Anladığım kadarıyla, “Haksözhaber sitesi”, haberleri ve iktibas yazılarıyla farklı düşüncelere ve etkinliklere de yer veren bir platformdur. Yine bildiğim kadarıyla, “Düşünce Platformu” bölümünde Haksöz çizgisiyle hiç değilse temel ilkeler alanında mutabakat arz eden, ancak yorum ve içtihada dayalı konularda farklılıkları olan şahsiyetlerin düşünce yazılarına yer verilmektedir. Ancak bir süredir AKP ve Tayyip Erdoğan hakkında abartılı yüceltmeler içeren ya da AKP’ye oy vermeye çağıran yazılar bu bölümde yayınlanmaktadır. Tespit edebildiğim kadarıyla dört yazarın bu konularda, Erdoğan’ı yücelten ve okuyucuyu AKP’ye oy vermeye yönlendiren yazıları yayınlanmış bulunmaktadır. Bu tür demokratik seküler kirlenmeden kendisini koruyan ve her şartta tevhidi mücadelenin ilkeleri istikametindeki yürüyüşünden vazgeçmeyen, yolunu, ilkelerini ve duruşunu bulandırmadan, ilkesel duruşunu ve tevhidi şahidliğini ısrarla sürdüren birkaç çevreden bahsedilecekse, bunların başında Haksöz gelmektedir. Ancak nedense, kötü niyetli olmasalar da kimi etkilenmeler ve duygusal eğilimlerle, bir süredir, bu zemini de bulandıracak çağrılar ve propagandalar içerden denebilecek biçimde yapılmaktadır.
Haksöz’ün de içinde yer aldığı tevhidi mücadelenin temel ekseni, geleneksel ve modern cahiliyeden ayrışarak, Kur’an ve sünnet eksenli sahih din anlayışı istikametinde çağımızın Kur’an neslini inşa etmek ve bu neslin öncülüğünde, örnekliğinde/şahidliğinde toplumun tevhidi dönüşümüne vesile olmak ve ümmeti vahiyle yeniden inşa etmek değil midir? Böylesine önemli bir misyonu ve sorumluluğu taşımaya çalışan bir kesime yönelik yazılarda, laik sistemin laik partisi AKP’ye oy verme çağrısı hangi amacı gütmektedir? Laik devletin, hak-batıl uzlaşmasıyla kapitalizmle bütünleşmeyi ve Müslüman halkları sekülerleştirme projelerini temsil eden Başbakanına yönelik abartılı yüceltme çabaları ne anlama gelmektedir? Bu tür yazıların sitede yayınlanmasını zenginlik ve açılım imkânı olarak nitelendirerek olumlu karşılayanlar, modern cahiliye olan demokrasiye ve sekülerleşmeye kapı aralayan, laik partilere oy vermeye çağıran yazılar yanında, geleneksel cahiliyeye çağıran yazılara da aynı olumlulukla yaklaşacaklar mı? Mesela “tasavvufun hikmet ve faziletlerini anlatan ve insanları bir tarikata, bir şeyhe bağlanmaya çağıran, aslında böyle yapılması halinde marjinallikten kurtulup kitleleşme yoluna girilebileceğini, tarihi birikimimiz olan, bizim olan geleneğe saygı gösterip sahip çıkmak gerektiğini, böylece bütünleşilen bu kitlelere daha sonra tevhidi ilkelerin daha kolay anlatılabileceğini” öneren yazılar yazıldığında da aynı olumluluğu ifade ederek, aynı hoşgörüyü gösterecekler mi? Aslında bu tür pragmatizme kendisini kaptırmış olanların, kendilerince ürettikleri bir takım maslahatlarla modern cahiliyeye olumlu yaklaştıkları gibi, geleneksel cahiliyeye de aynı maslahatlarla aynı olumlu yaklaşımı gösterebilme ihtimalleri vardır. Bu bakımdan, modern cahiliyenin partilerine oy vermeye çağıran yazıları yayınladığı gibi, geleneksel cahiliyenin tarikatlarına çağıran yazıları da yayınlayıp yayınlamayacakları konusundaki sorumu daha ziyade site editörüne yöneltiyorum. Bahadır Kurbanoğlu kardeşimin isabetle ifade ettiği gibi, keşke bu tür suni gündemlerle uğraştırılmasak da kendi işimize baksak ve bir takım çıkarlarımız için “oy verelim” çağrısını gündem yapmak yerine, Haksöz’ün “Seçimimizi İslami Mücadeleden Yana Yapalım!” çağrısını gündemimizden hiç çıkarmasak. Bu konulara ayrılan vakit ve enerji, keşke doğrudan kendi gündemimize ayrılsa, tevhidi mücadeleyi daha nitelikli, daha güçlü ve daha etkili kılmaya yönelik çalışmalarımıza harcansa.
Bu tür eğilimlere kapılan yazarların, eğer kendi zaviyelerinden böyle bir takım faydacı yaklaşımlar ve maslahatlar güderek laik partilere oy desteği verilebileceği kanaatine ulaşmışlarsa, sessiz bir biçimde gereğini yapıp ondan sonra esas işlerine bakmaları gerekmez mi? Neden, kendi tercihlerini doğru tercihmiş gibi açığa vurup propaganda ederek ve hatta neredeyse oy vermeyenleri yanlış yapmakla nitelendirerek ya da “tekfircilik”le suçlayarak, en azından tartışmalı olan anlayışlarını yaygınlaştırmaya çalışıyorlar? Bu “tekfircilik” yaftalaması da giderek, savrulmaların kamuflaj malzemesi ve korunma kalkanı haline getiriliyor. Aslında, bu (bütün zaaflarına rağmen, tevhidi uyanışın ilk döneminde cahiliyeden ayrışmak için önemli bir rol de oynayan, daha sonra ise tavsayan ve bugün neredeyse nesli tükenen) “tekfircilik” denilen şey doğru konumlandırılmak kaydıyla, itici ve davetin önünü tıkayıcı bir üslup oluşturmak bakımından bir ucu oluşturuyorsa, ifsad edici diğer ucu da bu yaftalamayı kullanarak kendi savrulmalarını meşrulaştırmaya, eleştirilmez kılmaya ve eleştirenleri böyle yaftalamalarla susturmaya çalışanlar oluşturmaktadırlar ki, bugün artık birincisinden ziyade ikincisi daha büyük bir tehlike teşkil etmektedir. Bu ikinci ucu oluşturup “oy verme” yanlısı olanlara sormak lazım; neden, bu tür laik kapitalist partiler üzerinden sisteme eklemlenme yönelişlerinin, bireysel ibadetlerle sınırlanmış, kapitalizme entegre olmuş, dünyevileşerek sekülerizmi içselleştirmiş din anlayışlarına savrulma eğilimlerinin yaygınlaşmasına katkı anlamına gelecek “oy verelim” çağrıları yapıyorlar? Yoksa emin olmadıkları, ama bir türlü terk de edemedikleri bu tercihlerini yazarak, propaganda ederek yandaş temin etmeye, böylece kendi yaklaşımlarına meşruiyet sağlamaya ve daha çok taraftar bularak mutmain olmaya mı çalışıyorlar? Bilmiyorlar mı ki, laik sistemin liberal demokrat partilerine oy vermek bile bir Müslüman’a yakışmadığı halde, oy vermekle de kalınmamakta, bir süre sonra oy verenler oy verdikleri partiyi savunmaya geçmekte, onunla bütünleşmekte, hele bir de beklendiği gibi bir takım faydalar elde etmeye başladıklarında, tamamen savrulup gitmektedirler.
Toplumu dönüştürme iddiası olan muvahhidlerin, öncelikle kendilerinin toplumu taşımak istedikleri değerler, ilkeler, ölçüler alanında istikameti koruyan tavizsiz bir yürüyüşü ve tutarlı bir örnekliği/şahidliği ısrarlı ve istikrarlı bir biçimde sürdürmeleri gerekir. Allah’ın “emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun/istikameti koruyun, aşırı gitmeyin” (Hud:112) ve “zalimlere meyletmeyin size ateş dokunur” (Hud:113) uyarılarına rağmen, kendi ürettikleri kimi maslahatlar, çıkarlar ve marjinallikten kurtulmak adına istikameti terk edip toplumun cahili eğilimlerine, cahili sistemin partilerine savrulanların toplumu tevhidi istikamette dönüştürmeye vesile olmaları da, topluma Allah’ı razı edecek bir örneklik oluşturmaları da mümkün değildir.
Kur’an ve Resulullah’ın mücadele sünneti çerçevesinde gerçekleştirilmesi gereken İslami mücadelede, her mü’min şahsiyetin, içe dönük arınma ve imanını sağlam temeller üzerine oturtma ve bu hali sürekli koruma sorumluluğu ve çabası yanında, dışa dönük olarak üstlenmesi gereken önemli sorumlulukları ve vermesi gereken önemli mücadeleleri de söz konusudur. Bir yandan, inandığı ve bireysel hayatında yaşadığı değerleri, ölçüleri, hakikati, vahyi mesajı hayatında yaşayıp şahidliğini yaparak merhametle diğer insanlara da ulaştırmak üzere, tevhidi davet ve eğitim faaliyetleri gerçekleştirmek, tevhidi istikamette toplumu dönüştürme mücadelesi vermek sorumluluğunu taşımaktadır. Diğer yandan da, egemen zorba sistemlere ve onların Allah’ın kullarına kendi atalar dinini zorla kabul ettirme fitnesine ve her türlü zulme, haksızlığa, adaletsizliğe karşı adalet ve özgürlük mücadelesi vermek mükellefiyeti altında bulunmaktadır. İşte İslami mücadelenin bütün bu boyutları, egemen zorba sistemlerin “atalar dini” dayatmasına karşı itirazı ve onlara tabi olmamayı, ilk neslin örnekliğinde de yaşandığı gibi onların ilahlarına, cahili dinlerine itaat etmemeyi, ayrışmayı gerektirmektedir. İçinde yaşadığı toplumu, cahiliyenin geleneksel ve modern türlerinin hepsinden ayrıştırarak tevhidi istikamette dönüştürme sorumluluğu ve mükellefiyeti bulunanların, egemenlerin dayattıkları statükonun dinine itiraz etmeden, statükonun dininin ilklerine bağlı partilerini reddetmeden, kendi özgün dini kimliğini, ilkelerini, ibadetlerini tavizsiz ve uzlaşmasız bir netlikle toplumun gündemine taşımadan, cahiliye toplumunun sisteme eklemlenmeyi ifade eden tavırlarını, davetimizin muhataplarının oy verme eylemlerini taklit ederek bu sorumluluklarını yerine getirmeleri mümkün değildir.
Biliyor ve inanıyoruz ki insan, ancak, fıtri/insani erdemlerin korunup vahiyle geliştirildiği, Allah’ın kullarına merhametin esas alındığı ilahi adalet yönetimi altında, farklılıkları olan bütün kesimlere kendilerini özgürce gerçekleştirebilecekleri adalet ve özgürlük vasatı sağlandığında gerçek huzur ve barışa ulaşabilir. Evet, ancak fıtratla vahyin yeryüzünde buluşmasıyla, fıtrat, evren ve hayat arasında bir uyum sağlanabilir, bütün insanların Yaratıcısının, bütün kullarının hukukunu gözeten hükümlerinin hâkimiyetiyle, insanlığa onur kazandıracak gerçek anlamda bir adalet sistemi, hakiki barış ve huzur ortamı oluşabilir.
Tabii bu büyük ve hakiki değişime kadar zulüm devam etsin deyip seyirci kalamayacağımıza göre, bu temel istikamete yönelik stratejik yürüyüşümüze zarar vermeden, temel ilkelerimizden tavize yanaşmadan, tevhidi davet ve eğitim çabalarımızda ısrar ederek, ama hiç değilse mevcut sistem içinde insanlara nefes aldıracak görece bir iyileşmenin, özgürleşmenin sağlanması da önem arz etmektedir. Evet bu husus, Mekke zorba yönetiminin zulmünden, görece daha adaletle hükmettiği Peygamber (s) tarafından beyan edilen Habeşistan’daki Necaşi yönetimine sığınmak zorunda bırakılan Müslümanların örneğindeki gibi, acil bir ihtiyaç olarak gündemden çıkmamaktadır. Bu sebeple, ideolojik taassuba dayalı bürokratik diktatörlüğün önemli kurumlarını, hukuksuzluklarını, haksızlıklarını ve yaptığı zulümleri, keyfi karar ve uygulamalarını ifşa edip, kamuoyu önünde tartışmaya açarak, bir yandan insanlarda zulme ve haksızlıklara karşı muhalefet bilinci oluşturmayı, diğer taraftan da zulmedenleri geri çekilmeye zorlamayı hedeflemeliyiz. Yönetimleri, hiç değilse kendilerini nispet ettikleri hukuka ve altına imza attıkları insan hakları sözleşmelerine sadakat göstermeye zorlayarak, halkın mevcut sistem içinde de, nefes alacak kadar da olsa daha özgür bir vasata kavuşmasına vesile olmaya çalışmalıyız. Böyle görece özgür vasatlara ulaşabilmenin ilk adımı ise, zulmü, zorbalığı ve ideolojik dayatmayı esas alan vakıaya teslim olmamak, elindeki güç ve imkan kadar da olsa itiraz etme, muhalefet etme, sorgulama bilinciyle harekete geçmek, hak ve özgürlüklerimizi her fırsatta gündemleştirmek, zulmü ve zalimleri de teşhir etmek olmalıdır.
Sistem Partilerine Oy Vermenin Halk Açısından Değerlendirilmesi
Tevhidi bilinçten yoksun olmakla beraber, kendisini İslam’a nispet eden, sosyolojik aidiyet anlamında Müslüman olduğunu söyleyen kitlelerin, özgürlük ve adalet talebiyle darbecilere, Kemalist despotizme, CHP ve MHP gibi resmi ideolojinin en bağnaz savunucularına ve zulme karşı çıkma anlamında, kendi bilinç seviyeleri açısından başka alternatif de bulamadıkları için, resmi ideolojinin dışlayıp hedef aldığı görece özgürlük vadeden partilere oy vermeleri, tabii ki, zulumatın koyu tonlarından gri tonlarına doğru kaçışla görece iyi (ehven-i şer) olana yönelmek bakımından halk için bir olumluluktur. Ancak oy verilen partiler alanında aynı olumluluğun bulunduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü bu partiler, görece özgürlük savunuculuğu yapsalar ya da özgürlük ve adalet vaat etseler de, aynı zamanda emperyalist devletlerle işbirliği halinde halkı dönüştürme fonksiyonu da görmekte, İslami kimlik ve değerleri yozlaştırmayı, sekülerleştirmeyi, sonuçta Müslüman halkları küresel ve yerel seküler kapitalist sisteme eklemlemeyi de temsil etmektedirler.
Mesela AKP, halka en yakın parti olmasına rağmen, hem halka vaat ettiği adalet ve özgürlüğü getirecek bir politikayı uygulamaya koymada zaaflı, beceriksiz ve yüreksiz olduğunu, yeteri kadar dürüst ve ahlaki davranmadığını önceki dönemde ortaya koymuş, hem de dağıttığı iktidar, ikbal ve rant imkanlarıyla bir çok Müslüman’ın dünyevileşmesine sebep olmuştur. Yani görece özgürleşme imkânı ile dönüştürüp sisteme eklemleme riski aynı partide toplanmış bulunmaktadır. Ancak, bu risk vardır diye hiç özgürleşme olmasın, zulüm daha şedit bir biçimde sürsün denemez. Bilinmelidir ki, aşırı baskı ve zulmün de; İslam’ın, marufun/iyi olanın davet, tebliğ ve eğitimini engelleyerek, eğitim sistemini, medyayı ve kültür kurumlarını kullanarak, fıtratları baskı altına alıp bozarak, insani erdemleri bile köreltip yok ettiği, kötülüğü yaydığı, fesadı yaygınlaştırdığı, insanları ve toplumları çürütüp yozlaştırdığı ve münkere/kötüye doğru zorla dönüştürdüğü de bir vakıadır. Bu sebeple, bir yandan görece özgürleşmeyi bir olumluluk olarak değerlendirip teşvik etmek ve bu ortamı İslam’ın/iyinin davet, tebliğ ve eğitimi, fıtratın korunup geliştirilmesi için kullanmak, diğer yandan da bu imkânı sağlayan partiler üzerinden sisteme eklemlenme ve sekülerleşme riskine dikkat çekip uyarılar yaparak bu riski azaltmaya çalışmak durumundayız. İnsanların, sistem içi değişimle zulumatın koyu karanlığını temsil eden Kemalizmden, aynı karanlığın açık tonlu “gri” kulvarlarına geçişi, aydınlığa çıkış olarak algılama yanılgısına düşmemelerine vesile olacak uyarılarımızı ısrarla sürdürmeliyiz.
İkisi de cahiliyeye ait ve şirk içindeki güçlerden, Rumlar ve Sasaniler’de olduğu gibi, birisi daha zalim, şedit ve yakın tehlike ise ve ikisi çatışıyorsa, uzak tehlikenin yakın ve şedit olana galip gelmesi arzu edilebilir ve bu sonuç gerçekleştiğinde Müslümanların maslahatı bakımından sevinilebilir. Ancak burada önemli olan, galip gelmesinden hoşnut olunan şirk ordusuna asker olunmaması, onun saflarında fiilen yer alınıp savaşa iştirak edilmemesi ve ona destekçi konumlara sürüklenilmemesidir. İslam’ın mücadelesinde yakın ve daha şedit düşmanın öncelikle mağlubiyetini ve bu bağlamda Rumların galip olmasını arzu etmek ve bu sonuca sevinmekle, onu destekleyici eylemlerde bulunmak birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü bırakın herhangi bir şekilde desteklemeyi, zalimlere meyletmek bile yasaklanmıştır. Müslümanlar, bu savaşı sadece uzaktan izleyip kendi maslahatları için sonuçlar çıkarıyorlar, muhtemel gelecek tasavvurları ve İslami mücadeleleri bakımından tahliller yapıyorlar, ama bu değerlendirme, hiçbir Müslüman’ı asli görevinden, ıslah ve inşa sorumluğundan, Kur’ani davet, eğitim ve tevhid gemisini inşa projesinden alı koymuyor. Hiçbir Müslüman, Rumlar galip gelsin diye gidip Rum ordusuna asker veya üye olmuyor, fiilen destek vermiyor, Rumlara ve inançlarına meşruiyet kazandıracak tek bir söz sarf etmiyor ya da eylemde bulunmuyor, insanları bu güce destek vermeye (oy vermeye) çağırmıyor, bunun için örgütlenip çaba sarf etmiyor. Nitekim Müslümanlar, bir zamanlar maslahat gereği galip gelmelerine sevindikleri Rumlara daveti götürmekte ikirciklenme yaşamamış; hatta süreç içerisinde Sasanilerle olduğu gibi Rumlarla da savaşmış ve ülkelerini fethetmişlerdir.
Bizim tartıştığımız örnekte de, mü’minlerin, sistemin şerden bir şube olan, ancak daha şedit şer olana nazaran görece daha özgürlük yanlısı bir şer olan laik bir partisine üye olup, onu benimseyerek, o alanda örgütlenip iktidar olması için çaba sarf ederek hayatını geçirmesinin meşru olmadığı kabul edilmelidir. Ancak tevhidi bilinçten yoksun halkın desteği ile görece daha adil ve görece daha özgürlükçü olanın, bu ülke insanları ve mü’minler için daha zalim ve daha despot olana galebe çalmasının da, sistem içinde ve halk açısından görece bir olumluluk ve diğer alternatifin daha şedit zulmünden kurtulmak açısından da daha sevindirici bir sonuç olarak değerlendirilebilir. Mü’minler de, toplum tahlili yaparken, cahiliye toplumunda meydana gelen, zulumatın koyu tonlarından gri tonlarına doğru gerçekleşen bu değişimi, kendi çerçevesinde o toplum için görece olumlu bir gelişme olarak değerlendirebilirler. Ebu Talip’in, müşriklerin tahriki ve tehdidiyle vaki olan şirke dair hiçbir uzlaşma talebini kabul etmeden ve onun konumuna meşruiyet kazandırmadan himayesinden istifade etmek, ama bunun karşılığında İslami kimlik ve ilklerden, İslami davet ve mücadeleden en küçük bir taviz vermemek, herhangi bir taahhütte bulunmamak, Ebu Talib’in peşine takılıp sürüklenmemek ve onu da davetin muhatabı kılmaktan vazgeçmemek, bunca yardım yapıyor diye ona meyletmemek örneğinde olduğu gibi, mü’minler de sistem içindeki kimi müesseseleri ancak bu şartlarla kullanabilirler.
Müslümanlar, Sistem İçi Değişimi Temsil Eden Partiler Üzerinden Sisteme Eklemlenme Riski Altındalar
İslamı bireysel alana hapseden ve bu alanda da kimi şekli ibadetlerle sınırlayan, başta siyaset ve ticaret olmak üzere, üretim, tüketim ve yönetim alanında seküler kapitalist kültürü içselleştirerek, bu hayat alanlarında vahyi ölçüleri dikkate almayan ve zamanla da bu hali kanıksayarak, zaten böyle olması gerektiğine inanmaya başlayan “Müslümanlar”ın sayısı giderek artmaktadır. Hayatın belli alanlarını vahyin belirleyiciliğinin dışına çıkararak, hevayı ve seküler anlayışları esas alan ve Kapitalist Batının seküler değerlerini belirleyici kılan sapma yaygınlaşmaktadır. Bu sebeple, Özal dönemiyle hız kazanan bu sekülerleşme, AKP döneminde zirveye çıkmış, dinin sabitelerinden bile taviz vermekten çekinmeyen, dünyanın süslerini belirleyici kılmış, kredi, ihale, makam, mevki hırsıyla ve bunların sağladığı zenginlik ve refah içinde konformist bir tutumla seküler bir hayatı yaşamaya yönelmiş “Müslümanlar” ortaya çıkmıştır. Sonuçta, adil, mütevazi, ahlaklı, onurlu ve vahye şahidlik yapan İslami-Kur’ani hayat tarzı yerine, refahtan şımarmışların azgın tüketim kültürünü ve kapitalist yaşam tarzını içselleştiren “Müslümanlar”ın sayısı artmıştır.
Bu sonuç, tavize, uzlaşmaya, pragmatizme dayalı ilkesiz yöntemlerin kaçınılmaz bir sonucudur. Bu yöntemleri tercih edenler, iktidar eksenli bir hayat tasavvuru içinde mutlaka dünyada bir sonuç almaya, bir şeyler elde etmeye endekslenmiş olanlar, pragmatizmin çürütücü, öğütücü ortamında kaçınılmaz olarak büyük dönüşümler geçirirler. Şahsiyetlerinden, daha önce savundukları çok temel değer ve ilkelerinden tavizler vere vere ilerledikleri süreçlerde, şüphesiz bir takım dünyevi karşılıklar elde ederler, ancak bunun karşılığında çok şeylerini, daha önce kendilerini inşa etmiş olan ahlaki ilkelerini ve onurlarını bile feda edecek noktalara sürüklenebilirler.
AKP, Merkeze Yerleşip Küresel Kapitalizme Eklemlenirken, Dönüştürme Misyonuyla Müslümanları Sekülerleştiriyor
Eklektik de olsa İslam’a daha yakın olan geçmişleri ile hesaplaşmaya ve temel inanç ilkelerini bile reddetmeye zorlanan AKP önderleri, Amerikancı danışmanların kılavuzluğunda değişerek dünyevileştiler, sekülerleştiler ve böylece kimi dünyevi sonuçları elde ederek ilerlediler. Tercih ettikleri pragmatik, iktidar eksenli yöntemin öğütücü girdabında sürekli yeni konumlara savrularak gerçekten büyük değişime uğradılar. Kendi değerlerinden kopup, egemen güçlerin değerlerini benimsedikçe iktidar ve ikbal kapıları açıldı, iktidara yerleştikçe de kanıksanan yeni değişimler, yeni savrulmalar ve statüko ile bütünleşme kaçınılmaz bir sonuç olarak kendini dayattı. İşte bu sebeple her yeni aşamada geçmişlerine ait bir değeri, bir duruşu, bir ahlaki ya da akıdevi ilkeyi kıra kıra, yıka yıka ilerlediler. Çünkü ülkenin ve dünyanın İslam düşmanı ilahları her adımda bir başka değeri ya da ilkeyi kurban etmelerini istiyor, bekliyor ve dayatıyorlardı.
Mesela gün geldi, inandıklarını söyledikleri İslam’ın toplumsal boyutuna ve temel ilkelerine aykırı düşse de, Batının ve resmi ideoloji ilahlarının duymak istediğini ifade ederek, tevhid dininin açık toplumsal siyasal, ekonomik ve hukuki temel ilke ve ölçülerini inkârcı konuma düşme pahasına “dinin bireye ait” olduğunu açıklayabildiler. Gün geldi, “Bir zamanlar, iktidara geldiğinde faizi kaldırabileceğini düşünenler vardı.. Buna aklınız yatıyor mu?.. Bu dünyanın gerçeği değil..” diyerek, İslam’ın en temel hükümlerinden birinin bu dünyanın gerçeği olmadığını söyleyebildiler. Yine gün geldi, “Paranın, ekonominin dini-imanı olmaz” diyerek, tevhid inancıyla, hayatın bütün alanlarını kuşatan İslam’la bağdaşmayan başka sözler sarf edebildiler. Ya da “İslâm Birliği diye bir şey olmaz! Hangi çağda yaşıyoruz?” şeklinde sözler ederek İslam’ın ümmet anlayışını reddeden yaklaşımlar sergileyebildiler. Bir başka zaman, Allah’ın ayeti olan başörtüsünü bırakın, kendi hanımlarının başörtüsünü bile savunmaktan acze düşüp, “Başörtüsü sorunu sadece %2.5 un sorunudur” diyerek, hem yalan olan hem de zalimlerin ekmeğine yağ sürecek ve başörtüsü yasağına karşı verilen onurlu mücadeleyi arkadan hançerleyecek sözleri rahat bir biçimde ifade edebilecek kadar savrulabildiler. İLKAV ve Özgür-Der başta olmak üzere, kimi İslami ve ilmi faaliyetlere, darbe-çete düzenine karşı adalet ve özgürlük mücadelesi verenlere hukuka aykırı keyfi uygulamalarla baskılar yapabildiler, haksız ve keyfi kapatma davaları açabildiler. Kendilerinin çıkardıkları TCK’da, laik devletin izni dışında Kur’an eğitimi yapanlara 1 yıl hapis cezası verilmesi hükmüne yer verebildiler. Özetle 28 Şubat sürecinin Müslümanlara yönelik bütün zulümlerini, yeni ilaveler de yaparak sürdürdüler.
Bütün bunlar, başlangıçta karşı tarafa kendini kanıtlama, “değiştiğini” ispatlama endişesi ile yapılıyor olsa bile, sonuçta hem kendilerini sistemin ideolojisine doğru değişime uğrattı, hem de bu değişimin muhatabı olan Müslümanların zihinlerini de baskı altına alarak, çıkarcı pragmatizme alıştırarak yada özendirip dünyevileştirerek değişime yönlendirdi. “Biz düşüncelerimizi değiştirerek, iktidar ve ikbale ulaştık, siz de artık 30 yıl geride kalması gereken bakış açılarınızı, iktidar, ikbal, kazanç gibi somut sonuçlara ulaştırmayan ilke, değer ve duruşlarınızı terk edip, zihninizdeki ahlaki, imani ölçü, değer ve ilkeleri değiştirirseniz, dini bireysel ibadetlerle sınırlayıp, toplumsal, siyasal, hukuki, ekonomik alanları vahiyle düzenleme iddiasından vazgeçmiş bir din algısını içselleştirirseniz, hem riskten korunur hem de dünyevi çok boyutlu kazançlarla sonuç alırsınız” mesajı verildi. Kapitalist yaşam biçimiyle bütünleşerek, modern tüketim kültürüyle uzlaşarak sekülerleşmiş, Protestanlaşmış bir din algısı yaygınlaştırılmaya ve “Kalvinizm” teorileri bu pratikten kalkarak tartışılmaya başlandı. Diğer taraftan bu yönlendirmeyle, CIA raporlarında çok uzun zamandan beri yazıla gelen, “Müslümanları dönüştürmek için onlara kredi, ihale verin ticaret yapsınlar, demokratik zemine çekin siyaset yapsınlar” tavsiyelerinin amaçladığı dünyevileştirme, sekülerleştirme ve böylece tevhidi mücadelenin dışına çekme amacına da hizmet edilmiş oldu. Birçok Müslüman da, gerek iktidar ve ranttan pay kapmak hırsıyla, gerekse tevhidi dönüşümün uzun soluklu mücadelesine nefesleri yetmediği için, uzun vadeli mücadeleyi göze alamayarak, İslami toplumsal dönüşümden umudunu keserek, önceleri dönüştürme iddiası taşıdıkları cahiliye toplumunun cahili değerlerini yeniden keşfedip, onlara doğru savrulmakta bir beis görmediler.
Muvahhidler, AKP’nin Üstlendiği Dönüştürme Misyonunu Fark Edip, İlkeli Yürüyüşlerini ve Savrulmaları Önlemeye Yönelik Uyarılarını Sürdürmelidirler
AKP’nin hizmet ettiği bu amaç, NATO da devreye sokularak BOP ile sağlanmak istenen sonuçla örtüşmekteydi. Zaten AKP bu projenin eş başkanlığını da, “Medeniyetler Arası Uzlaşma” adı altında servis edilen bir başka sekülerleştirme, uzlaştırma projesinin öncülüğünü de bu misyonu sebebiyle üstlenmişti. AKP’nin içinde açıkça yer aldığı tüm bu emperyal projelerin hedefi de, İslam’ı tahrif edip sekülerleştirerek, ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki tüm alanları düzenleyen hükümler vazeden İslam’ı tüm bu iddialarından vazgeçmiş, vicdanlara ve camilere çekilmiş bir din haline getirerek, Müslüman halkları Batı değerleri istikametinde dönüştürmek değil midir? AKP önder ve kadrolarının, değişmekle ilgili tüm eylem ve söylemleri de, işte tam bu amaca, emperyalizmin “ılımlı İslam projesi”ne hizmet eden bir çizgide ilerledi/ilerliyor. Aslında Tayyip Erdoğan, daha İstanbul Büyük Belediye Başkanı olduğu sırada, kimi “İslamcı” aydınların ve ilahiyatçıların mihmandarlığında bu konuma uygun bir değişim geçirmeye başlamıştı. Türkiye’de ilk defa, tarihselciliğin öncülerinden “Fazlurrahman”ın düşüncelerini gündem yapan bir sempozyum düzenleyerek, modern değerler ve pozitif hukukla İslam’ı uzlaştıracak, Kur’an’ın siyasal, ekonomik, hukuki alana dair hükümlerinin tarihselliği iddiasından kalkarak laik sistemle uzlaşma zemini oluşturacak eğilime girmiş bulunmaktaydı. İşte bu içerden değişim çabaları, küresel emperyalizmin laiklikle ve kapitalizmle uzlaşmış, sekülerleşmiş/protestanlaşmış “İslam” arayışlarıyla örtüştü ve küresel bir destek buldu.
Sonuç olarak, bu değişimi yaşayan AKP’liler, sadece kendileri değişmekle kalmıyorlar, kendilerini izleyen Müslüman kitleleri de aynı istikamette dönüştürüp, Batının ve yerli batıcıların gerçekleştirmekte zorlandıkları, uğruna kan döktükleri “Müslüman halkları Batı değerleri istikametinde modernleştirip, dönüştürme projelerine” de büyük katkılarda bulunuyor ve örneklik teşkil ediyorlar. AKP yanlısı Yeni Şafak Gazetesinde, Ali Bayramoğlu öncülüğünde yönlendirici anketler yayınlanarak ve İslami camiada yaşanan modernleşmeyi, sekülerleşmeyi büyük bir olumluluk olarak sunarak, bir yandan yerel ve küresel seküler ilahlara AKP’nin bu gelişmelere zemin hazırlamak bakımından değeri kanıtlanmaya, diğer yandan da sekülerleşme yönündeki eğilimler tahrik ve teşvik edilmeye çalışıldı. Ve bu sebeple de, bu tür eylem ve söylemleri konusunda hem yerli Batıcılar, hem de Batılı ülkeler tarafından alkışlanıp, teşvik ediliyorlar. Batılılar ve Batıcı “aydın”lar, Müslümanları, akıdevi ilkelerinden koparıp sekülerleştirdikleri, modernleştirip kapitalist sisteme uyumlu hale getirdikleri için AKP yönetimine övgüler yağdırıyorlar.
Ayrıca Türkiye ve AKP yönetimini kullanarak, “laik Müslüman ülke” modeli olarak sunarak, bölgedeki bütün Müslüman halkların diriliş ve direniş çizgisini ılımlı İslam adı altındaki emperyalist projeye doğru dönüştürmek, kapitalist sisteme entegre etmek ve yozlaştırmak istiyorlar. Bu amaçla artık ABD ve Batı çıkarlarına zarar verdiğine ve “radikalizmi” beslediğine ve Ortadoğu ülkelerine model olarak sunulmasının önünde engel teşkil ettiğine inandıkları İslam düşmanı radikal (Kemalist) laiklikten Türkiye’yi kurtarmaya, bireysel alandaki ibadetlere ve bu arada başörtüsüne de özgürlük tanıyacak Batı standardındaki “ılımlı laiklik”e geçişi sağlamaya çalışıyorlar. Ergenekon ve kimi darbecilerin üzerine gidişin arka planında da, daha önce kullanılan, ama artık Batı çıkarları bakımından tasfiye edilmesi gerektiğine inanılan İslam düşmanı Kemalist laikliği tasfiye ve terbiye ederek Batı standardındaki laikliğe geçişi sağlama amacı da güdülmektedir. Diğer yandan AKP’yi de bireysel ibadetlerle sınırlı din algısını ve ekonomik, siyasi ve hukuki alanı İslam’a göre düzenleme iddiasından vazgeçmiş, yani kamusal alandaki laikliği içselleştirmiş, kapitalizme ve seküler kültüre entegre olmuş “ılımlı İslam” çizgisini temsile yönlendiriyorlar. Böylece Batı çıkarları istikametinde “ılımlı laiklik”le, “ılımlı İslam”ı uzlaştırarak oluşturacakları yeni sistemle, Türkiye’yi Ortadoğu halkları için daha kabule şayan bir model haline getirmek istiyorlar. Hatta, AKP liderinin Ortadoğu’da kahramanlaşmasına yol açan İsrail aleyhindeki söylemlerine rağmen Türkiye’yi dışlamayarak, hatta hem sert çıkışlara muhatap olan Şimon Peres hem de hamisi ABD’nin Başkanı Obama, ılımlı İslam projesi modeli AKP’li Türkiye hükümetine daha da itibar ederek, bu modelin tutması ve bölge halklarını dönüştürmesi için, daha saygın ve daha tesirli hale gelmesine yönelik her katkıyı da sunuyorlar.
Tabii ki, “ılımlı laiklik” anlayışıyla bireysel ibadetlere özgürlük getirilmesi bizim de işimize gelir ve buna hayır demeyiz. Tabii ki, bu proje çerçevesinde bile olsa gasp edilmiş haklarımızdan bir kısmı iade edildiğinde bunları istemeyiz demeyiz. Haklarımızı alır ve istifade ederiz. Ancak bunun karşılığında sağlanacak laiklik ve kapitalist sistemle uzlaşmış sekülerleşmiş, bireysel ibadetler alanına çekilmiş “ılımlı İslam” anlayışını asla kabul etmez ve buna karşı mücadele eder, bunu sağlama aracı olacak siyasi parti ve iktidarları da afişe ederek, insanların bu oyuna kanmalarını uyarılarımızla engellemeye çalışırız.
İşte bu düşüncelerle, Haksöz Dergisinde yayınlanmış yazılarımızda, tevhidi bilinçten yoksun kitlelerin, CHP ve resmi ideolojiden kaçarak, darbecilere tepki göstererek, özgürlük ve adalet arayışıyla AKP’ye yönelmesinin halk adına görece bir olumluluk olarak değerlendirilebileceğini, ancak tevhidi bilinçteki Müslümanların AKP’ye meyletmesinin, oy vermeye yönelmesinin ise, tam anlamıyla bir irtica, geriye gidiş ve savrulma olarak görülmesi gerektiğini ifade etmiştik. Bu bağlamda, İslami kimlik ibrazında net olmayan ve tevhidi bilince sahip bulunmayan halkın, darbecilere, Kemalist despotizme karşı çıkarak özgürlükten yana tavır alma anlamında ve kendi değerlerine daha yakın bulduğu için AKP’yi desteklemesi ve böylece “şer” yerine “ehven-i şer” olanı tercih etmesi halk adına görece bir olumluluktur demiştik. Ancak, AKP’nin halktaki bu görece olumluluğu bile politika alanına yansıtmada gösterdiği büyük zaafa ve halkın iradesini temsilde ortaya koyduğu dirayetsiz, ferasetsiz, yüreksiz ve ilkesiz uygulamaya dikkat çekerek, aynı görece olumluluğun AKP açısından da geçerli olamadığını ifade etmiştik. AKP’nin, halkın değerler ve kimlik alanındaki arzu ve isteklerini, gasp edilmiş temel haklarının geri iade edilmesi anlamına gelen taleplerini siyaset alanına yansıtmak ve gereğini yapmak konusunda gösterdiği büyük zaaf yanında, üstelik küresel ve yerel dönüştürme projelerine eklemlenerek, halkın İslami kimliği ve değerleri bakımından önemli bir risk de oluşturduğunu vurgulamıştık.
Bu tespitin ardından şu ilkeleri de hatırlatmıştık: “tevhidi bilince sahip, vahyin inşa ettiği bir iman ve hayat tasavvuruna sahip mü’minlerin, bu tür sistem içi değişimlere meyletmeleri, destek vermeleri ise, aydınlıktan karanlığa savrulmaktır, gerçek anlamda “irtica”dır, geriye gidiştir. Bilinçli bir mü’min, tevhidi bir yönelişle, her şartta Hak’ka bağlanmak, Hak’kı temsil etmek ve Hak’kı Batıla hakim kılmak üzere çalışmak ve hiçbir sebeple hak ile batılı karıştıracak konumlara savrulmamak sorumluluğunu taşımak zorundadır. Mü’min şahsiyet, “şer” ile “ehven-i şer” arasındaki tercihe kendisini kapatarak, “ehven”i tercih dışı bırakma konumuna düşemez. Her şartta ehveni arzulamak, ehven yolunda çaba göstermek ve bu tercihinden asla taviz vermeden uzun soluklu ilkeli bir duruş ve yürüyüşü istikrarlı bir biçimde sürdürmek mü’min olmanın en temel gereğidir. Mü’min şahsiyet, iman amel bütünlüğü içinde, iman ettiği değerleri hayata hakim kılarak vahyin şahitliğini üstlenmek sorumluluğunu kuşanmak ve iman ettiği değer ve ilkelerden taviz vermeyen bir tutarlılığı yaşamak durumundadır. Bu sebeple hiçbir mü’min, ikrah olmadıkça, Hak ile Batılı karıştıran şirke dayalı düşünce, model, yol ve yöntemlere yönelemez, küfrü, şirki benimsediğini söyleyemez, küfre, şirke dayalı ideoloji ve ilkelere bağlılık sözü veremez ve İslam şeriatını dışlayarak, Allah’ın kullarına, küfür ve şirk hükümleriyle hükmetmeyi tercih edemez.”
Tevhidi istikameti bulamayan kitlelerin özgürlük ve adalet arayışı ile şer yerine “ehven-i şer”e yönelmeleri mazur, hatta şer’in en şedidinden kaçış anlamında görece bir olumluluk iken, muvahhid mü’minlerin “ehven-i şer”e yönelmeleri, ehveni teşkil eden tevhid yolunu alternatif olmaktan çıkarma, davetin muhatabı kitlelerin sığlığına sürüklenerek sıradanlaşmaları ve inkılabi (devrimci) ruhu kaybetmeleri sonucunu doğurmaktadır. Bu sebeple, Müslümanlar olarak, yukarıda bahsedilen dönüştürme projelerinin farkına vararak, her şart altında, tevhidi İslami kimlik ve ilkelerimize sadakati, sabiteler alanındaki değişmez değer ve ölçülerimizi savunup yaşamlaştırmayı ısrarla sürdürmeliyiz. Müslümanların, bu tür partilerin sağlayacağı, kimi özgürlüklere kavuşma ya da refahtan pay alma karşılığında, onlardan razı hale gelerek, onların destekçileri, taraftarları haline dönüşerek, kendilerini “Allah taraftarları” olmaktan çıkaracak eğilimlere doğru savrulmamaları için uyarılarımızı sürekli kılmalıyız. Nefsimizi ve tüm Müslümanları, vahyin ölçüleriyle uyarmak ve ıslah etmek sorumluluğumuzu, “emri bil maruf ve nehyi anil münker” yükümlüğümüzü ciddiyetle yerine getirmekten bir an bile uzaklaşmamalıyız. Bilmeliyiz ki, halktaki değişimi doğru okuma ve yeni duruma uygun açıklamalarla daveti ulaştırma amacıyla toplum tahlili yapmak üzere gelişmeleri takip edip değerlendirmek ve toplumdaki görece iyileşme ya da kötüleşmelere dair tespitler yapmak başka bir şey, toplumdaki bu görece değişimleri ulaşılması gereken nokta olarak kabul edip oraya eklemlenmek, tevhidi dönüştürme iddialarımızı terk edip toplumun cahili değerlerine doğru savrulmak başka bir şeydir. Birincisi doğru bir toplum analizi yapmak ve ona göre projelerimizi hazırlayıp, yönlendirmek açısından önemli bir gereklilik iken, ikincisi akıdevi olanı da kapsayan bir sapmayı ifade etmektedir.
Birinci 5 yılını boşa harcayan ve halka vaat ettiği özgürlük ve adalet konusunda tek ciddi adım bile atmayan AKP, ikinci döneminde de aynı zaafı sürdürmektedir. Bu sebeple, vaat ettiği görece özgürleşme istikametinde bile umutlu olmak mümkün görünmemektedir. Buna rağmen AKP, artık bu sefer halkın büyük desteğinin yüklediği ahlaki sorumluluğunun ve siyasi yükümlülüğünün gereğini yerine getirip de, adalet ve özgürlükler alanında vaat ettiği görece iyileşmeleri sağlayacak adımlar atarsa, mesela vaat ettiği gibi, “resmi ideoloji ve militarizmden arınmış sivil bir anayasa” çıkarmayı, başörtüsü, İHL ve Kur’an eğitim ve öğretimi alanındaki yasakları kaldırmayı, eğitimde ve bilimsel alandaki özgürleşmeyi, Kemalist dogmatizmden arınmayı, din ve düşünce özgürlüğü alanını genişletmeyi başarabilirse, halkın değişim iradesini kısmen de olsa siyasal alana yansıtmış olacaktır. Bu bakımdan Haksözde şunları yazmıştık: “Biz Müslümanlar, yaratılış amacımız olan kulluk sorumluluğumuzun gereği olarak, İslami kimlik ve ilkelerden ve uzun soluklu tevhidi değişim mücadelemizden taviz vermeyen yürüyüşümüzü ısrarla sürdürürken, İslami sistem kurulana kadar zulüm devam etsin diyemeyiz, zulmün devamına gözlerimizi kapatamayız. Bu bakımdan, şirk sistemi devam etse de mevcut zulmünü geriletip, görece bir adalet ve özgürlük vasatını sağlayacak sistem içi değişimleri de, Allah’ın kullarının kendilerini özgürce gerçekleştirmelerine yönelik görece bir olumluluk olarak değerlendirip, şirk sistemlerinin insanlara zulmetmemelerini, haklarını ihlal etmemelerini talep edebilir, bu bağlamda zulmün ve adaletsizliğin geriletilmesi çalışmalarını teşvik edebiliriz. Hatta bu bizim için, zulme ve ifsada karşı özgürlük ve adalet mücadelesi bağlamında bir sorumluluktur. Ancak bu tür taktik, konjonktürel ve görece özgürleşme ihtiyaçlarımız uğruna, bizi İslami kimlik ve ilkelerimizden uzaklaştıracak olan, stratejik hedefimize aykırı yöntemlerin peşine takılamayız. Her şart altında kendi özgün gündemimize yoğunlaşmak, İslami toplumsal dönüşüme yönelik çabalarımızı ve tevhid-şirk eksenli arınma ve ıslahat mücadelemizi taviz vermeden sürdürmek mecburiyetinde olduğumuzu asla unutmamalıyız. Kur’an nesli projemizi hayata geçirip ümmeti vahiyle yeniden inşa sürecini ısrarla sürdürmek ve ne pahasına olursa olsun tevhid gemimizi inşa etmeye devam etmek sorumluluğumuzu gündemimizden hiç çıkarmamalıyız.”
Tabii ki, kim vesile olursa olsun, gasp edilmiş bu hak ve özgürlüklerimizin iadesi halinde bunları alacağız ve halka daveti ulaştırmak için bu zeminleri kullanacağız. Ancak bu takdirde bile, tevhid ehli Müslümanların böyle bir değişimi sağlayan partiye meyletmesi, saflarında yer alması söz konusu olamaz. Menderes ve Özal dönemlerinde, muhalif halkın bu sebeple sistemle eklemlenmesi sağlanmış, daha önce gasp edilmiş bir takım özgürlüklerin iadesi üzerinden sistemin ömrü uzatılmıştır. Üstelik Menderes ve Özal, Müslümanlar için, Tayyip Erdoğan’ın yapmaya cesaret bile edemeyeceği önemli özgürlük genişlemeleri sağlamışlardır. Tek parti döneminin baskıcı dönemini müteakip gelen Menderes, on yıllardır süren Türkçe ezan zulmünü sona erdirip Arapça ezana geçmeyi sağlamakla İslami özgürlükler alanında günün şartlarında devrim sayılabilecek bir gelişmeye imza atmıştır. Yine Menderes’in TBMM’de genel kurula hitaben “siz isterseniz hilafeti getirebilir, İslam şeriatını tekrar yürürlüğe koyabilirsiniz” diyebilmiştir. Özal ise, yine on yıllarca Müslümanlara yönelik büyük zulümlere yol açmış TCK 163. maddeyi yürürlükten kaldırmıştır. Erdoğan ise, bütün vaadlerine rağmen bugüne kadar Müslümanların özgürlük alanlarında en küçük bir iyileştirme bile sağlayamamıştır. Eğer bir gün dönüştürme amaçlı emperyal projelere uyum gereği Müslümanların özgürlüklerinde görece bir iyileşme sağlanırsa ve bu bağlamda Başörtüsü yasağı kaldırılırsa, yine daha önceki örneklerde olduğu gibi, böyle bir gelişme umudu uğruna bile oy verme savrulması yaşayan pek çok Müslüman, görece özgürlükleri elde etme karşılığında ise kolayca bu parti üzerinden sisteme eklemlenip İslami mücadele hattını terk edebilecektir. Tabii ki, her oy veren böyle olur demek istemiyorum, ama büyük çoğunluğun böyle bir savrulmayı yaşayacağı, geçmiş çok sayıda örnekle de ispatlanmış olduğu üzere, kaçınılmaz bir sonuç olacaktır.
Halbuki, sistemin 80 yıldır gasp ettiği haklarımızın bir kısmının, yine sistemin bir partisinin eliyle iade edilmesi sebebiyle bu partiden ve bu parti üzerinden sistemden razı hale gelmek, bu görece iyileşmeyi sağlayan parti üzerinden şirk sistemine eklemlenmek tevhidi imanla bağdaştırılamaz. Malımızın tamamını çalan hırsız, çaldıklarının bir kısmını iade edince, “Allah senden razı olsun” diyerek hırsıza şükran mı duyacağız? Tam tersine, çalınan hak ve özgürlüklerimizin tamamını elde edinceye kadar, şirk ve ifsadın hakimiyetini sona erdirip, bireysel ve toplumsal hayatımızın bütün alanlarına Allah’ın hükümleriyle ve adaletle hükmedilmesini temin edinceye kadar, fitne ortadan kalkıncaya ve tağuti sistem ve ideolojilerin Allah’ın kulları üzerindeki tahakkümü ve zorbalığı sona erinceye, insanların bu imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirebilecekleri özgürlük ve adalet vasatına kavuşmalarını temin edinceye kadar, tevhid-şirk eksenli İslami mücadelemiz, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkaracak vahyin kurtarıcı mesajını yayma mücadelemiz sürecektir/sürmek zorundadır. İktidar ve ranttan pay kapmak ya da kitlelerle bütünleşip “marjinallikten” kurtulmak adına, yahut da kimi gasp edilmiş hak ve özgürlüklerimizi geri alma umudu karşılığında bizi biz yapan, bize değer, anlam ve şahsiyet kazandıran İslami kimlik, ilke ve akıdemizden tavize yanaşamayız. Bu tavizler karşılığında bütün dünyayı bize verseler bir değer taşır mı? Bu bakımdan, kim olursa olsun, yaptığı adil ve doğru uygulamaları, hiçbir kompleks duymadan takdir ve teşvik ederiz. Ancak gasp edilmiş haklarımızın iadesi sebebiyle onlara meyletmek yerine Rabbimize hamd ederek, bunu yapanların İslam’a ve Müslümanlara yönelik zararlarını da ifşa edip engellemeye çalışmalı ve tevhidi mücadeleyi kendi bütüncüllüğü ve ilkeleri istikametinde sürdürmeliyiz.