Ö.K DÖK. MERKEZİ, s. 326) AİHM, diğer bazı kararlarda ise; Aksoy/Türkiye: Şiddete başvurma, silahlı direniş veya bir başkaldırının teşvikinin söz konusu olmayan ve kamuoyunun bilgilendirilmesi amacı taşıyan ifadelerin ifade özgürlüğü kapsamında olduğu, Sürek ve Özdemir/ Türkiye: … bir mülakatın devlet politikasına ciddi eleştiriler getiriyor olması ve ülkenin bir bölümündeki problemin kaynağı veya sorumluları hakkında tek taraflı görüşler aktarıyor olması sebebiyle, ifade özgürlüğüne müdahale edilmesinin meşru amacının olmadığı, Arslan/ Türkiye: Düşmanca bir üslupla kaleme alınmış olmakla birlikte, halkı şiddete ve silahlı direnişe, ayaklanmaya teşvik olmadığı sürece ifadenin sırf düşmanca bir üslup taşıdığı gerekçesiyle cezalandırılamayacağı, düşmanca kaleme alınan ifadelerin ulaştığı insan kitlesi nazara alındığında toplumun büyük kesimi etkileme imkanı olmadığından, ulusal güvenlik ve kamu düzeni bakımında tehlike oluşturmayacağı, Ceylan/ Türkiye: Şiddet övülmediği, silahlı mücadeleye ve ayaklanmaya teşvik olmadığı müddetçe ifadelerin saldırgan nitelik taşıdığı gerekçesiyle müdahalenin hukuki olarak nitelendirilemeyeceği, Başkaya ve Okçuoğlu/ Türkiye: Şiddete teşvik söz konusu olmadığı, şiddete çağrı anlamında anlatım tarzı benimsenmedikçe devletin resmi politikasının eleştirilebileceği, Polat/Türkiye: Şiddet övülmediği, silahlı mücadeleye ve ayaklanmaya teşvik olmadığı müddetçe, ifadelerin düşmanca bir üslupla kaleme alınabileceği, düşmanca kaleme alınan ifadelerin medya aracılığı ile açıklanmamış olması sebebiyle ulaştığı insan kitlesi nazara alındığında toplumun büyük kesimini etkileme imkanı olmadığından, ulusal güvenlik ve kamu düzeni açısından tehlike oluşturmayacağı, kararını vermiştir. (Fatih Birtek, “İfade Özgürlüğü ve TCK’nun 301. maddesinin Bu Kavram Işığında Değerlendirilmesi”, 624 İstanbul Barosu Dergisi, Cilt: 81, Sayı: 2, Yıl: 2007)
“Düşünce Özgürlüğü”ne Dair Kimi Tespitler
TCK 301. maddesinin son fıkrası da, “(4) Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz.” hükmüyle, eleştiri amaçlı düşünce açıklamalarını güvence altına almayı hedeflemiştir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun hazırlanmasında baş aktörlerden biri olan Doç. Dr. İzzet Özgenç de, “Türk Ceza Kanunu’nun Gazi Şerhi- Genel Hükümler” adlı kitabında TCK 301 ile ilgili şu açıklamayı yapmaktadır:
“TBMM Genel Kurulu’nda madde hakkında yapılan görüşmeler sırasında, iktidar ve ana muhalefet partisine mensup milletvekilleri tarafından bir değişiklik önergesi verilmiştir. Bu önerge üzerine, Meclis’te grubu bulunan iki siyasi partinin uzlaşmasıyla, madde son şekliyle kabul edilmiştir. Bu değişiklik önergesinde maddenin birinci paragrafında tanımlanan suçun karşılığında öngörülen hapis cezasının alt sınırı bir yıldan altı aya indirilmiş ve maddeye dördüncü fıkra olarak yeni bir fıkra eklenmiştir. Bu değişikliğin gerekçesi, önerge metninde şu şekilde ifade edilmiştir: “Eleştiri hakkı Anayasa’da güvence altına alınan ifade özgürlüğünün doğal bir parçası olup, kişilerin bu hakkı kullanmaları sonucu ortaya koydukları düşüncelerin suç oluşturmayacağı açıktır. Yargıtay ve Avrupa insan Hakları Mahkemesi’nin kararlarında da belirtildiği üzere, ağır, sert veya incitici nitelikte de olsa, eleştiri hakkı kullanıldığında kişiye yaptırım uygulanamayacağı, çoğulcu demokrasinin vaz geçilmez bir gereğidir. Kuşkusuz ki, eleştiri hakkının kullunıldığı bütün hallerde suç oluşmayacağı; diğer bir deyişle, söz konusu hakkın, sadece bu maddedeki suçlar yönünden değil, tüm suçlar için geçerli olduğu açıktır. Nitekim tasarının 26. maddesinde de “hakkını kullanan kimseye ceza verilemeyeceği” öngörülerek, eleştiri hakkı da dahil olmak üzere bu konuda genel bir hüküm bulunmaktadır. Ancak, 30.7.2003 tarihli ve 4963 sayılı Kanun’la 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 159. maddesine eklenen son fıkrasına, Tasarıda yer verilmemesinin yanlış anlamalara ve uygulamalara neden olabileceği düşünülerek, maddeye bu hususun dördüncü fıkra olarak açıkça yazılması gerekmiştir.” (Ayrıca bu konuda 16 Eylül 2004 tarihli TBMM Tutanaklarına bakılabilir).
Diğer yandan, Türk Ceza Kanunu’nun 26/1. maddesi “Hakkını kullanan kimseye ceza verilmez” hükmünü içermektedir. Bizim eleştirel düşünce açıklamalarımızın amacının, hakaret ve aşağılamayı değil, ıslah ve iyileştirmeyi, adil ve özgürlükçü bir sistemin gerçekleştirilmesine katkıda bulunmayı hedeflediği açık olup, yapılan eleştirilerden sonra, adil ve herkes için özgürlük talep eden öneriler ortaya koymuş olmamız da bunun bir başka kanıtını teşkil etmektedir. Eleştiri hakkının kullanılmasından ibaret olan konuşmamızda, suçun manevi unsuru olan kasıt da yoktur, TCK 301’deki suçlamaya mesnet teşkil edecek somut aşağılama ya da TCK 216’daki suçu oluşturacak “kin ve düşmanlığa tahrik” ifadeleri de yoktur. Ayrıca, Türk Ceza Kanunu’nun “Ceza Kanununun Amacı” başlıklı 1. maddesinde; “Ceza kanunun amacı; kişi hak ve özgürlüklerini, … korumak …..” olduğu hükmüne yer verilmiştir. İdare ise, yaptığı suç duyurusu ile doğrudan hak ve özgürlüklerimizi kullanmamızın cezalandırılmasını isteyerek, kanunun amacına aykırı bir yönlendirme çabası içine girmiştir.
Öğretide, uluslararası sözleşmelerde, hukukta genel kabul gören anlayış da, TCK 301’de zikredilen kurumları korumanın, kamusal eleştiriyi daraltıcı ve düşünce özgürlüğünü yok edici bir noktaya götürülmemesi gerektiğine vurgu yapmaktadır. Özellikle üzerinde durulan ve mutlaka dikkate alınması gerektiği vurgulanan bir husus da, bu kurumlara yönelik eleştirilerin, doğası gereği özellikle sert bir biçimde dile getirilebilirliğinin gözden uzak tutulmamasıdır. (Sancar Türkan, Alenen Tahkir ve Tezyif Suçları, Ankara-2004, sh. 214) Yargıtay bir başka kararında şu noktalara değinmiştir: “ifade özgürlüğünün çoğunluk gibi düşünmeme, kurulu düzeni sorgulama ve eleştirme hakkını da kapsadığını belirmiştir. Sarsıcı nitelikte, çoğunluğu kızdıran ve tartışmaya yönelten fikirler de ifade özgürlüğü kapsamındadır”. (Sancar Türkan, sh. 218)
Düşünceyi ifade özgürlüğü önündeki engellerle ilgili olarak akademisyenlerce yapılan bazı tespitler de şunlardır: “Bireyin değil, devletin ön planda olduğu ve kutsal sayıldığı bu rejimler, resmi ideolojiye dayanan ve bunun dışındaki fikirlere hayat hakkı tanımayan rejimlerdir.” [Tanör, Bülent, Siyasi Düşünce Hürriyeti, shf.44-47] “Resmi ideoloji, başta ilim hayatı olmak üzere her alanın denetiminde kullanıldığından, çoğulculuk yadsınır ve düşünce dünyasına aktif müdahalelerde bulunulur.”[Erdoğan, Mustafa, “Rejim sorunu”, Vadi Yayınları, 1997, shf. 125] Müdahalelerin temel gerekçesi, her şeyden önce kişinin rasyonel bir varlık değil, kendisine yön verilmeye muhtaç biri olarak algılanmasıdır. Gerçeğin ya da doğrunun tespiti yöneticilerin tekelinde görüldüğünden, farklı olmaya ve düşünmeye izin verilmez. Farklı fikirlerin öne sürülmesi, toplum düzenine bir tehdit olarak değerlendirilir.”[Sunay, Reyhan, İfade Hürriyetinin Muhtevası ve Sınırları, LDT, 2001, Ankara, shf.18]
“Gerçekte, farklı düşünmek ve farklı fikirleri öne sürmek serbest fikir akışının sağlandığı, halkın haber ve bilgilere serbestçe ulaşabildiği bir ortamda mümkündür. Oysa antidemokratik rejimlerde halkın haber alma kanalları tek bir çizgide yönlendirildiğinden, sadece belli dogmaların ezberlenmesi söz konusudur. Dolayısıyla halkın haber alma ve bilme hakkının yerini, bu rejimlerde tespit edilene inanma hakkı almıştır. Böyle olunca, fikirlerin hükümet politikalarına şekil vermek ya da onları düzeltmek gibi bir fonksiyonları yoktur. Esas itibariyle ifade hürriyeti, sadece yöneticiler için bir haktır. Toplumun geri kalanı için ifade hürriyeti, devlete karşı ileri sürülebilecek bir hürriyet değildir. Yalnızca rejimin savunulması ve geliştirilmesi için kullanılabilir. Bu tür siyasi rejimlerin dayandığı temel felsefe pozitivizm olup, kaynağında gerçeğin ve doğrunun önceden tespiti ve değiştirilemezliği ilkesi bulunmaktadır. Siyasi alanın ayrıcalıklı bir seçkinler zümresinin tekeline alınması yanında, toplumsal alanların denetlenmesi için harcanan çabaların nihai amacı, toplumu belirli bir kalıba sokmak ve bireyleri her bakımdan standartlaştırmaktır. Tek sesliliğin hakim olduğu bu rejimler pozitivist felsefenin sonucu olarak fikir suçunu bünyelerinde taşımaktadırlar. Rejimi ve ideolojiyi eleştiren fikirler cebir ve şiddet içermese ve eyleme geçmese de suç sayılmaktadır.” [Sunay, Reyhan, İfade Hürriyetinin Muhtevası ve Sınırları, LDT, 2001, Ankara, shf.19]
Sonuç
Yukarıda zikredilen beraatla sonuçlanmış yargı kararlarının verildiği değişik basın açıklamalarında, “devletçe örgütlenmiş bir katliam...”, “…işkence cumhuriyeti...”, “…generallerin işkenceci iktidarı… Bizatihi devlet işkenceci bir devlettir.” “Devletin mafyalaştığı, mafyanın devletleştiği…”, “kaba kuvveti ve yetkiyi elinde tutanlar kendi koydukları kanunlarla ülkeyi yönetmektedirler..”, “Toplumun güvenliğinden sorumlu güvenlik güçleri bizzat toplumun güvenliğini tehdit etmektedir…”, “Faili meçhullerin faili devlettir” gibi ifadeler yer almasına rağmen, gerek mahkemeler, gerekse Yargıtay bu tür ifadelerin devleti yada askeri teşkilatını aşağılama sayılamayacağını, çünkü, “Devletin varlığını oluşturan kurumların içinde bulunan bazı kişilerin durumlarının ağır bir dille eleştirildiği, Cumhuriyeti tahkir ve tezyif kastı taşımadığı” tespiti yaparak beraat kararları vermişlerdir. Bu kararlarda, “301. madde hükmü ile Devlet kavramı ve Devletin varlığını oluşturan ve maddede sayılan kurumlar korunmuş olup, bu kurumlarda yer alan kişi veya kişilerin ya da grupların korunması amaçlanmamıştır. Suçun maddi öğesi, maddede belirtilen kavramların varsayılan tüzel kişiliklerine yönelik, onları aşağılayan ve küçük düşüren hareketlerdir. Manevi öğesi ise tahkir ve tezyif kastıyla hareket edilmesidir” denilmiştir.
28 Şubat 2009 günü bizim yaptığımız basın açıklamasında ve yaptığım konuşmada ise, hakkımız olduğu halde bu örneklerdeki gibi ağır bir eleştiri bile devlete, kurumlarına ve kadrolarına yöneltilmemiş, tabii ki bir aşağılama da asla söz konusu olmamış, sadece sistemin uyguladığı baskılara, yasaklara, darbe ve çete hukuksuzluklarına ve doğrudan bunarlı yapan kadrolara eleştiriler yapılmıştır. Farklı din, ırk ve bölgeden halk kesimlerini birbirine karşı kin ve düşmanlığa tahrik etmek fiili işlenmediği gibi, tam tersine herkes için adalet ve özgürlük talep edilmiş, bütün toplumsal kesimlerin barış içinde, kin ve düşmanlıktan uzak bir biçimde iyi komşuluk ilişkileri içinde, kimse kimseye din ve ideoloji dayatmadan ve şiddete başvurmadan, adalet ve özgürlük ortamında, bir arada özgürce yaşamaları savunulmuştur.
Düşünce özgürlüğü ile ilgili olarak, gerek uluslar arası sözleşmelerde, gerek AİHM kararlarında ve gerekse Yargıtay kararlarında yer verilen; “İfade özgürlüğü, sadece hoşa giden ya da insanları incitmeyen veya önemsenmeyen “bilgi” ve “düşünceler” için değil, aynı zamanda Devleti veya toplumun herhangi bir kesimini inciten, şok eden veya rahatsız eden bilgi ve düşünceler için de geçerlidir.” hükmü, dikkate alındığında, yaptığımız açıklama ve konuşmada, devleti ve toplumun herhangi bir kesimini inciten, şoke eden veya rahatsız eden bir muhteva bile olsaydı, yine de düşünce ve ifade özgürlüğü hudutları içinde kabul edilmesi ve asla suçlanmaması gerekiyordu.Bizim konuşmamızın ise, yukarıda da ifade edildiği üzere, dikkatle ve önyargısız okunduğunda, böylesine şok edici, incitici bir içeriğe bile sahip bulunmadığı, sadece darbeci, çeteci kadroların hukuksuzluklarının eleştirildiği, herkesin özgür olmasının, adaletle muamele görmesinin ve hiçbir halk kesiminin hakaret, zulüm, baskı ve yasağa muhatap kılınmamasının talep edildiği, savunulduğu görülecektir. Tam tersine, farklı halk kesimlerini birbirine karşı kin ve düşmanlığa tahrik eden politikalar ve bu amaçla provakasyonlar yapan derin çete faaliyetleri eleştirilmiş, bütün halk kesimlerinin adil ve özgür zeminlerde, kin ve düşmanlığa yer vermeksizin barış içinde bir arada yaşamaları gereği vurgulanmıştır.
İnşallah bir sonraki yazıda 5816 sayılı yasa çerçevesindeki değerlendirmeyi ele alacağız.
Share on:
WhatsApp