Katkıların önemi ve dua
İlk bölüme değerli yorumlarıyla katkıda bulunan kardeşlerimize dua ediyor, katkılarının devamını bekliyorum. Dizinin fazla uzamaması ve konuların bölünmemesi amacıyla sayfa sayısı fazla olduğu için hakkınızı helal edin, gerekirse çıktı alarak sabırla okuyacağınızı umuyorum. Allah hepinizden razı olsun değerli kardeşlerim.
Allah nasip ederse, zikrettiğimiz üzere iki ayrı ana başlık altında yayınlanacak olan bu yazı dizisinin biraz daha gelişmişini, inşallah iki ayrı kitap olarak yayınlamayı planlamaktayım. Bu sebeple bu yazılar yayınlandıkça yapacağınız değerli katkılar, yanlış anlaşılmaya müsait olup da biraz daha açılmasını isteyeceğiniz veya tashihini önereceğiniz noktalar, ya da eksik görüp de işlenen konular çerçevesinde ele alınmasının faydalı olacağını düşündüğünüz konulara dair öneriler (vb) olursa, şüphesiz ki bu tür katkılarınız kitaplaşma sürecinde inşallah hayra vesile olacaktır. Birinci yazıya yazılan yorumlar da bu bağlamda değerlendirmeye alınmış olup, kardeşlerimize katkıları için tekrar dua ve teşekkür ediyorum. Selamun aleykum.
Mehmet Pamak
Bölgeye Sunulan Türkiye Modelinin İki Ortağının “Ilımlı İslam” Algısı ve Bölgede Yaygınlaştırılmaya Çalışılması
Bugün tevhidi kesimin önemli bir kısmının da peşine takıldıkları yeni statükonun oluşumu ve bölgeyi dönüştürecek modelin ortaya çıkması için Türkiye’de değişimin öncülüğünü yapan liberal destekli AKP-Gülen koalisyonu toplumu gönüllü sekülerleştirme misyonunu yerine getirmektedir. Zora dayalı Kemalist modernleştirme ömrünü tamamlayınca ve artık tersine teperek Batı karşıtlığının tırmanmasına ve İslami uyanışa yol açınca, daha önceki bölümde ifade edilen dış ve iç sebeplerle başlayan sistem içi değişim sürecinde gönüllü sekülerleşme gerçekleşiyor. Eskiden baskıyla laik ve demokrat olmaya, seküler/dünyevileşmiş, kapitalist tüketim kültürüne eklemlenmiş hayat tarzını kabule zorlananlar, şimdi bu eğilimleri gönüllü olarak benimseyip içselleştirerek yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Üstelik bu gönüllü, kendiliğinden dünyevileşme, seküler değerlerle kuşatılmış bir hayatı yaşama eğilimi, sari bir hastalık gibi yaygınlaşıp, tevhidi uyanış süreci kesimlerini de kuşatıyor.
Bu bağlamda, değişimin öncüsü AKP-Gülen koalisyonu da neo-liberalizm, demokrasi, laiklik ve küresel kapitalist sistem ile bireysel ibadetlere indirgenmiş “Ilımlı İslam” anlayışını sentez etme amacı güttüğünü, bu hedefe yöneldiğini hem söylem, hem de pratik olarak açıkça ortaya koymaktadır. Bu yöneliş ister bu tür bir din algısını içselleştirdikleri ve doğru buldukları için tamamen yerli bir inisiyatifle olsun, isterse küresel denge, emperyal projeler bunun önünü açtığı için olsun, isterse her ikinsin de rol oynadığı şekilde olsun, sonuçta ülkede ve bölgede gerçekleştirilmek istenen “ılımlı İslam”, “ılımlı laiklik” ya da “liberal İslam” ve Protestanlaştırma, sekülerleştirme ekseninde bir dönüşümdür.
Bugün artık, “evrensel”(!) olduğu iddiasıyla, küresel olmayı bile başaramamış olan batının seküler batıl değerleriyle bütünleşip uzlaşmanın gerekliliği, gerçek anlamda evrensel değerleri muhtevi vahye iman eden Müslümanlara da, ulaşılması gereken hedef olarak gösterilmektedir. İşte bu hedeflere kilitlenen çevrelerce, “Evrensel insanî değerlerde buluşma ve demokratikleşme hedefine” çağrılan Müslümanlara “Müslümanların demokratlığı(nın), hem Türkiye için, hem dünya için önemli” olduğu hatırlatılmaktadır. Çünkü önce tüm bölge, sonra da tüm dünya Müslümanlarının İslam algıları, Türkiye modeli üzerinden “ılımlılaştırılıp” laiklikle, demokrasiyle ve liberal-kapitalist küresel sistemle uzlaştırılmak istenmektedir. Gülenci bir “Müslüman demokrat”(!) yazar Zaman gazetesinde yazdığı iki makalesinde şunları söylemektedir: “Dindarların demokratik laiklikle bir sorunu yoktur. Sorun, tek parti döneminin, dini toplum hayatından silmeye, sadece vicdanlara hapsetmeye çalışan katı uygulamalarındadır… AB’nin de talep ettiği demokratik laiklik, bu ülkenin en büyük uzlaşma zeminidir”. “Demokrasi, demokratik laiklik demek. Demokratik laiklik, inançlara saygı, din ve vicdan özgürlüğü, fikir ve ifade hürriyeti, evrensel insani değerlerde buluşmak demek.” http://www.zaman.com.tr/huseyin-gulerce/musluman-demokratlar_1001392.html
İşte, Gülen hareketinin organize ettiği bütün etkinlikler, dinlerarası diyalog ve Abant toplantıları hep bu amaca hizmeti hedeflemiş bulunmaktadır. Neredeyse 16 yıla yaklaşan bir süreçte, Abant toplantılarında başından beri, laiklik ve demokrasinin ve batının ürettiği seküler değerlerin, liberal değerlerin, laik pozitif hukukun, seküler insan hakları anlayışının İslam’la uyumlu olduğu ispat edilmeye ve topluma kabul ettirilmeye çaba gösterilir. Daha doğrusu inançlar, zihinler, toplumun İslam algısı, egemen yerel ve küresel seküler sistemin ekonomik, hukuki ve siyasi model, kavram, ölçü ve değerleri istikametinde dönüştürülmeye çalışılır. Maalesef oldukça da başarılı olunmuş ve bu zihniyet tevhidi kesimin öncülerini bile etkisi altına alabilmiş, hatta kimileri Abant toplantılarına katılıp söz konusu eklektik anlayışların üretimine katkıda bulunmaktan bile çekinmemişlerdir.
Mesela bir dönem Gülen’le yakınlığına da dikkat çekilen Utah Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Hakan Yavuz, bu hareket için “Bir Türk Protestanlaşması ve Türk Siyonizmi’dir” tanımını kullanıyor ve Gülen’in, Türk burjuvazisinin ihtiyacı olan İslam’ı üretme çabasında olduğunu savunuyor. Hakan Yavuz’a göre: “Gülen hareketi, dinin ve Tanrı’nın; kapitalizmin ve Türkiye’nin ihtiyaçlarına göre, Türk burjuvazisini güçlendirmek için yeniden yorumlanmasıdır”. Yine Yavuz’a göre;“Turgut Özal’la başlayan İslam’ın Protestanlaştırılması süreci, AKP muhafazakârlığı ve Gülen hareketiyle tamamlanmıştır.” http://tr.fgulen.com/content/view/14689/12/
Bilindiği üzere, tarihte Pavlus’un öncülük ettiği, Hz. İsa (as)’ıntebliği ettiği tevhid dinini, paganist, putperest Roma’nın razı olacağı değişikliğe uğratarak, “Teslis”i kabul edip, bugünkü laikliğe de uygun biçimde “Sezar’ın hakkı Sezar’a Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” şirk taksimini dinleştirerek egemen gücün razı olacağı “statükonun dini”ni üreten bir süreç yaşanmıştır. İşte bu süreçte, inzal edilmiş vahyi öğreti, tevhidi akıdesi ve şeriatı terk edilerek teslisçi, Sezar’ın (kamu-siyaset) alanına karışmayan Hıristiyanlık üretilmiş ve İznik Konsilin’de bu şirk din algısı tasdik edilerek Roma’nın resmi dini olarak kabul edilmiştir. Böylece Sezar’ların alanına “Tanrı”yı karıştırmayan yeni statükonun dini olan Hıristiyanlığı, artık tükenmiş olan Roma statükosunu yeniden üretmek için malzeme haline dönüştüren İznik Konsili’nden hareketle Abant Konsili adını verdiğimiz toplantılarda da buna benzer bir işlev görülmektedir.
Statüko dinlerinin işlevi, dindar hakları Allah ile aldatarak sisteme eklemlemek ve egemen statükolara meşruiyet sağlamaktır.Böyle dönemlerde, statüko dinleri yenilenirken halkın razı olacağı dini özü yükseltilir, halkın duyarlı olduğu hak dinden alınan unsur ve motifleri arttırılır. Yani halk dininin yükseldiği seviyeye uyum sağlanıp uzlaşılarak oluşturulan statüko dininin yeni versiyonuyla sistemin kendisini yeniden üretmesi temin edilmeye çalışılır. Özellikle de, halkların on yıllardır yaşanan zulüm, baskı, yasak ve sömürüler sebebiyle biriktirdiği öfkeyle patlamaya hazır hale geldiği süreçlerde, başta dini hak ve hürriyetleri olmak üzere halkın sistem içi taleplerinin bir kısmı karşılanarak, gasp edilmiş bazı hakları iade edilerek, bu duruma karşılık gelmek üzere statükonun dini yenilenip çıta bir üst seviyeye yükseltilerek, yani bütüncül sahici Hak din yerine sunulan statüko dini (Ilımlı İslam) üzerinden Allah ile aldatılarak sisteme eklemlenmeleri ve sonuçta statükonun kendini görece yenileyerek yeniden üretmesi, ömrünü uzatması sağlanır.
Statükonun dini iki tarafın ortak etkisiyle oluşur. Birinci taraf, statükodan beslenen, iktidar ve rant devşiren ve bu ayrıcalığını sürekli kılmak isteyen egemen müstekbir güçledir. Bunlar sömürü ve baskı düzenlerini sürdürmek üzere halkı Allah ile aldatıp oylayacak, mazlumları zalimlerine destekçi, payanda olma konumuna ikna edecek bir statüko dinine ihtiyaç duyarlar ve bunu bizzat kendi kadrolarına, iktidar nimetleriyle yemledikleri bel’amlarına hazırlatırlar. İkinci taraf ise, statükonun baskı ve yasaklarından bunalıp sistem içi değişim talebinde bulunan sistem içi muhalif kesimlerdir. Bunların öncüleri, yazarları, alimleri, aydınları, bir yandan sistem içi değişim isterken, diğer yandan da, hem ufukları, tasavvurları sistemi aşamayan zaaflarla, din algıları da bu dar ufuk ve sığlıkla, eklektik sentezci yaklaşımlarla malül oldukları için, hem de çıkarcı, pragmatik ve korkak olmaları, sistemin hışmından korunma endişesi duymaları sebebiyle, kendiliğinden sistemin kırmızı çizgilerini koruyan, ama bireysel dini özgürlükler alanından görece iyileşmelere yol açan uzlaşmacı “Ilımlı İslam” algıları üretip küresel ve yerel egemenlere sunma gayreti gösterirler.
İşte “Konsil” adını verdiğimiz bu tür toplantılarda egemen küresel ve yerel statükonun razı olacağı, ama aynı zamanda halkın da sistem içi bireysel dini özgürlük arayışına cevap verecek bir statüko dini oluşturulmaya çalışılır. Bu sebeple söz konusu toplantılara, hem statükoyu yenilemek isteyen siyasi kadrolar, hem kendisini İslam’a nispet eden aydın, yazar, akademisyen ve kimi cemaat önderleri, hem de İslam’a karşı olan laik liberal ve sol çevrelerin temsilcileri katılarak, İslam ile seküler değerleri uzlaştırmaya dair uzlaşmacı fikirler üretmeye çalışırlar. Statükonun dini, genellikle sistemlerin çürümüş, dibe vurmuş, ürettiği sorunlar içinde sıkışmış olduğu dönemlerde yenilenir. Sonuçta da bu din algısı egemen sistemin kendisini görece iyileştirerek yeniden üretmesi için bir malzeme olarak kullanıma sunulur. İşte söz konusu toplantılarda bu bağlamda laiklik ve demokrasiyle, liberalizm ve kapitalizmle uzlaşmış bir din algısı üretilmeye ve bu algıya göre dindar kesimler dönüştürülmeye, bu anlayış istikametinde evrim geçirip sisteme uyumlu hale getirilmeye, gönüllü dönüşümle seküler modernizmi içlerine sindirmeleri sağlanmak istenmektedir. Üstelik bu çabanın hedefi sadece Türkiye ile sınırlı tutulmamakta, önce Türki ülkelerle başlayıp, ardından Avrupa ve ABD’de benzer toplantılar gerçekleştirip üretilen hak-batıl sentezi onlara da sunulup adeta onayları ve destekleri alınmakta, sonra da başta Kahire olmak üzere tüm İslam coğrafyasına yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır.
Birkaç örnek verecek olursak;Johns Hopkins Üniversitesi işbirliğiyle “İleri Uluslararası Araştırmalar Bölümü”nde (SAIS) düzenlenen Abant Washington toplantısının açış konuşmasını, İslam’a ve Müslüman halklara yönelik dönüştürme ve saldırı projelerinin altında imzası olan Pentagon stratejistlerinden siyaset bilimci Francis Fukuyama yaptı. 1990’lı yılların başında yazdığı ‘Tarihin Sonu’ adlı makalesi ile de gündemi işgal etmiş olan Fukuyama, bu toplantıda “Bence Türkiye’nin bulduğu çözüm diğerlerine örnek bir model olabilir” dedi. Toplumun dindar olmasının demokrasi ve laiklik ilkeleriyle çelişmediğini belirten Fukuyama, “Türk toplumundaki evrimin uzlaşma yönünde olduğuna dikkat çekti.”
http://tr.fgulen.com/content/view/8941/1/
Abant Washington toplantısının ikinci oturumunkonu başlığı ‘Türk Laikliği’ idi. Bu oturumda konuşan Elizabeth Hurd, Demokrasinin temelinde Hıristiyan laisizmi olduğunu hatırlatarak, “Atatürk, sekülerizmle Osmanlı mirasını tamamen devre dışı bırakmak istedi. Atatürk’ün bu uygulaması Hıristiyan Avrupa sekülerizmine uygun değil. Zira, Avrupa kökenli sekülerizm dini devre dışı bırakmıyor; hatta bazı yerlerde daha da Hıristiyanlaşma söz konusu” diyordu. (26. 04. 2004 Aksiyon) Görüldüğü üzere, Türkiye’de geçerli din düşmanı Kemalist laiklik yerine, batıdaki dini vicdanlara hapseden, hayata müdahale ettirmeyen, hayatı pozitif hukukla düzenleyen ama dini de düşman saymayarak sekülerleştiren bir anlayış öne çıkarılmaya çalışılmaktadır. Böylece Batının sapkın seküler değerlerine uyumlu, hayata müdahale etme iddialarını terk etmiş bir İslam ortaya çıkarılmak, İslam alemi işte bu istikamette ve Türkiye örnekliğinde dönüştürülmek istenmektedir. Böyle bir laiklik anlayışını, özleyen ve hatta İslami sayan Abant Platformu müdavimlerini ve değişime uğramış pek çok Müslüman’ı oldukça sevindirecek yaklaşımlar geliştiriliyor. İslam’a düşmanlık eksenine oturtulmuş “Kemalist laiklik” yerine, dinle savaşmayan ama onu kamu alanına da sokmayan bu “Hıristiyan sekülerizmine uygun laiklik”, “ılımlı laiklik” anlayışı ikame edildiğinde, bu tür toplantılar ve yönlendirici propagandalarla buna zaten hazır hale getirilmiş pek çok aydın, akademisyen ve cemaat önderi sahiplenerek İslami olduğunu iddia edeceklerdi ve öyle de olmuştur maalesef.
Bu toplantıları takip ve tasvip eden, övgüyle gündemine alan liberal yazar Taha Akyol ise, Abant toplantıları hakkında şu tespitleri yapmaktadır: “Sosyal araştırmalar gösteriyor ki, Türkiye’deki İslam, liberalleşmiş bir laiklikle çatışmıyor. 19. yüzyıl Avrupa’sında sanayileşme, şehirleşme, eğitim gibi dinamikler Hıristiyanlıkta önemli bir dönüşüm yaratmıştı: Modernleşmenin getirdiği eşitlik ve özgürlük gibi yeni değerleri benimseyen ‘Katolik Rönesansı’ ve Protestan ülkelerdeki ‘Metodist’ cemaatler gibi. (Rene Remond, Religion and Society, in Modern Europe.) Türkiye bu sosyolojik aşamayı yaşıyor. İlahiyatçıların yeni akademik çalışmalarında da, cemaatlerin okullaşmaya ve sermayeye yönelmesinde de bunu görüyoruz. Çok tartışılan Fethullah Gülen hareketinde de bunu görüyoruz. Gülen hareketinde derin bir dini vecd ile birlikte, geleneksel İslami ilimler çağdaş bilimle ve özgürlük, eşitlik, diyalog, çoğulculuk gibi modern değerlerle meczediliyor; devlet sistemi olarak liberal bir laiklik benimseniyor. Abant Toplantıları, bunun örneklerinden biri.”
http://www.milliyet.com.tr/2004/04/22/yazar/akyol.html
Bütün bu tespitler, yapılan toplantıların konuşmacılarının niteliği, konuşmaların içeriği de göstermektedir ki, Batı, kendi sapkın seküler değerleri üzerine bina ettiği sapkın medeniyetinin sonunu getirecek potansiyele sahip tek din olarak gördüğü İslam’ı, kendi değerlerine uygun sekülerleşmiş, Protestanlaşmış bir din haline dönüştürmek istemektedir. Bu konuda TC devletini, kurumlarını ve sekülerleşme konusunda oldukça cesur adımlar atan Türkiye’deki “cemaatleri”, bir takım “Müslüman”(!) STK’ları, tarihselcilik ve sekülerleşme konusuna teşne “liberal-modern İslam” sapmasını yaşayan aydın ve akademisyenleri de çok yönlü kullanmak istemektedir. Bu konuda ciddi bütçeler tahsis edilmekte, pek çok toplantılar tertip edilmekte, ödüller dağıtılmakta ve bu işbirliğine yanaşanlara çeşitli çıkarlar sağlanmakta, övgüler yağdırılmaktadır.
Obama’nın danışmanı Dalia Mogahed ise, Gülen’in ismiyle özdeşleşen Gönüllüler Hareketinin toplum menfaati için çalışan herkese bir model ve ilham kaynağı olduğunu vurgulayarak şunları söylüyor: “Bence bu hareket bütün dünyaya adanmış insanların bir araya gelip çalıştıklarında toplumun menfaati adına nelerin yapılabileceğini gösteriyor. Tam bir model bu açıdan işte bu hareket. İnsanlara ve özelde Müslümanlara neler başarabilecekleri konusunda bir ilham kaynağı. Umarım bu proje bundan sonra Türkler dışındaki insanlarca da sahiplenilir ve bütün insanlığa mal olur. Ancak bir gerçek de var ki; bu hareket üyelerinin büyük bir kısmı itibarıyla hâlâ yalnızca Türklerden oluşuyor. Öyle hissediyorum ki, diğer milletlerden Müslümanların da bu hareket bünyesinde faal kılınması büyüme adına hedeflenmesi gereken bir istikamet… Bence bu hareket bütün dünya Müslümanlarının kucakladığı bir proje haline dönüşmeli. Ancak bu benim son derece başarılı ve takdiri hak eden bu harekete tavsiyem olabilir.” (14 Haziran 2009 http://tr.fgulen.com/content/view/17430/77/)
Bu tavsiyenin akabinde ve Obama’nın Kahire ziyaretindeki İslam alemine çağrı mahiyetindeki meşhur konuşmasından sonra Abant Platformu Kahire’de daha önce yaptığı Abant toplantısından sonra ikinci adımı atarak bir konferans düzenledi ve Arap İslam dünyasına da kapitalizm ve demokratik laiklik ile bireysel ibadetlere indirgenip kamu alanından çekilmiş “Ilımlı İslam” anlayışının uzlaştırıldığı din algısının yaygınlaştırılmasına vesile olacak ilişkileri sürekli hale getirdi. Bizzat içerden kendi taraftarlarınca bile “Türk Siyonizmi” ve “Protestanlaşma” olarak da tanımlanan bu hareketin bu eklektik, sentezci, uzlaşmacı din algısı yine önce Türki ülkelerde yoğunlaşan “Türk Okulları” adı altındaki eğitim çabalarıyla yayılmaya çalışılıyordu. Daha sonra başta Ortadoğu ve Afrika olmak üzere bütün Müslüman halklara ulaştırılmak üzere daha geniş bir coğrafyaya yöneldi.
Gülen hareketinin, bu okullar dışında da Arap ülkelerine açılımı sürüyor. Aynı gruba ait olup Abant toplantılarını da düzenleyen Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın bir başka faaliyeti Medialog Platformu ile Ürdün Bayrak Araştırma Merkezi organizasyonu birlikte düzenledikleri “Ortadoğu’da Değişim ve Dönüşüm Perspektifinde Türkiye-Ürdün İlişkileri Çalıştayı”, 25 Eylül 2013 tarihinde İstanbul’da yapıldı. Model olarak sunulan Türkiye AKP-Gülen koalisyonun iki kanadının birlikte katıldığı söz konusu çalıştayda “her iki ülkenin sosyo-kültürel, siyasal, ekonomik dönüşümleri ve Ortadoğu’daki son gelişmelerin” ele alındığı bildiriliyor.
İlk Abant toplantılarının yapıldığı yıllarda, yayınlanan uzlaşmacı sonuç bildirilerinde; laiklik ve demokrasiyle İslam’ın nasıl uzlaştırılmaya ve sentez edilmeye çalışıldığını, “Allah’ın hâkimiyetinin kozmik alandaki hakimiyetle sınırlanıp”, “yeryüzündeki hakimiyetin kayıtsız şartsız halka verilmesinin” İslam’a aykırı olmadığını ve İslam’ın, bütün dinlere eşit uzaklıkta devlet ve kamu alanı oluşturmaya uyumlu olduğunu ispat ile demokrasi ve laikliğin nasıl meşrulaştırılmaya çalışıldığını, (Mehmet Pamak, “Abant Konsili Nihai Bildirgesi ya da Allah’ın Ayetlerini Satış Sözleşmesi”, Haksöz Dergisi, Ekim-Kasım 98, Sayı 91-92) hep birlikte tespit edip, birlikte eleştirdiğimiz tevhidi kesimler, bugün değişik versiyonlarıyla, farklı açılımlarla da olsa aynı şeyleri yapmaya yönelmiş bulunuyorlar. Evet geçmişte (yaklaşık 16 yıl önce) Abant toplantılarıyla kotarılmaya çalışılan uzlaşmacı “Ilımlı İslam” algısına birlikte tepki gösterip eleştirdiğimiz tevhidi uyanış süreci müntesiplerinden büyük kısmının bugün aynı şeyleri söylemeye başlamaları gerçekten ibret vericidir. Hatta bugün AKP politikaları ve sistem içi değişim yanlısı tutumda birlikte olan, tevhidi uyanış süreci bakiyesi kesimlerden öncülerinden bazıları geçmişte Abant toplantılarına katılıp İslam ile demokrasinin bağdaştığını ifade eden sonuç bildirilerine imza da atmışlardı. Bu bildirinin bazı maddeleri şöyleydi: “2. Demokratik hukuk devleti, şiddet içermeyen bütün inanç ve düşünce sistemleri ve bunlara dayanan hayat tarzları karşısında eşit mesafede durur. 4. İslam demokratik hukuk devleti’nin önünde bir engel değildir. 8. Ülkemizin yeni ve sivil bir anayasaya acilen ihtiyacı vardır. Bu çerçevede, yurttaşların kendi anayasalarını yapmaları yönündeki düşünceyi ve sivil girişimleri destekliyoruz.”(23 Temmuz 2000, 3. Abant Platformu).
Geçmişte aynı akidede birlikte olduğumuz bu kesimlerden kimilerini bugün aynı söylemlere kaydıkları (demokratik yönteme meyletmeleri, bütün dinlere eşit uzaklıkta çoğulcu devlet modelini savunur hale gelmeleri ve sivil anayasa talebini gündemleştiren ortak bildiriler yayınlamaları), kimilerini de o istikamette eğilimlere girdikleri için aynı konuda eleştirmek zorunda kalıyorsak, gerçekten çok çarpıcı ve iç acıtıcı bir dönüşüm süreci içinden çok kan kaybederek geçiyoruz demektir. Yaklaşık 15 yıl gibi bir süreçte bu kadar keskin bir dönüşümün, bu büyük savrulma ve tavizkâr tutum, hem de Peygamber (s) ve ashabının çektikleri sıkıntılar, acılar ve ödedikleri bedellerle mukayese bile edilemeyecek rahat şartlar altında yaşanmış olması gerçekten üzücüdür. Hatta bu ülkedeki devrimci solcu ve PKK gibi çevrelerin batıl davaları uğrunda yaşadıkları, çektikleri acılar ve ödedikleri bedellerle bile mukayese edildiğinde, çok büyük sıkıntılar ve altından kalkılamayacak acılar çekilmeden, büyük ve ağır bedeller ödemek zorunda kalmadan bu tür savrulmaların yaşanmış olması, Türkiye’deki tevhidi kesimin ne kadar çapsız ve niteliksiz, ne kadar sabırsız ve azimsiz, inandıkları değerler uğrunda fedakârlık yapmada ne kadar zayıf, imânî ilkelere sadakatte ve istikameti korumada ne kadar zaaflı olduğunun göstergesi değil midir?
Aynı şekilde AKP öncüleri de, küresel kapitalist sisteme uyumlu, bireysel ibadetler alanına indirgenip ekonomik, siyasi ve hukuki alanları da düzenleme iddialarından vazgeçmiş bir din algısı oluşturma istikametinde katkı sunmayı başından beri sürdürmektedir. Bildiğim ve takip edebildiğim kadarıyla, Tayyip Erdoğan, daha İstanbul Belediye Başkanı olduğu süreçte, kendisini kuşatan olayların, baskı ve yönlendirmelerin, çevrenin ve kimi ilahiyatçı akademisyen ve aydınların etkilemesiyle, İslam’ın siyasal, hukuki ve ekonomik düzen iddiasının olmadığı konusunda ikna edildi ve değişim yaşadı. Bu konularda var olan sınırlı sayıda Kur’an hükmünün de o günkü toplumun tarihsel şartlarıyla ilgili olduğu, bugün daha farklı hükümlerin, bu bağlamda laik pozitif hukukun önerdiği hükümlerin, seküler liberal siyasal düşüncelerin önerdiği modellerin de kabul edilmesinde bir mahzur olmadığı, tam tersine bunun çağdaş bir zorunluluk olduğu, zaten şeriatın değişmeye mahkum olduğu konularında yönlendirildi ve siyasi iktidar yürüyüşüne bu değişimden sonra başladı. İşte bu süreçte, bu konulardaki eserleriyle tanınan meşhur tarihselci Fazlurrahman’ın düşünce ve fikirlerinin ele alındığı bir sempozyumu İstanbul’da ilk defa organize eden de Tayyip Erdoğan oldu.
Bu sebeple, mesela gün geliyor, inandığını söylediği İslam’ın toplumsal boyutuna ve temel ilkelerine aykırı düşse de, Batının duymak istediğini ifade ederek, “dinin bireye ait” olduğunu açıklayabiliyor. Gün geliyor, MÜSİAD’da yaptığı gibi; “Bir zamanlar, iktidara geldiğinde faizi kaldırabileceğini düşünenler vardı.. Buna aklınız yatıyor mu?.. Bu dünyanın gerçeği değil..” diyerek, İslam’ın en temel hükümlerinden birinin bu dünyanın gerçeği olmadığını söyleyebiliyor. Yine gün geliyor, Cidde’de söylediği ve sürekli tekrar ettiği gibi; “Paranın, ekonominin dini-imanı olmaz” diyerek, tevhid inancıyla, hayatın bütün alanlarını kuşatan İslam’la bağdaşmayan, buna mukabil kapitalizme alan açan başka sözler sarf edebiliyor.
Halbuki siyaset, ekonomi, hukuk gibi toplumsal ve kamusal alanların da dini ve ilahı vardır, eğer İslam ve Allah değilse, mutlaka zan ve hevadır.Bir daha vurgulayalım ki, Kur’an bireysel alanla sınırlı hükümler koymakla yetinmemiş, siyasi, sosyal, hukuki, ekonomik, toplumsal ve kamusal alanları düzenleyen ve yöneticilere de bu alanlarla ilgili emirler veren hükümler de vazetmiştir. O halde ekonominin de, siyasetin de, hukukun da, kamusal alanın da dini ve ilahı vardır, eğer İslam ve Allah değilse, başka din ve ideolojilerin varlığı ve onları üretenlerin ilahlığı söz konusu demektir. Bu alanların belirleyicisi din olarak İslam şeriatı ve ilah olarak Allah değilse, Kur’an’ın ifadesiyle “bilmeyenlerin heva ve zannının” din ve ilah edinilmesi söz konusudur. O halde İslam toplumunu ancak Müslümanlar ve ancak Allah’ın hükmüne dayalı adaletle yönetebilirler. Allah’ın muradının da bu olduğu vahiyle açıkça ortaya konmuş bulunmaktadır.
Buna rağmen AKP-Gülen koalisyonun ortakları, bu Kur’ani hakikati değiştirmek üzere, bir yandan İslam’ı ve bölgenin Müslüman halklarını dönüştürme projelerinde rol üstlenerek BOP’ta eş başkan olarak (şimdi de BOP tutmayınca ortaya atılan ve aynı sekülerleştirme hedefine hizmet eden “model ortaklık” çerçevesinde rol üstlenilebiliyor) ve Abant toplantıları vb çabalarla, diğer yandan da aynı amaçlı “Medeniyetler Arası Uzlaşma” ve “Dinler Arası Diyalog” çabalarının öncülüğünü üstlenebiliyorlar.
Hiç değilse İslam’ı rahat bırakarak laik bir devlette görece özgürlükleri nasıl sağlayacakları üzerinde yoğunlaşıp, sadece vaat ettikleri görece özgürlükleri, seküler parça “adalet”i tesis etmeye çalışsalar, o zaman söz konusu dönüştürme riskleri bu kadar büyük olmayabilecektir. Ama maalesef bireysel ibadetlere indirgenmiş, siyasal, hukuki, ekonomik iddiaları olmayan bir “Ilımlı İslam” algısına ikna oldukları için olsa gerek, fırsat buldukça İslam hakkında da sürekli görüş açıklayarak, bu tür yanlış din algılarını yaygınlaştırmaya yönelik toplantılar tertip ederek, söz konusu riski arttırıcı bir rol oynuyorlar. Önceleri demokrasiyi İslam ile uzlaştırmak üzere çıktıkları bu yolda, artık açıkça laikliğin de İslam ile bağdaşacağı iddiasını yaymaya çalışıyorlar. Hatta halk ayaklanmaları sürecinde Mısır, Tunus ve Libya’ya da giderek bu ülkelerin İslami duyarlılıkları yüksek olan halklarına bile laikliği teklif etme noktasına kadar gelmiş bulunuyorlar. Sadece seçime indirgenmiş yanlış demokrasi modelini teklif etmekle yetinmeyip, mutlaka laik bir sistem kurmalarını da önermek, üstelik “laiklik demokrasinin güvencesidir” vurgusunu da yaparak laiklik olmadan demokrasi olmaz demek, “kamusal, toplumsal ekonomik, siyasi, hukuki alanları” seküler hukuk normlarına göre düzenlemeden, yani bu alanlarda vahyi, Allah’ın hükümlerini dışlayıp hevayı ilah edinmeden demokrasi olmaz demektir. Aslında doğrudan “demokrasi sadece seçim ve sandık değildir, aynı zamanda hiç değilse söz konusu kamu alanını kuşatan bir hayat tarzıdır” demektir. Bu sebeple de “İslam ile demokrasinin uzlaştığını” iddia etmek yetmemiş, hemen ardından “İslam ile laikliğin bağdaştığı” da iddia edilmek zorunda kalınmıştır.
Monarşi, Oligarşi, Teokrasi ve Demokrasi:
Hepsi de İnsanlığa Zulmetmiş Taguti Bâtıl Sistemlerdir
Önce demokrasi ve şimdi de laiklik gibi batılı kavramların içselleştirilip yaygınlaşması sebebiyle, bunların nasıl, hangi zeminde ve hangi içerikle doğduklarına, özgün seküler paradigma içinde nasıl tanımlandıklarına kısaca değinmekte fayda görüyoruz. Ortaçağda Batı, Rablik taslayan Ruhban sınıfının tahakkümünde uzun bir karanlık dönem yaşamıştır ki, bu döneme ve egemen yönetim biçimine Teokrasi denilmektedir. Kralları da takdis ederek güdümlerine alan Ruhbanın kontrolündeki kilise-kral hegemonyasında, insan olan ruhbanın iradesi, Allah’ın adı da istismar edilerek, Allah adına mutlak egemen kılınmıştır. Bu bakımdan, bu sistem dahi ruhban olan insanın iradesini nihai otorite kabul etmek bakımından ilahi olandan soyutlanmıştır. Bu sistemde dahi ilahi irade mutlak egemen olmayıp, din adamlarının, ruhbanın arzu ve tercihleri, heva ve zannı egemendir. Rabbimiz bu konumu Kur’an’da tespit ve ilan etmektedir: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rabler (ilahlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de. Oysa onlar da, tek olan bir ilah’a ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar.“ (Tevbe 31).
İşte bu ortaçağ karanlığında, ruhbanın hevasına dayalı tahakküm döneminde büyük zulümler yaşanmış, işkenceler, acılar çekilmiş, insanları Allah’ın adıyla aldatarak tagutlaşanların din adına yaptıkları bu zulümler çok uzun sürmüştür. Bu süreçte insanlık onuru ayaklar altına alınmış, insanlık büyük bedeller ödeyerek bu tahakkümden kurtulmaya yönelik çabalar göstermiştir. Bu açabalar, mücadeleler sonucunda Reform ve Rönesansı müteakip, söz konusu Kilise tahakkümüne isyanda haklı olanların tutumu sonuçta ilahi olana isyana dönüşmüştür. İşte kilise-kral hegemonyasına karşı başlayıp da ilahi vahye düşmanlık zeminine kayan bu süreç sonunda aklı ve hevayı ilahlaştıran pozitvizme ulaşılmıştır. Ortaçağın koyu karanlığından sonra, ruhbanın ilahlığını terk ederek “sivil“, yani laik/ruhban olmayan insanı ilahlaştıran bu hümanist dönemde, görece özgürleşme sebebiyle ortaya çıkan grileşme “aydınlanma“ zannedildi ve bu döneme “aydınlanma” adı verildi. Kilise-kral/aristokrasi tahakkümüne karşı sivilleşme sürecinde, yani hümanizm adı altında insanı ilahlaştıran bu modern paradigma zemininde demokrasi, laiklik, liberal kapitalizm ve Marksist sosyalizm gibi beşeri modeller doğmuştur. Antik Yunan’a dayandırılan demokrasi, Grek-Roma putperestliği ile Rönesans rasyonalizminin senteziyle oluşan Aydınlanma/grileşme zemininde yeniden üretilmiştir.
Demokrasi ve laikliğin doğduğu Batı kültüründe, öncelikle Allah’ın, insanı kulluk için yaratıp, dünyaya imtihan için gönderdiğini ve kendisine “halifelik” misyonu yüklenerek evrendeki diğer yaratıkları (hayvan ve bitkileri) onun emrine tahsis ettiğini, bunların üzerinde tasarrufta bulunurken ve hemcinsleri ile ilişkilerinde Allah’ın hükümlerine ve adalete riayet etmesi gerektiğini beyan eden vahyi bilgi dışlandı. Bu süreçte Batı kültürü ve “aydınlanma”nın seküler anlayışı içinde, “tanrı, insan ve hayvan” eşit hale getirildiler. Bir yandan hayvanla arasında soy bağı kurarak hayvanlaştırdıkları insanı, diğer yandan onun akıl ve iradesini her şeyin tek ve nihai ölçü ve kaynağı, nihai belirleyicisi haline getirerek ilahlaştırıyorlardı. Batı insanı yaşadığı uzun tarihsel serüveninde ya kilise adamını, ruhbanı ilah edindi, ya da ona duyulan tepki sonucunda ilahi olanı toptan reddedip, kendi hevasını ilah edinip laikleşti, sekülerleşti. Yalnızca Allah’a kulluğu terk edince de, hemcinslerinin veya kendi hevasının kulu, kölesi konumuna düşerek, özgürlüğünü kaybetti. Temel hak ve özgürlüklerini hemcinslerinin insafına terk etmek zorunda kaldı. Hududullahı aşarak münkere yöneldi. Fücur, münker, kötülük, isyan adına ne varsa onları da insan hak ve özgürlüğü saydı.
Tevhidi köklerden kopan Hıristiyanlık İsa’yı (as) ve ruhbanı ilahlaştırırken, “aydınlanma/grileşme” insanı ilahlaştırdı.Ortaçağ karanlığına nazaran görece bir aydınlanma daha doğrusu grileşme ve büyük bedeller ödenerek elde edilen görece bir özgürleşme, şüphesiz batı için bir olumluluk olarak nitelenebilir. Ancak vahiy’den uzak kalınca karanlıktan kurtulmak söz konusu olamadı, karanlığın kulvarları arasında şerit değiştirilmiş oldu, ama bu görece açılım aydınlanma zannedildi.
Çağdaş cahiliye olarak ifade edilen pozitivizm zemininde, rasyonalizm ve hümanizm (yani insanı ve aklını, hevasını ilahlaştıran yaklaşımlar) çerçevesinde laiklik ve demokrasi dünyaya gelmiştir. Demokrasi, kurucularının ve izleyicilerinin ifadeleriyle teoride halk iradesinin mutlak hâkimiyetidir. Yani halk çoğunluğu ne istiyorsa, o doğru olandır. Bu iradenin üzerinde Allah’ın otoritesi de dahil başka bir otorite kabul edilemez. Bu dinin/ideolojik modelin kurucu babalarından J. J. Rousseau “Toplum Sözleşmesi” adlı eserinde, (tıpkı demokrasiyi de üreten pozitivizmin babası Auguste Comte’nin ürettiği, insanı hayatı üzerinde tek ve nihai kural koyucu kabul eden hümanist felsefeyi/ideolojiyi “insanlık dini” olarak tanımlaması gibi) bu modeli/hayat tarzını “Toplum Dini” olarak tanımlamaktadır. İşte bu dinin kurallarının halk iradesi tarafından nihai otorite olarak yapılan yasalar olduğunu, bu sebeple halk iradesinin üzerinde ilahi otorite dahil hiçbir otoritenin kabul edilemeyeceğini ve yurttaşların/vatandaşların da bu dinin mü’minleri olduğunu ve bu yasaları reddeden/uymayan vatandaşların vatandaşlıktan çıkarılmalarının ise bu dinden çıkış anlamına geldiğini açıkça ifade etmektedir. Pratikte ise hiçbir ülkede halkın çoğunluğunun iradesi mutlak egemen olamamıştır. Daha ziyade sermaye oligarşisinin egemenliği esas olmuştur. Türkiye gibi az gelişmiş taklitçi ülkelerde ise, silahlı ve sivil bürokrasi ile büyük sermayenin oluşturdukları oligarşik bir diktatörlük demokrasi olarak yutturulmaya çalışılmaktadır.
İslam noktai nazarındanise, halk çoğunluğunun iradesi dahi mutlak egemen olamaz. Mutlak hakim, hüküm koyucu ancak ve sadece Allah’tır. Yönetenler de yönetilenler de aynı Allah’ın hükümlerine uymak zorundadırlar. Toplumun (ümmetin) yetkisi ise yöneticilerini seçme ve azletme ile sınırlıdır. Yani halk ya da ümmet serbest iradesiyle yönetici kadroları seçmek, iktidara getirmek, beceremediği ya da başarısız olduğunda ise azledip, görevden uzaklaştırmak yetkisine sahiptir. Ancak demokrasiden en temel fark ise; yönetilen halkı da onun seçtiği yöneticileri de aynı ilahi hükümlerin bağladığı hususudur. Yönetenler de, yönetilenler de Allah’a ve Rasulüne itaat etmekle mükellef olup, Allah ve Rasulü bir mesele hakkında bir hüküm vaz etmişse, aynı meselede, mü’min bir erkek ve kadınların (tamamı bir araya gelerek en büyük çoğunluğu sağlasalar da)yeni bir tercih yapma hak ve özgürlükleri yoktur. (Ahzab 36). Hükmetme, hüküm koyma yada sınırları, ölçüleri belirleme yetkisi nihai anlamda Allah’a ait kabul edilmekle beraber, yönetme veya yöneticileri belirleme yetkisi ümmete bırakılmıştır. Emanet ehline verilecek, adaletle hükmedilecek (Nisa 58), Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmedilecek (Maide 44-49) Allah’a ve Resulüne itaat eden Mü’min olan emirlere/yöneticilere itaat edilecek, ihtilaflar Allah’a ve Resulüne götürülecek (Nisa 59), işlerin yürütülmesi, yönetme işi şura (istişare) ile gerçekleştirilecektir. (Şura 38) Ümmetin seçtiği ehil insanlardan oluşan Şura Meclisleri ise ancak nass vazedilmemiş alanlarda, yine nassların ışığında ikincil derecede kanunlar yapabileceklerdir. Bütün bu temel ve vazgeçilmez Kur’ani ölçü ve ilkeler, ne ruhbanın tahakkümü olan teokrasiyle, ne tek kişinin tahakkümü olan monarşiyle, ne de teoride çoğunluğun, pratikte ise sermaye ve bürokratik oligarşilerin tahakkümü demek olan demokrasiyle asla bağdaşmaz.
Laiklik ise, insanı ve hevayı ilah edinmek, insanın hayatına yön verecek kural ve kanunları yine insanın yapmasını ve Allah’ın dünya hayatına karışmaması gerektiğini esas almak demektir. Bu bakımdan bütün beşeri sistemler mutlaka laik sistemlerdir. Hepsinin ortak paydası laiklik, yani insanı hayatı düzenlemede ilah kabul etmektir. Demokraside (en azından teoride) halk çoğunluğu ilahtır. Halk çoğunluğunun ya da temsilcilerinin çoğunluk kararı kesindir, mutlaktır, onun üzerinde ilahi otorite dahil başka bir otoriteye yer yoktur. Demokrasilerde Allah’ın hükümleri geçersizdir. Yani demokrasi, insan iradesini ilah edinmek bakımından, mutlaka laik bir sistemdir. Bu bakımdan Tayyip Erdoğan Mısır’a gittiğinde İHVAN önderlerine, hem de İslam ile bağdaştığını iddia ederek laikliği önerdiğinde, aynı zamanda “laikliğin demokrasinin güvencesi olduğu”na vurgu yapmayı da ihmal etmemişti. Gerçekten de laiklik olmadan demokrasi olmaz. Çünkü hevanın hakimiyeti olan demokrasi ancak laiklikle, yani ilahi vahyin siyasete, kamu alanına, ekonomi ve hukuka müdahale etmesi engellenmek suretiyle gerçekleştirilebilir.
Oligarşide ise, bir grup insanın iradesi mutlak egemendir, yani ilahtır. Bu sebeple, söz konusu sistem de laiktir. Monarşide de bir tek insanın iradesi ilahtır. Onun dediği kanundur. Üzerinde başka bir otorite kabul edilmez. Teokrasi, monarşi, oligarşi gibi sistemlerde, hatta batının geliştirdiği kendilerince en iyi sistem olan demokrasilerde bile, insanın hak ve yükümlülüklerini, uyması gereken kuralları yine bir başka insanların belirlemesi söz konusudur. Bu sebeple bütün bu sistemlerde, insanı yaratan, başı boş bırakmayıp ne yapıp yapmaması gerektiğinin, hak ve ödevlerinin ne olduğunun hükümlerini de vazeden Allah’ın hayata müdahalesinin engellenmesi ve gücü ele geçiren kimi insanların diğer tüm insanlara tahakkümü söz konusu olduğundan, hepsi taguti ve batıl cahiliye sistemleridir. Bu sebeple de tüm bu sistemlerde çok boyutlu zulüm, sömürü, haksızlık ve adaletsizlik kaçınılmaz bir sonuç olmuştur.
İslam’ın ekonomik, sosyal, hukuki ve siyasal alanları da düzenleyen çerçeve nasslar, hudutlar vazettiğini, bu sebeple insan heva ve zannının ürünü bütün beşeri modelleri, monarşiyi, oligarşiyi, aristokrasiyi, din adamlarının hevasının hakimiyeti olan teokrasiyi de reddetmemiz gerektiğini açıkça söylemekteyiz. Buna rağmen, sırf felsefi ideolojik boyutuyla, ilahi vahyin belirleyiciliğine karşı çıkarak insan arzu ve isteklerinin (halk iradesi/genel istenç’in) hukuk yapmada, hakları ve mükellefiyetleri belirlemede nihai belirleyici kılındığı demokrasi ile vahyin nihai belirleyici olduğu İslam’ın sentez edilmesine karşı çıkmamızdan kalkarak, o halde siz despotizmden, monarşiden yanasınız gibi sonuçlar çıkarılması iyi niyetle ve ahlakilikle bağdaştırılması mümkün olamayan bir iftiradır.
“Demokrasiden yana değilseniz monarşiden yanasınız” anlayışı modern paradigmanın kodlarıyla işgal edildiği için farklı düşünemeyen zihinlere işaret etmektedir.Modern paradigma dışında özgün İslami düşünce üretemeyen bu zihinlere göre, ya demokratsınız ya da monarşiden yanasınız. Halbuki zihnî işgalden kurtulup Kur’an eksenli özgün düşünme imkanına kavuşabilseler, İslam’ın özgün bir hayat tarzı ve hayatın bütün alanlarını düzenleyen kurallarıyla kuşatıcı bir din, bağımsız ve yeterli bir model olduğunu anlayacaklar ve işte o zaman mutlaka batıl sistemlere kendini nispet etmek durumunda kalmayacaklardır. Devlet ve kamu alanını bütün dinlerden soyutlayan, siyasi, ekonomik, hukuki alanı sekülerleştiren laik devletin adaleti sağlayabileceği, İslam toplumunu gayri İslami rejimlerle gayrimüslimlerin de yönetebileceği iddialarına, ilmi olarak vahye dayalı itiraz ve eleştirilerde bulunmak İslami sorumluğumuzdur. Hiçbir kınayıcının kınamasına aldırmadan bu sorumluluğumuzu yerine getirmeye ve gücümüz, kapasitemiz yettiğince, Allah rızası için hakkı ifade etmeye devam edeceğiz inşallah.
Türkiye Modelinin Bölgede Sahiplenilmesi
Örnek olarak sunulacak Türkiye modeli önceki bölümlerde anlatılan süreçlerde ortaya çıkıp, belli bir mesafe aldıktan sonra da, bölgedeki değişim gündeme geldi. Bölgede, tıpkı Türkiye’deki Kemalist zulüm rejiminde olduğu gibi, emperyalist batı demokrasileri tarafından desteklenmiş despot rejimlerin, on yıllara dayalı çok boyutlu zulüm, sömürü ve adaletsizlikleri, İslami kimliğe, temel hak ve özgürlüklere karşı sürdürdükleri savaşları ve İsrail ile dostlukları sebebiyle, mazlum halkların birikmiş öfkesinin bir kıvılcımla patlaması sonucu Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn ve Suriye gibi ülkelerde ardı ardına despotizme karşı hak, adalet ve özgürlük arayışlı halk ayaklanmaları meydana geldi.
Bölgedeki değişim ve patlama potansiyelini önceden okuyan küresel emperyalist güçler,ayaklanmaları engelleyemeyeceklerini anlayınca bir yandan hemen halkların adalet ve özgürlük arayışını destekler görünen bir ikiyüzlülükle, yıllarca kullandıkları despotların ipini kolayca çekivermeye başladılar. Tunus, Mısır ve Libya’da nasıl bir sonuca ulaşılacağı belli olmamakla beraber, Mısır’da ve Tunus’ta batı yanlısı ordular tarafından ve batının ekonomik imkanlarıyla süreç yönlendirilmeye çalışıldı. Daha önce bölge insanını katletmek ve kaynaklarını sömürmek için kullandıkları Saddam’ı, Kaddafi’yi öldürüyor, Mübarek ve Bin Ali’yi azlediveriyor, Türkiye’de ise on yıllarca kullandıkları ve İsrail’e yandaş kıldıkları darbeci generallerin hapse tıkılıp tasfiye edilmesine destek veriyorlardı. Saddam’a da, Kaddafi’ye de son ana kadar silah satan bu alçaklar, muhaliflerine de silah satıp despotları devirdikten sonra çıkarlarını sürdürecek anlaşmaları onlara da imzalatıyorlardı. Yıllarca Kaddafi’nin elini öpecek kadar alçalıp, çıkar devşirenler, işi bitince, son kullanma tarihi geçince onun ölümünü kutlayacak kadar alçalıyor, şimdi de muhaliflerin yanında yer alıp aynı çıkarlarını güvence altına almaya çalışıyorlar.
Ancak, Mısır ve Tunus’ta gelişmelerin nereye evrileceği belirsizliğini koruyunca, yeni ülkelerdeki ayaklanmalarda daha tedbirli davranmaya yöneldiler. Bu sebeple, SURİYE, YEMEN ve BAHREYN’e sıra gelince sürecin aynı şekilde işlemesine müsaade edilmedi. Yemen ve Bahreyn’de despot yönetimlere destek sürdü. Domino tesiri denilen şey neyse durduruluverdi. ABD’nin bölgedeki önemli müttefiki Suudi Arabistan doğrudan askeri destekle, buralardaki halk ayaklanmalarını bastırmaları için despotların yanında yer aldı ve Batı el altından destekledi. En sonunda Yemen’de despot liderin yönetimden çekilmesi ancak yandaşlarının devam etmesi sağlandı. Filistin de aynı istikamete yönlendirilmeye çalışılıyor. HAMAS, liberal demokratik modele razı edilmeye, egemen sistemin içine çekilmeye ve bu amaçla laik ulusalcı Amerikancı, Batıcı FKÖ ve Abbas ile uzlaşmaya zorlanıyor.
Zaten daha önce de, Dışişleri Bakanı olduğu süreçte Ali Babacan “HAMAS’ın karar vermesi gerekiyor. Silahlı bir örgüt mü olmak istiyorlar, siyasi bir hareket mi? Bizim önerimiz siyasi yapının içinde olmalarıdır” diyebiliyordu. İşgal altındaki toprakların halkına silahı bırakıp demokratik bir parti haline dönüşmesi teklifi, açıkça işgali kabullen ve İsrail ile uzlaş demekten başka bir şey değildi. http://siyaset.milliyet.com.tr/-/fikret-bila/siyaset/siyasetyazardetay/
Bölgeyi dönüştürme projeleri olan emperyalistlerin, yerli inisiyatiflerin öncülüğü söz konusu olsa da sonuçta küresel yönlendirme ve desteğin de katkısıyla hedefledikleri sistem içi değişim Türkiye’de bir ölçüde başarılı olmuş görünüyor. Ilımlı laiklik ve ılımlı İslam’ın kesiştiği noktada, bireysel özgürlükler alanında görece iyileşmeler karşılığında, kamu alanına, ekonomik, siyasi, ve hukuki toplumsal alanlara Allah’ın müdahil olmasına fırsat verilmemesi gerektiğinde uzlaşıldı. Türkiye’de eşleri örtülü, kendileri bireysel ibadetlerini yerine getiren ve İsrail’e karşı söylemde de kalsa sık sık meydan okuyan ve bu sebeple Ortadoğu’da kahramanlaşan bir kadronun öncülüğünde laik liberal demokratik model bütün bölgeye hem Türkiye hükümeti tarafından, hem de Batı tarafından sürekli empoze ediliyor.
Nitekim ayaklanmalar sürecinin hemen ardından bölgeye ziyaret gerçekleştiren Erdoğan, Mısır, Libya ve Tunus’ta yaptığı konuşmalarda, laik sistemler kurmalarını öneriyor ve laikliğin demokrasinin güvencesi olduğu vurgusunu da ihmal etmiyordu. Tepki alınca da susacak yerde, tam tersine “laiklikle İslam bağdaşır aksini iddia eden varsa çıksın ve beni ikna etsin” diye tavır koyuyordu. Bu laiklik davetinden ve bölgeye kendi modelini önermesinden dolayı ABD ve AB’yi memnun etmiş ve o zaman bu kesimlerden epey övgü de almıştı. Buna rağmen Türkiye’deki değişimci kadroları da batılı küresel emperyalistlerin kırmızı çizgilerine riayet etmeleri için sürekli baskı altında tutmaya devam ediyorlar. Emperyalist küresel güç odakları, kimi konularda kırmızı çizgileri aşan inisiyatifler kullanması sebebiyle, ellerindeki askeri, ekonomik ve siyasi yerel ve küresel imkanları, bu bağlamda çeşitli enstrümanları kullanarak ve ülke içindeki kimi sorunlara dair birikimleri de kaşıyarak, AKP hükümetini terbiye etmeye yönelik operasyonlara baş vuruyorlar, (Gezi olaylarında olduğu gibi) sürekli sopayı sallayarak uyarmaya devam ediyorlar.
Tunus, Libya ve Mısır’da gelişmeleri demokrasiyle uyumlu “Ilımlı İslam”a doğru yönlendirmeye çalışan emperyalist demokrasiler, Yemen’de yandaş başka bir zalimi iktidara getirip, Bahreyn’de despot yönetimi şimdilik desteklerken, Suriye’de ise, “Radikal” olarak nitelendirdikleri Müslümanların etkinliğini öne sürüp, alçak Baas diktatörlüğünün katliamlarına göz yumuyorlar. İsyan eden halkların önü Tunus ve Mısır’da batıcı, Amerikancı generallerin kontrolünde açılmıştı. Bu ani patlama karşısında önce bir an şaşıran, sonra ise süratle toparlanıp “6 Nisan hareketi” benzeri daha önce bu amaçla eğittikleri liberal ve sol gençlik gruplarını kullanarak ayaklanmaları yönlendirmeye çalışan batılı emperyalist devletler (ABD ve AB), kanaatimcegeçiş sürecinde yapılacak seçimlerde yandaşlarının (liberal-sol ittifak’ın) hükümet olacağını zannettiler, olmasa da ellerindeki güçle yönlendirebiliriz diye düşündüler.
Özellikle de, gerek ülke olarak Mısır’ın, gerekse en güçlü toplumsal kesimi olan İhvan’ın Arap İslam alemi içindeki merkezi ve etkileyici konumu, Mısır’daki ayaklanmaların bir yandan yönlendirilmesini, diğer yandan da varacağı nokta bakımından sonucunun beklenmesini gerektirdi. Bu sebeple Firavunun askerleri kan dökmeden halkın yanında yer aldıkları görüntüsü verdiler. Sonra da Mısır’da istedikleri sonucu alamayınca süreci geri döndürmeye yönelik bir darbe yaparak, sivil masum halkı katliamlara muhatap kıldılar.
Aslında uzun süredir bölgeyi Batı çizgisinde kalarak değişime yönlendirme çalışmaları yapılıyordu. Ve İslami hükümetlere asla müsaade edilmeyeceği açıkça ifade ediliyordu.BOP sürecinde 10 Nisan 2005’te, Katar’ın başkenti Doha’da “ABD-İslam Dünyası Forumu” yapılmıştı. İslam coğrafyası ve Batı dünyasından gelen yaklaşık 200 katılımcı Doha’da üç gün boyunca Amerika-Ortadoğu ilişkilerini, Ortadoğu’nun bugününü ve geleceğini tartıştıkları bir toplantıda Amerikalı resmi yetkililer, “oyunun kurallarına bağlı kalınması” şartıyla HAMAS ve İhvan gibi İslami grupların Ortadoğu’daki reform sürecine katılmalarından yana olduklarını, bundan herhangi bir rahatsızlık duymayacaklarını açıklamışlardı. Söz konusu emperyalist güdümlü toplantıda oyunun kurallarını “demokratik ve hukuki prosedürlere bağlılık” olarak açıklamışlardı. ABD’nin İnsan Haklarından sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Scott Carpenter da, HAMAS ve İHVAN benzeri kesimlere demokratik sürece katılma imkanı tanınmasının yanlış değerlendirilmemesi gerektiği üzerinde durarak, bu yeni anlayışın Amerika’nın İslamî rejimlere onay vermesi şeklinde yorumlanamayacağına dikkat çekmişti. Demokrasi ve çoğulculuğun Ortadoğu’da yeşermeye başladığını vurgulayan Beyaz Saray’ın Irak politikasından sorumlu eski siyasi partronlardan Robert Blackwill, ‘Ortadoğu’nun şartları giderek değişiyor. Demokrasi umudu yeşermekte.” ifadelerini kullanmıştı. Brookings Institution’ın yetkililerinden Singer, Brookings’ın ise ilk kez Washinton dışında bir şube açtığını belirterek, “Doha şubemiz sadece önümüzdeki toplantıları organize etmekle kalmayacak ayrıca İslam dünyasını ilgilendiren politikaların hayata geçirilmesi konusunda da azami dikkat gösterecektir” demişti. Ayrıca söz konusu toplantıda, Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcılarından Carpenter, Hüsnü Mübarek’in uykusundan uyanıp demokratik seçimlere karar vermesinin ve ülkesindeki siyasi gruplara politik katılım sağlamasının kendilerini sevindireceğini vurgulamıştı. http://www.dunyabulteni.net/index.php?aType=haberArchive&ArticleID=305
O günün ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ise, Amerikan Gazete Editörleri Derneği üyelerine yaptığı konuşmada ”İslam, Müslüman dünyası ve demokrasinin” birbiriyle çelişmediğine örnek olarak Türkiye’yi ve AKP hükümetini örnek göstermişti. Rice, yaptığı konuşmada, ”İslam ve Müslüman dünyası bir evrimden geçiyor. Bu evrimin potansiyel olumlu ve olumsuz sonuçları olabilir. Olumsuz sonuç, radikalizmin yükselmeye devam etmesi olacaktır ve bu insanlar, dünyanın büyük bir dinini kötüye kullanacaktır ki bu yaptıklarının İslam ile alakası yok” demişti. Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu yerlerde ”İslam, Müslüman dünyası ve demokrasi” arasında bir çatışma olmadığına işaret eden Rice ”elimizde Türkiye örneği var. İktidarda güçlü bir İslami parti bulunuyor… Bence bunlar Ortadoğu için umut olmalı. Böylece, daha ılımlı siyasi güçleri bulup, İslam ile demokrasi arasında doğru ilişki kurabilen, her ikisine de hizmet eden kurumları oluşturabilen, bütün insanlara hoşgörülü bir demokratik süreç ortaya çıkabilir” diye konuşmuştu.
http://www.milliyet.com.tr/2005/04/17/son/sondun05.html
Rice’ı destekleyen bir başka ifade de S. P. Huntington’a aittir. O da bundan 12 yıl önce, Türkçe’ye “Medeniyetler Çatışması” adıyla çevrilen kitabında (Ankara, 2001, s. 171,179) Türkiye’nin lider olma potansiyelinden, bunun için yenileşme modelini bir daha gözden geçirmesine ihtiyaç bulunduğundan söz ettikten sonra şunları söylüyor: “Türkiye’nin kültürel ve dini geleneklerini canlandırmanın ve İslam ve Osmanlı mirasının üzerine modern bir ekonominin ve demokratik bir siyasetin inşa edilebileceğini göstermenin zamanının geldiğini düşünebilir… İnanıyorum ki, Türkiye bu yüksek gayeye sahip çıkacaktır ve eğer İslamî bir anlayışla kalkınmayı ve demokrasiyi birleştiren bir model olabilirse bundan hem Türkiye hem de dünya faydalanacaktır…”.
Bütün bunlardan anlaşılan odur ki; emperyalist batının razı olduğu sistem, yöneticilerinin seküler dünya görüşüne sahip olduğu, ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki kamusal alanlara karışmayan, vicdanlara çekilmiş ve en fazla bireysel ibadetlere alan açan Protestanlaşmış bir din algısına sahip bulunduğu, siyasal ve hukuki alanda laik demokratik, özgürlükler alanında liberal, ekonomik planda kapitalist bir sistemdir. İşte AKP örnekliğinde tüm Ortadoğu’ya sunulan model budur ve bütün Müslüman halklar bu modele çağırılarak, bu modelin önü açılarak dönüştürülmek istenmektedir. Ama AKP modeli hala bir yandan bölgeye örnek olarak sunulmaya devam edilirken, bir yandan da hem AKP seküler sistemin ve batı çıkarlarının belirlediği kırmızı çizgileri aşmaması için terbiye edici bir baskı altında tutulmaya devam ediliyor. Hem de AKP’ye uygulanan darbe tehditli siyasi, ekonomik boyutları da olan bu baskı ve kuşatma, bundan sonra bu modeli esas alacaklara buradan hareketle istediğimiz gibi davranabiliriz zannına kapılmamaları için bir uyarı olarak kullanılıyor.
Bu coğrafyada batının razı olacağı ve kimi Müslüman kesimlerin de meylettiği, gerçekleştirmeye yöneldiği yaygın çizgi, modern seküler paradigma içinde, İslami duyarlıkları da olan siyasi kadroların bireysel ibadetler alanındaki görece özgürleşmeyle yetinip, siyasal ve ekonomik alanda liberal-demokratikleşmeyi sağlama çizgisidir. Ancak bölge halklarının giderek İslami eğilimlerinin artması dikkate alındığında “liberal- demokratik İslam” sentezinin aynı paradigma içinde kalan alternatifinin oluşmaması halinde, liberal politikalardan rahatsız olanların, özellikle mustazaf kitlelerin sömürüden kurtuluş arayışıyla yine de seküler sistem açısından “İslami tevhidi uyanış çizgisine kayabilme tehlikesi” vardır. Bu projenin taraftarlarının böyle bir boşluk bırakmaları mümkün değildi. İşte bu boşluk da bugün “sosyalist-demokratik-İslam” sentezi taraftarlarınca gönüllü olarak doldurulmaya, seküler sistem içinde kalarak “sosyalist-demokratik-İslam” alternatifi oluşturulmaya çalışılmaktadır. İşte biz İslami sorumluğumuz gereği bu iki yönlü sekülerleştirme, modern paradigmanın liberal demokrat ya da sosyalist demokrat versiyonu ile bağ kurup sentezler oluşturarak dönüştürme çabalarını ifşa etmeye, gücümüz yettiğince tevhidi istikametin korunmasına vesile olmaya çalışmaktayız. Bu sebeple de saldırı ve hakaretlere maruz kalmaktayız.
“Müslüman solcular”(!)ın üstad şahsiyeti, kendi sitelerinde yayınlanan bir röportajda açıkça şu ifadeyi kullanıyor: “İslam’ı bir taraftan sosyalizm diğer taraftan demokrasi tecrübeleriyle yeniden harmanlamaya çalışıyoruz. Çağın vicdanı olacak bir din perspektifi geliştirmeye çalışıyoruz.” Halbuki İslam’ın mutlak mülkiyetçi kapitalizme, emeğin sömürülmesine, faizci-rantçı sömürü ekonomisine, servetin belli ellerde birikmesine, zenginin malındaki Allah’ın takdir ettiği fakire ait hakkın sahibine verilmemesine, yetimin ve yoksulun itilip kakılmasına vb. karşı olması ve bunların tam tersi istikamette sosyal ve ekonomik alanda da adaleti ikame etmeyi esas alan bir yapıdan yana olması başka bir şeydir. İslam’ın bu tür özellikleri sebebiyle, materyalist modern paradigmanın ürünü ve insanlığa büyük acılar yaşatmış, fıtratları yozlaştırarak ilahi olana isyan ederek, insani olanı yok ederek yeni sömürü ve zulümlere yol açmış sosyalizmle örtüştüğünü ve ikisini sentez ederek, harmanlayarak “İslam-sosyalizm-demokrasi” sentezinden bahsedilebileceğini iddia etmek başka bir şeydir. Birincisi hakikatin ifadesiyken, ikincisi sapmanın işaretidir. İslam’ın batıl hiçbir ideolojiyle sentez edilmeye, harmanlanmaya ihtiyacı yoktur. Bunlar tarafından tamamlanacak herhangi bir eksiği de yoktur.İşte bu sebeple bizim itirazımız, “liberal demokrasi”yi ya da “sosyalist demokrasi”yi İslam ile sentez ederek hak-batıl karışımı modeller icat edilmek istenmesinedir. İslam’ın, modern paradigmanın materyalizm zemininde ürettiği ferdiyetçi liberal kapitalizme de, toplumculuk iddiası altında devletçilikten kurtulamayan sosyalizme de uzakta duran, sadece vahyin nihai belirleyici olduğu özgün bir hayat nizamı, özgün bir model olduğu hakikatini hatırlatmaktayız.
Buna rağmen, gerek ayaklanma sürecinden itibaren ve gerekse diktatörler çekildikten sonra, bölge aydınlarından, cemaat önderlerinden ve siyasi kadrolarından yükselen sesler, Türkiye’nin ürettiği AKP modelinin kendileri için de yol gösterici olduğunu ifade edip, “demokratik modeli” ya da “sivil devlet” modelini tesis edeceklerini ifade etmeye başladılar. Bunların büyük ekseriyeti demokrasiyi seçimle hükümet olmaya indirgeseler de, AKP modelinin aynı zamanda laik olduğunu ve Erdoğan’ın bizzat kendilerine ifade ettiği üzere laiklik olmadan demokrasinin olamayacağını, yani demokrasinin sadece sandık ve seçimden ibaret olmadığını da biliyorlardı. Üstelik kendi pratiklerinde Türkiye’den farklı olarak kimi İslami motiflere daha çok yer verilse de, diktatörlerin döneminde de olduğu gibi, “devletin dininin İslam” ve “yasa yapmada temel kaynağın İslam” olduğu vurguları yine yapılsa da, neticede bütün kurumlarıyla ayakta olan ve küresel sistemle işbirliği süren taguti sistemin devam ettiği bir zeminde, küresel ve yerel kuşatmayı aşamamış konumdayken sistem içi hükümet arayışının İslami olmadığı gibi, gerçekçi de olmadığı, hedeflenen sistem içi görece iyileşmeye, kısmi İslamileşmeye (!) bile fırsat verilmeyeceği Müslümanlarca bir türlü anlaşılmamaktadır. Sonuçta da, ya Batıya entegre olmuş seküler liberal demokrat boyutlarıyla AKP modeli ya da darbe ikilemi arasında kalmaktadırlar.
Bütün bunlardan anlaşılan odur ki, ABD, AB ve diğer emperyalist devletler ve uluslararası kuruluşlar doğrudan ve dolaylı desteklerle Suriye’de Baas rejiminin ve Mısır’da darbecilerin, Müslüman halkları, katliamlarla ezip batının seküler demokrasilerine, liberal sistemlerine ve İsrail dostluğuna sığınmak zorunda bırakmalarını bekliyorlar. Tunus ve Libya’yı kuşatma altında tutup çeşitli baskı ve operasyonlarla aynı istikamette yönlendirmeye çalışıyorlar.
İslami toplumsal dönüşüm ve inkılap gerçekleşmeden, Allah’ın yardımına ve İslami hükümlerle yönetilmeye müstahak bir toplum ortaya çıkarılmadan, yani toplum özündeki cahiliyeye ait olanı tevhidi olanla değiştirmedikçe sistem içi parça iyiyi gerçekleştirmenin, kısmi İslamileştirme çabalarının, bütüncül İslami hükümlerle yönetilen sistemin sağlayacağı bütüncül adalete ulaştırmayacağı bilinmelidir. Ayrıca bu tür bir sistem içi “görece iyi” arayışı, hem İslami olanın ve Müslümanların sistem içinde kirlenip yıpranmasına, hem de buna dahi razı olmayan yerel ve küresel güçlerin baskı ve kuşatmasıyla görece iyileşmenin gerçekleşmesinin dahi mümkün olmayabileceği görülmelidir. Yahut da bu görece iyileşmenin büyük bedeller ödenerek kısmen mümkün olabileceği veya hiç fırsat verilmeyeceği, üstelik bu ikinci halde muhatap olunan şiddet ve saldırılar sonucunda İslami mücadelenin de büyük yaralar alıp daha geriye gidebileceği artık anlaşılmalıdır.
Bizler, bütün bu oyunları, emperyal projeleri ve İslami yolun gereklerini bilmeli ve tüm gidişatı vahyi ölçülerle, ilk neslin örnek mücadele sünnetiyle değerlendirmeliyiz. Ancak tabii ki, bu tür analiz ve değerlendirmelerimiz, İslam ve Müslümanlar için Allah’ın razı olacağı halin, tutumun, yöntemin ve bu bağlamda maslahatlarına uygun olanın ne olduğunu öğrenmeye ve bu çerçevede halimizi ıslah edip gerekli tedbirleri alamaya yöneliktir. Bu anlamda hakikate ulaşma çabası içinde olmamız, yaşanan zulüm ve katliamlara karşı sorumluluklarımızı yerine getirmemize engel değildir, olmamalıdır. Bu sebeple İslami ve insani sorumluluklarımız gereğince, bir yandan da devam eden süreç içinde katil Baas diktatörlüğünün ve Mısır darbecilerinin bu büyük zulmüne, katliamlarına karşı mazlum Müslüman Suriye ve Mısır halklarının yanında yer alıp destek vermeliyiz. Elhamdülillah başından beri de, gerek kapalı salon toplantıları (konferans ve paneller), gerek meydanlardaki basın açıklamaları ve sair etkinliklerle, gerekse de yardım kampanyalarımızla kardeşlerimizi desteklemeye gayret ettik. Allah onların ve tüm bölgede ayaklanan mazlum halkların yardımcıları olsun, onları katil ordulardan muhafaza etsin ve haklı direnişlerini muzaffer kılsın inşallah.
Özetle ifade edecek olursak, önce Türkiye’de uygulamaya konulan, kaçınılmaz hale gelen değişimi kontrol altına alıp yönlendirmeye dair emperyalist çabalar ve oyunlar, bu sefer bölgede ortaya konulmaya başlandı. Türkiye modelini bölge halklarına sunarak, haklı adalet arayışıyla ortaya çıkan halk ayaklanmalarını, yine küresel sistem içinde kalan bir değişime ve batı çıkarlarını güvence altına alacak, İslami uyanışın istikametini saptıracak ve İsrail terör devletini rahatsız etmeyecek seküler bir demokrasiye doğru yönlendirmeye çalışıyorlar. Aynı zamanda da, bu model önerisi kimi bölgeye has farklılaştırmalarla ve kimi değişikliklerle bölge Müslümanları nezdinde de kabul görüp taraftar bulabiliyor. Ancak bölgeye has farklılaştırmaları, İslami dozu yüksek sistem içi arayışları, küresel ve yerel güçlere kabul ettirmede zorluklar yaşanıyor. Sonuçta bu baskı, kuşatma, darbe, katliam, yasak ve yönlendirmelerle ortaya çıkan kaos ortamında, seküler kesimle İslami kesimin zorlama ve arayışlarından oluşan iki eğilim arasında zamanla kesişme noktaları oluşturulup uzlaşmaya doğru gidilmek isteniyor. Tıpkı 28 Şubat döneminde RP ve Müslümanlara uygulanan büyük baskı ve yasaklar süreci sonunda AKP modelinin ortaya çıkması ve AKP-Gülen koalisyonu öncülüğünde sağlanan sistem içi değişimle “Ilımlı İslam” ile “Ilımlı laiklik” anlayışlarının kesiştiği noktada bir uzlaşma ile sistem yine Batıcı rayında devamla değişime uğratıldığı gibi.
Halkın İradesine Dayanan FIS, HAMAS, İHVAN; Emperyalist Demokrasilerin Desteğiyle Darbeyle Devrilmişlerdir
Demokrasinin onlarca tanımının değişmez ortak paydası, ilahi otorite de dâhil üzerinde başka hiçbir otorite tanımaksızın “halkın iradesinin mutlak hâkimiyetidir”. Ve bu sebeple de halk temsilcilerinden oluşan Parlamentoda yasa yapılırken hududullahın sınırlamasını, vahyin nihai belirleyiciliğini, halkın çok büyük ekseriyeti bunu istese de, kabul etmezler. İşte bundan dolayı da geçmişte Cezayir’de, Bin Ali döneminde Tunus’ta ve daha sonra Filistin’de, en son olarak da bugün Mısır’da vahyi referans alan İslami bir hükümet kurmak üzere örgütlenip, İslami bir davet gerçekleştirerek, halkın çok büyük ekseriyetinin de desteğini alan İslami partiler ve onları destekleyen Müslüman halklar büyük acılara ve zulümlere sebep olan darbelerle, baskı, yasak, kuşatma, saldırı ve katliamlarla muhatap kılındılar. Dünyanın bütün demokratları, seküler kesimleri utanmadan, on binlerce masum Müslüman’ın katledilmesine yol açan bu vahşetleri sessizce seyrettiler. Hatta ahlaksızca desteklediler, teşvik ettiler.
Bugün Tunus’ta seçim kazanan NAHDA hareketi de iktidarı liberal ve sol kesimlerle paylaştığı, laikliği ve demokrasiyi kendine göre yeniden tanımlayarak İslam ile bağdaşacağını iddia edecek kadar büyük gayri İslamiliklere imza attığı halde bir türlü kabullenilmiyor, hala güvenilmiyor.NAHDA önderleri, Batıya ve Amerika’ya kendilerini kabul ettirmek için temaslar kurduğu, ekonomik ve kültürel alanda liberal davranacaklarının teminatını verdiği, AKP modelini esas alacağını açıkça ilan edip, hatta AKP hareketini başarıya ulaşmış “ıslah” hareketi olarak ilan edecek kadar bu modeli içselleştirdiği halde, hala güvenilmemekte, Tunus’un yönetimi kendilerine bırakılmak istenmemekte ve onu da tasfiye etmek, Mısır’daki darbe sürecini yaşatmak için bir çok operasyon ve provokasyon, Müslümanları aptal sayan çok açık bir cüretkarlıkla ardı ardına devreye sokuluyor.
Seçimle iktidarların belirlenmesi putlarına sahip çıkıp, “demokrasiye göre halka sunduğu projesiyle halkın çoğunluğunun desteğini alanlar, vaat ettiği İslami yönetim biçimiyle yönetmek üzere hükümeti kurmalıdırlar” demediler ve putlarını kolayca yediler. Çünkü demokrasinin, aynı materyalist seküler modern paradigmanın ürünü olan liberal ve sosyalist sistem ve yönetim biçimine izin verdiğine, ama ilahi vahyin belirleyiciliğine dayalı bir proje ve sistemin uygulanmasına karşı olduğuna inanmaktadırlar. Zaten demokrasi de esas olarak işte budur. Seküler aklın insanları aldatmak ve saptırmak üzere ürettiği ve acıkınca yediği putudur. Mekke müşriklerinin helvadan putları gibi bu tür putların hem tapınmak hem de acıkınca yemek için yapıldığı dikkate alındığında, Batının bu tür bir davranış içine girmesi “ikiyüzlülük” ve kendi değerlerine “ihanet” olarak nitelenmemelidir. Çünkü bu tür putları üretenlerin en büyük ilahları insanın zan ve hevasıdır, dolayısıyla acıkınca tüketilmelerini emreden de insanın hevası/arzusu yani daha büyük ilah olunca, yeri geldiğinde bu ihtiyacı görmek üzere de üretilmiş olan putları yemek de bir sapma ve ihanet değil tam tersine doğal bir sonuçtur ve son derecede demokratik bir tutumdur.
İşte bu şekilde her acıkma hallerinde, çıkarları için sık sık yedikleri putlarını bir kere de RP sebebiyle hep birlikte yemişlerdi. Üstelik Türkiye’de RP İslami bir konumda olmadığı ve laikliği içselleştirdiği halde. Sırf RP’nin İslam coğrafyasındaki kimi ülkelerle daha iyi ilişkiler kurmasına ve ülke kaynaklarını talan etmeleri çarkına çomak sokmasına bile tahammül edemeyip aynı darbeci saldırılar gerçekleştirilmiş, RP, kendi hukukları olan mevcut laik yasalara ve uluslararası sözleşmelere de aykırı bir despotizmle kapatılmış ve bu haksızlık AİHM tarafından da onaylanmıştır. Tıpkı Başörtüsü yasağı getirerek en temel insan hakkını yok eden despot uygulamanın aynı “demokratik” kurum ve kesimlerce kolayca onaylanıvermiş olması gibi. Bütün bunlardan amaç, baskı, yasak ve yönlendirmelerle İslami olanın hayata şekil vermesini önlemek ve Müslümanlara laik ideolojilerini, seküler hayat tarzlarını kabul ettirmektir. Sonuçta da yeniden İslami dirilişi ve ümmetin Kur’an’la yeniden izzet kazanmasını engellemektir. İşte bu sebeple İslam coğrafyasını Batı modern paradigmasının seküler değerleri ve modeliyle kuşatmak isteyenler, bu hedefe ulaşmak amacıyla ardı ardına projeler üretmekte, darbeler dahil kanlı operasyonlar düzenlemektedirler.
En son gelinen noktada ise, Türkiye’de terbiye sürecinden geçip İslami devlet olamayacağı konusunda ikna olan, dinin bireyselliğine ve İslam’ın siyasi, ekonomik ve hukuki devlet düzenine karışmaması gerektiğine inanır hale gelen şahsiyetlerin öncülüğünde bir değişim yönlendirilmeye, bütün Ortadoğu için modelleştirilmeye çalışılmaktadır. Türkiye’de RP’ye ve Müslümanlara uygulanan baskılar sonucunda, AKP-Gülen koalisyonuyla, önce iktidar nimetlerinin yol açtığı pragmatizmle, bilahare de 28 Şubat süreci baskılarının etkisiyle aynı istikamette değişim geçiren aydınların ve STK’ların desteğinde sistem içi bir değişim yaşanmaktadır. İslam’a düşman Kemalist laiklik yerine ikame edilen “ılımlı laiklik” ve liberal demokrasi ile bireysel ibadetlere indirgenmiş İslam algısının/“Ilımlı İslam”ın uzlaştırılmaya çalışıldığı bir model üretilmeye ve tüm İslam coğrafyasına da örnek olarak “işte böyle olun” diye sunulmaya çalışılmaktadır.
Bölge, Emperyalist Demokrasilerce Seküler Alanda Tutulmak, İslami Modeli Üretmekten Alıkonmak İsteniyor
Calibi dikkattir ki, AKP öncülerinde yaşanan ve politikalarına da yansıyan açık sekülerleşmeye, İslam’dan uzaklaşmaya rağmen, batılı demokratik ülkeler ve yerli demokratlar bir türlü razı olmamakta, tam anlamıyla güvenmemekte, bir gizli ajandası olabileceği endişesiyle de sürekli takip ve baskı altında tutmaya çalışmaktadırlar. Laik demokrasiyi Tunus ve Mısır’ın Müslüman halklarına da önerecek ve itiraz geldiğinde de, “İslam ile laiklik bağdaşır aksini iddia eden varsa beni ikna etsin” diye meydan okuyacak kadar içselleştirdiği halde AKP ve Erdoğan’dan hâlâ razı değildirler. Bu sebeple de, emperyalist laik liberal demokrasilerin ve Batının bölgede güttüğü çıkarlarının kırmızı çizgilerini aşmaması için sürekli uyarılar yapmaktadırlar. Sürekli askeri ve bürokratik vesayet sopasını sallayarak on yıldır bu terbiye etme operasyonlarını sürdürenler, en son olarak da, bu amaç için Taksim Gezi Parkı olaylarını kullanmışlardır. Bağımsız hareket edip inisiyatif kullanarak bölgede ve dünyada Batı çıkarlarını ve kırmızı çizgilerini değil de kısmen de olsa halk iradesini dikkate alan laik demokrasilerden bile razı değildirler. Kontrolden çıkan yerli ve halka dayanan bir yönetimin bir gün köklerine dönebileceği endişesini taşımaktadırlar.
Bölgede ve ülkede bütün bu proje, baskı ve yönlendirmelerle ulaşılmak istenen amaç, İslami adalet sisteminin Müslüman halkları yeniden kuşatır hale gelmesini ve tüm dünya insanlığını kurtaracak Kur’ani mesajın, vahye dayalı hayat tarzının bu ümmetin pratiğinde uygulanarak dünya insanlığına sunulmasıyla kendi sömürü düzenlerinin sonunu getirmesini engellemektir. Bu sebeple İslam hükümleriyle hükmetmek, toplumu herkesin Rabbi olan Allah’ın adil hükümleriyle yönetmek üzere iktidara talip olanları düşman olarak görmekte ve halkın desteğini alarak hükümet olanlara da hemen işbirlikçi orduları, ekonomik imkanları ile saldırıya geçip kuşatmalar uygulamakta, darbelerle devirip katliamlara başvurmaktadırlar. Laik demokratik ilkeleri benimseyip uygulamakta olanlara da, Türkiye örneğinde olduğu gibi, “gizli ajandası var” baskısını kurup sürekli sopa sallayarak kırmızı çizgilere uymaya zorlamaktadırlar.
Batının razı olduğu ya da göz yumduğu “İslam Sistem”(!), sözde bırakılmış, forma indirgenerek saptırılmış, içi boşatılarak halkı aldatma vesilesi kılınmış parça bölük İslam şeriatı uygulamalarıdır. Bu sebeple, Firavun Hüsnü’nün anayasasında halkı aldatmak amacıyla yer alan “Devletin dini İslamdır. Yasalar kaynağını İslam Hukuku’ndan alır” prensibi ya da medeni ve ceza hukuku alanında İslami hükümlerin adaletsizlikle despotça uygulanması, Batıyı hiç rahatsız etmemiş, tam tersine Batıdan sürekli destek görmüştür. Çünkü bu sistem, pratikte tamamen ABD ve Batı çıkarlarına hizmet etmiş ve gayri İslami bir rejimi İslam adına despotça egemen kılmak, İslam’ın parça hükümlerini adaletsiz biçimde uygulayarak fakir halka zulmetmek suretiyle de İslam’a ve Müslümanlara zarar vermiştir. Hatta böyle sistemlerde İslam’ın saptırılmış kimi uygulamalarına fırsat verilmesi, şeriata vurgu yapan ama uygulamaya tesir etmeyen anayasa maddeleri, halkın aldatılması, susturulması ve emperyalist işbirlikçisi yönetimlere itaate ikna edilmesi için oldukça işlevsel bir araç olarak görülmektedir.
Aynı şekilde Suudi Amerika olarak adlandırılma özelliğine sahip Suudi Krallığı’nda da, sözüm ona İslam şeriatıyla hükmedildiği iddia edilmekte, İslam adına sömürü, zulüm, işkence, katliam, lüks ve israf içinde baştan aşağı harama, fahşaya dayalı bir yönetim ortaya konmaktadır. Kadın haklarını çok önemsediğini iddia eden emperyalist Batılılar, bu despot yönetimin, İslam’ın emretmediği, tam tersine İslam’a aykırı olarak kadını sosyal hayattan kovan, şahsi arabalarını kullanması dahil pek çok hakkını yok sayan adaletsiz uygulamalarını görmezden gelmektedirler. İslam’ın kimi hükümlerini ise, İslam’ın adil imajına zarar verecek tarzda adaletsizlikle pratize eden, hırsızın cezalandırılması için “el kesme”, zinanın ve haksız yere adam öldürmenin cezaları olan “celde” ve “kısas” vb cezai müeyyideleri sadece fakir halka, avama uygulayıp, halkın kaynaklarını emperyalistlerle birlikte çalan gerçek hırsızların, hayatları hırsızlık ve zina üzerine kurulu olanların ülkeyi yöneten prensler sınıfını oluşturduğu müfsid yönetim, Amerika ve Batının baş tacı olmayı sürdürmektedir.
Ancak İHVAN ya da HAMAS gibi samimi Müslüman kadroların, muvahhidlerin, Batıya değil de halka dayalı bağımsız yönetimlerinde İslam şeriatının adil hükümleriyle adaletle hükmedilmesi ihtimali gündeme geldiğinde ise, derhal düşman ve tehdit ilan edilmek ve her türlü ahlaksız ve alçakça yöntem de kullanılarak Batı tarafından devrilmek kaçınılmaz bir sonuç olmaktadır. Çünkü bu tür adil yönetimlerle yöneten ahlaklı gerçek bir İslami sistemle İslami adaletin görünür hale gelmesi, tüm insanlığa örneklik teşkil edecek adil bir modelin ortaya çıkması engellenmek istenmektedir. Böylece de küresel kapitalizmin, liberal ya da sol seküler sistemin adaletsizliği daha fazla belli olmasın, batının seküler model ve değerlerinin, sonuçta da süfli emperyal çıkarlarının yok olmasına sebep olacak bir uyanış meydana gelmesin istenmektedir. Bu sebeple de, Müslümanlara 2005 yılında Katar Doha’da yapılan toplantıda ABD yetkililerince ifade edilen kırmızı çizgilere riayet etmeleri dikte edilmekte, bütüncül olarak İslami hükümlerin uygulandığı adalet modeli yerine, parça İslami hükümlere göz yumsa da, daha çok seküler demokratik sistem dayatılmak istenmektedir.
Tunus’unİslam ile savaşı çok ileri boyutlarda gerçekleştirmiş pratiğinde dahi, 1959 Anayasasında “devletin dininin İslam” olduğu vurgusu yer alabilmekteydi. Kaddafi de, onca sömürü ve zulmüne rağmen rejiminin meşruiyetini, tahrif ederek de olsa İslam’a dayandırmak ihtiyacı duymuştu. Bu sebeple, bölge halklarının artan duyarlılıkları da dikkate alındığında, bu bölgelerde yeni yapılacak anayasalarda da bu durumdan daha geri gidilmesi söz konusu olmayacaktır. Onun için, tıpkı Batı hegemonyasını kabul etmiş, yukarıda örneklerini verdiğimiz yandaş despot rejimlerde kimi şer’i uygulamalara ve İslami atıflara yeni demokratik dönemlerde de göz yumacaklarını sanıyorum. Yani buralardaki rejimler Türkiye ölçülerinde laik olmayacak, kimi İslami unsurlara anayasalarda ve uygulamada yer verilebileceklerdir. Sisteme halk nezdinde meşruiyet kazandıracak statükonun dinin bu tür dini unsurlara ihtiyacı olduğu bilindiği için, bu konularda gerekli açılımlar yapılacaktır. Ancak siyasi sistemin, seküler demokrasinin genel ilkelerine uyumlu kılınması, özellikle de ekonominin neo-liberal eksende olması, küresel kapitalist sisteme entegre olmasından taviz verilmeyecektir.
İslami hükümlerin siyasal, sosyal ve hukuki toplumsal alanları tamamen kuşatmamasını ve insanları uyandıracak bütüncül İslami adalet modelinin ortaya çıkmamasını sağladıktan sonra, medeni ve şahsi hukuk alanı başta olmak üzere, özel hayata dair hükümlerin ve hatta Suudi Arabistan’da olduğu gibi kimi cezai müeyyidelerin uygulanmasına da göz yumulabileceklerini zannediyorum. Yeter ki yeni rejimler de, Batı ile entegre olsunlar, Batı siyasi ve ekonomik modeli liberal demokrasiyi ve kapitalizmi benimseyip Batı çıkarlarını güvence altına alsınlar. Tabii ki, bu emperyalistlerin ve bölgedeki işbirlikçilerinin planı ve hesabıdır. Bu hesabı bozacak olan ise, daha önce kısmen bahsettiğim üzere vahye dayalı ıslah ve inşa hareketinin davet, eğitim, şahidlik çabaları sonucu sağlanacak tevhidi toplumsal dönüşüm ve Kur’ani inkılap ile Allah’ın yardımına müstahak olmak halinde gerçekleşecek olan Allah’ın takdiri ve hesabıdır. Bu hesabı ise, dünyevi hiçbir güç bozamaz.
“Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker”
Ertelenemez, Terk Edilemez Büyük Sorumluluktur
Bazı kardeşlerimiz, bizim de müntesibi olduğumuz “Allah’ın dini İslam” adına hak ile batılı karıştıranlara, batıl kavram ve modelleri İslam’ın içine taşımaya kalkanlara, şirk sistemi içindeki görece olumluluklara, demokratikleşmeye eklemlenenlere yönelik eleştirilerimiz üzerine, “onlarla ilgilenmeyelim, ne yaparlarsa yapsınlar, biz işimize bakalım” diyorlar. Türkiye’deki değişimi yöneten koalisyonun iki kanadının bu tür İslam’ı tahrif edip Batının seküler model ve değerleriyle uzlaştırma çabaları olmasaydı, yaptıkları sadece sistemi görece iyileştirme ile sınırlı olsaydı bugünkü gibi büyük bir sorun çıkmayabilir ve bizi de bu kadar meşgul etmeyebilirdi. Yani bizim de müntesibi olduğumuz Allah’ın dinini rahat bırakıp, sadece sistem içi “demokratikleşme” ile yetinerek, Batının faşist dönemine takılı kalan Batıcı sistemi bu sistemin bugünkü kodlarıyla güncellemek suretiyle görece özgürleşmeyi teminle sınırlı bir çabaları olsaydı, o zaman bizim onlara eleştirilerimiz de bugünkü kadar yoğun olmazdı. Sadece açık bir zulüm, haksızlık ve adaletsizlik yaptıklarında eleştirmekle, uyarmakla yetinir, daha çok da kendi işimize bakardık. Sağlanan görece özgürlük ortamından da yararlanarak daha çok tevhidi davet, eğitim ve şahidlik sorumluluğumuzu yerine getirmeye, toplumu cahiliyeden arındırıp vahiyle inşa ve dönüştürme çabalarına yoğunlaşır, Kur’ani bir inkılabı gerçekleştirmek hedefimize kilitlenirdik.
Ama maalesef böyle olmadı, hem değişime öncülük eden koalisyon ortakları dini tahrif etme çabalarını sürdürdüler, hem de tevhidi uyanış süreci öbekleri istikameti koruma zaafı göstererek çeşitli sebeplerle onlara eklemlendiler ve sonuçta hayra vesile olabilecek görece özgürleşme dönemi aleyhimize döndü ve İslami tevhidi mücadeleye büyük zarar verdi. İşte bundan dolayı bugün, mecburen onların İslam’ı tahrif çabalarını izale etmeye çalışmak da tevhidi davet ve inşaya tahsis edeceğimiz vaktimizin önemli bir kısmını almaktadır. Çünkü “emri bil maruf nehyi anil münker” tıpkı tebliğ gibi, asla terk edemeyeceğimiz, erteleyemeyeceğimiz, terki halinde dualarımıza icabet edilmeyecek zelil bir hale düşmemize yol açacak çok büyük bir sorumluluğumuzdur.
İslami hayat tasavvurunda, şüphesiz ki, öncelik insanın kendi nefsini vahyin ölçüleriyle ıslah edip Kur’an’la ahlaklanmasındadır. Bu sorumluluğunu her Müslüman’ın süreklilik arz eden bir biçimde yerine getirmesi kulluk görevidir. Ancak mü’min bir şahsiyetin süreklilik arz etmesi gereken bu sorumluluğunu yerine getirme mükellefiyeti, bu süreçte gördüğü bir münkerden kardeşini veya İslam budur diyerek hak ile batılı karıştıranları men etme sorumluluğunu ertelemesini asla gerektirmez. Çünkü kulluk bütünü içinde yer alan bu sorumlulukların tümünün erteleme kabul etmez bir süreklilik içinde yerine getirilmeleri gerekir. Allah’ın ayetlerini kendi hatalarını düzeltmek için esas almak ayrı bir ibadet, diğer insanlara “emr-i bil maruf” için gündemleştirmek ise ayrı bir ibadettir. Neden, sorumluluğumuz gereği başkasına “marufu emredip, münkerden nehyetmek”, “kendi hatalarını düzeltmek için Kur’an’dan istifadeyi ihmal etmek” olarak damgalanır? Bunlar birbirinin alternatifi mi? Yani başkasını eleştiriyorsanız, illa kendi hatalarınızı ihmal ediyorsunuz anlamına mı gelir? Her iki ibadeti de Allah emretmiyor mu? Neden birisini yapanın diğerini yapmadığına hükmedilir? Başkalarına yönelik ilmi eleştiri sorumluluğunu yerine getirenleri “kendisini ihmal edip başkalarıyla uğraşmak”la suçlayan tutum, ancak Allah’ın emri olan “emri bil maruf” yükümlülüğünün yerine getirilmesinden ve İslam adına yaptıkları hataların eleştirilmesinden rahatsız olanların, yanlışlarının açığa çıkmasını istemeyenlerin, hallerini savunma refleksiyle ortaya koydukları yeni bir zulümden başka bir şey değildir.
Dinimizin temel ilke, değer ve ölçülerine aykırılık yapanlara, üstelik bu yaptıklarının İslam’a da uygun olduğunu iddia ederek en büyük iftiraları Allah’ın dinine yapmaktan çekinmeyenlere, “emri bil maruf” görevimiz gereği eleştiriler yapmanın önemli bir sorumluluk olduğunu bilmeliyiz. Bu eleştirileri şu sebeplerle yapmak zorundayız:
“Marufu emredip münkerden nehyetme” çabamızın birinci sebebi; Her şeyden önce bu din Allah katından gelmiş, vahyin oluşturduğu bir din olup, tüm Müslümanların dinidir. Dinimiz yanlış gösterildiğinde, yanlış anlatıldığında ve alakası olmayan hususların İslam’dan olduğu imajına yol açıldığında, mutlaka dinimize sahip çıkmamız, biliyorsak işin doğrusunu, hakikatini, delili ile ortaya koymamız gerekir. Yani kimden gelirse gelsin Allah’ın dinine verilecek herhangi bir zararı gücümüz, bilgimiz, kapasitemiz yettiğince engellemek mecburiyetindeyiz. Bütün gücümüzle ana kaynağa dayalı sahih bir din anlayışını muhafaza etmek ve gelecek nesillere miras olarak bırakmak zorundayız. Hiçbir Müslüman “Din Allah’ın Allah dinini korusun” anlayışıyla böyle bir duruma sessiz kalamaz, hoş göremez. Eğer hoş göreceksek, müsamaha ile karşılayacaksak, Allah’ın dinine yapılan zulümleri değil, ancak nefsimize, ailemize, menfaatlerimize yapılan zulümleri affedebilir, hoş görebiliriz.
Bugün ise maalesef bu durum tam tersine dönmüş olup, Allah’ın dinine kim ne yaparsa yapsın, nereye çekerse çeksin, nereye saptırırsa saptırsın, hoş görmekten yana tavır koyulmakta nefsimize, ailemize, malımıza, mülkümüze yapılan saldırılara ise son derece müsamahasız büyük tepkiler gösterilebilmektedir. Halbuki Tevbe 23. ayet gereğince, babalarımızın, çocuklarımızın, eşlerimizin, aşiretlerimizin, kazandığımız mallarımızın fesada uğramasından korktuğumuz ticaretlerimizin, hoşumuza giden evlerimizin, bizlere, Allah’tan (c), Rasulünden (s) ve Allah yolunda cihattan daha sevimli gelmemesi emredilmiyor mu? Ne oldu bize de bu güzel ölçüleri unuttuk? Ne oldu bize de uğruna her şeyimizi feda etmemiz gereken dinimizi, dünyanın süsleri ve hesapları uğrunda feda edebilecek sapmalara savrulduk?
Diğer önemli bir sebep ise, gerçekten samimi merhamet duygularımızla, hak ile batılı karıştırarak münkere meyleden ya da iyi niyetle alan açan bu tür eylem ve söylem sahiplerinin kendi ahiretlerine zarar vermelerine de engel olmaya çalışmak arzusudur.
Üçüncü sebep de, ikaz ve eleştiri mevzuu yaptığımız düşünce ve tavırların sahipleri (ki bunlar toplum içinde önder olan kişi yada kurumlardır, kendilerinden başkalarını da dönüştürme etkisi yapabilmektedirler), eğer kendi hallerini düzeltmiyor, yanlışlarından dönmüyorlarsa, hiç olmazsa takipçilerinin kurtuluşuna, yanlıştan, münkerden uzaklaşmalarına fırsat hazırlamaktır.
Dördüncü sebep, Rabbimizin Kuran’da ısrarla emrettiği Rasulünün hayatında en güzel şekilde örnekleyip bizlere mutlaka yapmamız gereken bir görev olarak yüklediği, “emr-i bil maruf nehy-i anil münker” görevimizi yerine getirmek, böylece Yahudilerin düştüğü duruma düşmekten, lanet ve helake muhatap olmaktan sakınmaktır.
Bir son sebep ise;Ahirette Rabbimize sunacağımız bir mazeret hazırlamak için, bir de belki muhataplarımız öğüt alıp sakınırlar, yanlıştan dönüp ıslah olurlar diye. “Hani onlardan bir topluluk demişti ki: “Siz, Allah’ın helâk edeceği veya şiddetli bir azaba uğratacağı bir kavme ne diye (boş yere) öğüt veriyorsunuz?” Onlar da, “Rabbinize bir mazeret beyan etmek için, bir de belki Allah’a karşı gelmekten sakınırlar diye (öğüt veriyoruz)” demişlerdi.” (7.Araf 164)
Daha önce de defalarca yazdığımız gibi, dinin sabite ve değişmezleri akıdemizin esasları, muhkem naslar alanında hiç kimsenin farklı düşünmesinin, bu alanlardaki kural ve ölçüleri de farklı anlamasının mümkün olmadığına inanmaktayız. Kıyamete kadar geçecek sürede tüm mü’minlerin bu alandaki değişmez değerlere, ölçülere, ilkelere, esaslara teslimiyetinin gerekliliğine ve ancak bu değişmezlere teslimiyetleri sebebiyle de kardeş olduklarına, ümmetin de ancak bu suretle oluşacağına inanmaktayız. Aksi takdirde ortak değişmez değerler ve ölçülere teslim olmayanların ne kardeşliği ne de bir ümmet oluşturmaları mümkündür.
Bu bakımdan, değişmezlerimiz, muhkem nassların ortaya koyduğu ilke ve ölçüler alanında meydana gelen sapmalar, sabitelerimizi bile oraya buraya çekiştirmeye yönelik söz ve eylemler karşısında emr-i bil maruf nehy-i anil münker yapmak mecburiyetimizin olduğuna inanmaktayız. Dinimizin temel esaslarına aykırı söz, yazı ve eylemleri icra edenlere, hak ile batılı karıştırıp kendi İslam’a aykırı konumlarına, düşüncelerine, projelerine ve eylemlerine meşruiyet kazandırmak amacı ile Allah’ın dininin temel esas ve ölçülerini çarpıtma gayreti içine girenlere yönelik sözlü ve yazılı ikaz ve uyarıları mutlaka yerine getirmek mecburiyetimiz vardır. Mümin insanların Allah’a teslim olmalarının ve imanlarının kaçınılmaz bir gereği olarak Allah’ın ve Rasulünün verdiği hükümleri aynen kabul etmeleri şarttır. Din konusunda Allah ve Rasulü bir hüküm vazetmiş ise mümin kadın ve erkeklerin bunun dışında bir tercih haklarının bulunmadığı Kuran’ın değişik ayetlerinde açık ve net bir biçimde ortaya konmuştur. (Ahzab 36)
Allah ve Rasulüne inanıp, şeriatıyla amel etmek maruf, Allah’a şirk koşmak, peygamberi yalanlamak ve başta hak ile batılı karıştırma söylem ve eylemi olmak üzere nehyettikleriyle amel etmek veya Allah’ın kerih gördüğü veya yapılması hoş olmayan işler ise münkerdir. Kur’an ve sünnetin yapılmasını emrettiği şeylerin yapılması gerekir. Ve bunlar maruftur. Kuran ve sünnetin nehyettiği yasakladığı şeylerin de yapılmaması gerekir. Ve bunlar da münkerdir.Ayrıca bunlara ilaveten ve nasslara aykırı düşmemek kaydıyla, toplumda hayırlı, adil, doğru, iyi, faydalı, temiz ve değerli olarak bilinen her şey maruf, Kuran ve sünnette yasaklanan, toplumda şer, zulüm, batıl, fâsid ve kötü olarak bilinen her şey de münkerdir. (İzzet derveze, et-tefsirul hadis, vıı 137 )
Münkerin yaygınlaşması, yanlış din anlayışlarının İslam’danmış gibi sunulması, İslam adına hak ile batılı karıştıran anlayışların üretilip yaygınlaştırılması, buna rağmen ıslah edici bir çabanın gösterilmemesi, üstelik sadece birkaç kişinin gösterdiği bu tür çabaların ise kınanması ve engellenmeye çalışılması büyük bir vebal ve tehlike oluşturmaktadır. Münkerin giderek yaygınlaşması ve maruf ehlini de kuşatması riski çok önemli boyutlara ulaşmaktadır. Hem davetimizin muhataplarının kafası karıştırılmakta, hem de tevhidi uyanış sürecinden gelen kadrolar giderek yaşananları kanıksayarak dönüşüp sistem içi siyasal söylemlere eklemlenmektedir. Bu sebeple tebliğ, ıslah, inşa çabamızın, çok önemli bir ayağını da “emr-i bil maruf ve nehyi anil münker” sorumluluğu oluşturmaktadır.
“Emr-i bil maruf nehy-i anil münker”; Kuranda ve sünnette üzerinde önemle durulan ve mümin kadın ve erkeklere ısrarla yüklenen son derece ciddi bir yükümlülüktür. Müminler bu yükümlülüğün gereğini maruf olanı emretmek, münker olandan da nehyetmek suretiyle yerine getirmekle emrolunmuşlardır. İyi, doğru, güzel, hak ve adalete, Kuran ve sünnete uygun olan şeyleri emretmek, kötü, yanlış, batıl ve zulümattan olan Kuran ve sünnetin yasakladığı şeyleri ise nehyetmek müninlerin kaçınılmaz görevlerindendir. “Emr-i bil maruf nehy-i anil münker” ifadesi pek çok ayette geçmekte olmasına rağmen doğrudan emir veya nehiy biçiminde geçen şekli lokman suresinde, onun oğluna tavsiyeleri arasında yer almaktadır. “Ey oğlum, dosdoğru namaz kıl, maruf olanı emret, münker olandan sakındır ve sana isabet eden (musibetler)e karşı sabret, çünkü bunlar azmedilmesi gereken işlerdendir.” (Lokman 17)
Görüldüğü gibi Allah’ın bazı ayetlerde, önemine binaen birlikte zikrettiği namaz ve sabrın arasına yerleştirilerek emredilen bu yükümlülüğün de tıpkı namaz ve sabır gibi azmedilmesi gereken işlerden olduğu vurgulanmaktadır. Ayrıca iyiliği emretmek kötülükten sakındırmanın öyle kolay bir şey olmadığı, bu sebeple bu görevi yerine getirenlerin başlarına bazı musibetlerin gelebileceği, haksız tepkilerle karşılaşabilecekleri hatırlatılarak sabretme ve bu çabada ısrar etme ikazı da yapılmaktadır. Emr-i bil maruf nehy-i anil münker görevi oto kontrol ve özeleştiri için tüm mümin kadın ve erkeklere (Tevbe 71),ümmetin birliği ve helaktan kurtuluşu için hiç olmazsa ümmet içinde bir topluluğa (Al-i İmran 104)), tüm insanlığın uyandırılması için İslam ümmetine (Al-i İmran 110 ve ilaveten İslam devletine (Hac 41)yüklenen, çeşitli ayetlerde tüm bu kesimlere ciddiyetle hatırlatılan çok önemli bir görevdir. İbn-i Abbas’ın nakline göre Rasulullah’ın (s) şöyle dediği rivayet edilmektedir: “…iyiliği emredip kötülükten yasaklamayan bizden değildir.” (Et-tirmizi, Birr 15)
Bir toplumun kurtuluş veya helakını tayin edecek kadar önemli olan “emr-i bil maruf nehy-i anil münker”, marufu temsil eden ıslah edicilerin yani mü’minlerin hayatlarının vazgeçilmez bir parçasıdır. Yapmaları gereken en sürekli işlerdendir. Namaz ve sabırla birlikte en çok ısrar edilmesi gereken ibadetlerin başında yer almaktadır. Günümüzde “emr-i bil maruf nehy-i anil münker” yapmak, küçümsenen, dışlanan, suçlanan, hatta alaya alınan bir konuma düşürüldü. Allah ve Rasulünün, ısrarla, ciddiyetle ve büyük bir önemle yapmamızı istedikleri bu görevin yerine getirilmesi bazı Müslümanları rahatsız ediyor. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” liberal kaidesini esas almışçasına, Allah’ın dini hususunda “kim ne yaparsa yapsın, kim ne yazarsa yazsın, kim nasıl projeler üretirse üretsin, Allah’ın ayetlerini kim nereye ve nasıl çekerse çeksin, hangi projelere alet ederse etsin, hoş görmek, boş vermek lazım, bırakınız . isteyen istediğini yapsın” tavrı ve söylemi pek çok Müslüman’a hakim olmuş gibi görünüyor. Bu önemli görevin ifa edilmesi engelleniyor, bu sorumluluğu yerine getirenler kınanıyor. Halbuki böyle yaptıkları, birbirlerini münkerden nehyedip, marufu emretmedikleri için, İsrail oğulları toptan lanetlenmişlerdi. “İsrailoğullarından inkar edenlere, Davut ve Meryem oğlu İsa diliyle lanet edilmiştir. Bu isyan etmeleri ve haddi aşmaları nedeniyledir. Yapmakta oldukları münkerlerden birbirlerine sakındırmıyorlardı, yapmakta oldukları şey ne kötü idi” (Maide 78-79).
Peygamberimiz (sav) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır; “Allah-u Teala bütün halka, bir kısım insanların yaptıkları (kötülük) münker yüzünden azab etmez. Ancak aralarında kötülüğü görüp ve onu ayıplamazlarsa, nehyetmeye güçleri yettiği halde bunu yapmazlar ise, böyle yaptıkları zaman, Allah hepsini mahveder” (Mevdudi, İslami kavramlar, pınar y., 2.baskı, sayfa 99). Bir toplum içinde, ellerinde imkanlar olduğu halde, sırf bazı insanlarla iyi geçinmek, bu insanların tepkilerini çekmemek için veya bazı dünyevi çıkarlar, hesaplar uğruna, münker işleyenleri, Allah’ın dininin muhtevasını saptırmaya sebep olanları, hak adına batıl söz ve eylemleri icra edenleri eleştirmekten, “emr-i bil maruf nehy-i anil münker” den, yani ıslah edici fonksiyon ifa etmekten kaçınanlar, hem kendilerinin hem de tüm toplumun helakına katkıda bulunuyorlar demektir. Bu görev işte bu kadar önemli ve son derece ciddiye alınması gereken, kaçınamayacağımız bir görevdir. Mü’min olmanın en tabi bir sonucu ve çok önemli bir gerekliliğidir
Resulullah (sav) bu görevin önemine ısrarla dikkat çekmektedir; “Abdullah b. Mes’ud’un rivayetine göre de Hz. Peygamber (s) “İsrail oğullarının ilk eksikliği şöyle olmuştu” diye buyurduktan sonra “birileri münker işleyen birini ilk gördüğünde ona bunu yapmasının helal olmadığını söylerdi. Ertesi gün o kimseyi aynı halde görmesine rağmen oturur, onunla yer, içerdi. Bunun üzerine Allah kalplerini birbirine çarptı”. Daha sonra Hz. Peygamber Maide 78. ayetin başından 81.ayetin sonuna kadar okudu ve şöyle buyurdu; “Allah’a yemin ederim, ya iyiliği emreder kötülükten alıkoyar, kötülük işleyenin Hakkın dışına çıkmasına fırsat vermezsiniz. Yada Allah sizin de kalplerinizi birbirine çarpar. Onları lanetlediği gibi sizi de lanetler.” (Ebu Davud, melahim17, tirmizi, tefsir, s.sure, hadis.5,6).
Düşünebiliyor musunuz, “emr-i bil maruf nehy-i anil münker” yapmak bile yetmiyor? O kişiler işledikleri münkerden vazgeçmedikçe, onlarla birlikte oturmak, yiyip içmek bile yasaklanmaktadır. Çünkü, münkerden vazgeçmeyenle, onun bu halini nehyetmeden kurulacak birliktelik, beraber oturup kalkmak, yiyip içmek, dahi ona ve onun işlediği münkere meşruiyet kazandırabilecektir. Bu ise münkerin işlenmesine katkıda bulunmak, meşruiyet kazandırmak, rıza göstermek anlamına gelecektir. Böylece zamanla diğerinin de ona benzemesi, toplumun bozulması ve helakı kaçınılmaz hale gelecektir. Bugün ise, münker ehline daha bir defa bile “emr-i bil maruf nehy-i anil münker” yapmadan, hoş görerek, rıza göstererek birliktelik kurulmaktadır. Rahatsız olmadan beraber olunmaktadır. Üstelik böyle olması gerektiği savunulmaktadır. Şüphesiz ki bu, büyük bir vebali üstlenmektir. “Emri bil maruf ve nahyi anil münker” gereği bir eleştiriye muhatap olan eğer Müslüman ise “bana neden böyle eleştiri (emr-i bil maruf) yapıyorsun?” deme hakkı asla olamaz. Yapacağı tek şey, eğer maruf önerisi yada münkerden nehyetme eleştirisi, vahyin ölçülerine mutabık değilse, maruf yada münkerin tespitinde isabet edilememişse, deliliyle ve ilmi olarak bunu ortaya koymaktır.
Bugün genelde eleştiri ve emri bil maruf sorumluluğu ya hiç yerine getirilmemekte, ya da artık tarih olmuş, faaliyetleri bitmiş yapılara yönelik tarihi eleştiriler yapılmaktadır. Yaşanan fesad ya da münkere meyletme ise görmezden gelinmektedir. Halbuki öncelikle yaşanan münker eğilimlerini, tabii ki güzel ve hikmetli bir üslupla, ilmi bir içerikle eleştirip ıslah çabası göstermek önemli ve gerekli olandır. Şu da var ki, yaşayan grup ya da bireylerin devam eden yanlışlıkları yüzlerine ve açıktan eleştirilmeyince, hem düzeltme imkanı ortadan kalkmakta, hem de bu çevreler birbirlerinin, arkadan çok daha sert ve hatta tahkir edici boyutlarda gıybetini yapabilmektedirler. Böylece açıktan yapılacak ilmi eleştiriden hem yanlışı yapanlar, hem de onların yanlışının tebliğine muhatap olmuş toplum mahrum kalmaktadır. Ayrıca bu arkadan çekiştirmelerle, kalpler düşmanlaşıyor, ancak dünyevi ilişki ve diyaloglar riyakarca sürdürülüyor. Maalesef Müslümanlar arasında iki yüzlülük yaygınlaşıyor. Birbiri hakkındaki düşüncesinde içinde farklı dışında farklı Müslümanların sayısı artıyor. Samimiyet, eminlik ve adalet yok oluyor. Şahsiyetler zaafa uğruyor.