Hicret’in 1434. yılı hepimize, tüm Müslüman Halklara ve tüm Dünya Mustaz’aflarına hayırlı olsun, hayırlar getirsin inşallah. Rabbimiz yeni Hicri yılda, başta Suriye ve Gazze olmak üzere despotlara ve işgallere karşı direnen onurlu Müslüman halkları muzaffer kılsın. Sabır ve direnme gücü versin, yardım ve rahmetini üzerlerine yağdırsın inşallah. Yeni Hicri yıl, ümmet olarak Kur’an’a doğru hicretimize, ümmet çapında vahiyle fıtratın bütünleşmesine ve Kur’an’la yeniden dirilişimize, böylece Kur’an’ı terk ederek (mehcur bırakarak, Kur’an’dan hicret ederek) içine düştüğümüz zilletten kurtulup yeniden izzetli günlere kavuşmamıza vesile olsun inşallah.
*16. Kasım. 2012 Tarihinde Almanya’da Müslümanlarla Dayanışma Platformu tarafından düzenlenen Hicret Gecesi’nde yapılan konuşmanın tam metni.
Hicretin 1434. Yılında Ümmetin ve İnsanlığın Hâli
Dünyaya, İslam coğrafyasına ve Türkiye’ye baktığımızda; genelde tüm insanlığın, özelde Müslüman halkların, “insanı insanın kurdu” haline dönüştürmüş seküler, paganist modern paradigmanın kuşatması altında nasıl köleleştirildiğini görüyoruz.
Kapitalist emperyalizmin ve çıkarcılığı, hazcılığı, dünyevileşmeyi, lüksü, israfı, azgınlığı, tuğyanı ifade eden tüketim kültürünün, (ölçüsüz, değersiz, ahlaksız kazanım hırsının ve tüketim çılgınlığının) esiri haline getirilmiş insanlığın nasıl sömürüldüğünü, nasıl anlam ve değer kaybına uğratıldığını, insana ait her şeyin nasıl metalaştırılıp fiyatlandırılarak piyasaya sürüldüğünü, ancak nasıl değersizleştirildiğini hüzünle tespit ediyoruz.
Sonuçta fesadın, zulmün, adaletsizliğin, sömürünün nasıl küreselleştirildiğini, insani erdemlerin, insanlık onurunun nasıl ayaklar altına alındığını, aşağılandığını, fıtratların nasıl bozulduğunu, zihinlerin nasıl işgal edildiğini, ruhların nasıl kirletildiğini ve sonuçta insanın nasıl tüketildiğini, insanlık onurunun, insani erdemlerin ve ahlaki değerlerin nasıl çürütüldüğünü, kitlelerin nasıl edilgen sürüler haline getirilip yozlaştırıldığını acıyla gözlemliyoruz.
İslam coğrafyasının nerdeyse her yanındaki, ya kapitalist korsan devletlerin, silah ve petrol kartellerinin çıkarları istikametinde gerçekleştirdikleri doğrudan askeri işgallerle, ya da işbirlikçi despot oligarşilerin, monarşilerin yönetiminde ideolojik, kültürel, ekonomik işgaller ve sömürgeci politikalarla, katliamlarla, Müslüman halkların nasıl kan, gözyaşı ve sefalete mahkûm edildiklerini yüreğimiz kanayarak izliyoruz.
Milyonlarca masum insanın nasıl canice, vahşice soykırımlarla katledildiğini, sefalete mahkûm edilen fakir halkların zengin kaynaklarının nasıl talan edildiğini, on yıllardır mülteci kamplarında geçen, orada doğup orada son bulan, ıstırap, acı ve sefalet dolu Müslüman hayatların acısını yüreğimizde hissediyoruz.
Bir kısım ülkeler modern seküler sapkın paradigmanın ürünü kapitalist emperyalizminin doğrudan askeri işgali altında iken, Türkiye vb bir çok ülke de ideolojik, kültürel ve ekonomik işgali ve emperyalizmi altında bulunmaktadır. Zihinlere yönelik işgaller ise, askeri işgallere göre daha kalıcı ve daha etkili olmakta, çoğu insan zamanla yaşadığı gibi inanmaya başlamakta, ezilen kitleler mağlubiyet psikolojisi içinde ezenlerine benzemekte, onları taklit etmeye başlamaktadırlar.
Bugün bir yanda Suriye’de despot ve katil Baas çetesinin mazlum halka yönelik vahşi katliamları devam ediyor. Diğer yanda ise Siyonist terör devletinin, her yandan kuşatıp açık ceza evine çevirdiği Gazze’nin mazlum ve masum Müslüman halkına yönelik alçakça saldırıları sonucu kadın, çocuk, yaşlı, genç ayırmadan topyekun bir katliam soykırım boyutlarında gerçekleştiriliyor. Ve maalesef batılı devletler ve BM insafsızca seyretmeye devam ediyorlar. Hatta çoğu İsrail’i haklı, işgalci katil çeteye karşı mazlum halkın koruyucusu olan HAMAS’ı suçlu ilan ederek, terör devletine destek vermeyi utanmazca bir cüretkarlıkla sürdürüyorlar.
İşte bu süreçte, bir yandan, İslam coğrafyasında doğulu ve batılı emperyalist devletlerin uşağı despot zalim yönetimlere karşı halk ayaklanmaları yaşanmakta, biriken haklı öfkenin patlaması sonucu bölgenin mazlum Müslüman halkları kaderleri üzerinde söz sahibi olmaya çalışmaktadırlar. Diğer yandan da, bugüne kadar işbirlikçileri olan despot yönetimleri destekleyerek kan ve gözyaşına mahkum ettikleri mazlum halkların kaynaklarını sömüren, onlara büyük acılar yaşatan Batılı liberal demokrat emperyalist devletler, şimdide miadı dolmuş işbirlikçilerini terk ederek yerlerine yine çıkarlarını koruyacak liberal demokratik seküler yandaş yönetimler ikame etmeye çalışmakta ve bunu amaçlayan projelerle bölge halklarını yönlendirme çabaları içinde bulunmaktadırlar. Rabbimiz despotlara karşı haklı olarak ayaklanan ve emperyalist işgallere karşı direnen mazlum Müslüman halkların yardımcısı olsun, bizleri de onlara yardımcılar kılsın. İnşallah Müslüman halklar, bu emperyalist oyunları da fark edip bozacak bir dirayet ve feraseti kuşanarak, despot kahyanın zulmünden demokratik emperyalist ağaya sığınma zilletine düşmeden, yalnız Allah’ı razı etme niyetini ve İslami adaleti ikame etme istikametini koruyarak hareket ederler.
Bugün tüm dünya insanlığını baskısı ve sömürüsüyle hegemonyası altına alan büyük seküler, laik kuşatma, zalim, ahlaksız, hayvandan aşağı küresel uygulamalarla, kapitalist sömürü ve köleleştirme projeleriyle bunalan insanlık, vicdanın sesine, fıtri erdemlere kulak vererek itiraz ediyor. Yeşiller ve küresel karşıtları gibi isimler altında, bizzat Batı içinden milyonlarca mazlum insan meydanları doldurup, bu büyük kuşatma ve sömürüye karşı “yeni bir dünya mümkün” sloganıyla yeni bir dünya arayışı içinde olduklarını haykırıyorlar. Ancak vahiyden kopuk oldukları için, zihinleri modern paradigmanın kodlarıyla şartlandırıldığı için, yeni bir dünya alternatifini bir türlü üretemiyorlar / üretemezler.
Biz Müslümanların elinde ise, işte bütün bu dünya insanlığını kurtaracak, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, zulümden ve sömürüden kurtarıp adalete ulaştıracak mesajı taşıyan, Allah’ın koruması altındaki muhteşem kitabımız Kur’an var. Bu sebeple sorumluluğumuz büyük. İşte Hicret’in 1434. yıl dönümü olan bugünlerde, ilk neslin bu büyük sorumluluğun gereğini nasıl yerine getirdiğini, insanlığı zulümatın / karanlıkların kuşatmasından kurtarıp Kur’an’ın aydınlığına nasıl çıkardığını, cahiliyenin zulüm ve sömürüsünden kurtarıp İslam’ın adaletine nasıl ulaştırdığını düşünmeye, o kutlu neslin muhteşem örnekliğiyle ortaya konan “yoldaki işaretleri” bir daha hatırlayıp, kendimizi ve halimizi sorgulayıp, aynı izzetli yolu takip etmeye azmederek, sorumluluklarımızı kuşanmaya çalışmalıyız. Tıpkı o günün cahiliyesine karşı ilk neslin yaptığını yaparak, günümüz cahiliyesinin küresel ve yerel kuşatmasında yaşanan adaletsizlik, sömürü ve zulümlere karşı vahyi sosyalleştirip, imani, ameli ve yapısal hicretleri gerçekleştirmeliyiz. Böylece “mehcur” bırakarak kendisinden uzaklaşılmış olan Kur’an’a doğru yeniden hicret edip Hablullah’a topluca sarılarak, fıtri arayış içindeki dünya insanlığına şahidlik, örneklik, modellik yaparak yol göstermeliyiz.
HİCRET, İMÂNİ ve İBÂDİ BİR SORUMLULUKTUR
Hicret Nedir? Muhacir Kimdir?
İnsanlık tarihi boyunca, istikametini kaybeden, tevhid inancından sapan, fıtratın yolundan uzaklaşan ve bu sebeple “esfele safiline” (aşağıların aşağısına) “hatta hayvanlardan aşağı” konumlara sürüklenen insanlığa; insani onurunu tekrar kazandırmak, yeniden fıtratın yoluna, tevhidin aydınlığına çıkarmak üzere indirilen vahyin mesajı ile Peygamberler gönderilmiştir.
Peygamberler, çeşitli zindanların karanlıklarına gömülmüş insanlığı, vahyin aydınlığına, iç dünyada, kalplerde yaşanacak inkılapla şirkten tevhide hicrete, tağuttan içtinap edip (uzaklaşıp-kaçınarak) sadece Allah’a kulluk yapmaya çağırmışlardır. “Andolsun, biz her ümmete: “Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının” (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik.”(Nahl 36)
Hicret yolunda ilk aşama, işte bu zihni ve imani hicrettir. Kalbi arınma ve imandır. Yüreklerde yaşanan inkılapla şirkten tevhide hicrettir. Aslında bu anlamdaki hicret iman demektir. Tevhidi bilincin oluşumu demektir. Peygamberlerin Kur’an’daki ifadesiyle manevi anlamdaki bu ilk hicret Allah’a hicrettir: “Ben de Rabbim’e muhacirim / toplumsal yaşamın bütün kirliliklerini terk edip Allah’a hicret ediciyim…” (Ankebut,29/26.)
O halde ilk işimiz zihinlerimizi geleneksel ve modern cahiliyeden arındırmak, öncelikle yapmamız gereken zihinlerdeki cahiliye ideolojilerinin, dinlerinin işgaline son vermektir. İslami olana, Hakka doğru hicret etmek, Hak olan değer, kavram ve ölçüleri batıldan arındırdığımız zihnimize ekmektir.
Hicretin ikinci aşaması, ameli hicrettir. Bu, cahiliye davranış ve amellerinden, tevhidi salih amellere hicrettir. Şirkten tevhide hicretle iman edenler, iman ettikleri değerleri hayata taşımak suretiyle cahiliye amellerini terkle sâlih amellere hicret etmeye ve böylece Kur’an ahlakıyla ahlâklanarak vahye şahidlik yapmaya, daveti hal ve kâl ile insanlara taşımaya çağırmışlardır. Bu anlamda hicret, iman-amel bütünlüğü içinde hayatı vahiyle inşa etmektir. Bireysel ve toplumsal hayatın pratiğinde vahyi sosyalleştirmek, cahiliye hayatından İslami tevhidi hayata hicret etmektir. Yani iman edip söylediklerini önce kendi hayatında yaşayarak tutarlı olmaktır.
İşte bu ilk iki aşama, aslında Müslüman şahsiyetin inşası anlamına da gelmektedir. İman eden birey mü’min, imani ve ameli bir ayrışmayla cahiliyeden kopmakta, aklı, imanı, tasavvuru ve hayatı vahiyle inşa olan Müslüman şahsiyet haline gelmektedir. İşte böylece iman eden ve iman ettiği değerleri hayata taşıyan Müslüman şahsiyet, söylem ve eylemleriyle, iman ve amelleriyle cahiliye toplumuna bireysel planda örneklik oluşturmak ve vahye şahidlik yapmak sorumluluğunu da yerine getirmiş olmaktadır.
Hicrette üçüncü aşama, yapısal hicrettir. Vahyin yönlendirmesiyle Peygamberler, sadece cahili inanç ve değerlerden hicrete değil, cahili yapıdan İslami yapıya hicret etmeye de çağırmışlardır. Cahiliye toplumundan, inanç ve amel bakımından ayrışmaya ilaveten velayet ilişkileri bakımından da koparak, iman kardeşliğiyle bütünleşmiş mü’minlerin kaynaşma ve dayanışmasıyla alternatif tevhidi cemaati oluşturmaya ve cahiliye toplumuna cemaat planında da şahidlik yaparak, örneklik teşkil ederek onu dönüştürmeye davet etmişlerdir. O halde üçüncü hicret, İnsanlık için hayırlı, adil, dengeli ve örnek vasat ümmeti oluşturup, “emri bil maruf nehyi anil münker” sorumluluğunu yerine getirecek, vahyin cemaat planında şahidliğini yaparak insanlığa örnek/model olacak Kur’an toplumu nüvesini inşa etmektir.
İşte bu yapısal plandaki hicret, cahiliye toplumuna alternatif İslam toplumunu oluşturmak ve bu anlamda cahiliye toplumundan İslam toplumuna hicret etmektir. Büyük, güçlü ve egemen cahiliye toplumunu, sistemini ve cahiliye otoritesi tağutları terk ederek Allah Resulünün oluşturduğu İslami otoriteye ve küçücük, güçsüz İslami topluma doğru hicret etmektir. Bu aynı zamanda, Dar-un Nedve’den Dar-ul Erkam’a hicret etmekti. Cahiliyeden kopan mü’minlerin oluşturduğu bu küçük ama alternatif yapıda, artık kan ve soy bağının yerini güçlü akıde ve iman bağı alıyordu.
İşte bu manevi hicret; Mekke’deki ilk neslin örnekliğinde görüldüğü üzere, imani, ameli ve yapısal planda şirkten, şirk amellerinden ve şirk toplumundan zihni ve ahlaki bir ayrışma, uzaklaşma anlamına geldiği gibi, şirk sisteminden beraatı, ona itaatsizliği ve uzlaşmazlığı da gerektirmektedir. Bunu kavrayabilmek, yoldaki işaretleri fark edip yolumuzu bulabilmek ve bu yolda ayaklarımızı sabit kılabilmek için, bugün içinde yaşadığımız cahiliye sistemi ve toplumunda takip etmemiz gereken yolun işaretlerini bize sunan Mekkî sureler ile Allah Resulü (s)nün ve eğittiği ilk Kur’an neslinin yolumuzu aydınlatan ilkeli, onurlu pratiğini hayatımıza yön vermek amacıyla dikkatlice ve hakkıyla okumalıyız.
Bu anlamda hicret; imtihan sebebiyle dünyaya muhacir ve misafir olarak gelen fıtratın, yine kendisi gibi Allah’tan gelen vahiyle yeryüzünde buluşup bütünleşmesidir. Evet bu anlamda hicret şirkten, cahiliyeden ayrılışken, vahiyle buluşmaktır. Dünyada kirlenen aklın, yozlaşan fıtratın, başta şirk olmak üzere bütün akıdevi ve ahlaki pisliklerden temizlenme, arınma ve ayrışma amacıyla vahiyle bütünleşmesidir.
Hicrette dördüncü aşama ise, mekânsal hicrettir. Bu hicret, bir dava önderinin davasına yeni hamleler yaptırmak, yeni açılımlar ve imkânlar kazandırmak için attığı stratejik bir adımdır. İmkânların tükendiği alandan, yeni imkânların, enerjilerin, projelerin üretildiği, mücadeleye yeni soluk kazandırılan ve yeni güç katılan alana hicret etmektir.
Evet mekansal hicret, bir yandan Müslüman’ca yaşama imkanı elde etmek, davete yeni zeminler aramak, yeni imkânlar kazandırmak, yeni alanlar açmak için yola çıkmak, diğer yandan bu yeni imkânlarla güçlenip, plan ve projeler yapıp geri dönmek, gasp edilen hakla orımızı geri almak ve insanlık onurunu yeniden yüceltmek amacıyla hazırlanmaktır. Sonuçta karanlıkları kovarak aydınlığı ikame etmektir. Şirki, zulmü ve ifsadı, izale ve ıslah ederek tevhid ve adaleti ikame etmek üzere ıslah amaçlı plan, proje yapmak, imkanlar hazırlamak, enerji ve güç biriktirmektir. Allah rızası için hak ve adalet uğrunda en sevdiklerimizi terk edebilmeyi, sevdiğimiz her şeyi Allah yolunda feda edebilmeyi göze alabilmektir. Bu anlamda samimi bir adanmışlıktır. Hicret, büyük ve onurlu bir sorumluluk, fedakarlıklarla yoğrulan yorucu ve yıpratıcı bir süreçtir.
Bir Bakıma Mü’min, Bütün Anlamlarıyla Sürekli Muhacir Olmayı Başarabilendir
Evet, bir bakıma insan sürekli muhacir sayılır. Sadece Allah’a kulluk amacıyla dünyaya gelmesi de, imtihan süresini / ömrünü tamamladıktan sonra ahirete dönmesi de bir anlamda hicreti hatırlatmaktadır. Peygamber’in (s), “bu dünyada bir garip yolcu gibi ol” uyarısı, aslında insanın bu sürekli muhaceretinin ifadesi gibidir. Bu yolcunun takip etmesi gereken yol fıtratın yoludur, vahyin belirlediği, Resullerin şahidliğini yaptığı tevhid yoludur. Bu yol, geçici olarak gelinen bu imtihan dünyasında kulluk, arınma, tekâmül ve tekrar Allah’a dönüş yoludur. “İnna Lillahi ve İnna İleyhi Râciun”. (Doğrusu biz Allah’a aidiz ve sonunda yine O’na döneceğiz). İşte muhacir bu bilinci sürekli diri tutan ve gündeminin birinci maddesi yapmakta ısrar edendir.
Bu anlamda hicret, Allah’ın tertemiz yaratışıyla dünyaya gelen fıtratın, yeryüzünde yine Allah’tan gelen vahiyle bululup, bütünleşmesi ve bilahare bu vahiy istikametinde sorumlu yürüyüşünü tamamlayıp Rabbine dönmesidir. Bu sebeple Rabbimiz bu çok önemli buluşma ve bütünleşmeye dikkat çekerek, “Allah’ın birleştirilmesini emrettiği iki şeyin arasını kesmeyin” (fıtrat ve vahiy arasındaki bağın koparılmaması, bu ikisinin birleştirilmesi ve böylece tevhidi imanla bağın sürekli kılınması) uyarısını yapmakta, bu ikisinin arasını keserek dünyada buluşup bütünleşmelerini engelleyenlerin arzda fesad çıkaracaklarını ve sonlarının hüsran olacağını bildirmektedir. (Bakara 27) Önemli olan, insanın dünyadaki muhaceretinde kat edeceği bu hicret yolunda yürürken, yoldaki işaretlere ve işaretçilere dikkat etmesi, akıdevi ve ameli kazalara sebep olmaması, her şartta ve her zamanda tevhidi istikameti korumakta titiz, ilkeli ve tavizsiz olmasıdır.
İşte bu anlamdaki hicret bilincinin varlığı, kulluk amacını unutup dünyayı belirleyici kılan dünyevileşmenin önündeki en büyük engeldir. Çünkü, muhacir, bu imtihan dünyasında misafir olduğunun, geçici olarak ve imtihan için bulunduğunun farkında ve bilincinde olunca, şeytani iğvaların, dünyanın haz ve süslerinin onu yolundan şaşırtması çok daha zordur. Çünkü bu bilinci taşıyan mü’min inanmaktadır ki; imtihan sebebiyle dünyaya doğuyor ve az bir geçimlikten ibaret olan kısacık ömrünü, dünyanın süsüne kapılmadan, ahret ve hesap bilincini kaybetmeden, Allah’ın yaratış gayesine ve koyduğu hudutlara riayetle ve tevhidi istikameti koruyarak tamamlamak suretiyle, ahiret yurduna, arınarak ve vahye şahidlikle tekâmül ederek hicret etmesi gerekiyor.
Hicret; Tağuttan Kaçınıp Yalnız Allah’a Kulluk Yapmak, Şirkten, İfsaddan, Zulümden Uzaklaşıp, Tevhidi, Adaleti İkame Etmek ve Islah Çabasını Sürekli Kılmaktır
Hicret “kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisanen veya kalben ayrılıp uzaklaşması” demektir; Rasulullah, “muhacir, Allah’ın kendisine yasakladığı şeyleri terk eden kişidir” buyurmaktadır.Allah Resulü (s), “Hicret nedir?” sorusuna, “Kötülüğü terk etmendir.” (Ahmed b. Hanbel) cevabını verirken “Muhacir kimdir?” sorusuna ise; “Hata ve günahları terk edendir.” (İbn Mace) şeklinde cevap veriyor. Bu ifadeler, hicretin zaman, mekan ve toplumlar üstü bir iman, cihad ve ibadet olduğunu ortaya koymaktadır.
Allah, Bakara 257. ayette “Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nura (aydınlığa) çıkarır; inkâr edenlerin velileri ise tağut’tur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar…”buyurmaktadır.
İşte ilk hicret bu istikamette yaşandı.Tağutlara itaat ve ibadet etmekten kaçınıp, yalnız Allah’a kulluk yapmak, zulumattan nura, karanlıklardan aydınlığa çıkmak anlamında hicret. Cahiliyenin ilahlarından ve şirk dininden, Vahid-ul Kahhar olan Allah’a ve O’nun tevhid dininedoğru hicret.İşte bu kurtarıcı hicret, insan üretimi cahiliyenin renginden (bütün tonlarıyla)arınıp yalnız Allah’ın rengiyle boyanmaktır. Üretilmiş ipleri terk edip Allah’ın ipine sarılmaktır.
İlk nesil, Kur’an’ın rehberliği ve Resulün öncülüğünde, En’am suresi 153. Ayette zikredilen tercihle, zulumata (karanlıklara) ait koyu ve gri tonlarıyla bütün batıl yolları, cahiliyenin bütün türevlerini, tagutun daha zalimini de, görece özgürlükçü olanını da toptan reddedip, onlardan hicret edip Nur olan sıratı müstakıyme yönelmişlerdi. Onlar kendilerini sıratı mustakıymden uzaklaştıracak batıl yolların hiçbirine, hiçbir maslahatla itibar etmemiş, ehvenişer de dahil şerre ait hiçbir yola tevessül etmemişlerdi. Bugün ise, tevhidi uyanış sürecinden gelen Müslümanlar bile, şer içinden ehvenişer olanını, tagutlardan, cahiliyeden gri tonları tercih edebiliyor, cahiliyenin daha az zulmedeni tercih edebiliyor ve o saflarda yer alabiliyorlar. Batıl modelleri bir merhale olarak tercih etmekten, felsefi ideolojik yönü belirleyici şirke ait batıl kavramları ödünç almaktan bahsedebiliyorlar.
Halbuki, gerçek manada cahiliyeden Hakka hicret, ancak cahiliyeyi bütün versiyonlarıyla ve bütün unsurlarıyla reddedip, vahye teslim olmakla ve “verrucze fehcur” emri gereğince başta akıdevi ve ahlaki olmak üzere bütün cahiliye kirliliklerinden hicret etmeyi, uzaklaşmayı, arınmayı gerçekleştirmekle ve bu hicrete hayat boyu süreklilik kazandırmakla mümkündür.Nerede, ne zaman ve ne şartlarda olursa olsun küfür ve şirki terk eden, uzaklaşan kimse muhacirdir. Fıskı, küfrü, şirki olduğu gibi modern tüketim kültürünü, kapitalist yaşam tarzını, seküler hayatı, yozlaşmış ahlakı terk etmek de müminler için zor olsa bile kesinlikle bir zarurettir, farzdır ve hayatı kuşatıcı hicretin kaçınılmaz bir gereğidir. Ahlaki ve ameli olarak nefsimizde, ailemizde ve çevremizdeki her bir ıslah (düzeltme) çabası bizim takva yolunda, hicret yolunda atılmış bir adımımız olarak algılanmalı ve bu ıslah bilinci hayatımızı kuşatmalıdır.
Ali Şeriati’nin ifadesiyle “Hicret, ilk önce nefislerimizdeki her türlü gayri İslami anlayış ve duygulardan arınmak, amellerimize yerleşen gayri İslami davranış ve alışkanlıkları terk etmektir.”“Hicret bir kaçış değildir. Aksine kafirlere ve zalimlere terk edilen haklarımızı geri almak, mücadelenin şartlarını yerine getirmek için hazırlanmaktır. Yani geri dönüş ve hesap sorma eylemidir hicret…”Hicret ne bir pes ediş, ne de bir küfürden kaçış idi. Fakat hicret, imkanların tükendiği yerden yeni imkânların üretileceği, yeni açılımların gerçekleştirileceği, yeni projelerin uygulamaya konacağı yere intikal etmek idi.
İslam Tarihini anlatan kitaplara baktığımızda Mekke küfür devletindeki baskı, işkence, boykot, ve çok boyutlu zulümlerden bunalan Müslümanların zulümden kaçmak için hicreti gerçekleştirdikleri savı ön plana çıkarılmıştır. Eğer böyle olsaydı, ilk Habeşistan hicretine katılanlar, korumaya en muhtaç en zayıf ve arkasız mü’minler arasından seçilirdi. Halbuki ilk Habeşistan hicretine katılanlar, cahiliye içinde güçlü arkası ve kabilesi olan, ama temsil kabiliyeti ve daveti taşıma potansiyeli yüksek olanlar bu hicrete katılmışlardır. Tabii ki, özellikle bütün mü’minlere hicretin farz kılındığı Medine hicreti bakımından, baskı ve işkencelerden kurtulmak, daha hür ve güvenli bölgeye hicret etmek niyetlerini göz ardı etmesek de, Hicrette asıl amaç, İslami Mücadeleyi Mekke dışına taşıyıp, Allah’ın hükümlerinin geçerli olduğu yepyeni bir düzene oturtarak, Müslümanları edilgen (pasif) konumdan çıkarıp, etken (aktif) unsur kılma yolunda adım atmaktır. Sadece riskten kaçış olsaydı, gidilen yerlerde yeni riskleri davet eden tevhidi duruş ve direnişler gerçekleştirilmezdi. (Hz. Cafer’in Necaşi huzurundaki tavizsiz tebliğini düşünelim).
Hicret; Toplumsal Tevhidi Dönüşüme Zemin Hazırlamak İçin
Yüreklerde ve Hayatta Vahyi İnkılabı Gerçekleştirmektir
Bilmeliyiz ki, öncelikle ve bir an önce, bu uzun yolculuğumuzda ihtiyaç duyacağımız yakıtımız, güç ve motivasyon kaynağımız olacak içimizdeki/özümüzdeki değişimi/hicreti gerçekleştirmemiz gerekmektedir. Unutmayalım ki, ‘Bir topluluk kalplerindeki, özlerindeki durumu, değerleri değiştirmedikçe, Allah onlar üzerine verdiklerini ve onların durumunu değiştirmez…’ (Rad 11, Enfal 53)
İçlerinde, özlerinde bir hicreti yaşamayanlar, gerçekleştiremeyenler, coğrafi olarak yer değiştirebilirler ama asla hicret edemezler. Çünkü maddi plandaki hicret özde yaşanan manevi bir hicretin dıştaki tezahüründen başka bir şey değildir. Yani maddi plandaki hicret, manevi, imani hicretin bir sonucudur. Yüreklerdeki, zihinlerdeki işgale son verilmedikçe, şirk başta olmak üzere yüreklerdeki tüm kirlilikleri sona erdirip karanlıkları aydınlatacak olan inkılâp öncelikle yüreklerde yaşanmadıkça, toplumsal alandaki ve coğrafi bölgelerdeki işgal ve kirlilikler sona erdirilemez. Anlaşılmaktadır ki, maddi coğrafyadaki mekânsal hicret zaruretinin doğabilmesi için, öncelikle yüreklerdeki manevi coğrafyada harekete geçmek, şirkten arınarak tevhide doğru manevi bir hicreti gerçekleştirmek gerekmektedir. Öncelikle yüreklerin şirkten tevhide, cahiliye karanlığından vahyin aydınlığına doğru inkılâp ettirilmeleri ve bu hicrete süreklilik kazandırılması gerekmektedir.
Rasulullah’ın (s), dünyevi iktidar ve zenginliklerle ilgili her türlü “cazip” teklifi reddedişi, şirke karşı tavizsiz ve uzlaşmaya yanaşmayan ilkeli tavrı, onun hepimize, kıyamete kadar gelecek tüm mü’minlere hitap eden çağlar üstü en büyük sünnetidir. Resulullah (s) ve ashabı en ağır zulüm ve işkencelere, ekonomik, sosyal kuşatma ve boykotlara rağmen, hatta iman eden bir avuç mü’minin yok olması tehlikesine rağmen, tavizsiz bir direnişle istikameti koruyup, ilkeli bir tutumla tevhidi daveti yaygınlaştırma mücadelesinden vazgeçmediler. Ateş çemberinden geçmelerine rağmen manevi, imani ve ahlaki hicrette tavizsiz ve ilkeli duruşlarını ısrarla sürdürdüler. Bu hicreti kalıcılaştırdılar. Kur’an’la cihadı en güzel bir biçimde gerçekleştirdiler. Ancak artık yapacak fazla bir şeyin kalmadığı, İslamı yaşamanın ve tebliğ etmenin imkânları tamamen tükendiği noktada, Rabbimiz onlara mekânsal hicretin yolunu açtı. “Meta nasrullah” diyecek hale gelene kadar darlandılar, büyük bedeller ödediler ve Allah’ın vaat ettiği yardıma müstahak oldular, ondan sonra Allah’ın izniyle “zorlukların rahmindeki kolaylık tohumları” yeşermeye ve önlerinde yeni ufukların, umutların, imkânların yolları açılmaya başladı.
Hicret; Ruczdan Arınmaya Süreklilik Kazandırmak,
Kur’an’la Büyük Cihadı Gerçekleştirmektir
İman bilincini ve sorumluluğunu kuşanan mümin şahsiyet, toplumdan uzaklaşma ve topluma karşı sorumluluklarını terk edecek kadar şiddetli bir yalnızlık isteği duysa da, bunu “kalk ve uyar!” emri gereği aşmak durumundadır. Ancak bu yalnızlık ya da marjinallik duygusunu toplumun cahili değerlerini taklit ederek gidermeye de kalkışmamalı, tam tersine toplumu cahiliyeden uzaklaştıracak vahyi daveti her şartta sürdürmelidir. “Verucze fehcur” (Müddessir 5) emri gereğince, cahiliye toplumunun cahili inanç, değer ve davranışlarını terk etmeli, “vehcurhum hecran cemile” (Müzzemmil 10) emri gereğince de onlardan en güzel bir şekilde uzaklaşmalı; hicret etmelidir.
Allah rızasını kazanmak üzere, akıl ve irademizi kullanıp önce iman için Allah’a yönelmeli, sonra da iman eder etmez hemen işe koyulup, nefsimizi kötülüklerden arındırmayı, toplumun kirliliklerine bulaşmamayı, günahlardan kaçınmayı, manevi pisliklerden uzaklaşmayı, hicret etmeyi başarmalıyız. Manevi hicretin genel ilkesi; “toplum içinde var olmaya devam etmek, ancak cahiliye toplumunun cahili değerlerine savrulmadan, hakka uygun yaşamaktan asla taviz vermeden, cahiliye toplumuna örnek olmak üzere vahye şahidlik yapmayı ve ıslah sorumluğunu yerine getirmeyi ısrarla sürdürmektir”.
Aslında nefsin fücura yönelişinden kaynaklanan manevi kirlilikleri arındırmanın yolu dahi, “verrucze fehcur” emri gereğince şirk dahil bütün akıdevi ve ahlaki kirliliklerden arınmayı sürekli kılmanın imkânı dahi, toplumsal hayat içindeki kirliliklere karşı mücadele etmekten ve bu mücadeleyi hiç durdurmamaktan geçmektedir. Topluma taşıyacağımız hakikate dair değerleri önce kendimiz yaşamalı, iç dünyamızda ve amellerimizde şirkten tevhide doğru manevi hicreti gerçekleştirmeliyiz. Cahiliye toplumuna, cahili inançlara ve münkere karşı tevhidi daveti, Kur’an’la cihadı ve ıslahı esas alan mücadelenin sürekliliğinden kopanlar, mü’minlerle birlikte olmaktan uzaklaşıp bireyselleşerek nefsiyle baş başa kalanlar, uyarma sorumluluğunu terk edip yalnızlığa çekilenler tersine bir hicretle cahiliye toplumuna ve değerlerine savrulma riski altında kalırlar.
İşte bu büyük önemi dolayısıyla Rabbimiz, cahiliye kirinden arınıp “elbisesi temiz” olanların, “kalk uyar” emri gereğince yaptıkları dışa, topluma, insanlığa dönük mücadeleyi büyük cihad olarak isimlendirmektedir.( Furkan,25/52.) Evet Kur’an’la büyük cihad; nefsimizde olan kötülük eğilimlerine ve şirke dayalı cahiliye toplumunun Allah’a karşı nankörlük anlamına gelebilecek bütün manevi kirliliklerine karşı durmak, İbrahim (as) daki güzel örnek olarak bize sunulan bütün Peygamberlerin yolunu takip ederek, “sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan da beriyiz, sizi reddediyoruz” (Mümtehine 4) haykırışıyla onlardan ve cahili inanç ve amellerinden hicret etmek ve cahiliye toplumunu vahiyle ıslah etmeye, şirki izale etmeye çalışmaktır.
Cahiliye toplumunun şeytani yaşantısından ilahi rızaya uygun tevhidi bir hayata hicret eden mümin, köşesine çekilip bencilce bireysel bir tezkiye ile yetinemez, toplumsal davet ve şahidlik sorumluluklarını unutup, şirke ve münkere karşı bireysel, edilgen bir tutum geliştiremez. Her mü’minin, gücü, birikimi, potansiyeli yettiği ölçüde şirke, küfre, zulme ve ifsada karşı büyük bir cihad içine girmesi kaçınamayacağı kulluk vazifesidir.
Hicret, İman, İbadet, Cihad, Şehadet Bilinciyle
Mekke’sini İnşa Edemeyenin Medine’si Olamaz
Hicret sünneti olmasaydı, tevhidi mesaj çağları aşıp bugünlere gelemezdi, tüm dünya insanlığına ulaşamazdı. Hicret sünneti sayesinde, Müslümanlar sıkıştırıldıkları yerden “huruç” ettiler. Medine kılacak yeni Yesrib’ler arayıp buldular. Oralardan yola çıkıp, kayıp Mekke’lerini yeniden kazandılar. Yeni manevi hicretler, imani, ameli ve yapısal hicretler, yeni Medinelerin kadrosunu inşa ederek yeni Medinelerin kapısını açacak, yeni Medinelerde oluşacak birikimler ve imkanlar ise inşallah yeni Mekkelerin fethini sağlayacak ve sonuçta ortaya çıkan tevhid ümmeti yeni medeniyetleri inşa edecektir.
Mekke; imani, ameli, yapısal hicretle cahiliye inancı, amelleri ve toplumsal yapısından ayrışarak, şirk sisteminden beraatını ilan edip, şirk sistemine itaatsizliği ve uzlaşmazlığı esas alan İslami şahsiyetin, İslami cemaatin oluştuğu ve olgunlaştığı yerdir. Medine’yi ve medeniyeti inşa edecek İslami kadronun, mücadelenin zorlu şartları içinde, cahiliyenin baskı, işkence ve amansız zulümleri ortamında yetiştirildiği yerdir. Bu sebeple böylesine kuşatıcı bir hicret bilinciyle, iman, ibadet, cihat, şehadet bütüncüllüğü içinde Mekke’sini inşa edemeyenin Medine’si olamaz. Medine ve medeniyet bir sonuçtur. Öncelikli ve esas olan, Medine’yi inşa edecek kadroyu Mekke’nin zorlu şartlarında imanının imtihanını vererek yetiştirmek, yine Medine’nin bir sonucu olan medeniyeti oluşturacak olan Kur’an toplumunu, ümmet nüvesini de öncelikle Mekke’nin çetin şartlarında inşa etmektir.
Bilmeliyiz ki, hayat; hicret, iman, ibadet, cihad ve şehadettir. İman maddi ve manevi hicreti de kapsamaktadır. Aslında bu anlamıyla, hicret, iman, ibadet, cihad ve şehadet kavramlarının iç içe geçtiğini, örtüştüğünü ve hayatımızı kuşatan bir anlam bütünlüğü oluşturduğunu tespit ediyoruz. İşte Mekke, bu bilinç ve kavramsal bütünlük içinde, Allah yolunda Kur’an’la büyük cihad gerçekleştirilerek ve en zorlu şartlarda imanın imtihanı verilerek inşa edilmiş ve Medine’ye hicret hak edilmiştir. Evet hicret, böyle manevi ve maddi boyutları olan, imandan amele, cihaddan şehadete bütün imani ve ibadi unsurları kapsayan uzun soluklu, zorlu bir yürüyüş, Mekke’de başlayan, ancak Medine’de de yeni boyutlar kazanarak devam eden ve hayatı kuşatan imani ve ibadi bir süreçtir.
Tarihsel Süreçte Tersine Hicret Yaşanmış
ve Kur’an Mehcur Bırakılmıştır
Asr-ı saadeti ve râşid halifeler dönemini müteakip yaşanan saltanat döneminde, pek çok savrulmaya yol açan bu uzun tarihsel süreçte, hicretin, genellikle Kur’ani değerlerden cahili değerlere ve sistemlere doğru, Allah’tan tağutlara, nurdan zulumata evrilme şeklinde gerçekleştiğini üzülerek müşâhede etmekteyiz. Mü’minlere, şirkten tevhide hicret ederek Allah’ın ipi olan Kur’an’a topluca sarılmaları emredilmişken, ümmetin çoğunluğu, Kur’an ve İslam adı altında tarihsel süreçte üretilen pek çok iplere tutunarak tefrikaya düşmüş ve istikametten saparak, geleneksel bid’at ve hurafelere doğru tersine bir hicret yaşamış, cahiliye kültürünü yeniden üreterek dinleştirmiştir. İslam dünyasının bugün her yönden geri kalışının, sömürgeleşmesinin ve zillete sürüklenişinin sebebini öncelikle bu ters istikametteki hicret olayında aramak gerekir.
İşte bu yozlaşma sürecinde, çoğunluk Müslümanların dilinden düşürmedikleri Kur’an’a rağmen, vahiy kalbe inmemiş, hayata yansımamış ve Müslümanların yaşayışları, cahili değerlere inananların yaşantı biçimine dönüşmüştür. Hz. Peygamber (s)in, Kur’an’dan beşeri sistemlere, cahili değerlere hicret edenleri, Kur’anı terk edip topuklarının üzerinde geri dönenleri Allah’a şöyle şikâyet edeceği bildirilmiştir; “Rabbim, gerçekten benim kavmim, bu Kur’an’ı terk edilmiş (mehcur) olarak bıraktı.” (25/30).
“El-mehcur” sözcüğü, terk edilmiş, kendisinden ayrılınmış, uzaklaşılmış anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber’in (s) dilinde bu söz, o günkü kavmi için olduğu kadar, daha sonraki süreçlerde Müslüman olduğunu iddia ettikleri ve Müslüman bir aileden geldikleri ve Kur’an’a mirascı kılındıkları halde “Kur’an’ı terk edip, ondan ve ona imandan insanları engelleyen” herkesi kapsamaktadır.
Son dönemde ise, tevhidi bir yöneliş içine girmiş kesimlerde bile, bilahare yaşanan baskılar, sıkıntılar, dünyevileşme, bireyselleşme, iktidar, ikbal ve rant eksenli hesaplar, kimi dünyevi beklentiler, çözümsüzlükler ve acelecilik gibi nedenlerle, cahiliye toplumunun geleneksel ve modern bid’at ve hurafelerini yeniden keşfedip, onlara doğru savrulmalar olmakta, Kur’an’ı mehcur bırakma anlamındaki tersine hicret bir daha yaşanmaktadır.
Kur’an’ı “mehcur bırakma”nın en bariz sonucu, Müslüman toplumların ahret eksenli düşünceyi, tefekkürü, akletmeyi, Allah’ın kevni ayetleri üzerinde kafa yormayı tamamen terk etmiş bulunmalarıdır.
Şiisiyle, Sünnisiyle Büyük Çoğunluk, Kur’anı Mehcur Bırakıp
Bid’at ve Huarelere Sarılmış Bulunuyor
Yine Hicri yılın bu ilk haftalarında gerçekleşen ve bize onurlu bir örneklik sunan bir hicret de Hz. Hüseyin’in hicretidir. Onun hicreti, saltanat sapmasına ve Kur’an’a ihanet eğilimine karşı, Kur’ani ilkeleri yeniden hâkim kılma amacını güdüyordu. O’nun hicreti, Kur’an’dan uzaklaşan zalim yöneticilere karşı güç toplamak ve vahyin ölçülerini yeniden ikame etmek üzere kıyamı hedeflemişti.
Hz. Hüseyin’in şehadete yürüyüşünde, Kur’ani ilkeleri savunma amaçlı hicret yolunda karşılaştığı, Irak’tan Mekke’ye gitmekte olan şair Ferezdak’tan Irak halkının durumunu sorduğunda şu cevabı aldığı ifade edilir: “Onları kalpleri seninle, kılıçları ise senin üzerine çevrilmiş olduğu halde bıraktım…” Hz. Hüseyin’in ise, bu kadar ağır şartlara, uğradığı ihanete ve yalnız bırakılmaya rağmen şunları söylediği aktarılır: “Kılıçlar yarınlarda Kur’an’ımızı delik deşik edecekse, ben gövdemi bugünden siper yaparım” diyerek Hak yolda direnişin ve Allah’a hicretin en onurlu örnekliğini tarihe geçirmiştir.
O, Kur’anı savunurken, hicret yolunda, vahye şahidliğin zirvesindeyken, Kur’an için can feda ederek şehid oldu. Onu şehid edenler ise, tersine bir hicreti yaşayarak, dünyevi hırsların peşine kapılıp Kur’anı mehcur (terk edilmiş) bırakanlardı. İşte bugün bizler de doğru istikamette bir hicretle Kur’an safında yer almalı, Kur’an’a hicret edip vahyin şahidliğini üstlenerek, Resulullah (s) ve torunu Hz. Hüseyin’le yollarımızı bütünleştirmeliyiz. İslami kimlik ve ilkelerimizin tavizsiz savunuculuğunu yaparak, her türlü zulme, ifsada, adaletsizliğe ve emperyalizme Allah rızası için birlikte karşı durmalıyız.
Ancak maalesef bugün, İslam’a ve Müslüman halklara yönelik saldırılar, zulümler, katliamlar, hakaret, tecavüz ve işkenceler, emperyalist güçler ve yerli işbirlikçi yönetimlerce bütün İslam coğrafyasına yayılmışken, bu büyük vahşet soykırım boyutlarında bütün İslam coğrafyasını kuşatmışken, her gün ve her an Kur’an ve İslam saldırıya uğrarken, Şiisiyle Sünnisiyle Hz. Hüseyin için ağlayanlar, ağıt yakanlar, onu sevdiklerini söyleyenler, kedilerini dövenler zelil bir biçimde birbirlerini öldürmekten çekinmiyorlar. Şii ve Sünni büyük ekseriyet, tarihsel süreçte ürettikleri hurafeleri sorgulamayı, Kur’an’ı belirleyici kılıp tarihsel birikimi ıslah etmeyi ve hurafelerden Kur’an’a doğru hicreti bir türlü kabullenmiyorlar. Suriye’de mazlum Müslüman halkın hak ve adalet talebine karşı kâfir despot Baas rejiminin katliamlarını destekleyenler ve hurafelerinden vazgeçmeyenler ile seküler modelleri İslam ile sentez edip Batıl olan karşıtına sığınarak var olmaya çalışanlar Kur’an’ı mehcur bırakmakta ısrar edenlerdir.
Halbuki, hepsi Hz. Hüseyin’i çok seviyorlardı. Ama nedense tarihsel süreçte onun vahiyle belirlenmiş akıdesinden koptukları için, İslam adına yeni edindikleri dinleri adına hareket etmekte ve Kur’an’ın mesajını korumak ve bu uğurda canlarını feda etmek bir yana, mezhebi çıkarlar ve taassuplar adına ürettikleri bid’at ve hurafelerle bizzat kendileri Kur’anı delik deşik etmekten çekinmiyorlar. Bu sebeple, tüm bu kesimleri Şiiliği ve Sünniliği ve benzeri üretilmiş ekolleri, mezhebi akıdeleri, geleneksel ve modern hurafeleleri aşarak Kur’an’ın belirlediği akıdede kardeş olmaya, Kur’an ve sünnette buluşup ümmetleşmeye çağırmalıyız.
Bilmeliyiz ki, hilafetten saltanata doğru sapmanın sonucunda, yaşanan yüz yıllara sari süreçte İslam ümmeti olma niteliğimiz kaybettik. Vahiyden ve Resulün güzel örnekliğini bize taşıyan sahih sünnetinden koptuk. Vahiy belirleyici olmaktan çıkınca heva ve zannın belirleyiciliğinde dünyevileşme ve hizipleşme yaşandı. Sahih gelenek muharref geleneğe dönüştürüldü pek çok bidat ve hurafeler üretildi. İste böylece İsrailoğullarının yaşadığı ve öyle olmamamız için uyarıldığımız Yahudileşmeyi biz de yaşadık. Kuranı tahrif edemedik ama anlamını ve din anlayışımızı tahrif ettik. Elimizde korunmuş Kur’an olduğu halde Yahudileşmenin bütün unsurlarını fazlasıyla gerçekleştirdik. Kuranı ve dini parçalayıp hizipleştik ve her birimiz elimizdeki parçayı din sayıp onunla övündük. Birbirimizi mahkum edip, karalayan, kendi tercih ve yorumlarımızı din sayıp mutlaklaştıran düşman kamplara bölündük. Böylece de, mü’min olmanın kaçınılmaz gereği olan, birbirimize karşı merhameti ve sevgiyi de yitirdik. Sonuçta gelinen noktada, Şiisisyle Sünnisiyle bütün kesimlerin büyük ekseriyetinin “kalpleri, duyguları, ağıtları Hüseyin’le beraber, ama iman ve amelleri Yezid’in yolunda” bulunuyor.
Bu gün, Hz. Hüseyin’in uğrunda şehadeti göze aldığı, tüm değerlerimiz ve İslami kimliğimiz küresel saldırı ve kuşatmayla muhatap iken, zulme ve emperyalizme karşı birlikte direnmesi gerekenler, emperyalist projeler gereği birbirleriyle çatıştırılıyor. Öyle bir çelişki yaşanıyor ki, ayrı dinler arasında diyalog yaygınlaştırılırken aynı dinin mensupları çatıştırılıyor.
Bu hali Hz. Hüseyin’in onurlu örnekliği çerçevesinde sorgulamalıyız. Şiisiyle Sünnisiyle İslam coğrafyasının farklı bölgelerinde İslam düşmanları ile iş birliği yapanlar, emperyalist işgalcileri değil de birbirlerini katletmekle meşgul olanlar, Hz. Hüseyin’in en zor zamanda ve en yalnız bırakıldığı, ölümün kaçınılmaz olduğu anda bile tavize yanaşmayıp, zalim sultana karşı Kur’an’nın mesajını haykıran onurlu duruşunu düşünüp utanmalıdırlar.
Kur’an’dan Hicreti Bırakıp, Kur’an’a Hicreti Yeniden Yaygınlaştırmalı, Üretilmiş İpleri Terk Edip, İndirilmiş Hablullah’a Topluca Sarılmalıyız
Evet bir daha vurgulamak isterim ki, hepimiz topluca ‘Hablullah’a (Allah’ın ipi olan Kur’an’a) sarılarak kardeşleşmemiz gerekirken, her birimiz değişik ekol ve mezhepler adına tarihsel süreçte üretilmiş olan iplere tutunduk ve bu farklı ipler bizi Hablullah’tan ve birbirimizden kopardı, uzaklaştırdı. Kur’an terk edilmiş (mehcur) bırakılınca, Allah’tan ve Resulünün sünnetinden uzaklaşılınca, tersine hicret yaşanıp cahiliye tekrar üretilince bu hale düştük.
O halde, çeşitli mezhepler, ekoller adına üretilen Kur’an dışı akıdeden oluşan üretilmiş ipleri bırakıp, yeniden Kur’an’a doğru hicret etmedikçe ve Kur’an’ın belirlediği tevhidi akıdede bütünleşmedikçe, yani indirilmiş Allah’ın ipi olan Kur’an’a topluca sarılmadıkça, vahdet de, tevhidi ümmet de oluşamayacağı gibi, Allah’ın rızası da kazanılamaz, dünya ve ahrette iyilik de hak edilemez. Bu sebeple, Hicretin 1431. yıldönümünde, kendisini İslam’a nispet eden bütün kesimleri, ekolleri, mezhepleri; tıpkı Resulullah ve onun eğittiği ilk Kur’an nesli ile bu ilk nesilden olan Hz Hüseyin gibi yapmaya davet ediyoruz. Bunun için Kur’an’ın belirlediği akıdede bütünleşmeye, Kur’an dışı gayp haberleri ve batıni yorumlarla, zan alanında üretilen uyduruk bilgilerle oluşturulan akıdelerden uzaklaşmaya, içtihat ve zan alanındaki tevili mümkün farklılıklarımızı ise hoş görerek Kur’an’a (Alllah’ın ipine) topluca sarılıp kardeşleşmeye, tarihsel süreçte üretilmiş ipleri bırakıp inzal edilmiş Allah’ın ipine topluca sarılarak ümmetleşmeye çağırıyoruz. Zulmün her türlüsüne karşı mazlum halkların destekçisi adil şahidler olmaya çağırıyoruz.
Bunun için, yeniden tevhidi şuuru, Kur’ani hicret bilincini yakalamalı ve onu, Resulullah’ın ve ilk Kur’an neslinin örnekliğinde yeniden hayatımıza geçirmeli ve bu hale süreklilik, kalıcılık kazandırmalıyız. Bilmeliyiz ki, manevi ve mekansal hicret, iman edilen değerler uğrunda fedakârlığı ve adanmışlığı gerektirir. Vahyi hayata hâkim kılmada ısrarı ve sürekliliği gerektirir. Hiçbir çaresizlik, hiçbir tehdit, hiçbir silah ve dünyanın hiçbir gücü ve süsü, mü’min insanı imanından, iman ettiği değerlerden ve onları mutlaka yaşama arzusundan vazgeçirememeli ve imani hicretinden döndürememelidir.
Cahiliye toplumunun fıtratları bozup, akıdevi ve ahlaki çürümeye yol açan müesseseleri, zorunlu ideolojik eğitimi ve seküler bataklığı andıran medyası aracılığıyla sağlanan yaygın kirlenmeden arınarak, fıtratın yoluna ve tevhide doğru hicreti gerçekleştirmeli ve bu inkılaba süreklilik kazandırarak, vahyin şahidliğini yaparak, bu kurtarıcı mesajın yaygınlaşmasına vesile olmalıyız.
Heva ve zanna dayalı olarak üretilen geleneksel ve modern bid’at ve hurafelerden arınıp, tarihte üretilmiş tüm birikimi vahiyle tashih edip, tüm uydurma ilahları, tağutları reddedip, tüm şirke dair kirliliklerden arınarak Allah’a ve Resulüne, Kur’an’a ve tevhid dinine hicret etmeliyiz. Önce her birimiz, şirkten tevhide doğru hicretimizi kalıcı ve sürekli kılmalıyız. Sonra da, bu kısacık imtihan dünyasındaki bütün insanlar, cahiliye karanlıklarından tevhidin aydınlığına, insanlık onurunun ayaklar altında olduğu zelil hayatlardan, insanlık onurunu yücelten adalet ve izzet vasatına hicret etsinler diye çırpınmalıyız.
Bize düşen sorumluluk, dünyanın hangi bölgesinde olursak olalım, sadece Allah’a kulluk yapmak ve Allah’a hicretimizde ayaklarımızı sabit tutmaktır. Arzın bulunduğumuz bütün mekânlarını mescid ve Kur’an mektepleri haline dönüştürmek, insanlığı hüsrandan kurtuluşa, ifsaddan ıslaha, zulümden adalete ve karanlıklardan nura (aydınlığa) çağırmaktır. Şiddetten ve zorbalıktan uzak durup, hikmeti, merhameti ve adaleti hakkıyla temsil ederek, tüm insanlara kurtarıcı mesajı sunmak ve herkesin cennete gitmesi için çırpınmaktır.
Asla terk etmememiz ve taviz vermememiz gereken sorumluluğumuz,Allah’ın kullarını, tagutları redde ve sadece Allah’a kulağa çağırmak, Kur’an’ın kurtarıcı, aydınlığa çıkarıcı mesajını önce hayatımızda yaşayıp, hal ve kâl ile bütün insanlara yaymaktır. Kur’an’ın adil ve onurlandırıcı mesajıyla tüm insanlığı kurtaracak alternatifi ortaya çıkarmak, herkese adalet ve özgürlük getirecek adalet sistemini oluşturmaktır.
Öncelikle bulunduğumuz yerde Kur’an’ın adaletini ikame etmek, tevhid bayrağını kalplere ve hayatlara dikerek model oluşturmak, vahye hakkıyla şahidlik yapmak, sonra da Allah’ın tüm kullarına, bu imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirebilme imkânını sunmak, tüm dünya insanlığına insanca ve özgürce yaşayabilecekleri adalet vasatını hazırlamaktır.
Bu sorumluluğumuzun gereğini hicretin 1433. yılında bir daha hatırlamalı ve tüm insanlığı kurtaracak aydınlık modeli ve adil dünya arayışına cevap olacak en sahici alternatifi, Kur’an’ın rehberliğinde ve ilk Kur’an neslinin örnekliğinde inşa ederek, çağımızın Kur’an toplumunu oluşturarak tüm dünya insanlığına sunma çabamızı daha nitelikli ve daha sürekli kılmanın cehd ve gayreti içine girmeliyiz.
Hicret ruhunu yeniden yakalayarak, dünyada muhacir olarak bulunduğumuzun bilincini kuşanarak, fıtrat ile vahyi buluşturan bir Kur’an toplumunu inşa etmeden dünyada da, ahrette de huzurun, kurtuluşun mümkün olmadığını bilerek, bir an önce ölüm gelmeden üzerimize düşen sorumluluklar için seferber olmalıyız. Aksi takdirde, insanlığın “yeni bir dünya” arayışına cevap teşkil edecek modeli üretip hayatımızda örnekleyerek insanlığa sunma sorumluluğumuzu ihmal edersek, sorumluluktan ve fedakârlıktan kaçmak, tembellik ve ilkesizlik, ya da dünyevileşme, acelecilik, korku ve çıkar eksenli hesaplar gibi sebeplerle vahye şahidlik görevimizi hakkıyla yerine getirmezsek Allah huzurunda hesabını veremeyiz.
Yeterince Özgürleşememiş ve Bağımsız Düşünemeyen Zihinler, Karşıtlarına Sığınırlar
Küresel ve yerel seküler sistemin, fiziki kuşatmasından, bedenimizi çevreleyen zindanından daha önemli ve daha etkili olan kuşatması ve zindanı, zihinlerimizde gerçekleştirdiği kuşatması ve zihinlerimizin onun ideolojik paradigmasının zindanına hapsolması halidir. Zihnen özgürleşmemiş olan ezilenler, ezenlerine öykünüp, onların kavram ve modellerinden başka çıkış olmadığı zannına kapılıp, daha fazlasına, özgün modeller oluşturmaya güçlerinin yetmeyeceğine inanırlar. İlkeli ve tavizsiz bir tevhidi duruşla Allah’ın yardımını hak ettiklerinde, normal şartlar altında olamayacak gelişmelerin Allah’ın yardımıyla gerçekleşebileceğine dair ilahi taahhüdü bile unutup, zihinlerini kuşatan seküler mantıkla verili sistem içi düşünmeye, sistem içi alternatifler aramaya daha yatkın hale gelirler. Zihinlerini kuşatan seküler paradigmanın düşünce kodlarını, kalıplarını taklitten kurtulup, özgün düşünce ve modeller üretme performansı gösteremezler. İşte bu yenilgi/mağlubiyet psikolojisidir.
Bu manevi, psikolojik cahili kuşatma ve zindan o kadar önemlidir ki, bu tür zindanlara hapsolmuş zihinlerde, Allah’a teslimiyet dışındaki tüm bağlar koparılarak, cahili kuşatmalar aşılarak özgürleşme sağlanmadan, özgün İslami düşünce ve siyaset üretilemez, özgün bir İslami proje ve modeli tasavvur imkanı bile elde edilemez. Sonuçta, fiziki kuşatma ve zindandan kurtulma imkanı da hiçbir zaman gelişemez, zindan kalıcı hale gelir ve sadece gardiyanlar değişir. Çünkü modern paradigmanın zihnî kuşatma ve zindanına maruz kalanların zihinleri de, bu tür bir işgal ve esaret altında olanların, kendilerini yenilmiş ve mağlup hissedenlerin, düşünce ufku ve siyaset algısı da, egemen modern paradigmanın kodlarıyla sınırlıdır. İşte bu kuşatılmış zihinlerin, inzal edilmiş olanı geçici olarak da olsa ihmal edip, erteleyip, batıldan ödünç alınan fikir, kavram ve modellerle, özgün düşünce, siyaset ve gelecek tasavvuru inşa etmeleri mümkün değildir. Halbuki, manevi, fikri, düşünsel, kültürel cahili kuşatmadan özgürleşmiş, egemen sistemden bağımsız düşünebilme imkanına kavuşmuş zihne sahip olanlar, fiziki olarak ve bedenen zindana hapsedilseler ya da çok boyutlu baskı ve yasaklarla kuşatılmış olsalar bile, hür zihnin çabalarıyla, zihni planda inkılaplar yaşayıp, özgün düşünceler üretebilirler. Üstelik bu özgür zihnin özgün ürünleriyle, başkalarının da, düşünsel ve imani zindanlardan kurtulup özgürleşmesine katkı sunabilirler. Bedeni zindanlarda olan hür zihinler bile, zindan duvarlarının engel olamadığı zihni özgürlük alanlarında fıtratla vahyi bütünleştirip, Allah’a teslim olarak izzete kavuşurlar, sonuçta da, karşıtına sığınarak var olma zilletine sürüklenmeden, egemen cahiliyeden bağımsız, özgün düşünce ve projeler üretebilirler.
Nitekim, Peygamberlerin insanlara ulaştırdıkları ilahi vahiy de, öncelikle fıtratla bütünleşip, ruhları, zihinleri cahiliye zindanlarından ve kuşatmasından kurtarıp, vahyin aydınlığına, fıtri özgürlüğüne ve bağımsızlığına kavuşturmuştur. Ondan sonra da hür zihinli Müslümanlar bedenlerini kuşatan cahiliyeye karşı bağımsız ve özgün bir mücadeleyi sürdürmüşlerdir. İşte bu hür zihinli mü’minler, tam anlamıyla kuşatılmışlık şartlarında, çok boyutlu baskı, işkence ve ölüm tehdidi altında ürettikleri alternatif özgün yapı, model ve faaliyetlerle İslami tevhidi davet ve şahitlik sorumluluklarını yerine getirerek, cahiliye toplumunu tevhidi istikamette dönüştürecek bir örneklik oluşturmuşlardır. Asla cahiliye inancına, kavram ve modellerine sığınarak var olmaya çalışmamışlar, hak-batıl karışımı yöntemlere başvurmamışlardır. En zor şartlar altında bulunsalar da, geçici olarak da olsa asla pragmatizme yönelmemişler, onların kavram ve modellerini ödünç almaya kalkışmamışlar, cahiliyenin daha az zararlısını da tercih etmemişlerdir.
Ancak bugün, maalesef Müslüman zihinler, Allah’a tam anlamıyla teslimiyeti gerçekleştirerek zihni özgürlüğe ve bağımsızlığa yeteri kadar ulaşamadıkları için olsa gerek, yenilmişlik, mağlubiyet, güçsüzlük ve çaresizlik psikolojisiyle, karşıtına sığınarak, onların kavram ve modellerini ödünç alarak ya da kötünün daha az zararlısını tercih ederek var olmaya çalışıyorlar. Bu sığınmacı yaklaşımla, hakimiyetin Allah’a değil halka ait olduğu tartışmasını açabiliyor, hükmün Allah’a değil ümmete ait olduğu iddiasını gündemleştirebiliyorlar. Küresel hakimiyet seküler modern paradigmaya değil de İslam’a ait olsaydı, bu tahrif edici zorlama yorumlara tevessül ederler miydi?
İmani, ameli ve yapısal hicretle cahiliye zihniyet, inanç, amel ve yapısını/sisteminden uzaklaşıp, İslami toplumu ve İslami adalet sistemini inşa etmeye kilitlenmek gerekirken, bugün başta Türkiye olmak üzere tüm İslam coğrafyasında yaşanan değişim sancıları küresel kapitalist sisteme entegre olmaya doğru yönlendirilmeye çalışılıyor. Çürüyen, çözülen ve değişmek zorunda kalan küresel ve yerel eski statükoların yerine yeni statükoya uygun Protestan “ılımlı İslam” algısı oluşturulup, bireysel ibadetler alanına çekilip seküler liberal kapitalist sisteme uyumlu bu din algısı yeni statükonun inşasında kullanılmak ve bunun üzerinden kendini İslam’a nispet eden kitleler ve kimi tevhidi uyanış süreci öbekleri manevi ve maddi duygusallıklarla sisteme entegre edilmeye çalışılıyor.
Dünya Mustaz’afları Fıtri Adalet-Özgürlük Talebiyle Ayağa Kalkmışken, Fıtrat ve Vahyi Bütünleştiren Muvahhidlere Düşen Sorumluluk
İnsanın fıtratını bozan ve vahiyle bütünleşmesini engelleyen ve sonuçta hayvandan aşağıya sürüklediği bu insanı çıkarı peşinde koşturan seküler modern paradigmanın ürettiği liberal demokratik ve sosyalist modeller ve onların destekledikleri despot rejimler, dünyanın her yanında sefalete, sömürüye, kan ve gözyaşına yol açmış bulunmaktadır. Hem de sözde “ıslah edici”, “barbarları uygarlaştırıcı, özgürleştirici” oldukları büyük yalanının arkasına sığınarak, insani değerleri, erdemleri yok edip insani olanı çürüterek, insanı tüketerek, fesadı, sömürüyü, adaletsizlik ve hak ihlallerini küreselleştirmiş bulunmaktadırlar.
İşte bu büyük zulüm ve sömürüye, bu derin ve yaygın adaletsizliğe karşı geniş mustaz’af kitleler, dünyanın her yanında, daha adil ve daha özgürlükçü yeni bir dünya talebiyle isyan bayrağını açarak ayaklanmakta, egemen yerel ve küresel sistemleri değişime zorlamaktadırlar.
Tam da Müslüman halklar,ülkelerinde on yıllardır emperyalist demokrasilerce desteklenmiş bulunan despotları devirirken; bu sefer de, aynı zalim güçlerce demokratik şirk sistemlerine doğru yönlendirilmeye, küresel kapitalist sisteme uyumlu hale getirilmeye, liberal politikalara entegre edilmeye, İslami, Kur’ani modelin ortaya çıkışı engellenmeye çalışılmaktayken, liberal demokratik sistemlerin sömürü ve zulmüne karşı ayaklanan bütün dünya mustaz’aflarının hal diliyle bir uyarı gündemleşmektedir.
Bizi üzen, kimi yerli Müslüman aydın, yazar ve önderlerin de, değişik hesaplarla ya da değişim geçirerek, bu eğilime aktif destek veren, mazeret ve meşruiyet oluşturmaya çalışan zorlamalar içine girmeleridir. Bugün ülkemizin ve bölgemizin, tevhidi uyanış öbeklerinin ve Kur’an davetçisi olarak tanınan aydın, âlim, yazar ve önder konumundaki Müslümanların dahi önemli bir kısmı, bu “ehven-i şerr’i tercih etme” çağrısı yapma, bâtıl kavram ve modelleri (bu bağlamda demokrasiyi) ödünç alabileceğimiz “içtihad”ında bulunmaları, “başka çare yok”, “ne yapalım denize düşen yılana sarılır” söylemleri ve İslami bir hedefe ulaşmak için gerekiyorsa“bâtılı” tercih etmeyi de merhale fıkhı olarak sunmalarıyla, seküler modern şirk paradigmasının kavram ve modellerini gündem yapar hale gelmeleri, ciddi bir savrulmanın işareti olarak ortadadır.
Bu tutum, insanlara şehid/model olmakla sorumlu Müslümanların, bu sorumluluklarını terk ederek ya da askıya alarak, yanlış bir istikamete savrularak, geçici ve ödünç de olsa, “ehven-i şer” olarak da nitelense, bugünkü durumda modern cahiliyeyi kendilerine örnek, model alma konumuna sürüklendiklerini göstermektedir.
İşte tam da böyle bir konjonktürde, dünyada yaşananlarla ve emperyalist kapitalist demokrasilerde ortaya çıkan gelişmelerle, ilginç bir tevafukla, tarih, adeta uyarı alarmları çalıyor ve çoğu “Müslüman aydınların”, Müslüman halkların liberal demokratik seküler modellere yönelişle büyük bir sapmanın eşiğinde olduğunu ikaz eden sinyaller veriyor. Çünkü ülkemizde ve bölgemizde yaşanan değişim kendi özgün İslami kimliğimiz, özgün İslami, değer, ölçü ve kavramlarımız istikametinde, tevhidi ilkelerimiz çerçevesinde yaşanmadığı halde, birçok Müslüman aydın, yazar ve kanaat önderi ve dindar kitleler, bu seküler sistem içi demokratik değişme eklemleniyorlar. Hatta bir kısmı da, bu liberal laik demokratik model istikametinde değişime destek vermekle kalmamakta, üstelik zorlama yorumlarla İslam’ı bu değişime malzeme kılmaya, hak-bâtıl karışımı çoğulcu seküler sistem arayışlarına teolojik alt yapı oluşturmaya çalışmaktadırlar.
Bölgedeki yönlendirilmiş kimi eğilimler, batılı emperyalist demokrasilerin desteklediği despot rejimlerden yine onlara sığınıyor, despot tağuti rejimler yerine, yine onların tağuti laik liberal demokrasilerini ikame etmek istiyorlar. Halbuki, aynı süreçte batılı demokrasilerde yaşanan isyanlarda, bütün insanlık, bu kapitalist demokrasilerdeki sömürü ve adaletsizliklere karşı adalet talepli itirazlarla, Müslümanların içine düştükleri bu utandırıcı çelişkiyi, onların yüzlerine çarpacak bir uyarıyı da hal diliyle ortaya koymuş oluyorlar. Kendilerinin laik liberal demokrasilerin yönetimi altında ezilen, sömürülen, adaletsizliğe muhatap kılınan %99 olduklarını, %1 olarak nitelendirdikleri finans kapital diktatörlerinin zulmü ve sömürüsü altında bulunduklarını haykırıyorlar. Demokrasilerdeki bütün partilerin patronunun, finansörünün bu finans kapital diktatörleri olduğunu, parayı verenin düdüğü çaldığını, halkın sesinin kısıldığını ve yönlendirildiğini, bu yüzden liberal demokrasilerde de geniş halk kitlelerinin ezilip, kapitalist azınlığın tahakkümü olan sermaye oligarşilerinin hüküm sürdüğünü ifade ediyorlar.
Bugün batılı emperyalist liberal demokrasilerin mağduru mustaz’af halkların yüz binlercesi yüzlerce meydanı doldurarak, ülkemiz ve bölgemiz Müslümanlarında meydana gelen liberal demokratikleşmeye meyletme eğilimine karşı âdeta hal diliyle şu uyarıları haykırıyorlar: “Durun Müslümanlar, bu sokak çıkmaz sokak! Bizim zulüm ve sömürü üreten seküler, liberal, demokratik sistemimizi model alacağınıza, elinizdeki tek kurtarıcı Kur’an’a sarılın, kendinizi de, bizi de kurtaracak adalet sistemini oluşturun ve sizler bizlere model olun.”
İşte bu hal diliyle yapılan uyarıyı dikkate alıp, Hablullah olan Kur’an’a topluca sarılarak, tüm dünya insanlığının muhtaç olduğu Kur’ani modeli oluşturup sunmak yerine, onların bâtıl modelleriyle sentezlenmiş karma modeller peşine takılarak, tağutların ılımlı olanlarıyla uzlaşarak, Allah yolunda cihadı, Kur’an’la büyük cihadı ve şehadet bilicini terk ederek, yeni statükoya din oluşturma pozisyonuna sürüklenerek, tevhidi istikameti kaybedersek, Allah katında hesabını veremeyiz.
Halbuki, halkı Müslüman ülkelerde batı desteğinde hakim kılınan despotizme ve bölgedeki büyük zulme, emperyalist saldırılara son verebilmek için yapılacak şey, ‘denize düşence yılana sarılmak’ yerine, her türlü şartta, tek kurtarıcı olan Allah’ın ipine sarılmaktır. Aynı şekilde, yapılması gereken, modern şirk paradigmasının içindeki “görece özgürlükçü” farklı diğer tağuti modellere yönelmeye meşruiyet kazandırıcı yorumlar yapmak ve “ne yapalım başka çaremiz mi var?” söylemleriyle çaresizlik psikolojisi üretmek olmamalıdır. Tam tersine, içine düşülen denizin de, sarılmak istenilen yılanın da emperyalizme ait olduğunun bilinciyle, hem bölgedeki despot yönetimlere karşı çıkmak, hem de onların arkasındaki emperyalist demokrasileri çok iyi tanıyıp, yeni oyunlarını da bozacak şekilde onlara da itiraz etmek gerekir. Yapılması gereken, kâhyânın zulmünden ağaya sığınmak çelişkisine düşmemek, hangi şart altında olursak olalım yılana sarılmayı da, daha zalim batıla karşı, daha az zalim batılı ikameye çağıran “ehven-i şer”mantığını da reddetmektir. Müslüman’ın sorumluluğu, en kötü ve en zor şartlarda bile çaresizlik psikolojisi içinde batılın farklı versiyonlarına sarılmaması gerektiğinin bilinciyle, her merhaleyi Hak ile inşa etmek, her durumda Hak’kı gündemleştirmekte ısrar etmek, her şartta tek çare ve çözüm kaynağı olan Kur’an’a sarılmak suretiyle sürekli yeni umutlar yeşertmektir.
İnsanlık Bunalımdan Çıkış Arıyor
ve Tarih Müslümanları Alternatif Olmaya Zorluyor
Dünya insanlığı büyük bir bunalımdan geçiyor. Mustaz’af büyük kitleler, can havliyle fıtri bir arayışla “başka bir dünya mümkün” sloganıyla meydanlara fırlayıp adalet arayışı içinde zulüm sistemine baş kaldırıyorlar. Ama modern paradigmanın kodlarıyla kuşatılmış sekülerleşmiş zihinleriyle bu yeni âdil dünyayı üretemiyorlar. Çünkü vahiyle bütünleşmeyen fıtrat, tek başına bütüncül ve sahici adaleti üretemez. Onun için bu sorumluluk, vahiyle fıtratı buluşturan Mü’minlere aittir.
Dünyanın ekonomik ve siyasi krizlerle sarsıldığı, sosyalizmi ve kapitalizmi, laikliği ve demokrasiyi üretmiş olan modern seküler şirk paradigmasının iflas ettiği, oluşturduğu zulüm ve sömürü bataklığında bunalan dünya insanlığının fıtri bir adalet ve özgürlük arayışıyla meydanları doldurduğu bu süreçte, konjonktürel şartlar ve tarihi gelişmeler, insanlık için tek kurtarıcı mesajı ve bütüncül sahici adaletin ölçüsünü ihtiva eden İslam’ı alternatif olmaya zorluyor.Evet tüm bu küresel gelişmeler adeta İslam’a alan açıyor, Kur’ani inkılabın zeminini hazırlıyor. Adeta tarih, bir yandan İslam’ı alternatif olmaya zorlarken, bir yandan da insanlığın gündemini de İslam’a doğru yönlendiriyor. Çünkü Rabbimiz Araf Suresi 94. ayette şöyle buyurmaktadır: “Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, onun halkını -yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır.” Yani hakların yoksulluk, darlık, sömürü ve zulümle sıkılıp, bunalması, fıtri bir arayışla Rabbine yönelip, yalvarıp yakarmasına ve hidayete yönelmesine müsait bir vasat oluşturur. Yeter ki, hidayet rehberi Kur’an’ın mesajını insanlığa sunmak üzere, Peygamber (s)’in bize şehid/şahid/örnek/model olduğu gibi, bizler de takvamızı kuşanıp, hakkıyla cehd ve gayret göstererek, insanlığa şehid/şahid/model olacak güzel, ilkeli, onurlu ve ahlaklı bir örneklik oluşturabilelim.
Ancak Müslümanlar, bu büyük sorumluluğu omuzlayacak doğru bir temsilden, Hakka adil şahidlik yapacak bir nitelik ve vizyondan çok uzak görünüyorlar.Modern paradigmanın ürettiği model ve düşüncelerin kodlarıyla kuşatılmış, batıl ideolojilerin kavramları ve mantığı ile işgal edilmiş zihinler, özgün düşünceler, modeller üretemiyor. Bu yüzden, bir çok tevhidi öbek ve İslami şahsiyet bile, çaresizlik psikolojisi içinde batıl modellerin “ehven-i şer” olanına meylediyor, batıl kavramları ödünç almanın gereğine vurgu yapıyor. Ödünç kavram ve modellerle, özgün düşünce ve projeler üretilemeyeceği akledilemiyor.
Ödünç olarak alınan batıla ait ideolojik kavram ve modellerin, girdikleri zihinlerde zamanla kanıksanarak kalıcılaşacağı ve taşıdığı felsefi-ideolojik arka planına göre dönüştürme etkisi yapacağı düşünülemiyor. Bu yüzden tevhidi uyanış sürecinden gelen birçok aydın, yazar ve kanaat önderinin, artık bu kavramlarla kendilerini ve düşüncelerini açıklamaktan rahatsız olmadıklarını ve hatta başta demokrasi olmak üzere bu tür batıl kavramları meşru ve İslam ile bağdaşır göstermek için ciddi bir çaba içine girdiklerini de ibretle gözlemliyoruz. Ödünç olarak ya da geçici olarak da alınsalar, Müslüman zihinlere giren bu kavramlar, zaten yaygın olan zihinlerdeki ideolojik, kültürel işgalin, bir süredir bu işgalden kurtulma cehdi içinde olan tevhidi kesimleri de yeniden kuşatmasına yol açıyor. Bu tür batıl kavramları ödünç olarak almayı ve ‘ehven-i şer’i tercih etmeyi, üstelik kimi ayetleri ve siyer bilgilerini de alakasız yorumlarla bu yanlışını tasdike zorlayarak tavsiye edenler ile bu tavsiyeye uymak suretiyle böyle tercihler yapanlar ise, farkında olmadan, kültürel emperyalizmin bu ideoljik işgalinin yeni işbirlikçileri konumuna sürükleniyorlar.
Bu halden bir an önce sıyrılmalı, tevhidi bir silkinişle uyanmalı ve Rabbimizin günleri evirip çevirerek tarihi yönlendirmesiyle ortaya çıkan ve dünya insanlığının adalet arayışıyla İslam’a muhtaç hale geldiği bu avantajlı durumda, batıl kavram ve modelleri ödünç alma hatasına düşerek, vahye adil şahidlik sorumluluğumuzu ıskalamamalıyız. Yaratılış gayemiz olan kulluk sorumluğumuzun gereği olarak, İslam’ı ve Müslümanları tahrif ve dönüştürme projelerini parçalamalı, insanı, insani erdem ve değerleri çürütüp tüketerek, ifsadı ve münkeri küreselleştirmiş olan sekülerizme karşı, vahye dayalı nitelikli ve model olacak itirazlar yükselterek, marufu küreselleştirmeliyiz. Kimi kısa vadeli taktik ihtiyaçlar, maslahatlar (!) ya da konjonktürel eğilimler uğruna stratejik istikametimize zarar verecek yaklaşımlardan sakınmalı ve özgün Kur’ani kavramlarımızla kendimizi tanımlayarak, tevhidi stratejik yürüyüşümüzde ısrar etmeliyiz. Kur’ani kavram ve ilkelerimize sahip çıkarak, küresel fitne ve fesada karşı cihad ve şehadet ruhuyla direnmeliyiz. Batıl modellerin daha az zalimleri peşinde sürüklenmekten, ödünç kavramlarla kendini tanımlayarak edilgen ve eklemlenmiş eklektik kimlikler sergilemekten ısrarla kaçınmalı ve İslami kimlik ve değerlerimizle kendimizi gerçekleştirerek insanlığa model haline gelmeliyiz.
Peygamber (s) bize şehid, örnek, model olduğu gibi, bizler de tüm insanlığa şehid, örnek, model olma sorumluluğumuzun gereğini yerine getirmeliyiz
Müslümanlar olarak sorumluluğumuz, insanlığı kurtaracak, karanlıklardan aydınlığa, zulümden adalete çıkaracak tek mesajı taşıyan Kur’an’ın hükümlerine dayalı adalet sistemini modelleştirip insanlığa sunmaktır. Bu büyük sorumluluğumuzu kuşanarak, küresel ve bölgesel ifsada, zulme ve adaletsizliklere karşı, tevhidi ilkelere dayalı sahici ve bütüncül adaleti ikame etmek üzere, adaletin ölçülerini taşıyan Kur’an’a dayalı modeli insanlığa sunmalıyız.Peygamber bize şehid/şahid/örnek/ model olduğu gibi, bizler de Müslüman olmamızın temel gereğini yerine getirip vahyin şahidliğini yapmalı ve insanlara şehid/şahid/örnek ve model olmalıyız.
İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, zulüm, sömürü ve haksızlıklardan kurtarıp bütüncül ve sahici adalet sistemine kavuşturacak tek rehber olan Kur’an’ın mesajını, hayatımızda örnekleyip modelleştirerek tüm insanlığa sunmanın, imani sorumluğumuz ve kulluk görevimiz olduğunu unutmamalıyız. Terk ettirilmek, unutturulmak ya da tahrif edilerek yanlış istikametlerde İslam düşmanı sistemlerin hizmetine sunulmak istenen tüm Kur’ani kavramlarımıza, örselenen ilkelerimize, tevhidi stratejimize sahip çıkarak ve batıl kavramları, modelleri ödünç olarak bile almaktan uzak durarak, küresel fitne ve fesad projelerini boşa çıkartmalı ve Kur’ani bir inkılapla vahyi modelleştirecek İslam’i mücadeleyi insanlığın umudu haline getirmeliyiz.