İnsanlık serüveni bir Peygamber’in önderliğinde ve tek bir ümmet olarak başlamıştır. İlk insan toplumu bir Peygamberin öncülüğünde oluşturulan tevhid toplumu olarak teşekkül etmiştir. Daha sonra insanlar vahyin gösterdiği istikameti ve Peygamber’in oluşturduğu sahih geleneği terk etmiş, aralarındaki anlaşmazlıklar yüzünden ayrılığa düşmüşlerdir. “İnsanlar tek ümmetti, sonra ayrıldılar…”[1]
Bütün Peygamberlerin davet ettiği tevhid akıdesi ortak paydasında başlangıçta tek bir ümmet olan insanlık, bilahare dinlerini parçalayarak ve fırkalara ayrılarak bu tevhidi geleneğe ihanet edip tekrar cahiliyeye sapmışlardır. İşte bu ayrılık ve sapmalar sonucunda insanlık mâruf olanı terk edip, fıtratını bozarak münkere yönelmiş, münker yayılıp kalıcılaştıkça toplumu kuşatmış ve böylece tarihsel süreç içinde cahiliye toplumları ortaya çıkmıştır. İnsanlar, Peygamberlerin davetini müteakip yaşanan bu sapma süreçlerinde, imanlarına zulüm, şirk bulaştırıp, aklı kirleterek, heva, zan ve tahmine dayalı uydurma bilgilere yönelmişler, ilmi (vahyi) ve akletme yetisini terk etmişlerdir. Sonuçta fıtratlarını kirletip, fıtratın doğru yolunu terk ederek ve nefislerdeki fücur eğilimini belirleyici kılarak arzda fesad çıkarıp, ekini ve nesli bozmuşlardır.
Birçok ayette mü’minlerin tek bir ümmet oldukları, olması gerektiği ifade edilir. “İnsanlar tek bir ümmet idi”; bütün insanlar başlangıçta tek ümmetti hepsi bir asıldan türemiş, Hak kanunu gereğince vahyin ölçüleriyle hareket eden tek bir ümmetti. “Allah peygamberleri, müjdeciler, uyarıcılar olarak gönderdi: anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetsin diye o peygamberlerle beraber hakkı içinde taşıyan kitap indirdi”; insanlar sonradan ayrılığa düşünce ihtilafı gidermek, Allah’a itaat edenleri müjdelemek, isyan edenleri de uyarmak ve korkutmak için peygamber gönderdi ve ihtilaf ettikleri konularda hakla hükmetmek üzere kitap indirdi. “Oysa kendilerine kitap verilmiş olanlar kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlıktan (hasetten ) ötürü (kitap hakkı)’nda anlaşmazlığa düştüler”; yani anlaşmazlığa düştükleri konularda vahiy indirilip Hak apaçık ortaya konduktan sonra, bu uyarıya rağmen kendilerine kitap verilenler haset ve kıskançlıkla yine ihtilafa düştüler. “Bunun üzerine Allah, kendi izniyle insanlara, onların üzerinde ihtilaf ettikleri hakkı iletti…”; Evet Allah yine rahmetiyle topluma ve tarihe müdahale edip, ıslah amaçlı vahyini bir daha indirdi ve ihtilaf ettikleri naslar alanındaki hakkı tekrar iletti.[2] İşte insanlık serüveni boyunca işleyen sünnetullah bu minval üzere süregelmiştir. İnsanlık, tek bir tevhid ümmeti olma vasfını yitirmesine sebep olan vahiyden uzaklaşma, Peygamberlerin yolunu terk etme sapmasını yaşadıkça, cahiliye inancını yeniden üretip, heva ve zanna dayalı olarak ürettiği bid’at ve hurafelerin peşinde yozlaştıkça, Allah her defasında tarihe ve topluma yeniden müdahale edip Peygamber ve kitaplar göndermiş ve istikameti doğrultucu, Hakta bütünleştirici ıslah projesini yeniden yürürlüğe koymuştur. En son olarak miladi 7. yüzyılda yaptığı müdahaleyle de Rabbimiz son Peygamberini göndermiş ve korunmuş son kitabıyla da kıyamete kadar geçerli olmak üzere evrensel vahyi ölçüleri indirmiş bulunmaktadır.
Bir başka ayette ise, “Böylece biz sizi, insanlara şahid (ve örnek) olmanız için orta (vasat) bir ümmet kıldık; Peygamber de üzerinizde şâhid olsun…”[3] hükmüyle, Hz. Peygamber (s) tarafından ortaya konmuş vahyin ilk şahidliğinden hareketle insanlara şahidlik / örneklik yapacak “vasat ümmet” olma sorumluğumuz hatırlatılmaktadır. Evet, Kur’anı hayatımıza yansıtarak, onun hükümleriyle ahlâklanarak, Allah’ın rengiyle boyanarak, inandığı değerleri ve söylediklerini önce kendisi yaşayan tutarlı ve ilkeli mü’minler olmayı başararak insanlara bireysel hayatımızla vahyin şahitliğini yapmamız, mü’min olmamızın üzerimize yüklediği önemli ve öncelikli bir sorumluluktur. Ancak bu yeterli değildir. Diğer mü’minlerle birliktelik teşkil ederek cemaatleşmek, ümmetleşmek de, hem davetimize icabet edenlere nereye gideceklerini gösterecek, bir yere müntesip olma, güvenlik, yardımlaşma, dayanışma, emri bil marufla uyarılma ve eğitim ihtiyaçlarını gidermelerini sağlayacak, vahyi sosyalleştirmeye / yaşamlaştırmaya zemin olacak bir yapıyı ortaya koymak bakımından önemli ve kaçınılmaz bir yükümlülüktür. Hem de cemaat ve toplum planında da insanlığa vahyin şahidliğini yapmak, ümmet planında örneklik teşkil etmek, insanların vahyin mesajını, bir cemaat ve toplum hayatında da fark edecekleri, izleme imkânı bulacakları, örnek, vasat bir yapıyı oluşturmak bakımından önemli bir sorumluluktur. Anlaşılmaktadır ki, diğer mü’minlerle kardeşlik hukuku içinde bütünleşmek ve ümmet olmak, birçok ayetin vurgu yaptığı üzere Rabbimizin üzerimize yüklediği akıdevi bir sorumluluktur.
Ümmetin ilk nüvesinin oluştuğu Mekke döneminde inzal olan surelerde en çok vurgulanan ümmet kavramı, ıstılahî olarak değerler bağlamında belirli bir inanç etrafında bütünleşen insan topluluğunu ifade etmektedir. Bu bağlamda Kur’an Müslümanları da, kâfirleri de birer ümmet olarak tanımlamaktadır. Anlaşılmaktadır ki, ümmet olmak ve ümmeti oluşturmak tevhid akıdesinin en temel sonuçlarından birisi olarak ilk surelerden itibaren Kur’an’ın açık çağrı yaptığı bir husustur. İşte ilk Kur’an nesli ve ilk ümmet nüvesi de bu şekilde yönlendirilmiş, teşvik edilmiştir. Bu sebeple bugün de, Peygamberin (s) örnekliğinde / önderliğinde ve ilk Kur’an neslinin izinden giderek çağın Kur’an neslini oluşturmak suretiyle ve ilk ümmet nüvelerini teşkil edip bütünleştirerek vahyin ölçüleriyle ümmeti yeniden yapılandırmak, akidevî bir sorumluluk ve zorunluluktur. Tevhidle vahdet aynı köktendir ve tevhidin en temel gereği olarak iman kardeşliğinde Müslümanların vahdeti ve ümmetin oluşturulması için çaba sarf etmek kaçınılamaz, ertelenemez önemli bir yükümlülüktür.
Kur’an nesli için en temel şart, Kur’an’ı hakkıyla okumak
ve onu nihai belirleyici kılmaktır
Kur’an’a doğru yaklaşmanın ölçüsü, onu, önyargılarımızdan mümkün olduğunca arınmış olarak, batıni yorumlardan kaçınarak, bütünlüğünü ihmal etmeden ve Resulullah’ın (s) güzel örnekliğini, şahitliğini de dikkate alarak, Allah rızasını kazanmak amacıyla bir an önce okuyup, anlamak, öğüt almak ve hayata hakim kılmak, ahlak edinmek üzere okumaktır.
“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler (den bazısı) onu, hakkını gözeterek (gereği gibi) okurlar. Çünkü onlar, ona iman ederler…”[4]
Rabbimiz bu ayetinde, kitabı yüzeysel ve alelade bir tarzda okumanın anlamsızlığına ve yetersizliğine dikkat çekmektedir. Ancak hakkını gözeterek ve gereği gibi okuyanların, anlamak, öğüt almak ve yaşamak amacıyla okuyanların Kitaba iman ettiklerini ifade etmektedir. Yani kitabı anlamak, öğüt almak ve hayata taşımak, onunla ahlaklanmak amacıyla, yani hakkıyla okumayanların, ona iman ettikleri iddiası, sadece iddia olmaktan öte bir anlam taşımayacaktır.
Merhum muhterem şehidimiz Seyyid Kutubda öncelikli bir pratik olan Kur’an neslinin önemini en iyi kavrayanlardan birisi olarak ısrarla altını çizmiş ve dikkatleri bu konu üzerine çekmeye çalışmıştır. Kutub, Yoldaki İşaretler isimli kitabında bu hususun üzerinde ciddiyetle durmuş ve ilk Kur’an neslinin oluşumunda temel rol oynayan üç faktör hakkında şunları söylemiştir:
“1. Kur’an bu ilk neslin tek beslenme, davranış ve yetişme kaynağı idi. Peygamberimiz (s) kalbi, aklı, bakış açısı, şuuru ve teşekkülü Kur’an-ı Kerim’de beliren ilahi metodun dışında kalan her türlü yabancı tesirden arındırılmış bir nesil meydana getirmek istiyordu. O nesil sadece biricik kaynaktan beslendiği için tarihteki o eşsiz rolü aldı. Daha sonra gelen nesillerin beslenme kaynaklarına eski Yunan felsefesi ve mantığı, İran mitolojisi ile bu mitolojilerin yansıttığı dünya görüşü, Yahudi hurafeleri ile Hristiyan putları ve bunlara benzer eski kültür ve uygarlık tortuları karıştırıldı. Arkadan gelen nesiller hep bu bulanık kaynaktan beslenerek yetiştiler. Böyle olunca da o ilk neslin benzeri bir daha görülmedi.”[5]
2. Seyyid Kutub ilk Kur’an nesli gibi yeni nesillerin daha sonra yetişememesinin bir diğer sebebi olarak da kaynaktan yararlanma metodu üzerinde durmaktadır: “İlk dönemin örnek nesli, Kur’an’a, kültürü geliştirme, bilgi edinme, haz duyup tatmin olma gibi maksatlarla yanaşmazlardı. Onların hiçbirisi, sırf kültürlü olmak için, kültür hazinesini geliştirmek veya ilmi ve fıkhi konularda dağarcıklarını şişirmek için Kur’an’ı ele almazlardı. Onlar gerek kendileri ve gerekse içinde yaşadıkları cemiyet hakkında ve bu cemiyet içinde uygulanacak olan hayat tarzının nasıl olması gerektiği hakkında Allah’ın emrini öğrenmek üzere Kur’an’ı ele alırlardı. Söz konusu emri de duyar duymaz hemen tatbik etmek üzere alırlardı.” “Bu şuur, uygulamak üzere öğrenmek şuurudur…” “Hiç şüphesiz, Kur’an ona ancak bu şuurla yönelenlere, yani uygulamaya (gereğini yerine getirmeye, onunla amel etmeye) dönük bir bilgi edinme (ve ibadet) şuuru ile yönelenlere, hazinelerini açar.”[6]
3. Seyyid Kutub’un ilk Kur’an neslinin oluşumunda dikkat çektiği bir üçüncü faktör ise şudur: “O zaman İslam’a giren kişi, giriş kapısının eşiğinde cahiliye dönemindeki geçmişinin tümünden sıyrılmanın şuuru içinde olurdu.” “Müslüman’ın cahiliye dönemindeki geçmişi ile İslam’a girdikten sonraki hayatı arasında şuur alanında gerçekleşen kesin bir kopuş vardı. Zihni planda yaşanan bu hicret ve kopuş, hayata taşınıyor, İslam’a girenlerin hayatında da, ahlaki ve davranışlar planında büyük bir inkılap yaşanıyordu. Cahiliyenin gelenek, kavram, alışkanlık ve ilişkilerinden sıyrılma hali kişileri kuşatıyordu. Tam bir yol ayrımı gerçekleşiyordu. Biz de bugün, İslam’dan önceki cahiliyenin tıpkısı, hatta belki de daha koyusu içindeyiz. Çevremizdeki her şey cahiliye damgasını taşıyor. İnsanların bakış açıları ile inançları, alışkanlık ve gelenekleri, kültür kaynakları, sanat ve edebiyatları, yasa ve hukukları… hatta İslam kültürü, İslam kaynağı, İslam düşüncesi ve İslam görüşü olarak saydığımız değerlerin çoğu bile cahiliye ürünüdür! Bu yüzden İslami değerler vicdanımızda tutunamıyor, kafalarımızda bir İslam bakış açısı belirmiyor, İslam’ın ilk döneminde yetişen o neslin bir benzeri gibi yeteri sayıda bir grup aramızda meydana çıkamıyor.” “Bu yolda atacağımız ilk adım, kendimizi bu cahiliye cemiyetinin, onun değer ve görüş açılarının üzerine çıkarmak, dışında tutmaktır. Yolumuz boyunca onunla buluşmak (uzlaşmak) gayesi ile değer hükümlerimizden ve bakış açılarımızdan, az ya da çok (taviz vermemek) sapmamaktır. Biz ve onlar ayrı yolların yolcularıyız. Onlara bir adım bile uyduğumuz zaman metodumuzun tümünü ve yolumuzu kaybederiz.” “Bu uğurda sıkıntı ve meşakkatle karşılaşacağız. Bu (net, ilkeli, onurlu) tutum bize ağır fedakarlıklar yükleyecek. Fakat … Allah’ın desteğine mazhar olan o ilk neslin yolundan gitmek istiyorsak, başka bir alternatifimiz, tercih edeceğimiz başka bir yol yoktur.”[7
Kur’an Nesli açısından hayatı kuşatan kavramlar;
hicret, iman, ibadet, cihad ve şehadettir
Mekke’deki ilk Kur’an neslinin oluşumunda, vahyin ölçülerinin, birbiriyle iç içe geçen ve hayatı kuşatan hicret, iman, ibadet, cihad ve şehadet kavramlarının nasıl sosyalleştirildiğini ve hayatı nasıl inkılâba uğrattığını dikkatle okumalı ve örnek almalıyız. Kur’an, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için indirilmiş bir kitap olarak, statükoya, tarihe ve topluma müdahale ederek vahyin evrensel ölçüleriyle yeniden inşa etmek tezini içermektedir. Önce akıl, zihin ve kalplerde, özlerde, nefislerde tevhidi bir inkılap yaratmayı, bilahare de zihinlere, kalplere ekilen vahye dayalı kavram, ölçü ve değerlerin istikametinde tezahür edecek davranışları, ahlakı yönlendirerek toplumsal alanda bir inkılap meydana getirmeyi hedeflemektedir. Cahili ölçüler içinde cereyan eden toplumsal hayatı, ilişkileri ıslah etmek, vahyin ölçüleriyle yeniden inşa etmek, bireysel ve toplumsal tüm hayatımızı, davranışlarımızı, ilişkilerimizin bütününü vahiyle yeniden dizayn etmek Kur’an’ın temel hedefidir.
Ömür boyu sürekli gündemde tutulması gereken hicret şuurunun, ilk Kur’an neslinin hayatında örneklenen süreci bugün bizim de izlememiz gereken dört boyuta sahiptir. Hicrette ilk boyutu, zihni planda yaşanan hicret, kalbi arınma ve iman teşkil etmektedir. Bu hicret, yüreklerde yaşanan inkılâp sonucunda, cahiliye inanç ve ilahlarından vahyin belirlediği inanca ve Allah’a, yani şirkten tevhide doğru gerçekleşen hicrettir. Bu anlamdaki hicret, tevhidi imana ulaşmak demektir. Davete muhatap olup icabet eden her insan mü’min olabilmek için bu hicreti öncelikle yaşamak durumundadır. Hicrette ikinci boyut, cahiliye davranış ve amellerinden, tevhidi salih amellere hicret etmektir. Bu anlamda hicret, iman amel bütünlüğü içinde hayatı vahiyle inşa etmektir. Bireysel ve toplumsal hayatın pratiğinde vahyi sosyalleştirmek, cahiliye hayatından İslami/tevhidi hayata hicret etmektir. Yani iman edip söylediklerini önce kendi hayatında yaşayarak tutarlı olmak, Kur’an ile ahlâklanmak, hayatı ibadet kılmak demektir.[8] Sadece bilgi edinmekle yetinmeyip, iman ettiği değerlere ait bilgileri hayatın bütün alanlarına hâkim kılmak, vahyi yaşamlaştırmak anlamına gelmektedir.[9] Hicrette ilk iki boyutu teşkil eden imani ve ameli hicretin hedefi, ikisi de Allah’tan gelen vahiy ile fıtratı imtihan dünyasında bütünleştirip İslami şahsiyetin inşasını sağlamaktır.
Hicrette üçüncü boyut, cahiliye toplumuna alternatif İslam toplumunu oluşturmak üzere harekete geçmek ve bu anlamda cahiliye toplumundan İslam toplumuna hicret etmektir. Davete icabet edip iman eden, iman ettiği değerleri yaşayarak salih amel haline dönüştürerek Kur’an’ın ahlakını kuşanan, vahyin şahidliğini yapan İslami şahsiyetler, bireyselliği değil, mü’minlerin birlikteliğini tercih etmek, Resulullah’ın (s) çevresinde kenetlenerek cahiliye yapısına alternatif İslami yapıyı oluşturmak sorumluluğu ile de mükellef kılınmışlardır. İşte bu akıdevi sorumluluk gereğince, büyük, güçlü ve egemen cahiliye toplumunu, tağuti sistemi ve cahiliye otoritesi tağutları terk ederek Allah Resulünün oluşturduğu İslami otoriteye ve küçücük, güçsüz İslami topluma doğru hicret gerçekleştirmişlerdir. Bu, aynı zamanda, Dar-ul Nedve’den Dar-ul Erkam’a doğru hicret etmektir. Cahiliyenin nadiyesi (kurumları-meclisi) dışında, Allah’ın övgüsüne mazhar olan özgün nadiyeler (meclisler) oluşturmaktır.[10] Kur’an pek çok ayetinde, iman edenlerden, egemen cahili yapıyla herhangi bir yakınlık içine girmemelerini, onlara itaat etmemelerini, ayrışma içine girmelerini de talep etmektedir. İşte bu sebeple, mü’minlerin birlikteliğiyle cahiliye toplumuna alternatif İslami toplumsal yapı oluşuyor, “Daru’n Nedve” karşısındaki “Darül Erkam” böyle bir pratiğin doğal sonucu olarak doğuyor ve cahili sistemle her yönden bir ayrışma yaşanıyordu. Cahili yapı ve kurumlarından ayrışılıyor, onlara itaat reddediliyor, sapkın inanç ve uygulamaları eleştiriliyor, bu sürecin doğal sonucu olarak da alternatif bir çekim merkezi oluşturuluyordu. Kur’an da bu ayrışmayı bir yandan teşvik edip, yönlendirirken, bir yandan da yaşanan bu ayrışmayı ayetlerinde zikrederek[11], kıyamete kadar gelecek tüm insanlığa örnek olarak sunuyordu. Bir başka ayette de, ayrışan “iki topluluktan hangisinin makamı daha hayırlı, meclisi (nadiyyen) daha güzeldir.”[12] denilerek bu ayrışma vakıasının önemi ve boyutları vurgulanıyordu.
İşte ilk Kur’an neslinin örnekliğinde cahiliyeden kopan mü’minlerin ortaya çıkardığı bu, küçük ama alternatif olmak bakımından anlamlı ve önemli yapıda, artık cahiliye toplumundaki kan ve soy bağının yerini güçlü akıde ve iman bağı alıyordu. Resulullah (s) davetine icabet ederek iman edenleri evlerde bir araya topluyor, tertil üzere Kur’an okuma eğitiminden geçirip[13], onlara kitabı ve hikmeti öğretiyordu.[14] Ve nihayet bu kadroyu İslam kardeşlik hukuku çerçevesinde bütünleştirip örgütleyerek, vahyin şahitliği ve davetin topluma taşınmasında örnek/şahid olacak bir İslami yapıyı, cahiliye toplumuna alternatif ilk ümmet nüvesini inşa ediyordu. Bu yapıyla aynı zamanda, iman kardeşliği ekseninde, mü’minlerin bir yere müntesip olma ihtiyaçlarını, yardımlaşma ve dayanışmalarını, arınıp korunmalarını sağlayacak zemin hazırlanıyordu. Cahiliye yapısına alternatif bu cemaat ile aynı zamanda cahiliyedeki kabile asabiyetinin sağladığı güvenlik alanından çıkan mü’minler için son derece etkili alternatif bir güvenlik kuşağı oluşturuluyordu. İşte böylece, bu ilk Kur’an neslinin öncülüğünde ilk ümmet nüvesi oluşuyor, şirke, küfre, ifsada karşı “Kur’an’la büyük cihad”ı[15] gerçekleştiriyordu.
Bütün bu mücadele sürecinde ilk Kur’an nesli, ilk ümmet nüvesi sevgi, merhamet, adalet ve akıde bağlarıyla bütünleşerek, bir vücudun uzuvları gibi kaynaşıp yardımlaşarak, bir duvarın tuğlaları misali kenetlenip, Allah yolunda kurşundan kaynatılmış binalar gibi saf tutarak[16] Fatiha suresinde ifade edilen “biz” şuuruna ulaştılar. Bu birliktelikleri ve Allah yolundaki fedakârlıklarıyla, Allah’ın hoşnut olacağı ekin meselindeki[17] örnekliği ve Allah’ın övgüsüne mazhar olan[18] adanmışlığı, kardeşliği oluşturdular. Şura ile karar alıp[19], emanet ve ahitlerine sadakat göstererek, vahyin şahidliğini yaparak[20] İslami mücadeleyi sürdürdüler. Bir yandan Allah’ın “Kalk ve uyar! Rabbinin büyüklüğünü ve yüceliğini an” emri gereğince, bireysellikten, inzivaya çekilmekten uzaklaşarak, tevhidi daveti yaygınlaştırmak ve vahyin şahidliğini yapmak üzere cahiliye toplumu içine dağıldılar, diğer yandan “Ruczden/bütün pisliklerden kaçın/uzaklaş”[21] emriyle de toplumsal alana çıkıştan kaynaklanacak kirlenmelerden arınma çabasını sürekli kıldılar.
Hicrette dördüncü boyut ise, mekânsal hicrettir. Bu hicret, bir dava önderinin, bulunduğu bölgede artık daveti yayma imkânı kalmayınca, İslamı yaşama ve yayma mücadelesi tamamen tıkanınca, davasına yeni hamleler yaptırmak, yeni açılımlar ve imkânlar kazandırmak için attığı stratejik bir adımdır. İmkânların tükendiği, üstesinden gelinemez sıkıntıların baş gösterdiği alandan, yeni imkânların, enerjilerin, projelerin üretildiği, mücadeleye yeni soluk kazandırılan, yeni güç katılan birikimlerin ve açılımların gerçekleştirildiği alana hicret etmektir.
Dünyada izzet ve şerefe, ahirette kurtuluşa, ancak bu çok boyutlu hicret bilincini esas almak, iman–salih amel bütünlüğü içinde vahye şahidlik yapmak ve hayatı ibadet kılmakla ulaşılabilir. İbadetler, ancak Kur’an’ın ifade ettiği ve ilk neslin yaşadığı gibi, parçalanmadan ve bütünlük içinde uygulandıklarında ve bütün hayat alanlarını kuşattıklarında inşa edici, arındırıcı ve inkılâba uğratıcı olabilirler. Hayatı vahiyle inkılâba uğratmak ve ümmeti vahiyle yeniden inşa edecek öncü Kur’an neslini yeniden ilk nesil örnekliğinde oluşturabilmek için, Allah’a boyun eğip, rükû halinde olmayı ve sadece Allah’a secde edip, itaat etmeyi, hayatın bütün alanlarında gerçekleştirmek ve iman-amel bütünlüğü içinde Allah’a ibadet etmeyi hayatı kuşatacak bir bütünlük ve süreklilik içinde gerçekleştirmek zarureti vardır. İnanılan değerler uğrunda fedakâr olunması ve o değerlerin hayata hâkim kılınması, kurtarıcı ve aydınlığa çıkarıcı Kur’an mesajının hâl (yaşayarak) ve kâl (söz) ile bütün insanlara ulaştırılması için çabalar gösterilmesi, kaçınılmaz sorumluluktur. İnsanlara vahyin şahidliğini yapmak anlamına gelen bu sorumluğumuzu, ancak bu çabalara süreklilik kazandırarak, Allah’a itaati hayatın bütün alanlarına yayarak, sadece namazda değil hayatın bütün alanlarında aynı kıbleye yönelerek, bireysel ve toplumsal, ekonomik, siyasi, sosyal, hukuki bütün hayat alanlarında sadece Allah’a secde ederek ve bu istikametteki yürüyüşümüzü istikrarlı kılarak, tevhid yolunda ayaklarımızı sabit tutarak yerine getirebiliriz. Bu sebeple Allah, ancak iman edip, rüku ve sücud halinde bulunanların, ibadet edenlerin ve hayırlı ameller işleyenlerin yani hayatı ibadet kılanların kurtuluşa erebileceğini bildirmektedir.[22] Rabbimiz mü’minleri tanımlarken,“Onları rükua varırken, secde ederken, Allah’tan lutuf ve hoşnudluk dilerken görürsün. Onlar, yüzlerindeki secde izi ile tanınırlar“[23]ifadesini kullanmaktadır. Mü’minler o kimselerdir ki, hayatın bütün alanlarında ve ömür boyu Allah’a (rukû halinde) baş eğmiş olarak ve sadece O’na (secde) itaat halinde bulunurlar. Onlar, bütün hayat alanlarındaki eylem ve söylemlerinde, bütün yapıp ettiklerinde sadece Allah’ın hükümlerini esas alırlar, sadece O’na itaat ve ibadet ederler ve bu şekilde vahiyle inşa olan hayatları Allah’ın boyasını yansıtır. Onların hayatlarına bakıldığında bu ilahi renk görülür. “Allah’ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah’tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O’na kulluk ederiz (deyin)[24]”Tıpkı vahye uygun hayatlarının Allah’ın rengini yansıtması gibi, bütün hayat alanlarında Allah’a itaati esas aldıkları için, onların hayatlarının bütün alanlarında Allah’a itaatın (secdenin) izleri görülür. Çünkü hayatları Kur’an olur, ibadet olur. Bu sebeple de Kur’an onların hayatını inşa eder, inkılaba uğratır, onlara izzet ve şeref kazandırır. Işte, ancak bu şekilde Allah’ın rengiyle boyanmış ve Allah’a itaatın (secdenin) izlerini taşıyan hayatı yaşayanlar, diğer insanlara vahyin şahidliğini yapabilirler, örneklik teşkil edebilirler.
Allah’ın rızasını da ancak böyle sürekli ve istikrarlı bir mücadele ve kuşatıcı bir ibadet ve şehadet bilinciyle kazanabiliriz. Vahyi hayata hakim kılma mücadelesinin bütün boyutlarını yerine getirerek Allah yolunda hakkıyla cihad etmemiz ve Resulün (s) sünnetiyle bize şahidlik yaptığı gibi bizim de diğer insanlara vahyin şahidliğini yapmamız, örnek oluşturmamız, Rabbimizin bize verdiği Müslüman isminin kaçınılmaz bir gereğidir. Allah yolunda hakkıyla cihadın, küfre, şirke, zulme ve ifsada karşı Kur’an’la büyük cihad ve ıslah mücadelesinin sürekli ve istikrarlı bir biçimde sürdürülmesi imani sorumluluğumuzdur.[25] Cahili sisteme ve ideolojik kuşatmasına karşı itiraz edip, adalet ve özgürlük mücadelesi vermek de, zulme ve despotizme karşı direniş de vahyin sosyalleştirilmesinin ve Kur’an’la cihadın bir parçasıdır.
Ümmetin bozulma süreci
ve Cahiliyeye Geri Dönüş
İslam ümmeti, uzun tarihsel süreçte, Kur’an’ı “mehcur” (terk edilmiş) bırakarak[26], vahiyden cahiliyeye doğru tersine bir hicreti yaşadı. Resulullah’ın (s) güzel örnekliğini, vahye dayanan güzel ahlakını, Muhammed-ül Emin olarak tanınmasına yol açan insani erdemlerini ve mücadele sünnetini terk ederek, dünyevileşmenin anaforunda, nefsin arzu ve isteklerinin belirleyici olduğu, heva ve zanna tabi yollarda vahye dayalı niteliklerini tüketerek, ümmet olma vasfını ve Allah taraftarı (Hizbullah) olmaktan kaynaklanan izzetini kaybederek zillete sürüklendi.
Saltanat sapması, kavmiyetçiliği de tahrik eden zulme dayalı yönetimler, yeni fetihlerle yeni toplumlara ulaşılması ve bunların Kur’an eğitiminden geçirilmesine imkân bulunamaması ve bu halkların kendi cahili değerlerini İslami anlayış ve yaşamlarında sürdürmeleri, saray çevresinde gösterilen güdümlü entelektüel çabalar ve tercümelerle İslam içine taşınan yabancı felsefe ve düşünceler, siyasi ve hizbi ihtilaflar ve her hizbin kendi tezini güçlendirmek üzere tefsirlerde yaptığı tahrifatlar ve batıni yorumlarla ortaya koyduğu aşırılıklar, uydurduğu haberler, sonuçta dinin tahrifine yol açtı. Bu yozlaşma/Yahudileşme sürecinde akıl ve ilim dışlanarak, vahyi anlama, öğüt alma ve yaşama sorumluluğu terk edilerek “keşf ve ilham” adı altında birçok bid’at ve hurafeler uyduruldu. Böylece Kur’an’da yer alan açık uyarılara ve Resulullah’ın onların izinden gitmeyin ikazlarına rağmen maalesef ümmet-i Muhammed de, Yahudileşmenin bütün unsurlarını hem de elindeki korunmuş kitaba rağmen yaşadı. Kitabı, dini parçalara ayırıp hizipleşti, çeşitli siyasal ve sosyal sebeplerle tefrikaya yöneldi[27], dinde ayrılığa düştü. Kitabı tahrif etme imkânı olmayınca anlamı tahrif edildi. Batıni yorumlarla, uydurma rivayetlerle akide oluşturuldu, vahdeti sağlayan tevhitten uzaklaşılınca ihtilaf ve parçalanma yaşandı. Müslüman halklar kitabi ve tevhidi özelliğini kaybedince ümmet olma niteliğini, birliğini ve zindeliğini yitirdi.[28]
Allah’ın topluca sarılmamızı istediği “Hablullah”[29] (Allah’ın ipi) bırakılınca, yani Kitaptaindirilmiş olan ölçü ve değerler terk edilince, daha sonra gelenler tarihsel süreçte üretilen farklı iplere tutundular, heva ve zanna dayalı değerlere din diye sarıldılar. İnsanları “Allah’ın ipi”ne tutunmaya daveti bırakarak, Allah’ın ipi adı altında kendi ürettikleri iplere tutunmaya çağırdılar. Artık insanlar doğrudan Kur’an’dan değil, tarihsel süreçte üretilmiş farklı kitaplardan, kaynaklardan beslenmeye başladılar. Vahiyle denetimi yapılmamış “atalar dini”ne[30] kör bir taklitle tabi oldukları halde, bunun Allah’ın dini olduğunu zannettiler. İlk neslin, Peygamber’in (s) örnek ve önderliğinde, onun kitabı ve hikmeti öğrettiği evlerde tertil üzere Kur’an okuyarak, doğrudan Kur’an’dan beslenmesi vakıasından ve Kur’an’ın içeriğinden habersiz sonraki nesiller, üstadların, şeyhlerin, önderlerin ürettikleri ve Kur’an’la tam mutabakatı olmayan kitaplarından beslendiler ve buralardan aldıkları bilgilerin vahye uygunluğunu araştırmak gereği de duymadılar. İlk nesli Kur’an nesli yapan, onların büyük inkılâp yaşamalarına yol açan ikinci unsur ise, Kur’an’ı, anlamak, öğüt almak ve yaşamak amacıyla okumak iken, daha sonraki nesiller, anlamadan hatim indirmek ve ölülere okumak, fal bakmak, sırf haz duymak, salt bilgi edinmek ve kendi hizipsel tercihlerini, önyargılarını onaylatmak amacıyla Kur’an’a yaklaştılar. İlk nesli Kur’an nesli yapan üçüncü unsur ise, vahyin belirleyiciliğinde sahih bir iman ve amele yönelmeleri, cahiliyeye ait inanç ve amelleri toptan terk etmeleri, cahili yapıyı terk ederek, ona alternatif, akıde ortak paydalı İslami yapıyı oluşturma bilincini kuşanıp gereğini yerine getirmeleriydi. Sonraki nesillerde ise, yeni Müslüman olan kitleler, cahili inançlarını da yeni dinlerinin içine taşıyıp sentezlere gittiler. Tarihsel süreçte üretilen bid’at ve hurafeleri de katarak cahiliye inancını ve cahiliye toplumunu, hem de “İslam” adı altında yeniden ürettiler.
Nihayet bu bozulma süreci sonunda sömürgeleşmeye müsait hale gelen İslam coğrafyasında, ya emperyalist ülkelerin işgali, ya da işbirlikçi despot yönetimlerin İslam dışı sistem dayatmaları, heva ve zanna dayalı Batı değerlerinin yerli halklara bu işbirlikçi kadrolarca zorla kabul ettirilmesi, modern cahiliyenin kuşatması altında geleneksel cahiliye ile sentezlere gidilmesi söz konusu olmuştur. Son dönemde de, BOP çerçevesinde “Ilımlı İslam” adı altında, kapitalizme ve emperyalist devletlerin çıkarlarına uyumlu sekülerleştirilmiş, bireyselleştirilmiş, vicdanlara hapsedilerek hayata müdahale iddialarını terk etmiş ve böylece tevhidi özelliğini yitirmiş bir yanlış “İslam” algısı oluşturulmaya çalışılmaktadır.
Bugün de Geleneksel ve Modern Cahiliyeden Ayrışma,
Ancak Kur’an Neslini Yeniden İnşa Ederek gerçekleştirilebilir
Yeni bir Kur’an nesli inşa edebilmek ve ümmeti vahyin ölçüleriyle yeniden yapılandırabilmek için, yeni bir Peygamber ve yeni bir kitap beklenemeyeceğine göre, korunmuş son kitap Kur’an’ı ve son Peygamberin güzel örnekliğini, sünnetini esas alarak yolumuzu ve yöntemimizi belirlemek durumundayız. Bugün de, vahyin mesajını da ilk Kur’an nesli örneğinde olduğu gibi şahitliğini yaparak ve tavizsiz bir netlikle topluma taşımak zorunluluğumuz vardır. Kur’an terk edilmiş bırakılarak, Kur’an’dan cahiliyeye doğru tersine bir hicret yaşanarak içine düşülen hurafeler bataklığından kurtulmanın yolu, cahiliyeden vahye, şirkten tevhide doğru bir hicreti ilk neslin örnekliğinde yeniden gerçekleştirmekten geçmektedir. İlk neslin yaşadığı zihni/kalbi (imani), ameli ve cemaat planındaki üç hicreti yaşamak ve bu hali, bireysel ve toplumsal hayatı dönüştürecek biçimde, sürekli kılmak gerekmektedir. Kur’an’ın, akıl, iman, şahsiyet ve hayatımızı vahyin belirleyiciliğinde dönüştürüp inkılâba uğratmak fonksiyonunu görebilmesi için, zihinlerimizi, tarihsel birikimin yozlaştırıcı, tahrif edici tortularından, imanımızı da “Ey iman edenler iman edin…”[31] ayeti gereğince her türlü kirden ve şirkten arındırmalı, imana zulüm bulaştırma[32] alışkanlıklarını terk ederek, ilk nesil gibi vahye teslim olmalıyız.
Bize tevarüsen intikal eden tarihi birikimi Kur’an’la sorgulamak suretiyle aykırılıkları ayıklayıp arınmak yerine, Kur’an’a tarihi birikimin önyargılarıyla yaklaşanlar, Kur’an’ı belirleyen olmaktan çıkarıp, belirlenen konumuna indirgeyenler, cahili toplumdan ve cahili değerlerinden sıyrılarak Allah’a doğru zihinsel ve imani bir hicreti gerçekleştiremeyenler Kur’an neslini inşa edemezler, dünyada ve ahrette, izzete ve kurtuluşa ulaşamazlar. İyi bilinmelidir ki, geleneksel ve modern kirliliklerden arınan, Kur’an ve onun pratiği olan sahih sünnetten dini öğrenen, vahyin şahitliğini üstlenerek iman ettiği bu değerleri hayata taşıyarak ve yaşayarak içinde bulunduğu topluma güzel örneklik teşkil eden öncü ve örnek bir kadronun oluşması ve bunların kolektif çabası İslami toplumsal değişim ve dönüşüm için vazgeçilemez, terk edilemez, öncelikli bir gerekliliktir. İlk neslin örnekliğinde çağın Kur’annesli nüvesini oluşturmak ve bu neslin öncü şahidliğiyle, cahiliye toplumunu vahiyle aydınlatıp dönüştürmek takip edilmesi gereken yoldur.
Bu bakımdan böyle bir Kur’an neslinin, davetçi ve öncü kadronun önceliği ve vazgeçilemezliği üzerinde ısrarla durulmalıdır. Tabii ki, bu öncelik, toplumla ilişkileri ve daveti dondurup, öncelikle doğal ortamdan kopuk seralarda böyle bir kadroyu yetiştirmek şeklinde algılanmamalıdır. Kur’an nesli inşası, ancak tutarlı, ilkeli ve şahsiyetli bir mücadele pratiğinde, hayatın ve toplumun içinde mümkündür. En önemlisi de, oluşacak böyle bir öncü kesimin, müstakim olması, istikamet üzere, dosdoğru yolda ayaklarını sabit ve daim kılmayı ve davete muhatap kitlenin güvenini kazanmayı başarabilmesidir. Topluma götürülecek daveti de, ancak toplumsal hayatın içindeki, halkın saygı duyduğu, güzel ahlaklı, mütevazi, güvenilir/emin ve adil bulduğu İslami şahsiyetlerin onurlu, ilkeli, tutarlı, istikrarlı, ve sebatkâr mücadelesi tesirli ve bereketli kılabilecektir. Kur’an’ın karanlıklardan aydınlığa çıkarıcı mesajı, ancak böyle bir neslin ve “vasat ümmet”in çabası ve örnekliğiyle insanlığa sunulabilir, toplumsal dönüşüm de, ümmetin yeniden inşası da ancak böyle bir davet ve şahidlik çabasına süreklilik kazandırılarak sağlanabilir. İnsanlığı küresel ifsadın kuşatmasından ve karanlığın zincirlerinden kurtaracak küresel aydınlanmanın ve insan onurunu tevhid-adalet vasatında yeniden hak ettiği konuma yükseltecek medeniliğin / uygarlığın ilk adımını, insana şerefini getiren vahyin mesajını bireysel ve toplumsal hayatında gösterecek Kur’an neslini ve vasat ümmeti oluşturmaya yönelik çabalar oluşturacaktır.
Sapmanın, fesadın ve münkerin azgın ve yaygın olduğu bir toplumda dönüşüm de, gayet tabii, uzun ve zorlu bir davet ve mücadele sürecini gerektirmektedir. Bütün peygamberlerin kıssalarından ve mücadele örnekliğinden de biliyoruz ki, toplumsal dönüşüm zor, sancılı ve uzun bir uğraştır. Çünkü insanlardan her yönüyle köklü bir değişim geçirmeleri, tevhidi bir kimliğe inkılab etmeleri talep edilmekte ve bu gerçekleşmeden de toplumsal dönüşüm sağlanamamaktadır. Toplumu dönüştürmenin bu zorluğunu ve uzun soluk isteyen sıkıntılı sürecini görenler, toplumu dönüştürme iddialarından vazgeçerek, onun cahili değerlerine meyledebilmekte, pragmatik ve popülist düşünce ve söylemlere doğru kayabilmektedirler. Sonuçta bunlar, toplumu dönüştürmeye yönelik davet projelerini bırakıp, toplumun cahili halini veri kabul eden projeler üreterek, insanları bunlara çağırmaya yönelebilmektedirler.
Kur’an Nesli, Toplumdan Soyutlanmadan,
Hayatın İçinde İnşa Olan Doğal Bir Oluşumdur
Yaşanan bozulma süreci sonunda bugün gelinen noktada, Müslüman halkların çok büyük ekseriyetini, kendisini İslam’a nispet eden, İslam’ın kimi bireysel ibadetlerini şeklen de olsa yerine getirmeye çalışan, ancak Kur’an ve sahih sünnete aykırılıklarla dolu muharref bir din anlayışına sahip insanlar oluşturmaktadır. Bu insanların çok büyük kısmı, özellikle mustaz’af ve edilgen kesimler son derece iyi niyetli fakat doğru dinin bilgisinden uzak kalmış olanlardır. Bu insanlar, bizim ana, baba, akraba ve komşularımızdır, iyi niyetli ama bilmeyen halkımızdır. O halde yapılacak şey, “tekfir” edip dışlamak ve düşman cephe haline getirmek değil, tam tersine akrabalık, arkadaşlık ve komşuluk ilişkilerimizi Peygamber(s) ve ilk nesil örnekliğinde olduğu gibi en iyi düzeye çıkarıp, onlara adaletle ve iyilikle davranarak güzel örneklik teşkil etmek ve devam eden bu ilişkiler sürecinde de her fırsatı sahih din anlayışını anlatmanın vesilesi kılmaktır. Bu anlamda İbrahim’i yumuşaklığı güncelleştirmek, akıde ve temel ilkelerden taviz vermeden merhameti, hikmeti ve güzel üslubu esas almaktır.[33] Onlarla zaman zaman zulme karşı ortak meselelerde (İslam’a yapılan saldırılara, başörtüsü yasağı gibi zulümlere, haksızlık, sömürü ve her türlü adaletsizliğe karşı) ortak mücadele hatları da oluşturmak ve bu zeminlerde bile sahih din anlayışına yönelmelerine, kalplerin ısınmasına vesileler hazırlamaktır.
Cahiliye toplumuna alternatif İslam cemaatini oluşturmak zorunluluğu, cahiliye toplumundan akıdevi ve ameli bir ayrışmayla oluşan bu cemaatin müntesiplerinin, cahiliye toplumuyla bütün insani ilişkilerini de kesmeleri, o toplumun hiçbir şeyi ile ilgilenmemeleri, ondan fiziken de kopmaları anlamına gelmemektedir. Aksi takdirde o topluma daveti taşımaları ve şahidlik yapmaları da imkansız hale gelecektir ki, Kur’an da bunu istememekte, ilk örnek nesil de bunu yapmamış bulunmaktadır. Tam tersine, toplumdan soyutlanmadan, aile, akrabalık, komşuluk ilişkileri, ekonomik ve sosyal alanlardaki ilişki ve etkinlikler içinde, vb bütün toplumsal alanlarda yer alıp, vahyin şahidliği bağlamında doğru ve nitelikli bir temsil ortaya koyarak toplumsal istikametin düzelmesine, tevhidi dönüşümün yaşanmasına ve kültürel seviyenin yükselmesine katkıda bulunmak sorumluluğumuz vardır. Toplumdan gizlenerek, soyutlanarak ve ilişkiyi keserek topluma bir katkıda bulunmak ve ıslahına vesile olmak mümkün değildir. Bu sebeple, toplumla ilişkide iki yanlış uçtan kaçınılmalıdır. Birisi toplumdan tamamen kopmak, uzaklaşmak, ilişkiyi kesmek, diğeri ise toplumu meşruiyetin kaynağı gibi algılayarak ona ve onun cahili değerlerine doğru savrulmaktır.
Toplumun özündekini vahyin ölçüleriyle değiştirmesine vesile olabilmek için, bu dönüşüme vesile olacak tevhidi daveti taşıyacak, insanlara vahyin şahitliğini yapacak, İslami kimliği onurlu ve ilkeli bir temsille toplumsal ilişkilerde ibraz edecek İslami şahsiyetlere ihtiyaç vardır. Kur’an nesli öncüleri olarak adlandırılabilecek bu şahsiyetlerin, daveti götürecekleri toplumda, Kur’an ahlakıyla ahlaklanmış, hayatı hicret, iman, ibadet, cihad ve şehadet kavramlarıyla ören, ilkeli, tutarlı, adil, emin, güvenilir, ahde vefalı ve insanlara hayırlı örnekler oldukları inancı belirginleşmelidir. İşte bu güzel örnekliği teşkil edecek ve topluma vahyin mesajını taşıyacak çağın Kur’an neslini yetiştirmek ve bu neslin öncülüğünde oluşan ümmet nüvelerini bütünleştirerek ümmeti yeniden yapılandırmak en temel ve ertelenemez sorumluluğumuzdur.
Davetçi mü’minlerin, bu büyük sorumluluğu yerine getirirken, önlerine çıkarılacak dış ve iç engelleri aşabilmek için de güç birliğine ve dayanışmaya ihtiyaçları vardır. İnsanların Kur’an’ın aydınlığında uyanıp, yerel ve küresel sömürü düzeninin sonunu getirecekleri korkusuyla, yerel ve küresel müstekbirler ve atalar dininin savunucusu geleneksel cahiliyenin temsilcileri tevhidi davete engel olmak isteyeceklerdir. Bütün bu engellere rağmen, Kur’an ve sünnet merkezli sahih din anlayışını topluma ulaştırma mücadelesi veren mü’minler olarak, Peygamberlerin örnekliğinde, geleneksel ve modern cahiliyeden arınıp, ayrışarak tevhid ve adalet toplumunu oluşturacak, ümmeti yeniden inşa edecek Kur’an nesli nüvesini oluşturmak için ıslah ve inşa çabalarımızı sürekli kılmalıyız. Cahiliye sisteminin ve kurumlarının tasallutundan, şirke dair seküler kültürün ve geleneksel bid’at ve hurafelerin kuşatmasından arınmak için öncelikle aile ve evlerimiz, daha sonra da dernek, vakıf benzeri alanlarımız, tıpkı “Erkam’ın evi” misali, İslami kimliğimizin oluşumu, gelişimi ve korunması açısından sığınaklarımız ve arınma, korunma merkezlerimiz, kitap ve hikmet eğitiminin yapıldığı mekteplerimiz haline getirilmelidir. Mü’minlerin oluşturduğu vakıf, dernek ve okul benzeri kolektif alanlar, bir yandan bu amaçla alternatif eğitim ve arınma merkezleri haline getirilirken, diğer yandan da zorba sistemin dayatmalarına karşı direnme bilincinin oluşum ve organizasyonunun yapıldığı, zulme rıza göstermeyerek adalet ve özgürlük mücadelesini sürdürecek ve yaşanan zulmü geriletmeye çalışacak kadroların yetiştiği ve organize edildiği toplumsal muhalefet alanları haline dönüştürülmelidir.
Bugün evlerimiz, TV kanallarıyla cahiliye kültürünün saldırı ve kuşatması altına girmiştir. Okullar ve camiler de resmi ideoloji kuşatması altında İslam’a ve Müslümanlara değil laik ulus devlete ve resmi ideolojisine hizmet sunar şekilde konumlandırılmıştır. Yapılacak hak ve özgürlük mücadelesiyle ya cahiliye tarafından gasp edilmiş bu alanlar tekrar Müslümanlara ait hale getirilmeli ya da alternatif alanlar açılmalıdır. Ama her hâlükârda bu zorba seküler kuşatmayı aşmalı, kendimizi ve çocuklarımızı ateşten koruyacak tedbirler almalıyız. Açacağımız alternatif eğitim ve arınma merkezlerinde, cahiliyenin tahakkümü altındaki kamuya ait okul, cami ve sokaklarda gerçekleştirilen ulusalcı, laik, Kemalist, paganist kirlenmenin tesirinden, kendimizi ve talep eden tüm insanları arındırmak amaçlı programlar uygulamaya koymalıyız. Emperyalist projelere hizmet etmek amaçlı olarak üretilen “oryantalistlerin İslamı”, Batı kültürünün karşısında duyulan aşağılık kompleksiyle kendini onlara beğendirmek amacıyla üretilen “Modernist ve Postmodernist İslam” “Tarihselci ve Rölativist İslam”, kapitalizme eklemlenenlerin, liberalleşenlerin bireyselci “liberal/seküler/Protestan İslam”ı, geçmişte çıkar eksenli eğilimlerle saray çevresinde toplanan “saray uleması”nın yerini alan ve İslamı, iktidarların isteklerine göre yorumlayan bugünün “iktidar ve köşk ulemasının İslamı”, muharref geleneği/atalar dinini temsil eden “halk İslamı” ve İslamı bireysel ve toplumsal hayatın bütününü kuşatan tevhid dini özelliğinden kopararak siyasal bir söylemle sınırlayan, iktidar eksenli bir tasavvura dayalı “siyasal İslam” vb yanlış “İslam” algılarının tuzağından kurtaracak, Kur’an ve sünnet eksenli sahih İslam anlayışının yaygınlaşmasını sağlayacak çalışmalar yapmalıyız. Bu, Kur’an merkezli doğru din anlayışı ekseninde çağın Kur’an neslini inşa etmek için, zikredilen tüm yanlış İslam anlayışlarının ve vahiyle denetimi yapılmamış tarihi birikimin tasallutundan kurtarılmış özgün Kur’an okullarına, tıpkı Mekke’de olduğu gibi, Kitabın ve hikmetin öğretildiği eğitim merkezlerine ihtiyaç vardır.
Resulün ve Yetiştirdiği İlk Neslin Örnekliğinde Mekke’yi Yaşayarak
Medine’yi ve Mekke’nin Fethini Hak etmeliyiz
Kur’an’ın kurtarıcı ve aydınlatıcı mesajını daha fazla insana ulaştırmak, tüm insanlığa vahyin şahidliğini yapacak “vasat ümmet”i oluşturmak, zorba sistemlere karşı adalet ve özgürlük mücadelesi vererek, İslam’a ve Müslümanlara yönelik saldırıları önleyecek, baskıcı, yasakçı zalimleri geriletecek gücü üretmek, eğitim ve emri bil maruf ile arınma, korunma, gelişme ihtiyacını karşılayacak zemini oluşturmak, yardımlaşma, dayanışma, bir yere müntesip olma ve güvenlik ihtiyaçlarını gidermek, insanlığa şahid “vasat ümmet”i üretmek ve Allah’ın dinini tek ümmet olarak temsil etmek için Kur’an neslini inşa etmek ve bu neslin öncülüğünde tevhid ümmetini oluşturmak, akıdevi bir zaruret ve sorumluluktur.
Bilgi; heva ve zanna dayalı olmaktan çıkarılıp, seküler kirlenmeden arındırılarak, vahye dayalı sahih ve sağlam bir zemine oturtulmadan, yani bilginin İslamileşmesi, din anlayışının Kur’anileşmesi sağlanmadan İslami bir toplum inşa edilemez ve sonuçta da İslami bir medeniyet üretilemez. Vahye dayalı ıslah projesiyle cahiliyeden arındırılıp vahyin ölçüleriyle inşa edilmiş Kur’an nesli kadrolarının, adanmış İslami şahsiyetlerin yetiştiği, en çetin şartlar altında yaşanan imtihanlarla imanın çelikleştiği, mü’minlerin ekin meselindeki gibi gövdesinin üzerine dikilip onurlu bir duruş sergilediği, bu öncü kadronun vahye şahidlik, davet ve direniş çabalarıyla ilk ümmet nüvesinin inşa edildiği Mekke dönemi doğru anlaşılmadan ve bu ilk örnekten çıkarılacak ilkeler çerçevesinde gereken sorumluluklar yerine getirilmeden Medineye de, medeniyete de, Meekke’nin fethine de ulaşılamaz.
Böyle kapsamlı bir projeyi, bütün boyutlarıyla gerçekleştiremesek bile, hiç değilse bu hedefe yönelik ilk adımları atmak suretiyle, tevhidi ümmete giden yolda gücümüzün yettiği çabaları ortaya koyarak, Rabbimize bir mazeret hazırlayabiliriz ve aynı zamanda bizden sonraki Kur’an nesline hazır bir zemin ve sahih bir gelenek bırakabiliriz. Ve inşallah bunları yaparak imtihan hayatımızı Allah’ın rızasını kazanarak tamamlayabilme ve böylece de gerçek/kalıcı yurt olan ahirette güzelliklerle karşılaşma bahtiyarlığına erebiliriz.
[5] Prof. Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler, Hicret Yayınları, 1980, İstanbul, s. 9.
[6] Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler, s. 10.
[7] Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler, s. 11 – 13
[8] Bakara Suresi 2/44, Saf Suresi 61/2-3
[10] Meryem Suresi 19/173
[11] Kâfirun Suresi, Yunus Suresi / 104, Kalem Suresi / 8-9
[13] Müzemmil Suresi / 2-4, 20
[20] Mearic Suresi / 32-34
[21] Müddessir Suresi / 1-6
[25] Hac suresi 22/78, Furkan Suresi 25/52
[29] Al-i İmran Suresi 3/103
[30] Bakara Suresi / 170, Maide Suresi / 104
İlgili