Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Makale / İdeolojik Yargı

İdeolojik Yargı

İdeolojik, tarafgir, keyfi yargı; bir ârâz mı, yoksa
tarihi arka plana uygun doğal bir sonuç mu?
Şüphesiz, yargı sisteminin bu derece siyasallaştığı, yargıç ve savcıların büyük çoğunluğunu, en fazla etkileyen ve yönlendiren şeyin hukuk ve kanunlar yerine resmi ideoloji olduğu böyle başka bir ülkeye yer yüzünde rastlamak, herhalde mümkün değildir. Türkiye’de, “hukukun üstünlüğü” yerine “üstünlerin hukuku”nun egemen kılındığı, güçlünün haklı sayıldığı, “köpeklerin salıverilip taşların bağlandığı”, haksızlık, zulüm ve keyfiliklere hukuk kılıfının kolaylıkla geçirildiği, hukukun gukuk haline dönüştürüldüğü ve derin güçlerin güdümünde “Yargıç Hakimiyeti”nin tesis edildiği, bu sebeple parlamento çoğunluğunu teşkil eden iktidar partisi millet vekillerinin bile, haklı olarak, yargıya güvenmediklerini açıkladığı, yargı kurumlarının en tepesinde görev yapanların dahi sürekli bağımsız olmadıklarına vurgu yapma ihtiyacı duydukları, “vicdan ile cüzdan” edebiyatının en çok yargı hakkında yapıldığı, yargının askeri birifinglerle yönlendirildiği, askeri vesayet rejiminin demokrasi diye yutturulduğu, hukuk devleti olmak bir yana kanun devleti bile olunamayan, gerçekten emsalsiz bir sistemin varlığı, kanaatimce büyük bir çoğunluk tarafından yaşanarak tespit edilen bir husutur. Bütün bunlara rağmen, tabii ki, az da olsa, hâlâ hiç olmazsa kendi kanunlarına sadakat gösteren erdemli yargıçların varlığını ve mevcut kanunlar çerçevesinde objektif kararlar verdiklerini de ifade edelim. Ancak bu, son derece istisnai bir durum olup, özellikle sisteme ve resmi ideolojiye, şu veya bu sebeple, şu veya bu oranda muhalif olan kesimlere, özellikle de Müslümanlara ve “devrimci sol” diye nitelendirilebilecek kesime yönelik, siyasi ve ideolojik davalarda, yukarıda bahsedilen, ideolojik ve adalettten uzak bir yargı sürecinin varlığı, inkar edilemeyecek bir büyük sorun olarak ortada durmaktadır. İşte bu halin ortaya çıkmasına yol açan arkaplan, aslında nasıl düzeltileceğinin ip uçlarını da içinde taşımaktadır. Yargının bağımsız ve güvenilir olmamasının gerçek sebebini doğru tespit edip, doğru çözümler üretebilmek için, Kemalist sistemin seksen yılını bir bütün olarak değerlendirip, meslenin bu arka planını doğru okumak gerekmektedir.

Kemalist sistemin halka karşı savaşı

Laik Kemalist sistem; Müslüman bir halka, zorbaca yöntemlerle batının kültür ve yaşam tarzının kabul ettirilmesine yönelik, çoğu modası geçmiş, tükenmiş ve taklide dayalı bir kısım ilke ve “inkılâplar”dan ibarettir. Bu, sözüm ona “devrimler”; halka rağmen ve halka karşı, iktidarlarını sağlamlaştırmak isteyen batıcı kadroların, hevalarını tatmin etmek yanında, emperyalistleri de razı etmek, onlara yaranmak ve onların desteğini almak için yapıldığı halde, üstelik bir de halk adına ve halk için yapıldıkları iddia edilebilmiştir. Bu sebeple, “halka rağmen halkçılık” aldatmasıyla, halkla ve halkın diniyle savaşan sisteme ve egemen “tek parti”sine tutarsızlıkla “halkçı” niteliği yakıştırılmaya çalışılmıştır. Halbuki, Afet İnan’ın, Mustafa Kemal’den aynen aktardığını ifade ettiği “inkılâp” tanımına göre; “ inkılâp, Türk ulusunu geri bırakmış mevcut müesseleri yıkmak, zorla değiştirmek demektir.” şeklinde tanımlanmıştır. Bu yaklaşımın sonucunda, Kemalist kadrolarca gerilik sebebi olarak görülen, halkın dini, kültürü, kimliği yıkılarak, yerine, zor kullanılarak batı kültürü yerleştirilmek istenmiştir.

İttihatçılardan arta kalan Kemalist kadrolar, neyi ne için yaptıklarının bilincinde oldukları ve halka karşı zulümlerini çok iyi bildikleri için, İsmet İnönü’nün daha başlangıçta ifade ve itiraf ettiği gibi, halkı hep “düşman” bellemişlerdir. İktidarı elegeçirdikleri ikinci meşrutiyet sürecinde, batılılarla işbirliği halinde, on yılda koca imparatorluğu tasfiye eden, Anadolu’yu da işgalcilerin istilasına terk eden, batı hayranlığını, batılı yaşam tarzını esas alarak, halktan ve İslam’dan kopmuş, pozitivizmi benimsemiş ve bütün bu sebeplerle de, haklı olarak halkın hiç sevmediği bir konumda bulunan, ittihatçı artığı batıcı subaylara yönelik olarak, Bursa’da yaptığı hitabında, (1919 yılında) İsmet İnönü; “halk da düşmanınızdır” uyarısında bulunmuştu. Batı taklitçiliği ile kendi öz kültür ve medeniyetlerine, halkın dini İslama ve İslami kimliğine savaş açanlar, sistemlerini korumaya yönelik tedbirlerini de, arkalarını yasladıkları emperyalistlere karşı değil, hep halka karşı almışlar ve kendi halklarına karşı hep teyakkuz halinde bulunmuşlardır. Montesquieu’nün “Azgelişmiş ülkeler ordularının işgali altındadırlar” sözünü doğrulatırcasına, Kemalist sistem de aynı temel yöntemi koruyarak, yine halktan ve halkın dininden, kültüründen soyutlanmış batıcı bir ordunun güdümü altında vandal bir değişim ve batılılaşma yolu izleyerek, batı değerlerini, seküler kültürünü, hatta giyim ve kuşamını bile halka zorbalıkla dayatmıştır. Bu sebeple, egemen kılınan resmi ideolojiden başka din ve düşünceye hayat hakkı tanınmamış, halkın din ve kültürüne düşman sistem, batıcı ordunun güvencesi altında halka karşı koruma altına alınmıştır. Kurdukları bu geri ve ilkel sistemin her an çökebileceği ve halkın özgür olması halinde yeniden köklerine, kendi din ve kütürüne dönebileceği korkusuyla, şiddete tapan paranoyakça politikalar izlenmiştir. Böylece, resmi ideolojiye aykırı düşüncelere, hak, adalet ve özgürlüklere, insanın onuruna ve insani erdemlere, sonuçta kendi halkına düşman bir “frankeştayn” sistemi doğmuştur.

Pek çok aydın ve akademisyen de, Kemalizmi baskıcı bir despotizm, halk ve din düşmanlığı ve batıya yaranma sistemi olarak tanımlamaktadır. Ali Fuat Başgil’e göre; “Kemalizm, oligarşik bir iktidar, tahakküm ve geri bir otoriterizm, bir şeflik rejimi, bir din ve maneviyet düşmanlığıdır….” (Nakleden Bülent Tanör-Kurtuluş). Mete Tunçay’a göre de “laiklik, kültürel planda bir batı öykünmeciliği ya da batıya yaranma gayretidir. Halktan farklılaşma çabası ve jakobenizmin kaçınılmaz sonucudur.” (Tek Parti Yönetimi)

İşte bu nitelikleri artık aklı başında, özgür düşünebilen herkes tarafından da açıkça ifade edilen Kemalist diktatörlük, kendini halka rağmen ayakta tutabilmek için sürekli ( bazen M.Kemali bile aşacak derecede) kan dökmüş, tabiri caizse kanla beslenmiştir. Nitekim, Mustafa Kemal de, 22 Ocak 1923’te Bursa’da yaptığı bir konuşmada açıkça bunu ifade etmekten çekinmemiştir. Bu konuşmasında, “Kan ile yapılan inkılaplar daha muhkem olur, kansız inkılap ebedileştirilemez.” diyen Mustafa Kemal’in kadrosu, gereğini yerine getirerek, dinini ve kimliğini zorla değiştirmeye kalkıştığı halkın göstereceği haklı ve doğal tepkileri engelleyebilmek amacıyla, bir kısmı da kendilerinin provakasyonu olan olayları ve tepkileri bahane ederek, “kurtarmayan savaş”ta ölenlerin çok üzerine çıkan sayılarda masum insanın kanını haksız yere dökmek için, üstelik sadistçe hazlar da duyarak yarışmışlardır. Çünkü “Tek Adam”, kan dökmenin gereğine ve önemine vurgu yaptıktan, “İkinci Adam” ise, “Halk düşmanınızdır” diye hedef belirledikten sonra, “kullarına” düşen, bu “ilah”lar adına ve onlara tam bir itaatla, ancak çoğu kere onların muradını da aşacak şekilde, halkın kanını dökmek olmuştur. Bu yüzden Harbiye marşını yazan bile kendini tutamayarak, bu “kutsal kan dökücülüğe” atıfta bulunmuş, sistemin bu kanların üzerinde inşa edildiğini vurgulamış ve Harbiye Marşında, “Kanla irfanla kurduk biz bu cumhuriyeti” denilmiştir. Evet doğru, kanla kurmuşlardı bu “cumhuriyeti”. Kör taklidin esas alındığı, özgür düşüncenin yasaklandığı yerde “irfan” barınamayacağı için, aslında “irfan”dan uzakta kurulan sistemlerini, ancak kan dökerek ayakta tutabileceklerini düşünmüşler ve buna göre davranmışlardı. Batı kültür ve değerlerini dayatan “inkılaplar”ı benimsemeyen, kendi öz kimlik, kültür ve dinine bağlı kalmak isteyen ve zorla değiştirilmeye razı olmayan, onurlu binlerce Müslümanın kanıyla sulayıp, “daha muhkem” hale getirmek istemişlerdi, kör taklide dayalı “inkılaplarını”.

Kemalist sistemin sopa politikasında
yargıya biçilen rol

Kemalist sistem, kanuna dayalı ya da kanun dışı keyfiliklerine, yalancı da olsa “meşruiyet” kılıfı geçirmek ihtiyacıyla, zulme dayalı sopa politikalarını uygulamada, muhaliflerini tasfiye etmek, halkı korkutup sindirerek, haklı tepkilerin önünü kesmek ve sistemini oturtmak için, “faili meçhul cinayetler”e ilaveten, faili belli cinayetleri gerçekleştirmek üzere, genelde yargıyı kullanmak yoluna gitmiştir. Bu sebeple Türkiye’de yargı erki, başından beri, egemen resmi ideolojinin emrinde ve elinde bir sopa, mazlum kitleleri, “terbiye” edip resmi ideolojiye göre hizaya sokmak için bir kırbaç olarak kullanılagelmiştir. Halkın, özellikle de resmi ideolojiye en aykırı noktada duran Müslümanların tepesinde “Demoklesin kılıcı” olarak sallandırılarak, askeri vesayetle yönlendirilen bir “yargıç tahakkümü” ya da “yargıç despotizmi” oluşmuştur. Öyle zamanlar olmuştur ki, yargıçların önemli bir kesimini sistemin kanunları bile bağlamaz hale gelmiş, çoğunluk yargıçlar, resmi ideoloji bağnazlığından kaynaklanan önyargılarını, kanunları aşan bir inisiyatifle karar haline dönüştürebilmişlerdir. Bu hal, sistemin temel tercihlerinden kaynaklanmakta ve aslında yargı bu haliyle, kuruluştan itibaren, hukukun öngördüğü yerde değil de, Kemalist sistemin istediği yerde durmaktadır. Yani yargının çok şikayet edilen “ideolojik bağımlılığı”, “güvenilir olmaması” ve “keyfiliği”, bir araz ve bozulma sonucu ortaya çıkan bir sapma olmayıp, tam tersine egemen oligarşinin öyle dizayn ettiği, başından beri öyle planladığı doğal bir sonuçtur. Kemalizmle ilgili inceleme ve araştırmalarıyla tanınan Levent Köker’in tespiti de bu paraleldedir; “Kemalizm: İnkılâpların korunması amacıyla ve somut şartların gerekleri çerçevesinde, hukuk devleti ilkesinin göz ardı edilebileceğini öngörmektedir.” Yani laik kemalist sistem hukuka değil, diktatörlüğe, keyfiliğe endekslenmiş bir sistemdir. Kemalist eğitim siteminin hedefi de, “tek tip” adam yetiştirmek için, fıtratları ve şahsiyetleri örseleyen materyalist eğitim programlarında, zihinleri işgale yönelik resmi ideolojik beyin yıkamayla, bu amaca uygun resmi ideoloji bağımlısı yargıçlar yetiştirmek olmuştur. Bu sebeple, yargıya bu adaletsiz konumu biçen kemalist sistem değişmeden ve yeni yargıçlar, “insan hak ve özgürlüklerini korumayı, adaleti ikame etmeyi ve insanın onurunu ve fıtratını koruyup istikamet üzere tekamül ettirmeyi” eksenine alan; resmi ideolojinin, pozitivizmin, materyalizmin, ateizmin tasallutundan arınmış bir eğitim sisteminde ve fıtratın getirdiği erdemleri, insani şahsiyetleri koruyan özgür ortamlarda eğitilmeden, yargı erkinin, her zaman var olagelen istisnalar haricinde, bir bütün olarak, hak ve hukuk eksenli, adil ve güvenilir bir hale gelmesi imkansızdır.

Bu halin arka planındaki gerçek, Hak’tan ve halktan kopmak,
üstelik yanlış bir Avrupa’yı taklit etmektir 

Hak’ka ve halka savaş açarak, Avrupa’yı taklide kalkanlar, nedense, hiç olmazsa insan hakları alanında görece de olsa mesafe kat etmiş “çağdaş” Avrupa’yı değil de, “giyotin”in acımasızca işeleyip, düşünenlerin, özgürlük isteyenlerin kafalarını kopardığı, “engizisyon” zulmünü ve koyu karanlığı ifade eden “Orta Çağ Avrupası”nı taklit edivermişlerdi. Despot “Roma Kilisesi”nin yerini “Tek-Parti”, ruhban sınıfının yerini de Kemalist kadrolar almıştı. Tıpkı orta çağdaki gibi, egemen “Kemalizm dini” dışında hiçbir din ve düşünceye müsaade edilmiyor, aklını kullanan, farklı bir dini benimseyen, düşünen, düşünce üreten ve düşüncesini açıklayan insanlar, yani kısaca, “farklı olan”lar, özellikle de Kur’an’ın hakimiyetini isteyenler, engizisyon mahkemelerinin yerini alan, İstiklal Mahkemelerinde, “Galile”ye yapılana benzer yargısız infazlarla Kemalizme kurban ediliyordu. Bu mahkemelerde, esas olan, inkılapları “daha muhkem kılmak ve ebedileştirmek” için kan dökmek, inkılapları benimsemediğine inanılan insanları inkılaplara kurban etmekti. “Ahlak (namus) ve din anlayışını yıkmak” için yola çıkmış, pagan, seküler, materyalist batı kültürüne göre yetişmiş, insanın konumu ve tanımında büyük sapmalara yönelen, insanı insanın kurdu yapan, insanı hayvana nisbetle tanımlayan ve böylece insani erdemlerini yitirmiş bulunan kadrolardan, tabii ki, adalet beklenemezdi. Ama hiç olmazsa kendi koydukları beşeri kanunlarına sadakat göstermeleri gerekmez miydi? Hayır, bu kadroların kültürel alt yapısı ve aldıkları pozitivist eğitim, fıtratla gelen potansiyel insani değerlerin ve erdemlerin bile korunmasını engellediği için, kendi kanunlarına bile sadakat göstermeyen, ideolojisi uğruna insan onurunu ve insani erdemleri kolayca harcayabilen bir karakter ortaya çıkmıştı. Bu yüzden, “yargısız infazların” ve “faili meşhurların” sistemin kuruluş safhasından beri at oynattığı ve neredeyse sistemin karakteri haline geldiği Türkiye’de, İstiklal Mahkemelerinden DGM’lere kadar uzanan süreçte, hukuka uygun karar bulmak zaten oldukça güçtür. Hukukilikten vaz geçtik, kanunlara bile uygun olmayan, ya da kanunları, metninden ve ruhundan uzak keyfi yorumlarla çarpıtarak verilen binlerce yargı kararıyla, binlerce masum insan haksız yere mahkum edilebilmiştir. Çünkü, İslam dışına çıkılarak, hakim beşeri sınıf ve güçlerin, diğer insanları da bağlayan kanunları, hevalarına göre yaptıkları sistemlerde, adaletsizlik ve zulüm zaten kaçınılmaz bir sonuçtur. Üstelik Kemalist sistem, batının faşist döneme ait kanunlarını alarak sistemini oluşturduğu ve Avrupa’daki, görece özgürlükçü, değişimi de takip etmediği için, batı standarlarındaki nisbi bir adalete bile fırsat tanımayan çok daha büyük bir zulmü sürdürmek durumunda kalmıştır. Bütün bunlara bir de, bürokratik despotizmin baskıları ve ideolojik önyargılar da eklenince, kaçınılmaz olarak bu günkü manzara ortaya çıkmıştır.

Kemalist sistemin yargısındaki
keyfilik eğiliminin kökleri

Öncelikle, resmi ideolojinin yönlendirmesi ile halkın düşman olarak algılanması ve sürekli halka karşı rejimi koruma refleksiyle karar verilmesi en büyük zaafı oluşturmaktadır. İdeolojik eğitimle daha çocukluktan itibaren beyinlerin yıkanması ve şartlandırılması da, fıtri bir bozulmayla birlikte, farklıya tahammülü olmayan, dayatmacı, fanatik, sloganik, derinlikten yoksun, cahil ve sığ şahsiyetlerin yetişmesine sebep olmuştur ki, bu da bir diğer büyük zaaf kaynağı olarak işlev görmektedir. Bunun yanında, M. Kemal ve kadrosunun yıllar süren hukuka aykırı icraatlarındaki; rejimi korumak uğruna hareket edildiğinde, kanun dışılığa pirim veren, keyfiliği kanıksayan uygulamaların oluşturduğu olumsuz geleneğin, kutsanarak bu günlere kadar aktarılmış olması da önemli bir başka zihni kirlenme ve şartlanma sebebini teşkil etmiştir.

Bu kötü gelenekten bazı örnekler vermekte fayda var. Tek Adam’ın tasfiyesine kurban giden ve hakkında keyfi olarak verilen idam cezası, darağacına götürülürken haber verilen, eski İttihatçı Cavit Bey’e İstiklal Mahkemesi başkanı şöyle der: “Cavit bey, iyi bilin ki, İstiklal Mahkemesi şahsi kanaatine göre hüküm verir.” Yargıçların, şahsi kanaat ve önyargılarından bağımsız bir biçimde, somut delillere dayanarak ve mutlaka hukuk çerçevesinde kalarak karar vermesi gerektiğine dair hukuki anlayış, o günden beri, maalesef ülke hudutlarından içeri sızma imkanı bulamamıştır. Kemalist yargıçlar çoğunlukla sahsi, subjektif ve ideolojik ön yargılarına ve şahsi kanaatlarına göre kararlar vermeyi sürdürmüşlerdir. “Şark İstiklal mahkemesinde savcı Süreyya Beyle tartışırken, üyelerden Lütfi Müfit Bey’in ‘Bizim amacımız belli, milli amacımız vardır. Ona varmak için arasıra kanun üstüne de çıkarız’ demesi (Aybars S.95) bu egemen anlayışı yansıtmaktadır.” İşte bu anlayış sistemin nasıl bir hukuksuzluk, keyfilik ve hatta kanunsuzluk temeli üzerine oturdulduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim Mustafa Kemal’de 16 Ocak 1923’te İzmit’te yaptığı bir basın toplantısında şunu söylemişti: “İnkılabın kanunu mevcut kanunların üstündedir.” Aynı mantıkla, Kemalist generallerin sık sık yaptıkları darbe dönemlerinde çıkardıkları yasaları, mevcut anayasa ve yasaların üzerinde telakki etmiyorlar mı? Bu darbe süreçlerinde aldıkları keyfi kararların ve çıkardıkları hukuka aykırı yasaların, bilahare, sözüm ona halk oyuna tasdik ettirdikleri, anayasaya aykırılıklarının da iddia edilemeyeceğini hüküm haline getirmiyorlar mı? Darbe süreçleri dışındaki, aldatmaca “demokratik” dönemlerde de, generallerin hazırladıkları “Kırmızı Kitapların”, mevcut anayasa ve yasalar üzerinde işlev görmesi, aynı askeri vesayet mantığının sonucu olarak siyasi hükümetlere empoze edilmekte değil midir? Bu sözlerin üzerinden yaklaşık 80 sene geçtikten sonra, Cumhurbaşkanlığı döneminde Süleyman Demirel’in, aynı yaklaşımı, derin devletin, kuruluştan beri süregelen, “JİTEM”, “B.Ç.G.”, “ANDIÇ”, “susurluk” ve “faili meşhur” benzeri hukuk ve kanun dışı eylemlerini “meşrulaştırmak” amacıyla, devlet görevlilerinin arasıra “rutin dışı”na çıkabileceğini ifade ederek tekrarlaması, sistemin süreklilik arzeden keyfiliğinin çarpıcı bir başka itirafını teşkil etmektedir. Gizli MGK yönetmeliklerinde, kendi halkına karşı “psikolojik savaş” yöntemlerini kullanmaktan söz eden “Milli Güvenlik Devleti”, “kanun ya da rutin dışına çıkmayı” da öyle arasıra değil süreklilik arz eden bir şekilde gerçekleştirerek, halkın güven içinde yaşamasını engellemiş ve sürekli tedirgin olmasını sağlayarak tahakkümünü sorunsuz sürdürmeye çalışmıştır. Sistemin kuruluş döneminde, bizzat Musatafa Kemal’in yönlendirmesi ile başlatılan, zaman zaman “rutin dışı” (kanun dışı)na çıkılarak, “faili meçhul cinayet”ler ve darbelerle, “rutin içinde” kalındığında ise “yargı sopası”yla, muhalifleri tasfiye edip, halkı sindirme politikası gelenekselleştirilerek sürdürülmüş, oligarşi hep bu yöntemlerle egemenliğini ve sömürüsünü koruyabilmiştir.

İşte, Kemalistler o gün bu gündür, hep düşüncenin, fikrin ve İslam’ın düşmanı oldular ve Kemalizmi koruma güdüsüyle hep kendi kanunlarına bile sadakat göstermeyen bir keyfiliği esas aldılar. “Rejimimiz söz konusu ise, anayasa ya da yasalar askıya alınabilir” anlayışıyla hareket ettiler, anayasalarını ve kanunlarını çiğneyen, askıya alan hep kendileri oldular. Sık sık darbeler yaparak, halkı kontrol altına almaya, sindirmeye, yeniden hizaya sokmaya çalıştılar. Ve tüm bu süreçlerde, yargı gücünü, despotizmin emrinde, halkı ve muhalifleri korkutmak, sindirmek ve tasfiye etmek için kullandılar. Böyle bir sistemde, halktan yana ve baskılara karşı özgürlük mücadelesi vermesi gereken aydınlar ne işle meşgul derseniz, işte orası, ayrıca ele alınması gereken, çok daha vahim bir bataklık görünümündedir.

Kemalist Yargının,
ideolojik keyfilik örnekleri

Kemalist yargıçların önce asıp sonra dosyasına baktıkları, ya da kararı çoktan verdikleri halde adet yerini bulsun diye, sözüm ona savunmalarını dinleyip alay ettikleri masum pek çok insanın acılı hikayeleri, kan ve gözyaşları vardır, sistemin ilk kuruluş yıllarında. Şark İstiklal Mahkemesi üyesi Süreyya Özgeevren, “Hatırat’ında şunları anlatmaktadır; “Şeyh Said olayı ile ilgili olarak mahkemeye 20-25 yaşlarında, hiç Türkçe bilmeyen bir gencin sanık olarak getirildiğini, binlerce sanıklı mahkemedeki izdiham nedeniyle mahkeme heyeti olarak; ‘sorgulamaya bile gerek yok. Türkçe bilmeyen bir adamdan zaten memlekete hayır gelmez’ diyerek idamına karar verdiklerini anlatmaktadır. Bundan vicdan azabı duyduğunu belirten Özgeevren, öldürülen gencin sürekli rüyalarına girdiğini de ilave etmektedir. Kanunlara riayete bile gerek görmeden keyfi yargılamalarla pek çok masum insanı katleden bu zalimler, üstelik bu yaptıklarını, “milli amacımız için arasıra kanunun üstüne de çıkarız” diyerek, cüretkarca da savunmaktan utanmıyorlardı.

Yapanlar açısından oldukça basit ve gülünç olan, muhatabı olan halk bakımından ise kan ve gözyaşını ifade eden “şapka inkılabı” sürecinde, başlangıçta çok kutsadıkları, bu vesileyle şapka ithalatçısı pek çok adamlarını da zenginleştirdikleri, ancak uzun süredir artık kendilerinin de terk ettikleri şapka uğruna çok masumun kanını akıtmaktan çekinmemişlerdir. Henüz bu kanun çıkmadan üç yıl önce yazılıp, bir buçuk yıl önce de basılmış olan “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı risalesi sebebiyle, İskilipli Atıf Efendi’yi asacak kadar gözü dönmüş Kemalist yargıçlar, hala bu kitap ve düşünce düşmanlıklarını sürdürmektedirler. İskilipli Atıf Efendi, asılmayı hak etmişti, onların “inkılap”larından önce de yazmış olsa, değilmi ki, onların sistemlerini üzerine oturttukları Batı mukallitliğini eleştiren bir kitabı vardı, o halde asılmalıydı, üstelik başkalarına da “ibret olmalıydı” bu vahşet. Aslında Kemalizm, başından beri, kendisi için tehlike saydığı düşüncelerin yaygınlaşmasını engellemek üzere, süreki temsili suçlular icad etmiş, yağdırdığı temsili ağır cezalarla, potansiyel muhalif kesimleri yıldırmayı hedeflemiştir. Özellikle, halkın, inkılaplarla yok edilmek istenen İslami kimliğine sahip çıkmasını önleyebilmek adına, çok sayıda Müslümanı haksız ağır cezalarla ezerek, kitlelere göz dağı verilmek istenmiştir. İşte İskilipli atıf hoca dahil, İstiklal Mahkemelerinde canına kıyılan pek çok kişi, halkı sindirmek üzere cezalandırılan, bu temsili suçlulardandır. Sistem, bu yöntemini hâlen de sürdürmekte olup, 28 Şubat sürecinde darbecilerin birifingleri ile yönlendirilen yargı eliyle, Sivas davası sanıklarına, Nurettin Şirin’e, bir grup tiyatrocu Müslüman gence ve bir kısım düşünce adamlarına verilen cezalar da bu anlamdaki temsili cezalar hüviyetindedirler.

Böylece, Kemalist sistemin kuruluşundan bu yana, İslam’dan ve şeriatdan bahseden, ya da İslami bir sistemden yana olduğu zannedilen, hatta “inkılap” şapkasını eleştiren, takmayan ( şapka parası olmadığı için şapka takmayanlardan bile) nice insan da, bu tür yargısız infazlarla, inkılâplara kurban edilmiştir. Müslüman Anadolu halkının kendi İslami kimliğine sahip çıkma refleksiyle ortaya koyduğu tepkiler katliamlarla bastırılmıştır. Her türlü dini muhalefeti, dini düşünce açıklamasını “vatana ihanet suçu” sayan “Hıyanet-i Vataniye Kanunu” ve tam bir istibdatı getiren “Takrir-i Sükun Kanunu” gibi insan haklarını ve hukuku katleden kanunlar çıkartarak ve İstiklal Mahkemelerini “engizizyon” gibi çalıştırarak on binlerce masum insanın kanı dökülmüştür. Birinci Meclisi, “ihtimal ki bazı kafalar kesilecektir” diyerek tehdit eden ve sonuçta da bir darbe ile tasfiye eden Mustafa Kemal’in, kanun tanımaz kadroları, hilafetin kaldırılmasına karşı halkta meydana gelen tepkileri acımasız ve hukuksuz bir biçimde bastırmışlardır. Bunlardan sadece bir örnek verecek olursak; “Silikede ‘Hoca Askeri’ diye tanınan bir ilim adamı, tüm halka göz dağı vermek için, (sadece) hilafetin kaldırılışını eleştirdi diye idama çarptırılıp, alelacele asılmıştır.”

3 Mart 1931 tarihli “Son Posta” da yer alan şu açıklama vahşetin boyutlarını ortaya koyacak mahiyettedir. “İstiklal Mahkemesi adlı cinayet çetesinin ünlü celladı Kara Ali, kendisiyle yapılan bir röportajda, astığı kişilerin sayısının 5216 olduğunu….itiraf etmiştir.” Tek bir celladın astığı sayı bu olunca gerisini siz düşününüz.

Kemalizmin, bu din düşmanlığı o boyutlara vardırılmıştır ki, kendileri de batıcı olan Mustafa Kemal’e muhalif paşaların kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası tüzüğündeki 6. maddede yer alan; “ parti, fikirlere ve dini inançlara saygılıdır” ifadesi bile, bu partinin ve kurucularının mahkum edilip tasfiye edilmesi için yetmiştir. Çünkü, Kemalizmden başka fikirlere ve hele de Kemalizmin düşman ilan ettiği İslam’a saygılı olmaktan daha büyük suç olamazdı.

Kemalist sistemin, Orta çağ Avrupasının “Engizisyon Mahkemeleri” ve “Fransız İhtilali”nin “Terör Mahkemeleri”ni taklit eden “İstiklal Mahkemeler”i ile başlatılan, bu, muhalifleri tasfiye ve halkı sindirme politikası, gelenek halinde sürdürülerek, DGM’lere kadar ulaştırılmıştır. Bu süreçte, döneme göre, (Hıyanet-i Vataniye, Takrir-i Sükûn, TCK 141-142 ve TCK 163, TCK 312 ve Terörle Mücadele Kanunu vb gibi) farklı kanunlar kullanılsa da, amaç hep aynı olmuştur. Bu amaç, Kemalist sistemi ayakta tutmak uğruna yargısız ya da keyfi yargıya dayalı infazlar yapmak, muhalifleri haksız ve ağır temsili cezalarla tasfiye ederek, halkı korkutmak, yıldırmak ve sindirmektir. Yani halka düşman sistemi korumak için tam anlamıyla terör estirmektir. Söz konusu kanunlar ve TCK maddeleri ileri sürülerek yapılan sözde yargılamalar sonucu, on binlerce insan, sırf Kemalistlerden farklı düşündükleri ve bu inanç ve düşüncelerini ifade ettikleri için, ya da şapka takmamak gibi son derece masum ve haklı tutumlarından dolayı, ya katledilmişler, ya da ceza evlerine doldurulmuşlardır. Resmi ideolojiye aykırı düşen tüm muhalif kesimler, özellikle de Müslümanlar, Kürtlere yönelik asimilasyon zulmüne karşı çıkarak kürt halkının haklarını savunan kesimler ( DEP-HEP davaları ve halkın seçtiği milletvekillerinin sırf Kürt halkının haklarını savunmaya dair fikirlerinden dolayı on yılı aşkın zamandan beri ceza evinde tutulmaları örneklerinde olduğu gibi) ve egemen sömürüye baş kaldıran “devrimci solcular” ideolojik yargı kararlarıyla büyük bedeller ödemeye mahkum edilmişlerdir.

Kanunların dışına ya da “üstüne” çıkan yorumlarla, kanunsuz suçlar oluşturarak verilen kanun dışı temsili cezalarla muhalifleri susturmaya, korku salarak halkı sindirmeye yönelik yargı kararlarından bir kısmına da bizzat ben muhatap olmuş bulunuyorum. Bunlardan da iki örnek vermek istiyorum: 1 –) 1 Mart 1994 tarihinde yaptığım bir salon konuşmamda, üzerimizdeki resmi ideoloji dayatmalarını eleştirerek, ve bunun bir insan hakları ihlali olduğunu ifade ederek; “Ben Müslümanım, bu sebeple aynı zamanda Atatürkçü ve laik olmam mümkün değildir” açıklamasını yaparak, ifade ettiğim “bize ve çocuklarımıza, ilk okuldan başlayarak hayatın her alanında resmi ideolojinin dayatılıyor olması büyük bir zulümdür, bu zulme artık son verilmeli ve ülkemiz insanları özgür olmalıdır” şeklindeki sözlerim sebebiyle, DGM savcılığı tarafından, İstanbul 4 Nolu DGM’de, TCK 312/2. maddeyi ihlal ederek, “din ayrımı gözeterek halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettiğim” iddiası ile dava açıldı ve yıllarca süren bir eziyet yapıldı. Söz konusu mahkeme, objektif karar verebilen, hiç olmazsa kendi kanunlarına sadık yargıçlardan oluştuğu için, 19.06.1995 tarihinde, 1995/155 karar nosuyla, oy birliği ile beraat kararı verdi. Çünkü böyle bir suç TCK’da tedvin edilmemişti. Yaptığım konuşmanın 312. maddeyle hiçbir ilişkisi yoktu. Yargıtay 8. Dairesi, suçun oluştuğu iddiası ile önce sözde usuli eksiklik sebebiyle beraat kararını bozdu. Mahkeme aynı beraat kararında ikinci kez direnince, bu sefer de esastan bozup geri gönderdi. Mesaj alınmıştı, egemen oligarşinin sopasının kanunlara rağmen kafamıza inmesi ve başkalarına da ibret olması isteniyordu. Yargıçlar, doğru ve kanuni bulmadıkları halde, 3. defasında baskıyla ideolojik karar vermeye zorlanıyorlardı. Bu sistem içinde, bu acımasız baskılara sonuna kadar direnebilecek kaç kişi çıkabilir ki? İki kez oy birliği ile beraat kararı verdikleri, suç unsuru olmayan bir konuşmadan dolayı, 4. DGM yargıçları, nihayet üçüncüsünde bir yıl ceza vermek zorunda bırakıldılar. Sonuçta şöyle bir garabet doğmuştu; bize zulmeden, ideoloji dayatan sisteme yönelik eleştiri yaptığım ve “bize zulmetmeyin, ideoloji dayatmayın” dediğim için, “farklı dini kesimleri, din ayrımı gözeterek birbirine karşı kin ve düşmanlığa tahrik ettiğim” gerekçesiyle bir yıl hapse mahkum edilmiştim. 2 –) 31 Ekim 1994 tarihli Haftalık Selam Gazetesinde yazdığım bir yazıda; yine sistemin zulmüne ve çeşitli kesimlere yönelik insan hakları ihlallerine dikkat çekerek, oligarşik şahin güçlerin halkın muhalefetini parçalayıp, “böl yönet” fitnesiyle değişik toplumsal kesimleri birbirine düşürerek çatıştırdığını, böylece egemenliğini sürdürdüğünü, muhalif mazlum kesimlerin bu oyuna gelmemelerini ifade etmiştim. “Ey Kürtler, Türkler sizler aynı ümmetin çocukları Müslüman kardeşlersiniz, neden egemenlerin oyununa gelip birbirinize düşman oluyorsunuz, kardeşçe bütünleşip, zulme karşı birlikte mücadele edin”, “Ey Aleviler, Sünniler sizler aynı sistemin zulmüne maruz mazlum kesimler olarak, sizi birbirinize düşürüp, gücünüzü yok ederek hegemonyasını sürdürmek isteyen sistemin oyuna gelmeyin, güç birliği yaparak zulme karşı birlikte çalışın ve adalet sistemini kurun” gibi ifadelerle özetlenebilecek bu yazım sebebiyle de yine TCK 312/2’de düzenlenen, “halkı ırk, din ve mezhep ayrımı gözeterek, farklı ırk ve mezhebe mensup halk kesimlerini birbirine karşı kin ve düşmanlığa tahrik etmeyi suç sayan” maddeye göre, ancak bununla hiç alakası olmayan bir hükümle, “halkı develete karşı kin ve düşmanlığa tahrik” saçma iddiasıyla (ki böyle bir suç TCK’nın başka bir maddesinde de tedvin edilmiş değildir) iki yıl hapse mahkum edildim.( 01.11.996 tarih ve 1996/775 karar nolu 5.DGM kararı). Bu kadar büyük kanunsuzluk karşısında şok olmuştuk. Bu sistemin ne kadar zalim, yargı kesiminin çoğunluğunun da ne kadar ideolojik kararlar verebildiğini bilmemize rağmen, doğrusu bu kadar açık bir “kanun dışı”lığı biz bile beklemiyorduk. Sonuçta bu kadar açıkça, kanuna aykırı ve kanunsuz suç ihdas edilerek verilen bu haksız ve kanunsuz kararın mutlaka bozulacağı umuduyla, Yargıtay nezdinde temyiz ettik. Beraat kararlarını her seferinde bozan Yargıtay bu sefer bu kadar kanunsuz bir cezayı hemen onaylayıvermişti. İdeolojik, siyasallaşmış yargıçlara denk gelen bütün davaların sonu, mutlaka zulümle noktalanıyordu. İstanbul 5. DGM’de oynanan bu senaryo karşısında, mahkemede yaptığım savunmada şunları söylemek ihtiyacı duymuştum: “Bu keyfi tavrın bize taşıdığı mesaj şudur; İddia makamı demek istiyor ki, ‘Biz senin yazından rahatsızız, illâ da mahkum edilmeni istiyoruz. Bunun için TCK’nın her hangi bir maddesini kullanabiliriz. Yazının muhtevasının o maddeye uygun olması, o kadar önemli de değil. Hatta 312 yerine rast gele başka bir madde numarası da kullanabilir, mesela 512 veya 812 de diyebilirdik. Bu maddelerde ne yazdığı o kadar önemli değil, hatta böyle bir maddenin TCK’da bulunması bile gerekmez.” Yine aynı mahkemede yaptığım son savunmada, artık yargıçlarda da gördüğüm ideolojik kanunsuz karar verme eğilimi üzerine, hiç olmazsa kendi kanunlarına sadakat gösterecekleri bir objektiflikten bile umut keserek şunları söylemiştim; “Hukuka saygıdan vazgeçtim, hiç olmazsa kendi kanunlarınıza sadakat gösterin. Sizin sisteminizin kanunlarına sadakat gösterdiğinizde, benim söz konusu yazımla ilgili hiçbir suç unsuru bulmanız mümkün değildir. Eğer sizler, ne yazarsak yazalım, ne söylersek söyeleyelim, resmi ideolojiye karşı ve bu günkü rejimin muhalifi olduğumuz için illa da bizi mahkum etmek önyargısı ve düşmanlığı ile hareket ederek, mutlaka TCK’nın her hangi bir maddesine bu yazıp söylediklerimizi sokabilme özgürlüğünü kendinizde görebiliyorsanız, bu ülkede kanun hakimiyetinden bile bahsedilemez olur. Ve siz istediğiniz yazıyı istediğiniz madde kapsamına sokarak “ben yaptım oldu” mantığıyla suçlayabilirsiniz. Böyle bir yaklaşım ve keyfilik karşısında bizim yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur……O zaman buyrun meydan sizindir. İstediğinizi yapabilirsiniz.”

Yargıç ve savcıların, bu kadar sorumsuz, bu kadar ön yargılı, bu kadar ideolojik, bu kadar keyfi davranarak, bu kadar siyasi kararlar verebildikleri bir ülkede yargıya güvenilebilir mi? Diktatörlüklerde bile, hiç olmazsa diktatörün çıkardığı zulme yol açan kanunlar geçerlidir ve siz ne yaparsanız başınıza ne gelir, bunu bilmenin sağladığı bir belirginlik içinde yaşarsınız. İşte ülkemizde, bu tarz bir diktatörlüğün de gerisine gidilmiştir. Bu sebeple, kendi yaptıkları insan haklarına aykırı kanunlarına bile sadakat göstermemek şeklindeki keyfiliğin sonucunda, ürkütücü bir belirsizlik ve kaos egemen kılınmıştır. Ne yapar, ne konuşur ve ne yazarsanız, başınıza ne gelir bundan emin değilsiniz. Yapılanların karşılığı nedir? sorusunda yaşanan belirsizlik ve aynı konuda verilen birbirine zıt kararların keyfilik ortamı, insanları bunaltacak noktalara ulaşmıştır. Mesela, İskilipli Atıf Efendi, Şapka inkılabından 3 yıl önce yazdığı bir kitaptan dolayı idam cezasına çarptırılacağını, Sivas sanıkları, bir protesto eylemine iştirak edip birkaç slogan söylemenin karşılığının idam cezası olacağını, Nurettin Şirin, Lübnan ve Filistindeki Müslüman önderlerin resimlerini bulundurmanın cezasının 17,5 yıl ağır hapis olacağını, hayal bile edemezlerdi, çünkü TCK’da bu tür eylemlerin suç olduğuna ve cezalarının da bunlar olduğuna dair tek bir açık hüküm yoktu. Tıpkı bana verilen cezalarda da söz konusu olduğu gibi, kanunlara rağmen, keyfilikle verilen ideolojik kararlardır tüm bunlar. Öyle bir belirsizlik ki, bu sistemde, çok büyük suçlar işleyenler, itibar görüp önemli mevkileri işgal edebilir, kanunlara göre hiçbir suç işlemeyenler çok ağır cezalara çarptırılabilir. Kanunlar değişmediği halde, eylem ve söylemde aynı olduğu halde, mahkemeye, şartlara, sanıklara, sanıkların ideolojisine, sanıkların toplum içindeki konumlarına ve konjonktüre göre değişen kararlar verilebilir.

Sonuç olarak, böyle keyfiliklerin egemen olduğu ülkemizde; Vahye uygun Müslümanca yaşamak suç; bizzat rutin dışı devlet güçlerine ise, yargısız infaz, faili meçhul, adam kaçırma, yolsuzluk, rüşvet, uyuşturucu ticareti yapmak serbest. Aç çocukların baklava çalması ağır suç; egemen sermayeye, bankaları batırmak serbest. Adalet, doğruluk, dürüstlük suç; yalancılık, iki yüzlülük sahtekarlık, dolandırıcılık serbesttir. Laiklerden Müslümanlara yönelik her türlü zulüm, hakaret, kin ve düşmanlığa tahrik serbest; Müslümanların, “bize zulmetmeyin, haksızlık yapmayın” deyip adalet talep etmeleri bile suçtur. Zulmeden, asimile eden Türkçülük serbest; zulme karşı çıkma anlamındaki Kürt kimliğini ve adaleti savunmak ise suçtur. Egemen Türkçü bölücülük serbest; ümmetçi bir yaklaşımla bütün ırkları birliğe çağırmak suçtur. İşkence ve insan hakları ihlalleri serbest; hak, adalet, özgürlük talep etmek, insan haklarını savunmak suçtur. 16 yaşındaki İmam Hatipli kıza, zalim bakana yönelik “örtümden elini çek” pankartı açmak büyük suç ve ellerini kelepçeleyerek hemen zindana attırır; bir generalin Başbakan’a TV ekranlarından yansıyan ağır hakareti “boşalma hakkı”nı kullanmaktır ve genarelin terfi ettirilmesine sebep olur. Generaller, Bakanlar, Profesörler, Anayasa Mahkemesi Başkanları, Yargıtay Baş Savcıları ve medya, Müslümanlara yönelik sürekli ağır hakaretler yağdırma hakkına sahiptirler, “yarasa, yobaz, gerici, mürteci, örümcek kafalılar, adam bile değiller, vampir, habis ur, birinci öncelikli tehdit ve düşman, kahrolsun şeriat vb” nitelendirmelerle sürekli saldırmakta, hakaret etmektedirler ve bütün bunlar Müslümanlara yönelik bir iltifatmış gibi hoş görülmektedir; Müslümanların, bunlara karşı, “bize böyle yapmayın, bu yaptığınız zulümdür” diye itiraz edip eleştirmeleri bile, bu kesimlere hakaret olarak kabul edilirek, astronomik tazminatlara hükmedilir.

Özetle:
Zalime, kanun arka çıkar, yargıçlar selam durur
Hakkı yenen mazluma, bir de kanun ve yargıç vurur

İşte bu tür kanun dışına çıkışlar, zamanla yaygınlık kazanarak, sistemin kuruluşunda, “arasıra kanun üstüne de çıkarız” şeklindeki çarpık yaklaşım, sonunda arasıra kanun sınırları içinde de kalmaya dönüşmüştü. Özellikle siyasi davalarda keyfilik esas olmuş, kanunlara sadakat istisna teşkil eder hale gelmişti. Düşünceye bile tahammül edemeyen yargı sistemi, Müslüman ya da devrimci sol çeverelere ait birkaç gencin oluşturdukları kimi basit yapıları bile, güçleri yetmeyecek eylemlerle suçlayabiliyor ve hemen kolaylıkla anayasal düzeni yıkmaya yönelik kalkışmaların maddesinden yargılayıp idam cezaları yağdırabiliyor, buna rağmen güçleri yeten ve sık sık da anayasal düzeni silah zoruyla yıkan askeri darbelere, darbecilere ve darbe davetçilerine sürekli sesiz kalıyor, hatta 28 Şubat darbesinde olduğu gibi, darbecileri dakikalarca ayakta alkışlayabiliyor.

YAŞ kararlarını yargı denetiminden
kaçırmada hukuk oyunu 

YAŞ kararlarını yargı denetimi dışına çıkaran uygulama da, işte böyle, rejimin korunması amacıyla, kanun hatta anayasa üstüne çıkarak, ordu içindeki oligarşinin beğenmediği, muhalif kabul ettiği suçsuz personeli keyfi kararlarla tesfiye etmenin, çarpıcı bir başka örneğini teşkil etmiştir. Şöyle ki; Anayasa’nın 125. maddesinde; “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu” belirtildikten sonra, “Cumhurbaşkanının yapacağı işlemler ile YAŞ kararlarının yargı denetimi dışında olduğu” ifade edilmiştir. İlgili Meclis tutanaklarından ve 125. maddenin gerekçesi ile bu madde üzerinde mecliste yapılan tartışmaların tetkikinden, açıkça anlaşılacağı üzere, anayasada zikredilen YAŞ kararları istisnası, sadece o zaman YAŞ yetkisinde olan “terfi ve emeklilik” gibi özel nitelikli kararları denetim dışında tutmayı amaçlamıştır. Ancak, anasyasaya karşı hile yoluna baş vurularak ve el çabukluğu ile 29.07.1983 tarih ve 2870 sayılı kanunla, 926 sayılı TSK Personel Kanununun 50/c ve 94/b maddelerinde değişiklik yapılarak, subay ve satsubaylar için, Genel Kurmay Başkanlığı’nca gerekli görülmesi halinde, “disiplinsizlik veya ahlaki durum” sebebi ile Silahlı kuvvetlerden ayırma yetkisi, YAŞ’a da tanınmıştır. Böylece TSK’nın bu tür tasarrufları da anayasaya rağmen ve aykırı bir biçimde yargı denetimi dışına kaçırılmıştır. Evet bu değişiklik anayasanın gerekçesine, amacına ve ruhuna aykırı olduğu halde, darbeci generaller bunun da tedbirini, anayasanın kabulü ile yürürlüğe girmesi arasındaki bu dönemde keyfi bir biçimde yaptıkları bu tür tasarrufların anayasaya aykırılıklarının iddia edilemeyeceğine dair geçici 15. maddeyi anayasaya koymakla almışlardı.

Böylece, ( bütün dünyada hesabı sorulduğu halde Türkiye’de örtbas edilen, Lokheed Rüşvet Skandalı benzeri pek çok konu tozlu raflara terk edilerek) fiilen pek çok alanda zaten kolay kolay denetlenip hesap sorulamayan askeri bürokrasi, ayrıca kendi askeri yargısnı da emir komuta zinciri içinde özerk bir biçimde oluşturmasına, üstelik, sivil(!) yargı üzerinde de bu kadar tesirli olmasına rağmen, hâlâ nedense daha fazla yargı denetimi dışına çıkmak için özel bir gayret sarf etmektedir.

İstiklal Mahkemelerinden DGM’lere
hep aynı adaletsizlik

Kendilerini; bırakınız hukuku, kendi koydukları kanunlarla bile bağlı kabul etmeyen, XIV Lui misali “kanun da devlet de benim” diyen Kemalist kadroların, keyfi kararlarına sahne olan, İstiklal Mahkemelerinden DGM’lere kadar devam edegelen süreçte, kanunsuz ideolojik kararlar ve yargısız infazlarla binlerce masum insan katledilerek, kanun ya da “rutin” dışına çıkmak gelenekselleştirilerek, kanun devleti olmaya bile imkan vermeyen militarist uygulamalarla bu günkü duruma gelinmiştir. İstiklal Mahkemesi yargıçlarını Mustafa Kemal belirliyor ve onlar Mustafa Kemal’in emrine göre keyfi kararlar veriyorlardı. Nitekim bu hususu Kâzım Karabekir şöyle ifade etmiştir: “ İstiklâl Mahkemesi 2. Millet Meclisinin itimadından ziyade ( ki 2. Meclis zaten Mustafa Kemal tarafından belirlenmiş olduğu halde-MP) Mustafa Kemal Paşa’nın emrine kul olan zatlardı.” (Kâzım Karabekir, Paşaların Kavgası, Sh.223) Başlangıçta Mustafa Kemal adına astığı astık kestiği kestik olan İstiklâl Mahkemeleri zulmü, bilahare Kemalizm ve askeri oligarşi adına ve DGM’lerle sürdürülmüştür. “Sizi buraya tıkan güç böyle istiyor” azgınlığı ile Başbakan ve bakanları keyfi ve kanunsuz kararlarla asacak derecede darbeci askeri bürokratlara akıl ve iradelerini teslim etmiş, ideolojisini ilah edinmiş nice yargıç ve savcılarca nice masum insanların canına kıyılarak bu günlerin bataklığı oluşturulmuştur.

Evet, işte böylesine utandırıcı ve tiksindirci bir arkaplana dayalı keyfi uygulamaları sebebiyle, bu gün, yargının bağımsız ve güvenilir olmadığını artık herkes ifade etmek zorunluluğunu hissediyor. Haksız yere kıyılan canların, sırf inancı ve düşüncesi sebebiyle mahkum edilen on binlerce insanın çığlıkları kulaklarımızda çınlıyorken yargıya güven oluşur mu? Tüm bu olumsuz geçmişi ile yüzleşip, bu kirli geçmişinden beraatini ilan etmek ve tövbekar olmak suretiyle arınmadıkça, insan haklarına, hukuka bağlı bir konuma doğru, adalet eksenli bir dönüşüm geçirmedikçe, yargıya güven tesis edilebilir mi? Üstelik bu gün hala aynı ideolojik çizgiyi taassupla sürdüren, bunun yanında yüz yıl süren mahkemelerle, “geciken adalet adalet değildir” sözüne haklılık kazandıran, “çek-senet mafyası”, “arazi mafyası” gibi kavramlarla yargı sisteminin çeşitlilik(!) kazanmasına; yargıdan adalet umudunu kesenlerin, bu tür yeni alanlar luşturarak altenatif hak arama mercileri oluşturmalarına sebep olan bir yargı sisteminin, bağımsız, adil ve güvenilir olma yolunda üzerine düşeni yaptığı söylenebilir mi? Yargının bağımsız ve güvenilir olduğu bir ülkede, “avukat tutma hakim tut” gibi tüyler ürpertici bir sapma doğabilir mi? Üstelik önemli bir sapma ve ahlaksızlığa işaret eden böyle bir söz, adil ve güvenilir bir yargı sistemine sahip bir ülkede, bu kadar yaygınlık ve doğallıkla ifade edilebilir, hatta neredeyse atasözleri mesabesinde bir özdeyiş haline gelebilir mi? Gailba bunlar ancak Türkiye’de olabiliyor. Çünkü, “Bal tutan parmağını yalar”, “devletin malı deniz yemeyen domuz” gibi atasözlerini de üreten, yoz, geri, karanlık; halkın dini, kimliği ve ahlaki değerleri ile savaşarak, onu zorla materyalist, çıkarcı ve niteliksiz bir yığın haline getirmeye yönelik projeler, bu boyutta sadece Türkiye’de uygulamaya konuldu.

“Öncelikle, din ve namus anlayışını kaldırmalıyız” diyerek yola çıkan ve halkın İslami kimliğine, dini ve kültürel değerlerine ve dolayısıyla ahlakına savaş açan Kemalizmin, materyalist, pozitivist eğitim programlarında ürettiği çıkarcı insan tipine uygun yargıç ve savcılardan önemli bir kısmının, ideolojik keyfi yargılamaya bağımlı olarak oluşan kaotik ortamda, aynı resmi ideolojinin yönlendirmesiyle ve bu keyfiliğin doğal bir yansıması olarak rüşvete bulaşmaları da kaçınılmaz bir sonuç olmuştur. Nitekim İstiklâl Mahkemelerinden bu yana, keyfiliğin ayrılmaz bir parçası olan rüşvet sürekli var olagelmiştir. Zamanın Van milletvekili İbrahim Arvas bu hususu şu ifadelerle anlatmıştır: “ İftira, yalan ve dolan kanpanyasının makinaları şiddetle çalıştırılıyor, dünyada görülmedik kötülükler ve fenalıklar isnad ediliyor ve gerçekmiş gibi işleme konulup cezalandırılıyordu. Hele İstiklâl Mahkemelerinde Elaziz’de kelle açıkarttırması yapılıyordu. Beşyüz altına bir kelle alınıp satılıyordu. Jurnali hazırlayan başkomiser ile Ali Saib’in çete arkadaşı Aşkitan’lı Paşo’nun da fazladan olarak 50 altını vardı. Bu suretle Şark İstiklâl Mahkemesi reisliğinden Ankara’ya dönen Ali Saib Bey 60.000 altınla geldi.”

Kanun “üstüne” çıkabilen keyfi kararları ile kelle alabilen ya da ağır cezalar verebilen İstiklal Mahkemesi hakimlerinin çok zengin olduklarını anlatan epey tanık bulunmaktadır. Bu keyfi ve ideolojik yargılamanın devam ettiği yargı sisteminde, başta DGM’ler olmak üzere, aynı hastalığın bugün de devam ettiğine dair yaygın söylentiler söz konusudur. Nitekim İstanbul Barosu’nun meslekte en az 5 yılını doldurmuş avukatları kapsayan araştırmasının sonuçları son derece ürkütücü ve bir o kadar da düşündürücüdür: “ Avukatların yüzde 94.9’u adli yargıda yolsuzluk olduğu görüşünde. Yüzde 63.1’i yolsuzluğu yargının en temel sorunlarından biri olarak görüyor. Yüzde 96.1’i yargıdaki yolsuzlukların örtbas edildiğini belirtiyor. Yüzde 88.3’ü Yargıtay’ın da yolsuzluğa bulaştığına inanıyor….” Emekli Savcı Sacit Kayasu’da, Vakit Gazetesi’nde yayınlanan açıklamasında, bu önemli konuya içerden birisi olarak dikkat çekmektedir: “Özellikle aracılar vasıtasıyla pazarlanan rüşvetle, adalet adeta satılığa çıkarılmakta ve en yüksek fiyatı verene satılmaktadır. Asıl mücadele edilmesi gereken rüşvet türü budur.” Tıpkı emekli generaller gibi, emekli Yargıtay üyelerinin de holding yönetimlerinde astronomik rakamlarla iş bulmaları da, aynı yolsuzluk çarkının bir devamı olarak gündeme getirilmektedir. İşte bu durum, halkın yargıya güvenmediğini ortaya koyan anketle bir arada ele alındığında yargı alanındaki korkutucu bataklık daha iyi algılanacaktır. Halkın sistemin kurumları arasında en az güvenilirlik konumuna oturttuğu yargıya güvenme oranı % 15 olarak tespit edilmiş bulunmaktadır.

DGM’lerin kuruluş amacı hukuki değil
siyasal ve ideolojiktir

DGM’lerin kuruluş amacı bile, adaleti egemen kılmak olmayıp, devleti ve kemalist sistemi ne pahasına olursa olsun vatandaşılarına karşı korumak, birey hak ve hukukunu “ilah devlet”e kurban etmekten başka bir şey değildir. Benim cahiliye dönemi olarak nitelendirdiğim, İslam’la şereflenmeden önceki dönemimde bulunduğum Danışma Meclisinde 1982 Anayasa’sını hazırlayan “Anayasa Komisyonu”na sunduğum tekliflerime dair konuşmama, bu yazıyı hazırlarken bir daha baktığımda, o günkü ulusçu çizgiye uygun olmakla beraber, bu günkü bakış açımla utandığım bir muhteva ile karşılaştım. Ahmet Arvasi’nin katkısı, hatta bizzat kaleme almasıyla hazırlanan metnin DGM’lerle ilgili teklifi yaptığım bölümünde, ulusçu camia adına şunları söylemişim: “…Türkiye’de adalet mekanizmasının daha güçlü hale gelmesi, bilhassa rejime karşı işlenen suçların (ki bunlar artık aciliyet ve ihtisas gerektiren suçlardır) daha çabuk cezalandırılması fevkalade önemlidir. Herkesin devlete karşı yaptığı yanına kâr kalır da cezalandırılmazsa rejimin teminatını hukukun dışındaki unsurlarda aramak gerekir ki, bunun mahzurları açıktır ( bu ifadeler, söz konusu mahzurlar olmasa hukuk dışı harekete de sıcak bakan, militarist bir anlayışı da ele veriyor). Kanun ve nizam hakimiyeti için, bilhassa rejime ve devletin temel esaslarına karşı işlenen suçların özel olarak teşkil edilmiş mahkemelerde görülmesinin temin edilmesi gerekir….. DGM’lerin hazırlanan anayasada yer alması ve demokratik hayata geçene kadar bilfiil kurularak faaliyete geçirilmesi uygun olacaktır. (Görüldüğü üzere demokratik olduğu bile şüpheli döneme de güvenmeyek hemen fiiliyata geçirilmesini isteyen bir acelecilik söz konusu) Çünkü, normal adli mahkemeler bu konuda yetersiz kalmışlardır.” ( Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da, devletin kendini korumak bakımından yetersiz gördüğü adli mahkemelere, vatandaşın hukukunu korumayı bırakıp, kendini koruyacak daha güçlü mahkemelere ihtiyaç duymasıdır ki, bu da büyük bir çelişkiyi ve devletin vatandaşa ve vatandaşın hukukuna öncelendiğini ortaya koymaktadır.) İşte bu konuşmamdaki, DGM’lerin kuruluş amaçlarıyla ilgili ulusçu yaklaşımı çok net bir biçimde ortaya koyan gerekçe, Anayasa Komisyonu’nda da kabul görmesi, ya da itiraz edilmemesi sebebiyle aynı zamanda komisyonun da tasvibini alan bir gerekçe olmuştur. O günleri hatırladığım kadarıyla, DGM’lerin kuruluşunu hemen herkes, komünizm tehtidi gerekçesiyle, devleti ve sistemi halka ve halkın resmi ideolojiden farklı düşünen kesimlerine karşı koruma refleksi ile oluşturulan, hukuk ve adalet endişeleriyle alakasız rejim endişelerine endeksli mahkemeler olarak düşünüyordu. Üstelik bu mahkemeler, bu ideolojik amaçla teşkil edilmeleri sebebiyle, vermeleri istenen ideolojik kararlarıyla siyasallaşmaya daha baştan yönlendirilmiş, daha açık söylemek gerekirse, hukuki değil siyasal amaçları gerçekleştirmek üzere kurulmuş, asker egemenliğine de daha çok sokularak, genel hukuk prensiplerinden de daha çok uzaklaştırılmış mahkemelerdir. İstiklal Mahkemelerinden bu yana süregelen, devletin ideolojisine göre halkı terbiye etme misyonuna daha çok hizmet eden, “kanun dışı, keyfi siyasal kararlar”a daha açık olan DGM’ler, devletten ve egemen oligarşiden farklı düşünenlerin tepelerinde sallanan “Demoklesin Kılıcı” ve halkı terbiye etmede “kemalizmin kırbacı” olma rolünü diğer mahkemelere nazaran daha fazla oyanayan mahkemeler olmuşlardır. Hele zamanla, sistemin koruyucu kanatları altında hep korunmuş hortumcu çete davaları da kapsam dışına çıkarılarak, bu mahkemeler daha çok, resmi ideoloji ile uyuşmayan düşünceleri ve bunların örgütlenmelerini, sindirmeye ve tasfiye etmeye tahsis edilmişlerdir.

Böylece, oligarşinin ele geçirdiği iktidar ve rantı kaybetmemek uğruna, kendilerine bu ayrıcalığı temin eden statükoyu, aykırı fikirlerin sorgulamasından korumak, garanti ve güvence altına almak üzere yargının sopa olarak kullanılmasına dair çarpıcı bir örnek oluşturulmuştur. Düşünme serbest kalır, baskı ve engeller kaldırılarak, sopa politikalarına son verilerek halk özgürleştirilirse, insanlar temel hak ve özgürlüklerine sahip olurlarsa, kendilerine zulmeden, din, kültür, kimlik, şahsiyet ve özgürlüklerini yok ederek kendilerini köleleştirmiş olan, üstelik 80 yıldır rant eksenli hortumcu politikalarla kaynaklarını talan ederek kendisini sefalete mahkum etmiş bulunan oligarşiden hesap sorabilirdi. Bunun için, özel seçilmiş, ideolojik yönden askeri bürokrasi ile örtüşen ulusçu kemalist kadrolardan ve bunlara ileveten de, doğrudan askeri emir komutaya bağımlı savcı ve yargıçlardan oluşturulan DGM’ler, kemalizmin emrine sunulmuştur. Akleden, düşünen, sorgulayan, hak, adalet, özgürlük isteyen, fakir kitlelerin alınterinin ve kaynaklarının talan edilmesine karşı çıkan, sömürüye, emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine yönelik eleştiriler ve karşı çıkışlarda bulunanlar susturulmaya, İstiklal Mahkemelerinin kaba yöntemlerini daha rafine bir biçimde uygulayarak muhalefet sindirilip tasfiye edilmeye çalışılmıştır.

Yaplıması gereken
Bu kıtapta, belgeli örneklerle ortaya konanlar göstermektedir ki, yargının güvenilir olmayan hali, ideolojik ve siyasal bir bağımlılıkla malül durumu, aslında bir zaaf ve sapma olmaktan çok, sistemin kuruluşundan beri planlandığı duruşa uygun kaçınılmaz bir hal olarak ortaya çıkmıştır. Yeni Kemalist sistem, askeri bürokrasinin önderliğinde ve onun dayatmalarına uygun olarak kurulduğu için, asker bu sistemin sürekli sahibi ve gerçek iktidarı olmuş, askeri vesayet rejimi Cumhuriyet olarak takdim edilmiştir. İşte bu sistemde, bütün kurumların işlevini, yapısını ve ilkelerini, aynı askeri bürorasi belirlemiş ve yargıya da resmi ideolojinin sopası rolünü yüklemiştir. Başından beri de yargıya bu işlevi gördürmüş, Kemalizmi halka zorla kabul ettirme politikalarında, oldukça etkin bir araç olarak kullanmıştır. Yargı da ideolojik ortak paydada bütünleştiği askeri bürokrasinin biçtiği bu konuma gönüllü olarak itaat etmiş, askeri otoriteye ve resmi ideolojiye bağımlılıktan kurtulamadığı için de bugünkü yargı bataklığının ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Sistemin halka rağmen, halkı ve halkın değerlerini düşman ilan ederek kurulması, sonuçta kendini halka karşı koruma paranoyasının oluşmasına ve bu sebeple de sürekli teyakkuz halinde kalarak sopa politikaları uygulanmasına yol açmıştır. İşte sistemin yapısından kaynaklanan bu korku psikolojisi, hasım olarak gördüklerine yönelik sürekli yeni korkular üretmesine, oluşturduğu korku kırallığı ile kendini ayakta tutmaya yönelmesine sebep olmuştur. Muhaliflerini korkutup sindirebilmek için de, bu korku kırallığının en çok ve en yaygın olarak kullandığı güç yargı gücü olmuştur. Yargı erki, bu anlamda, korku kıralının elinde halkı terbiye edip, hizaya sokmak üzere kullandığı elverişli bir kırbaç rolü oynamıştır. İstiklal Mahkemelerinden DGM’lere kadar, on binlerce kötü örnek, yargı alanında yaşanan zulümlerin ne kadar ileri boyutlarda ve ne kadar cüretkarca gerçekleştirildiğini ortaya koymaktadır. Çünkü Yargı, ideolojik bakımdan bütünleştiği için olsa gerek, görece ve kısmi özgürleşme dönemlerinde bile, kendini hep devletin ve egemen oligarşinin saflarında ve halka karşı konumlandırmıştır. Bu sebeple yargıdan hep mazlum halk ve halkın temsilcileri korkmuşlardır. 80 yıllık yapılanlar ise, aslında bu korkunun pek de boşuna olmadığını gösterecek ürkütücülüktedir. Kanun devletinde bile var olması elzem olan, insanın bir eylem ya da söylemi gerçekleştirdiğinde başına geleceği önceden bilmesine yönelik belirginlik yerine, Kemalist sitemde, bir insanın, hangi eylem ve söylemin suç teşkil ettiğini ve bu suç için öngörülen cezanın ne olduğunu, mahkeme kararı çıkana kadar bilememesinden kaynaklanan belirsizlik bu ürkütücülüğü arttıran bir fonksiyon ifa etmiştir.

Yargının gerçekten bağımsız ve güvenilir olabilmesi için her şeyden önce, keyfilik, adaletsizlik ve zulümle yoğrulmuş geçmişiyle hesaplaşması, bu geçmişine yönelik samimi bir sorgulamayla, zifiri karanlığın tortusunu üzerinden atarak, tabiri caizse tam bir reddi miras yapması gerekmektedir. Tabi bu hal, sistemin de köklü bir değişime uğraması demektir aynı zamanda. Çünkü, sistemle ve ideolojisi ile bu kadar içiçe geçip bütünleşmiş, bu sebeple de on binlerce, hatta yansıma yoluyla milyonlarca masum insanın ıstırabına, felaketine yol açmış bir yargı, ancak bu sistemin tesirinden kurtulabilirse düzelme şansını yakalayabilir. Bu da sistemde köklü bir değişimin yaşanması ile oluşacak özgürlük ortamına büyük oranda bağımlılık gösteren bir durumdur. Tabii ki, gerçek bir adalet sistemi, ilahi vahyi esas almadan kurulamaz. Ancak hiç olmazsa beşeri hukuk alanında dünyada sağlanan görece iyiliklere ve görece özgürlüklere ulaşmak da; ancak buna imkan veren bir değişimle, resmi ideoloji kirliliğinden arınarak, insani erdemleri, insan onurunu, insan haklarını ve hiç olmazsa beşeri hukukun ürettiği uluslar arası ölçüleri, nomları esas alan bir yaklaşımı, yerel hukuk alanına da yansıtarak sağlanabilecektir. Ve ancak böylece görece bir hukukileşme ve insan haklarına saygılı görece bir özgürleşme, zulumatın, koyu karanlıklarından, görece bir aydınlanma ile gri kulvarlarına doğru bir nisbi değişim gerçekleşebilecektir. Ancak böylece, siyasal ve ideolojik yaklaşımların, fanatik ön yargıların ve şahsi kanaatlerin belirleyiciliğinden kurtularak, bütün bu taassuplardan bağımsız, hukukun ve temel insan haklarının sağlayacağı objektifliğin belirleyiciliğindeki, görece hukuki karar süreçlerine doğru evrilen bir yargı mekanizmasından bahsedilebilcektir. Yargının tüm bunları gerçekleştirebilmesi için de, öncelikle askeri bürokrasinin baskısından ve korkusundan kurtularak, onları da hukuk adına hesaba çekebilen bir büyük özgürlükçü değişime ihtiyacı vardır. Yine kemalist pozitivizt eğitimin, baskıcı, şahsiyetleri ve fıtratları bozucu, insanları “insan dışılaşlaşma”ya sürükleyici, bağnazlığı, fanatizmi ve ideolojik taassubu besleyici etkisinden kurtulmuş, fıtri değer ve insani erdemleri koruyup geliştirmeye elverişli, insan hak ve onurunu yüceltici özgür eğitim ortamlarına ihtiyaç vardır. Ancak böyle özgürleştirici bir eğitimle, bağnazlıktan, ideolojik taassuptan, sığ ve yoz kalıplardan kurtulabilen insanileşmiş özgür bireyler, böyle bir sorgulama ve dönüşümü sağlayabilirler. Ayrıca, bu nisbi özgürlükçü değişimin, hem temel gereği hem de doğal sonucu olarak yapılması gereken bir şey de şu olmalıdır; geçmişten tövbe edip mahcubiyet duymakla yetinilmeyerek, 80 yıllık haksızlıklar ve adaletsizlikler sebebiyle halktan özür dilenmeli ve bu gün ceza evlerinde (Cemil Çiçek’e göre “devlet konuk evleri”nde- inşallah kendisi de bu konuk evlerinde, özellikle F tipinde ağırlanma “şerefine” nail olur mu demeliyim acaba?-) bulunan siyasi suçluların tümünün serbest bırakılması gerekir.

İlginizi çekebilir

Şehid Âlim Şeyh Said’e, Türkçü, Atatürkçü, Laik Zihniyetleri ve Kirli Dilleriyle ‘Hain’ Diyenler, İslâm’la Hükmedilmesine ve Ümmetçiliğe Karşı Çıkıp İslam Kardeşliğini Yok Ederek En Büyük Bölücülüğü Yapan Gerçek HAİNLER Değil midir?

Yazıklar olsun bu büyük zulüm ve adaletsizliği temsil edip ülkeye ve halklarına ABD, NATO ve İsrail ile kol kola bunca kötülüğü yaptıkları halde hâlâ utanmadan bu milleti sevdiklerini ve vatanın bölünmesine karşı olduklarını söyleyerek bu kadar ikiyüzlü davrananlara?