“Ezilenler Ezenlerini Taklit Ediyor, Kürt Kemalistler Kürt Halkını Sekülerleştiriyor” başlıklı yazımıza gelen, yanlış anlamaya ya da eksik ve yanlış değerlendirmeye dayalı olabileceği intibaı veren kimi tepkiler sebebiyle laik ulusalcı Kürt muhalefetinin konumunu ve bizim eleştirilerimizin ekseninin ne olduğunu, belki bu sefer anlatabilirim umuduyla, bir daha değerlendirmek istiyorum. Bu sebeple, PKK ve DTP öncülüğündeki Kürt halkını sekülerleştirme çabalarına, PKK ve DTP’nin emperyal güçlerle ve Kürt halkına bunca zulmü yapan Türk ulusalcısı Kemalist oligarşiyle kendi halklarının da dini olan İslam’a karşı cephe oluşturma çalışmalarına dair tespitlerime yönelik eleştirilere cevap vererek meramımı bir daha anlatmak istiyorum. Bizim ayrım yapmadan herkes için talep ettiğimiz hak ve özgürlüklerin, DTP’lilerce sadece kendileri için talep edilmesine, Müslümanların özgürlükleri söz konusu olduğunda ise hak ve özgürlük düşmanı bir tavır alma tutarsızlığı ortaya konmasına yönelik eleştirilerimize açıklık getirmeye çalışacağım.
Dogmatik Türkçü Ulusalcı “Öğütüm”ün Yol Açtığı Kirlenmeden Arınarak, Fıtri Olana ve vahyin Ölçülerine Teslim Olarak Düşünelim
Ancak bu konuya geçmeden önce, son yazımızın altındaki yorumlarla ilgili birkaç hususu ifade etmemizin gerekli olduğuna inanıyorum. Kürt halkına yapılan zulümleri hangi türlü anlatırsak anlatalım, ne kadar belgelendirirsek belgelendirelim, anaokulundan itibaren esir alınıp, militarist resmi ideolojik kuşatma altında, Türkçü ulusalcı dogmatik eğitim programlarıyla öğütülmüş şahsiyetlerin, işgal edilmiş zihinlerin, bu acı gerçekliği fark etmeleri yine de kolay olmayacaktır. Bu sebeple iyi niyetli kimselerin, işte bu Türkçü ulusalcı laik Kemalist şartlandırmayı dikkate alarak, bu şirk sisteminin cahiliye politikalarıyla yol açtığı herhangi bir sorun hakkında kanaat belirlerken, mümkün olduğunca bu kirlerden, şartlanmalardan ve sistemin yalan üzerine kurulu uydurulmuş tarih dayatmasının sağladığı yanlış ve yönlendirilmiş bilgilerden soyutlanmak suretiyle düşünmeleri büyük önem arz etmektedir.
İnanınız, ben de kendimi Müslüman sandığım ve beş vakit namaz da kıldığım halde Kur’an’ın içeriğinden ve tevhid akıdesinden habersiz olduğum süreçte, cahiliyenin kirlettiği ve Kur’an’la aydınlanmamış zihnimle, Kürtlerin, “karlı dağlarda yürürken donmuş kara bastığında ‘kırt, kürt’ gibi kırılma sesleri çıkardıkları için kendilerine Kürt denilen dağlı Türkler” olduklarına inanıyordum. Bilindiği üzere bu saçma sapan teori, Genelkurmay ve MİT’in kitap diye bastırıp yüz binlercesini ücretsiz dağıttıkları zulme kılıf uydurma amaçlı paçavralarda yer alıyordu. İşte on yıllarca süren pek çok katliam, baskı, yasak, tehcir ve asimilasyon uygulaması da hep böyle yalanlarla örtülmeye çalışıldı. Tıpkı halkın zorla askere götürülen çocuklarının eline pimi çekilmiş bomba verip öldürdükten sonra “şehid” oldu yalanıyla bu zulmü, bu cinayeti gizlemeye kalktıkları gibi. O halde nasıl oluyor da, kendisini İslam’a nispet eden iyi niyetli insanlar, hâlâ bu yalan merkezi ulus devletin yalanlarına dayanarak, Türkçü ulusalcı ulus devleti ve ona egemen katil, zalim ve yalancı oligarşiyi aklamaya ve Kürt halkına yapılan bunca zulmü yok saymaya ya da normal bir işlemmiş gibi göstermeye kalkışabiliyorlar? Hakikati bulmak isteyen tüm iyi niyetli insanları, sözü edilen cahiliye kirlerinden arınarak ve fıtri insani değerler ile vahyi ölçüleri kuşanıp belirleyici kılarak bu konu üzerinde bir daha düşünmeye çağırıyorum.
Tabii ki, kimi insanların İslam adına zanlarıyla ürettiklerine değil, Allah’ın vahyine teslim olmak ve olaylara Kur’an’ın aydınlığında vahyin ölçüleriyle bakmak da hakikate ulaşmak için olmazsa olmaz bir diğer gerekliliktir. Bilindiği üzere Kur’an, “millet”i din anlamında kullanmaktadır. Tarihi süreçte kazandığı tamamlayıcı anlamla en fazla “aynı dine mensup insanların birliği” olarak tanımlanabilecek olan “millet” kavramını, Türkçü ulusalcı oligarşi tarafından saptırılmış anlamıyla kavim ya da modern “ulus” karşılığı olarak kullanmak ve “Türk milleti” ya da “Türk milliyetçiliği” kavramlarını meşrulaştırmak, bu din tahrifine katkıda bulunmak anlamına gelecektir. Allah ve Resulünün “gayri meşru” ilan ettiklerinin bir kısmının “müspet” ya da “meşru” ilan edilmesi ise, bir başka din tahrifinin gündeme getirilmesini ve haramların meşrulaştırılmasının önünün açılmasını sağlamaktadır. Kim olursa olsun, Kur’an’ın “din” anlamındaki “millet” kavramını saptırmaya ve onu bir ırkla özdeşleştirerek “Türk milleti” ifadesini kullanmaya, hele hele “Türk milliyetçiliği müspet milliyetçiliktir” diyerek hem vahyin kavramını tahrif edip hem de bir haramı meşrulaştırmak hak ve yetkisine sahibi değildir. Eğer insanların heva ve zanlarıyla ürettiklerini, yazdıklarını değil de vahyin ölçülerini esas alırsak, Kur’an’ı belirleyici kılarak hak ile batılı ayrıştırma ölçüsünü/“Furkan”ı kazanırsak, bu tür tahrif, sapma ve savrulmaları fark ederek ayıklama imkânına kavuşuruz.
İşte o zaman anlarız ki, “her yaratılanı severiz yaratandan ötürü” sözü, sadece bir hurafeden ibarettir. Çünkü vahyin kazandırdığı ölçüye göre sevgi ve velayet sadece Allah, Resulü ve mü’minler arasındadır. (Maide/55). Allah bizden kendi düşmanları ve mü’minlerin düşmanı olan kafirleri sevmememizi emretmektedir. (Mücadele/22, Mümtehine/1, Tevbe/23) Bu sebeple kim söylerse söylesin, Allah’ın dininde “Türklerin” ya da “Kürtlerin” toptan sevilmesi diye bir ölçü yoktur. Hiçbir devirde hiçbir kavim toptan “İslam’ın bayraktarı” olmamıştır. Her dönemde İslam’a hizmet eden topluluklar içinde, pek çok kavimden mü’minler birlikte yer almışlar ve birlikte Allah yolunda cihad etmişlerdir. İşte bunlar yanlış kavramlaştırmayla “Türk milleti” ya da “Arap milleti” değil, İslam ümmetidir. “İslam bayraktarı” oldukları iddia edilen dönemlerde bile Türk kavmi ya da başka kavimlerin, istisnaları olsa da, genel olarak Kur’an’dan kopuk hurafelerle dolu bir geleneği dinleştirmiş oldukları da acı bir vakıadır.
Vahyin ölçüleriyle bakıldığında anlaşılacaktır ki, Türk, Kürt, Arap, Çingene (Roman), İngiliz vs bütün kavimlerin mü’minleri tek bir millettir ve adı “İslam milleti”dir. İşte sevgi, velayet ve kardeşlik de sadece farklı kavimlerden olan bu mü’minler topluluğunun arasındaki bağı oluşturmaktadır. Kavim ayrımı gözetmeden, bütün kavimlerin kâfirleri de tek bir millettir ve “küfür milleti”ni oluştururlar. O halde hangi üstad ya da ilim adamı derse desin Türk kavmi “Türk milleti”, Türk kavmiyetçiliği ya da ulusçuluğu da “Türk milliyetçiliği” ve bu da “müspet milliyetçilik” olarak tanımlanamaz ve meşru gösterilemez. Allah’ın gayri meşru ilan ettiği şeytani bir sapmanın içinden bir kısmını “müspet” olarak niteleyip, gayri meşru olan bütünün o kapıdan girerek kendisine alan açmasına sebep olmak büyük zulümdür. Ayrıca vahyin ölçüleriyle ve Resulün sünnetiyle bakıldığında, kim hevasından ne uydurursa uydursun, zanna dayanarak ne söylerse söylesin, herhangi bir kavmin toptan olumlu değerlendirilmesi ya da toptan olumsuzlanması, toptan sevilmesi ya da toptan buğz/nefret edilmesi söz konusu olamaz. Biz Müslümanlar, hangi kavimden olursa olsun Allah’ın sevin dediğini sevmek, sevmeyin dediğini de sevmemek yükümlülüğü altındayız. Üstelik, zalim olduğu halde birilerini sevmek, veli edinmek, ya da bir kavmin zalimlerini sevmek, onlara meyletmek cehennem azabına sürüklenme sebebi olarak da vurgulanmıştır. (Hud/113) Biz, sadece zulme uğrayanlar arasında ayrım yapmayız ve mazlumun kimliğini, din ve ideolojisini araştırmadan her mazlumun hak ve özgürlüğünü ibadet bilinciyle savunarak, kim olursa olsun zalimlere itiraz ederiz.
Kürt Halkına Yapılan Zulümlerden, Sessiz Kalanlar, Yok Sayıp Örtmeye Kalkanlar da Sorumludurlar
Girişte ifade ettiğimiz yazımızda, “Tabiî ki Türk halkının bu zulme karşı bir tepki göstermemesi, TC Devletine hesap sormaması ve Kürt kardeşlerine destek çıkmaması eleştirilebilir… Ancak, on yıllardır bu halk, Kemalist Türkçü Batıcı resmi ideolojinin tasallutu altındaki eğitim sisteminde sürekli zihin işgaline maruz bırakılmakta, değerlerinden uzaklaştırılmakta, Türk ulusalcılığıyla beyni yıkanıp bilinci bulandırılmaktadır… Bu ülkenin tüm halkları, Kemalist korku krallığının tahakkümü altında, ezilmiş, korkutulmuş, yıldırılmış, sindirilmiş ve muhalefet bilincini kaybetmiştir. Kürt halkına yapılan zulmün faturasındaki adres de, tüm bu zulümlerin faturalarında yazılı olan Kemalist korku krallığının adresidir. Evet bu zulmün adresi, doğrudan ulus devletin ve onun sahibi konumundaki azgın azınlık Beyaz Türklerden meydana gelen aristokrasinin, silahlı ve silahsız bürokrat ile Batıcı aydın ve büyük sermayenin oluşturduğu despot oligarşinin adresidir…” demiştik. Bir kardeşimizin açıklık istemesi sebebiyle ifade etmeliyim ki, bu tespit zulmün failini belirlemek açısından anlamlı olmakla beraber, tabii ki, zulme sessiz kalanların manevi sorumluluğunu ortadan kaldırmamaktadır.
Çünkü toplumda yaygınlaşan münkere karşı uyarma ve ıslah mücadelesi vermeyenlerin münker ehli müfsid ve zalimlerle birlikte azaba düçar olmaktan kurtulamayacakları hem Kur’an’da hem de Rasulullah’ın (s.) sahih hadislerinde çok açık bir şekilde ortaya konmuştur. (Maide/79, Enfal /25) Vadedilen azabtan kurtulabilecek olanların ise, ancak, ifsad olmuş, haksızlık ve münkeri hakim kılmış toplumları sakındırma, ikaz etme, yükümlülüklerini yerine getirenler olacağı yine Kur’an’da beyan edilir. (Araf 7/165)
Hep birlikte, Salih (as)’ın kıssasını hatırlayalım. Semud kavminden bazıları, imtihan vesilesi yapılan dişi deveyi kesince, tüm Semud kavmi azaba uğratılmıştır. (Şuara /158) Aslında Semud kavmini bu bozgunculuğa sürükleyen esas itibariyle dokuzlu bir çetedir. (Neml 27/48) Yani bozgunculuk olan dişi deveyi kesme eylemini tüm Semud kavmi hep birlikte gerçekleştirmemiştir. Semud kavminin büyük çoğunluğunu helak eden azabın sebebi ise, Hz. Salih’in getirdiği mesaja karşı toplumda oluşan tercihe ve dokuzlu çetenin isyan, zulüm ve ifsadına kalabalıkların karşı koymaması, itiraz etmemesi, tam tersine sessiz kalarak onaylar duruma düşmesiydi.
Bugünkü cahili toplumları, küresel emperyalistlerin işbirlikçisi bir oligarşi (azınlık diktası) yönetmekte, zulüm, şirk ve ifsadı bunlar egemen kılıp yaygınlaştırmakta oldukları halde, nasıl toplumsal iradenin hoşgörüsüne ve dolaylı ya da doğrudan onaylamasına muhatap oluyorsa, o gün de dişi deveyi kesenler güçlerini, toplumsal iradenin aynı hoşgörüsünden almışlardı. Toplum bugün olduğu gibi o gün de susarak, karşı çıkmayarak bozguncu zorbaları onaylamıştı. Ancak Semud kavminden onları uyaran ve tevhidi doğruları hâkim kılmak, münkeri ve ifsadı ıslah, şirki ve zulmü izale etmek, zalimi engellemek için mücadele eden Salih peygamber ve onunla beraber iman edenler kurtarılmıştır. (Hud /66) Bu sebeple, Kürt halkına yapılan zulümlerin doğrudan faili olmayanlar bile, bu zulme sessiz kaldıkları, itiraz etmedikleri ve ıslah etmek amacıyla mücadele etmedikleri için, manevi olarak sorumludurlar.
Kürt Kemalistlerle Türk Kemalistlerin İslam Düşmanlığında Birleşmeleri “Niyet Okuma” Değil Bir Vakıanın İfadesidir
“Ezilenler Ezenlerini Taklit Ediyor, Kürt Kemalistler Kürt Halkını Sekülerleştiriyor” başlıklı yazımızın “Laik Ulusalcı Kürt Kemalistleri Kendi Halklarının İslami Kimliğiyle Savaşıyor” alt başlığını taşıyan bölümünde şu tespitleri yapmıştım:
“… Laik Kürtçü muhalefet, zalimleri taklit ve izlemeyi daha da ileriye götürüp, halklarının asırlarca uğrunda can verdiği, mensubiyetiyle şeref kazandığı İslam’a karşı, halkına zulmeden yerel ulus devletler ve küresel emperyalist güçlerle işbirliği yapma erdemsizliğini gerçekleştirmekten bile hiçbir rahatsızlık duymamaktadır. Haklarını savunduklarını iddia ettikleri Kürt halkının, sadece ulusal kimlikle ilgili hakları değil, ondan çok daha önemli olan İslami kimlikle ilgili hak ve özgürlükleri de gasp edildiği, ağır ihlallere ve baskılara maruz kaldığı halde, bu konuda ne tek bir itirazları, ne tek bir eylemleri ve ne halklarının İslami kimliğini savunma çabaları, ne de tek bir projeleri gündeme gelmiştir. Sadece izleyicisi ve taklitçisi oldukları Batı değerlerinin de gereği olan ulusal kimlik ve hakların savunuculuğunu yapmakta, kendi halklarına da İslam’a aykırı seküler boyutlar kazandırarak, Batı değerleri istikametinde dönüştürmeye çalışmaktadırlar. Kemalist Türkçü aydınlar, siyasetçiler nasıl kendi halklarını zorla Batının seküler değerleri istikametinde dönüştürmüşler ve halkın dinine, İslami kimliğine savaş açmışlarsa, Kürt halkına da Batıcı Kürtçü aydınlar aynı zulmü yaşatmaya çalışmaktadırlar. Üstelik kendilerine ve Kürt halkına yönelik zulmün kaynağında Türkçü sekülerizm, Türk modernleşme projesi yer almasına rağmen traji-komik bir çelişkiyle Kürtçüler de ezenlerinin ideolojisine, sekülerizme sarılıyorlar… Kürt halkını, özgürleştirme adına, bir daha kolay kolay kurtulamayacağı bir biçimde köleleştirecek olan seküler kültüre kendi elleriyle teslim ediyorlar… Türkçü Kemalistler en azından savaş sürecinde, Müslümanlara ve İslam’a, takiye sebebiyle de olsa, cephe almamışlardı. Sosyalist Kürtçü muhalifler ise henüz “zulme karşı mücadele süreci”nde bile kendi halklarının İslami kimliğine karşı düşmanca tavır alabiliyorlar. Sözde halklarının özgürlüğü için mücadele ettikleri zalim sistemle ve emperyalist güçlerle bile kendi halklarının dinine karşı, bugün bile işbirliğinden çekinmiyorlar” tespitinde bulunarak çeşitli kaynaklardan bu hususu tevsik eden belgelere yer vermiştim.
Laik Batıcı Kürt muhalefeti PKK ve DTP’nin öncü kadrolarının, “İslami kimlik ve değerlere yönelik savaşın zirveye tırmandığı 28 Şubat sürecinde, despot generallerin, İslam’a ve Müslümanlara yönelik zulmünü takdir eden ve önemli bir gereklilik olduğunu vurgulayan mesaj ve yazıları”na atıfta bulunmuştum. “Başından beri Laik Kemalist kesimle işbirliği ve dayanışma içinde olduğu artık açıkça konuşulan Abdullah Öcalan İslam’a ve Kürt-Türk-Arap-Çerkes ayırmadan tüm İslami kesime yönelik büyük ve yaygın hukuksuzlukların, zulümlerin gerçekleştirildiği 28 Şubat darbe sürecini açıkça desteklemekten imtina etmemiştir. Bu darbeyi olumlayan Öcalan şunları söylemiştir: “İrtica konusu ciddidir. Bu konuda Türkiye’nin tavrı olumlu., ordunun tavrı olumlu.” (13. 05. 1999 tarihli Avukat görüşmesi. Barış umudu, c.I, Çetin yayınları, s:72 Kasım 2005) “28 Şubat gücü olumlu. Benim için olumlu. Sağ blokun dağılması, sivillerin sınırlandırılması doğruydu.” (29. 06. 1999 tarihli avukat görüşmesi. Age, Sh. 121) “28 Şubat süreci, aslında yarım kalan, tam uygulanmayan bir yeniden restorasyon adımıdır. Raydan çıkan devleti tekrar meşru çizgisine çekme hareketidir. İdeolojik olarak da devlet tarikatlar cumhuriyetine dönüşüyordu. Cumhuriyet, eksik olan laiklik ilkesini tümüyle kaybetme durumuna geliyordu. Laiklik ve hukuk ilkesinden çok uzaklaşmıştı.” (Abdullah Öcalan, Sümer rahip devletinden halk Cumhuriyetine Doğru. C. II Sh. 166) (Serdar Bülent Yılmaz, PKK’nın Laiklik Hassasiyeti, Haksöz Dergisi, Sayı 219). Kemalizm’e hayran olup, onu Kürt halkı açısından taklit edip yeniden üretmeye memur edilen Abdullah Öcalan sürekli darbeci generallerin İslam’la savaşına destek vermiştir… Öcalan avukat görüşmelerinde şunları ifade etmiştir: “Mustafa kemal’in devrimci çizgisi tehlikededir. Bizim çizgimiz devrimci Cumhuriyet çizgisidir.” (21. 01. 2004 tarihli avukat görüşmesi). “Biz Mustafa Kemal’in 1920’lerde yaptığını şimdi Kürdistan’a uyarlamaya çalışıyoruz.” (14. 05. 2003 tarihli avukat görüşmesi)”. Görüldüğü üzere bu tespitler avukat görüşmelerine dayandırılmıştır. Avukat görüşmelerini ise bizzat kendileri açıklamaktadırlar.
Söz konusu yazımızda yer alan diğer açıklamalar ise şunlardır: “Yine aynı çevrelerin önde gelen simalarından olan Leyla Zana, adaletsiz bir uygulamayla, haksız yere hapsedildiği için, adalet yanlısı İslami kimliğimiz gereğince bizim de kendisine merhametle bakıp, kendisine yapılan zulmü kınadığımız bir süreçte, ceza evinden ABD Başkanı Clinton’a bir mektup yazarak Müslümanları şikayet etmişti. Bu talihsiz mektubunda, “eğer bize yardım etmez ve önümüzü açmazsanız İslamcılar ülkemizde söz sahibi olur” mealinde bir şikayette bulunma tutarsızlığını gösterebilmişti. Böyle bir tutum, insani erdemlerle ve insan hakları savunuculuğu ile bağdaştırılamayacak çirkin bir çifte standarttır. Sadece kendileri için özgürlük isteyen, çıkarları gerektirdiğinde, İslam ve Müslümanların hakları söz konusu olduğunda, derhal ve kolayca zalimleşen, zalimlerin saflarında yer alan bu karakter, fıtrattaki büyük bozulmanın sonucudur…” “Daha şimdiden İslam’i eğitim ve yaşam tarzına düşmanlıklarını tıpkı ulusalcı Türk Kemalistleri gibi açıkça ortaya koyuyorlar. DTP Van Milletvekili Özdal Üçer şunları ifade edebilmiştir; “Vakıf ve cemaat bazında yürütülen Kur’an Kurslarına izin vermek şeriat devletine giden yolda en büyük adım olur… biz bunlara kesinlikle karşıyız”. (Vakit Gazetesi, 13 Kasım 2007) Yine DTP milletvekili Hasip Kaplan da, eğitim özgürlüğünü genişleten Anayasa değişikliğinin başörtüsüne sınırsız özgürlük getireceğini iddia ederek, kamu alanında başörtülü görev yapmaya özgürlük getirecek teklifi desteklemeyeceklerini açıklamıştır. (www.haber7.com/haber.php?haber_id=293938). Yine bir başka DTP milletvekili Aysel Tuğluk ise, 03. 02. 2008 tarihli Radikal 2’de yayınlanan yazısında, Kemalistlere İslam’a karşı kalıcı bir ortaklık önerisinde bulunuyor. “Cumhuriyetin kuruluş sürecindeki tarihsel deneyimden de yararlanarak, yeniden bir ortaklık tesis edilmesinden söz ediyorum. Cumhuriyet’in savunucuları olduklarını iddia edenler gerçekten samimilerse Kürtlerle hesaplaşmaktan vazgeçip, kendileriyle hesaplaşacağı aşikâr gerici güçlere karşı Kürtlerin desteğini aramalıdırlar.” DTP milletvekili Hasip Kaplan bir başka açıklamasında da TSK yönetiminin laiklik anlayışıyla kendilerinin ve Öcalan’ın laiklik anlayışları arasında fark olmadığını, tam bir mutabakat bulunduğunu belirterek şu ifadeleri kullanabilmiştir: “Biz olmasak Güneydoğu’da şeriat öne çıkar. TSK’nın laiklik söylemi ile bizim laiklik söylemimiz örtüşmektedir. DTP kapatılırsa, etkisizleşirse bölgede dini radikalizm hakim olur. Bu da TSK’nın en çok karşı olduğu şeydir.” (Vakit Gazetesi, 12 Kasım 2007). DTP Iğdır milletvekili Pervin Buldan da, “irtica” ve “1aiklik”le ilgili konularda TSK ile fikirlerinin tamamen örtüştüğünü söylerken, Van milletvekili Özdal Üçer de “laiklik için veryansın eden Genelkurmay’ın, bölgedeki çalışmalarımızın ‘laiklik açısından’ önemini kavraması lazım. Bize cephe almasınlar, zira biz de onlar gibi laikliğin savunucusuyuz” “Bölgenin irticaya teslim olmaması için büyük çaba sarf ediyoruz. Biz bölgedeki cemaatlere karşı açık bir şekilde mücadele ediyoruz. Üzerinde en fazla hassasiyetle durduğumuz konulardan birisi laiklik.” (Vakit Gazetesi, 13 Kasım 2007) (Serdar Bülent Yılmaz, PKK’nın Laiklik Hassasiyeti, Haksöz Dergisi, Sayı 219) diyerek “ortak düşman” İslam’ı ve ortak payda laikliği öne çıkararak, Kürt halkına hem etnik hem İslami kimliği sebebiyle bunca zulmü yapa gelen Kemalistlerle uzlaşı arayışını, “irtica”ya/İslam’a karşı laik ortak cephe oluşturma çağrısını açıkça ifade etmiştir. Aslında, Müslüman olmayan bütün kesimlerde olduğu gibi, bunlarda da özgürlük talebi sadece kendileri gibi düşünenler içindir. Hatta Kürt halkının büyük kısmının İslami duyarlılıklarının ve İslami hayat taleplerinin yüksek olduğu dikkate alınırsa, laik Kürt muhaliflerin (!) kendi halklarına karşı, zalim statükoyu temsil eden Türk Kemalistlerle laiklik cephesinde bütünleştikleri ortaya çıkmaktadır ki, bu Kürt halkının haklarını savundukları iddiasını yerle bir eden utanç verici bir sonuçtur. PKK ve DTP’liler, yani seküler Batı kültürünü Kürt halkına dayatıp, Kürt halkını bu istikamette dönüştürmeye çalışan Kürt Kemalistleri, sürekli bu tür söylemlerle Türk ulusalcılarına, Türk Kemalistlerine, TSK yönetimine “ortak düşman” İslam şeriatına karşı laiklik, Batıcılık ortak paydasında uzlaşıp, dayanışmayı teklif etmektedirler.”
Abdulmelik Fırat, Zaman Gazetesine yaptığı bir açıklamasında; “Öcalan’ın Devlete hizmet etmek isteğini yazılı bir belge olarak sunduğunu, bize güç verin, Atatürk ilkelerine karşı olan gruplarla mücadele edelim” dediğini ifade etmiştir. (Habib Güler’in haberi, Zaman, 24.6.2003) Mehdi Zana’nın “Kürtler, İslâmiyet’i kabul ettiklerinde kaybettiler… Kürtlerin asıl dini Zerdüştlük” sözü de basında yer almış bulunmaktadır. Tüm bu açıklamalar, sadece belli gazetelerde değil değişik pek çok basın yayında yer almış ve internet ortamında da bol miktarda bulunmakta olup, sahiplerince yalanlanmamışlardır.
DTP ve PKK’nın, İslami Kimliğin Özgürlüğüne Karşı Yerli ve Küresel Zalimlerle İşbirliği Arayışları Eleştirilmiştir
İslam’a karşı işte bu kadar açık bir biçimde yapılan düşmanca açıklamalara rağmen, yazılan yorumlarda yapılan eleştiriler haklı bir dayanağa sahip bulunmamaktadır. Çünkü biz, “gelecekte hasım olacakları ihtimali üzerinden kimseyi muaheze” etmedik ve etmeyiz. Tam tersine gelecekte değil bugün var olan söylem ve tutumlarla İslam’a hasım olduklarını açıkça ifade edenlerin bu sözlerine atıfta bulunduk. Kürt kimliğiyle olduğu gibi, ondan öncelikli olarak İslami kimlikle ve İslam’la savaşan ve Müslümanların hak ve özgürlüklerini yok eden darbecilere destek veren PKK ve DTP öncülerinin adalet ve özgürlük talebindeki çifte standartlarına, adalet ve özgürlüğü sadece kendileri için isteyen tutarsızlıklarına dikkat çektik. Biz zaten, İslami kimliğimizin kaçınılmaz gereği olarak “herkes için adalet ve herkes için özgürlük” taleplerimizi gündemleştirirken, İslami kimliği dışlamalarına ve hasım gibi görmelerine rağmen PKK ve DTP öncülerinin de, tabii ki onlarla bütünüyle özdeşleştirilemeyecek tüm Kürt halkının da, liberal ve sol kesimlerin de hak ve özgürlüklerini savunmayı, hepimizin Yaratıcısına ibadet bilinciyle sürdürüyoruz, sürdüreceğiz. Ve biz bunu karşılıklılık esasına da dayandırmadan, onlar bizim özgürlüklerimizi savunmasalar da (ki savunmayı bırakın, sürekli kısılmasından yada baskı ve yasakların devamından yana tavır koyuyorlar), onların özgürlüklerini de savunmaya devam edeceğiz. Çünkü biz, onların da bizim de Rabbimiz olan Allah’ın tanıdığı bütün hak ve özgürlüklerin, Allah’ın bütün kullarına şartsız bir biçimde tanınması gerektiğine inanarak ve adaleti herkes için isteyerek, ayrım yapmadan herkese adaletle muamele etmeyi, “adil şahitler” olmayı ve böylece Rabbimizi razı etmeyi insani ve İslami sorumluluğumuz olarak görmekteyiz.
Bu sebeple, seküler bir zeminde ve batı paradigması içinde aranan çözümü yetersiz gördüğümüz, Kürt sorununun oluşmasını yol açan paradigma terk edilmediği, vahyi ölçülere dönülmediği için hakiki çözüme çok uzak bulduğumuz halde, sistem içi görece özgürleşme ve kanı durdurma çabalarını da görece olumluluk olarak niteleyip teşvik edici açıklamalar yaptık. Buna rağmen, Genelkurmay’ın kırmızıçizgilere vurgu yapan açıklamasını müteakip, AKP kadrolarının hemen hizaya geçip, nerdeyse üç defa “sağol sağol sağol” demedikleri kalmış, “emret komutanım” modunda yaptıkları zelil açıklamalarla askeri vesayet düzeninde ne kadar edilgen bir durumda oldukları bir daha ortaya çıkmıştır. İçişleri Bakanının yaptığı açıklamada ise, gerçekten dağ fare bile doğuramadı dedirtecek ifadelerle tam bir geri adım, her zamanki AKP klasiği olarak bir daha yaşanmıştır. Üniter ulus devletten, “tek devlet, tek millet, tek bayrak ve tek vatan” sloganının ifade ettiği ulusalcılıktan vazgeçilemeyeceği, ana dilde eğitimin söz konusu olamayacağı, anayasa değişikliğinin ve affın söz konusu olmadığı açıklanarak, bugüne kadar “Kürt açılımı” denilenin, aslında Kemalist ulusal birlik projesi olduğu ortaya konmuştur. Kemalizmle hesaplaşmadan, resmi ideoloji kuşatması ve askeri vesayet sona erdirilmeden, Genelkurmay Başkanına ve asker bürokratlara hiç değilse anayasal hadleri bildirilmeden, özgürlükler alanında bir adım dahi atılamayacağı da bir daha anlaşılmıştır. PKK’lılar için affın söz konusu olmadığı açıklaması ise anlamsız ve saçma bir açıklama olmuştur. Kim kimi affedecektir? Bunca yıl Kürt halkına bunca zulmü yapanlar, asimilasyon, inkar, tehcir politikalarıyla, işkence ve katliamlarla Müslüman mazlum Kürt halkının geleneksel de olsa dindar çocuklarını Stalinist – Marksist bir örgütün saflarında dağa çıkmaya, ölmeye ve öldürmeye zorlayanlar, yürüttükleri zulüm politikalarıyla ürettikleri bu sorunun çözümü sürecinde hem dağa çıkmaya zorladıkları, hayatlarını kararttıkları çocuklardan ve ailelerinden, hem de onların karşısına çıkardıkları ve ellerine pimi çekilmiş bombalar verip ölmeye ve öldürmeye zorladıkları asker çocuklardan ve ailelerinden özür dileyip af talep etmeleri gerekir. Bu gelişmeler ortaya koymuştur ki, yürekli ve ilkeli siyasetçilerden yoksun olan sistem içi görece özgürleşme süreci bile her an akamete uğrama riski altındadır.
Diğer taraftan, bazı yorumcuların göstermeye çalıştıkları gibi, Kürt halkının, Allah’ın ayetlerinden olan kavmi kimlik ve haklarını savundukları için hiç kimseyi eleştirmedik. Üstelik biz de yaklaşık yirmi yıldır, mazlum Kürt halkına yapılan zulümleri, Allah rızası için ve “adil şahitler” olma sorumluğumuzu yerine getirmek amacıyla meydanlarda, salonlarda, TV’lerde, Radyolarda, dergi ve kitaplarda, DGM salonlarında, hem de şimdi bizi eleştirenlerin bile bir kısmının sustuğu süreçlerde en gür sesle ve açıkça ifşa edip, Kürt halkı da dâhil herkes için adalet ve özgürlük talep etmeyi sürdürmeye çalıştık. Gasp edilen hak ve özgürlüklerin iadesi konusunda hiçbir “rezervimiz” de olmadı. Hep hak ve özgürlüklerin ön şartsız ve pazarlıksız iadesinin gerekliliğine vurgu yaptık. Kürt sorunu için iki ayrı kitabı, onlarca makalesi bulunan ve defalarca yargılanıp cezalar almış biri olarak bize, yukarıdaki eleştirilerimiz sebebiyle, sanki Kürt halkının haklarını savunmaya bigane kalmış, ya da yapanları azarlayan, kınayan biriymiş gibi tepkiler göstermek hakkaniyetle bağdaşmamaktadır.
Bir başka eleştiri de, PKK ve DTP’nin seküler bir düşünceye sahip olmalarının bir tercih meselesi olduğu, bundan dolayı tavır alınmaması gerektiği noktasında toplanmaktadır. Sanki biz onlara yönelttiğimiz tutarsızlık ve ikiyüzlülük eleştirilerimizi onlar seküler bir düşünceye sahip oldukları için yapmışız gibi bir imaj oluşturulmuştur. Tabii ki, seküler bir paradigmaya dayalı Türk Kemalizminin peşinden gitmeleri, onu taklit etmeleri eleştirilebilir ve biz de bu çelişkiye dikkat çektik. Ancak biz asıl eleştirimizi, Kürt halkının haklarını savunma iddiasıyla ortaya çıkan laik ulusalcı Batıcı Kürt muhalefetinin, Kürt halkının sadece kavmi haklarını savunup, daha öncelikle gasp edilmiş ve büyük acılara yol açmış bulunan İslami kimlikle ilgili hak ve özgürlüklerini ise görmezden gelmelerine yöneltmiş bulunuyoruz. Üstelik bununla da kalmayıp, İslami kimlik haklarını gasp eden darbecilere, Türkçü ulusalcı Kemalist oligarşiye, İslam şeriatına karşı laiklik ortak paydasında ortak cephe teklif etmelerini eleştirmiş bulunuyoruz. Hatta darbecilere “bizimle uzlaşmazsanız laiklik tehlikeye girer, radikal İslamcılar güçlenir, bölgede laikliğin sigortası biziz, sizinle biz bu konuda örtüşüyoruz”, ABD ve batıya da “bize yardım etmezseniz bölgeye şeriatçılar hâkim olur” diyerek muhbirlik yapmalarını, kendileri için istedikleri hak ve özgürlükleri Müslümanlara çok görmelerini ve zalimlere işbirliği teklif etmelerini eleştirmiş bulunuyoruz. Ve biz İslami kimliğimizin adalet anlayışı gereğince Kürt halkının gasp edilen tüm haklarını, hem İslami kimlikle, hem de Kürt kimliğiyle ilgili hak ve özgürlüklerinin tamamını savunmaktayız.
PKK ve DTP öncülerinin, Müslümanların hak ve özgürlükleri söz konusu olduğunda takındıkları bu çirkin özgürlük karşıtı ve işbirlikçi tavrına, kendi halklarının da kimliği olan İslami kimliğe ve İslami özgürlüklere karşı yerel ve küresel zalimlerle, emperyalistlerle işbirliği arayışına ve İslami kimliğe yönelik darbeci baskı ve yasakları destekleyen tutumlarına ve kendi İslam karşıtı seküler tercihlerini başta Kürt halkı olmak üzere herkese dayatmalarına yönelik eleştirimizi sanki onların şahsi seküler tercihleri sebebiyle yapılmış eleştiriler gibi takdim etmek hakkaniyetle bağdaşmamıştır. Hele bu eleştirilerimizi, “DTP’yi, onun üyelerini, hatta sempatizanlarını hedef alarak, niyet okuma raddesinde; onlar adına konuşup, gıyaplarında hüküm vermek” olarak nitelemek haksızlıktır. Bir kere DTP ve PKK öncüleri, sadece hak ve özgürlükler konusundaki çifte standartları ve zalimlere, emperyalistlere İslami kimliğe ve “şeriat”a karşı işbirliği teklifleri sebebiyle eleştirilmişlerdir. İkinci olarak, bu eleştiride bütün DTP tabanı ve sempatizanları asla söz konusu edilmemiştir. Üçüncü olarak, bu öncü kadrolar için de, “niyet okuma” yapılmamış, kendilerinin açıkça ifade ettikleri beyanları dikkate alınarak eleştirilmişlerdir. Müslümanlara/şeriatçılara karşı laik ortak cephe teklifi, gelecekteki bir niyetin okunmasını gerektirmeyecek kadar açık bir biçimde ve bugün açıkça ifade edilen bir vakıadır. İşte bu vakıadan kalkarak, bugün çatışma ortamında bile bu açıklamaları yapanların, gelecekteki uygun vasatta bu konuda daha ileri adım atabilecekleri ihtimaline dikkat çekmek suretiyle, hem bu tür arayışlar içinde olanları uyarmak ve bu yanlıştan dönmeye, hem Türk Kemalistlerin ısırdığı delikten bir de Kürt Kemalistlerin ısırması hüsranını yaşamamaları için Kürt halkını bu gerçeği görmeye çağırmak, hem de böyle bir laik ortak cepheyle karşılaşma halinde şaşırmamaları ve tedbirli olmaları için mü’minleri uyarıp tedbirli olmalarını istemek İslami sorumluluk ve ferasetin en tabii gereği olarak algılanmalıdır. Dördüncü olarak da, söylenenlerin belgeleri ortaya konarak yapılan eleştiriyi ve ahmak konumuna düşmemek için yapılan uyarıyı “niyet okuma” sayan yorumcular, bizim hiç söylemediklerimizi, asla tercih etmediklerimizi bize mal ederek “niyet okuma”dan daha yanlış bir tutum sergilemişlerdir.
Biz Müslümanlar, İslam’ı tebliğ ederiz, ama “… dileyen iman etsin dileyen inkar etsin” (Kehf/29) ve “dinde zorlama yoktur” (Bakara/256) ayetleri gereğince, kimseye dinimizi dayatmayız. İnsanlar hangi din ya da ideolojiyi tercih ederlerse etsinler, bu imtihan dünyasında herkesin kendisini özgürce gerçekleştirebilmesinin zemini olan adalet vasatının savunucuları olarak, herkesin hak ve özgürlüklerinin güvencesi biz oluruz. Ayrım yapmadan herkes için adalet ve özgürlük talep ederiz. Ancak artık herkesçe bilinmektedir ki, laik kesim olarak nitelenebilecek, liberal, sol ve laik Kürt muhalefeti, özgürlüğü sadece kendileri için istemektedirler. Bugüne kadar yapılan açıklamalar, takınılan tavırlar bunu açıkça ortaya koymuş bulunmaktadır. Hele laik Kürt muhalefeti, bırakın tüm Müslümanların hak ve özgürlüklerini savunmayı, kendi halklarının bile İslami kimlik haklarını savunmayıp, tıpkı Türk Kemalistler gibi yok etmeye çalışmakta ve bu amaçla Türk Kemalistlerle işbirliği arayışına bile girmektedirler.
Kendileri Müslüman olmasalar bile, insani fıtri değerler istikametinde, herkes için adalet ve özgürlük istemeleri, ulusalcılığını yaptıkları kavmin dini kimlik ve değerlerine de saygı göstermeleri ve bu konudaki haklarından yana da olmaları, asgari dürüstlük ve tutarlılık gereği değil midir? Laik Kürt muhalefeti, hak ve özgürlükler alanında tutarlı ve dürüst olabilseydi, Kürt kimliğini düşmanlaştırıp zulmeden aynı Türk ulus devletinin ve Kemalist oligarşinin baskı, yasak ve çok boyutlu zulümlerine muhatap İslami muhalefete, ulusalcı laik Kemalist despotizme karşı, İslami ve Kürt kimliklerine özgürlük talepli bir ittifak teklifi geliştirmesi gerekirdi. Ancak tam tersini yaparak, bir başka mağdur kesim olan Müslümanlara karşı, her iki kesime yönelik zulmün yerli kaynağı Kemalist oligarşiye ve küresel kaynağı emperyalist devletlere ittifak, ortak cephe teklif edebilmektedirler. Yerli zalim ve emperyalistlerle ortak paydası olan laikliğe, seküler faşizme, tüm insani erdemleri, hak ve özgürlükleri kurban edebilmektedirler. Bütün mazlum kesimler hep birlikte, despot ulus devleti ilahlık tasladığı konumdan indirip, her kesimin özgürce kendisini gerçekleştirebileceği adalet ve özgürlük vasatına razı edecek, ülkede efendi değil halkların hizmetkârı olması gerektiğini kabul ettirecek ittifak halinde bir hak ve özgürlük mücadelesi verme arayışı yerine, “bana özgürlüğümü ver diğerini birlikte dövelim” anlayışına saplanılmış olması ibret verici bir durumdur.
Birilerinin din ya da ideoloji tercihleri kendilerini bağlar. Ancak başka din ya da ideolojileri tercih eden kesimlerin hak ve özgürlüklerinden rahatsız olup, engel olmak için yapılan darbe, baskı ve yasaklara arka çıkmak adalet ve özgürlükler alanında asla kabul edilemez bir çifte standart ve iki yüzlülüktür. İşte PKK ve DTP öncülerinin, diğer liberal ve sol çevrelerle de büyük ölçüde örtüşen bu ikiyüzlülüğü, arkalarındaki kitlelerin belki farkında bile olmadıkları, ya da sıcak gündem sebebiyle maslahaten sessiz kaldıkları bir durum olabilir. Fakat ileride pişman olup dövünecekleri bu hak ve özgürlük karşıtı tavırlar ile emperyalistlerle ve yerli zalimlerle işbirlikçi tutumlar da ifşa edilip, eleştirilmelidir. Evet belki bu yanılışı yapanlar dönerler, ya da hiç değilse iyi niyetli kitleler uyarılarak, bu konuda doğacak yeni zulümler sebebiyle görülecek zarar daha aza indirilebilir, yaşanacak hayal kırıklığı bir nebze önlenebilir diye, bu güven sarsıcı tutum mutlaka eleştirilmelidir.
PKK’ya haksızlık yapıldığını iddia eden kimi yorumcular ise, “Kürt sorununun kimlik boyutundaki değerlendirmelerinize katılmamak mümkün değil, gayet objektif bir pencereden tespitler.. ama özelikle yazının pkk ve seküleleşme ile ilgli bölümlerinden itibaren subjektivizim ve ideolojik bakış egemen olmuş” eleştirisi getirmişlerdir. Görüldüğü gibi, Kürt halkına yapılan zulümlere yönelik adil tavır ve eleştirilerimiz “objektif tespitler” olarak nitelenirken, sıra PKK öncülerinin İslami kimlikle ilgili hak ve özgürlükler konusunda takındıkları zalimden yana tutumu hedef alan, Türk Kemalistler gibi Kürt halkını sekülerleştirme, dönüştürme çabalarına yönelik, kendi açık beyanlarına dayalı eleştirilerimiz hemen “subjektiflikle” ve “ideolojik bakış”la nitelendirilip mahkûm edilivermiştir. Türkçü ulusalcılığın kirliliğini taşıyanlar da tam tersi değerlendirme yaparak, ikinci eleştirilerimizi “obkektif” ve “haklı” bulmakta, Kürt halkına yapılan zulümlerle ilgili tespit ve eleştirilerimizi ise “subjektiflikle” nitelendirmektedirler. Bu çelişkili değerlendirmeleri, zihni vahiyle aydınlanmış okuyucuların ferasetle yerli yerine oturtacağına inanıyorum.
PKK yanlısı aynı yorumcu, “üstelik sayın Öcalan’ın din hakkında görüşlerini okumadığınız da belli oluyor ve halkın dinini yaşaması konusunda, özelikle dinin Hz Muhammed zamanında doğru yaşandığı daha sonra iktidarlara alet olup yozlaştığı, halkın camilerde kendi temsilcilerini seçip tıpkı Hz Muhammed döneminde olduğu dini yaşaması gerektiği konusunda ki görüşlerini…” demektedir. Keşke kendisi Öcalan’ın dini reddeden ve aşağılayan görüşlerini ihtiva eden kitap ve yazılarından haberdar olabilseydi. Nitekim yukarıda yer verilen görüşlerinde bile, Abdullah Öcalan İslam’a ve Kürt-Türk-Arap-Çerkes ayırmadan tüm İslami kesime yönelik büyük ve yaygın hukuksuzlukların, zulümlerin gerçekleştirildiği 28 Şubat darbe sürecini açıkça desteklemekten kaçınmamıştır. Bu darbeyi olumlayan Öcalan “İrtica konusu ciddidir. Bu konuda Türkiye’nin tavrı olumlu., ordunun tavrı olumlu.” “28 Şubat süreci, aslında yarım kalan, tam uygulanmayan bir yeniden restorasyon adımıdır. Raydan çıkan devleti tekrar meşru çizgisine çekme hareketidir. İdeolojik olarak da devlet tarikatlar cumhuriyetine dönüşüyordu. Cumhuriyet, eksik olan laiklik ilkesini tümüyle kaybetme durumuna geliyordu. Laiklik ve hukuk ilkesinden çok uzaklaşmıştı.” Abdullah Öcalan sürekli darbeci generallerin İslam’la savaşına destek vermiştir… Öcalan avukat görüşmelerinde şunları ifade etmiştir: “Mustafa kemal’in devrimci çizgisi tehlikededir. Bizim çizgimiz devrimci Cumhuriyet çizgisidir.” “Biz Mustafa Kemal’in 1920’lerde yaptığını şimdi Kürdistan’a uyarlamaya çalışıyoruz” demiştir. Tabii ki, Mustafa Kemal’in halkı politikalarına ikna etmek amacıyla takıye yaparak İslam hakkında kimi olumlu sözler de sarf ettiği ilk döneme benzer ifadeleri zaman zaman Öcalan da kullanmaktadır. Ama bütün bunlar, halkla daha fazla ters düşmemek, halkı Allah ile aldatmak amaçlı politik, pragmatik tutumlardan ibarettir. Nitekim, laik Türk ulus devletinin Diyanet teşkilatını kurup, dini ve dindarı laik devletin politikaları istikametinde yönlendirmek amaçlı olarak camileri kullanması örneği de Öcalan tarafından birebir taklit edilmiş, bu amaçla “Kürdistan Dindarlar Birliği” oluşturulmuştur. Ama tüm bunlar İslam karşıtı tutum ve açıklamaları örtmeye yetmemekte, sadece bir din istismarı olmaktan öteye gidememektedir.
Diğer yandan aynı yorumcunun, “pkk nin kürt gençliğini sekürleştirdiği tespitiniz doğru diyelim. Ama bu tek başına fazla bir şey ifade etmez, çünkü bir insana veya guruba atfedilecek olumlu özelik onun var olan sömürü ve zülüm karşısında nasıl konum aldığıdır” ifadesi de bizim eleştirilerimizin esas hedefinin anlaşılmadığını göstermektedir. Yazının bütünü okunduğunda görülecektir ki, bizim eleştirlerimiz, PKK ve DTP öncülerinin kendilerinin sekülerliği tercih etmelerinden ziyade, bu tercihlerini tıpkı Türk Kemalistler gibi bütün Kürt halkına dayatıp, bu Müslüman halkı jakobence dönüştürmeye çalışmalarınadır. Ayrıca tam da yorumcunun “bir gruba atfedilecek olumlu özellik” “zulüm karşısında nasıl konum aldığıdır” ifadesinin karşılığının PKK ve DTP öncüleri açısından olumlu olmadığını ortaya koyan beyanlarındaki sorunlu ve çirkin tutumadır. Kürt halkının İslami ve Kürt kimliğine, diğer halkların da İslami kimliğine yönelik zulümleri yapan laik ulus devlet ve Kemalist oligarşiye ve emperyalist devletlere İslami kimliğin hak ve özgürlüklerine karşı işbirliği teklif edilmiş olması yorumcunun da ifadesiyle PKK ve DTP öncülerinin olumsuzluğunun göstergesi olarak “zulüm karşısında işbirlikçi ve adalete karşı bir konum” aldıklarını açıkça ortaya koymaktadır. DTP ve PKK öncülerinin, İslam’ı reddetseler bile, hiç değilse fıtratın sesine kulak verip, insani değerleri esas alarak, bu adaletsiz tutumlarını ıslah etmelerini, bizler gibi herkes için adalet ve herkes için özgürlük talep eden konuma gelmelerini, bu bağlamda tüm yerli zalimlere ve küresel emperyalistlere karşı kendi halklarının da içinde olduğu Müslüman halkların hak ve özgürlüklerini de savunacak bir adaleti yakalamalarını temenni ederek satırlarımıza son verelim. Bizim tevhid eksenli adalet ve özgürlük mücadelemiz ise, İslami kimlik ve Kürt kimliği tam anlamıyla özgür olana, gasp edilen tüm hakları verilene ve bütün insanlarımızın kendilerini özgürce gerçekleştirecekleri adalet ve özgürlük vasatı temin edilene kadar sürecektir.
Bundan sonraki yazılarımızda, çözüm konusundaki düşünce ve tekliflerimizi ortaya koymaya çalışacağız inşallah.