Halkının İslami kimliğine, değerlerine düşman, etnik ayrımcılığa dayalı ırkçı sistemin kurucu kadroları baştan itibaren, halktan gelebilecek tepkilerin korkusu üzerine politikalar oluşturmuşlardır. Halkına ve halkının değerlerine dayanmayan eğreti devlet yapısının çökeceği paranoyası ile sürekli teyakkuz halinde yaşamaktan kaynaklanan hukuksuzluklar üretmişlerdir. Bu sebeple görünen devletin despot politikaları ve keyfilikleri ile yetinmeyip, bir de derin illegal yapılanmalarla sürekli terör estirmişlerdir. Genelde her kesimden muhaliflere ve öncelikle de İslam’a karşı bastırma ve yok etme siyasetinin uzantısı olarak gelenekselleştirilerek sürdürülen derin politikalar, özelde de Kürt sorununun üstesinden gelinmek için sürekli başvurulan bir yönteme dönüşmüştür. “Öteki” ile savaşın, oligarşinin hakimiyetini sürdürmenin en yaygın ve en etkili aracı olarak öne çıkan “derin devlet” yapılanması, diğer ülkelerdekinden farklı olarak yeni devletin kuruluşundan beri var olup, devletle o kadar iç içe olmuş, o kadar bütünleşmiş ve o kadar devamlılık arz etmiştir ki, adeta Türkiye’nin temel karakteri olmuştur. Bunun için de üzerine gidilememekte, tasfiye edilememektedir. İşte Şemdinli provokasyonu da, köy yakmalardan faili meçhullere, gazetelerin, parti binalarının bombalanmasından milletvekillerinin, siyasetçilerin, iş adamlarının öldürülmesine dek pek çok biçimi ile karşılaşılan işte bu hukuksuzluk zincirinin yeni bir halkasından ibarettir. Bir süredir Kürt sorunu konusunda yaşanan görece sükunet havası ve güven vermese de atılan birtakım olumlu adımların oligarşik iktidar kesimleri ve bunlar arasında ayrıcalıklı konumu teşkil eden askeri bürokrasi çevrelerinde rahatsızlık uyandırdığı bilinmektedir. Sorunun barışçıl, insanca, adil yöntemlerle sonuçlandırılmasına yönelik her türlü çaba daha ilk adımdan itibaren bu kesimlerce boşa çıkartılmaya ve bu amaçla provoke edilmeye çalışılmaktadır.
Şemdinli, “Durumdan Vazife Çıkaranların” Provokasyonu
Şemdinli olayı, bu zihniyetin “durumdan vazife çıkararak” harekete geçtiğini gösteriyor. Süreci istedikleri yönde geliştirmek, kontrol altında tutmak, kendilerine çıkar ve iktidar sağlayan statükoyu tehlikeye sokabileceğine inandıkları AB sürecini akamete uğratmak isteyen güçler bu ve benzeri provokasyonlara yöneliyorlar. Böylece, çatışma zemininin güçlenmesini, şiddetin tırmanmasını, korku, endişe ve kaos ortamının tüm ülkeye hakim kılınmasını arzulamaktadırlar. Çünkü artık iyice çürümüş, dibe vurmuş zalim statükoyu ve hakimiyetlerini ancak böyle bulanık bir havada ve tehdit altında sürdürebileceklerini çok iyi biliyorlar. En korktukları şey ise aydınlık, adalet ve özgürlüktür. Bu sebeple, bunlara fırsat verecek olumlu gelişmeleri engellemek için her şeyi göze alıyorlar.
Ağustos ayında Hakkari, Yüksekova ve Şemdinli’de “PKK saldırılarına yardımcı olanların cezalandırılacağı”nı ilan eden imzasız bildirilerin dağıtıldığı ve bilahare de bölgede yaklaşık 17 bombalamanın gerçekleştirildiği ifade ediliyor. Mehmet Faraç, Cumhuriyet gazetesindeki analizinde, kimliği belirsiz kişilerce Şemdinli’de dağıtılan bildirilerde, “5 Ağustos’ta 5 kardeşimizin (asker) şehit edildiği patlama olayını yapanlar, bunlara yardım ve yataklık edenler kısa sürede cezalarını kendisi ve aile fertlerinin canlarını kaybetmek suretiyle ödeyeceklerdir. Bundan sonra bu çapulcular ve bunlara yardım yataklık eden her şahıs aynı cezayı görecektir” denildiğine işaret ediyor. Bu bildirileri dağıtanlar neden araştırılmamış ve neden devlet güçleri olduğu imajını veren bu bildirilerin imzasız failleri meçhul bırakılmış, ihkak-ı hak, yargısız infaz peşinde olmalarının ve kendilerince suçlu buldukları insanların tüm aile fertlerine yönelik tehditlerinin hesabı neden sorulmamıştır?
Ülkede yakın tarihte yaşanan çatışma döneminde, pek çok faili meçhul cinayetin işlendiği, terörle mücadele adı altında çok sayıda kişinin yaşam haklarının ihlal edildiği, yargısız infazların ve işkencelerin yapıldığı, baskı ve tehditlerle insanların göç ettirildiği, köylerin insansızlaştırıldığı, bu süreçte güvenlik güçleri içerisinde hukuk dışı örgütlenmelere gidildiği, birçok itirafçının operasyonlarda kullanıldığı biliniyor. Söz konusu örgütlenmelerden olan ve resmiyette hiçbir zaman varlığı kabul edilmeyen JİTEM isimli örgütün, Kürt bölgelerindeki yargısız infazlar, faili meçhul cinayetler ve hukuk dışı operasyonlar yürüttüğüne ilişkin iddialara çok önemli bir kanıt eklenmiştir. Daha önce JİTEM adına çalışan Abdulkadir Aygan ve benzeri itirafçıların verdiği bilgiler çok sarih kanıtlar sunduğu halde bu örgütün üzerine gitmeyenler bu suçun ortakları olmuşlardır.
Şemdinli Halkının Cesur Tutumu Hükümete Örnek Olmalıdır
Halkın müdahalesiyle yakalanan saldırganların üzerlerinde ve kullandıkları araçlarda devlet adına hareket ettiklerini belgeleyen kimlikler, silahlar ve belgeler bulunmuştur. Ardından olay yerinde inceleme yapan savcı ve vatandaşlar yine bir asker tarafından açılan ateşle yaralanmış ve bir kişi de hayatını kaybetmiştir. Halk tarafından yakalanıp emniyete teslim edilen üç saldırgandan sadece biri tutuklanmış, diğer ikisi serbest bırakılmıştır.
Eğer hükümet halka verdiği “adalet”i tesis etme ve özgürlükleri genişletme sözünde samimi ise, bu ülkede karanlık ve kirli bir atmosferin yeniden yaygınlaşmasını ve devam etmesini istemiyorsa, sorunun üzerine gitmek, derin güç odaklarıyla ve bunların arkasındaki oligarşiyle hesaplaşmak mecburiyetinde olduğunu idrak etmelidir.
Şemdinli’de halk, saldırganları elleriyle yakalayıp yetkililere teslim ederek ve can pahasına ortaya koyduğu çabayla delillerin karartılmasına engel olmuştur. Gerçekten takdire şayan bir cesaret ve irade sergileyerek çetelerin ortaya çıkarılmasına önemli katkılarda bulunmuştur. Aynı irade hükümet tarafından da ortaya konulmalı, ısrarla ve tavizsiz bir biçimde olayın ve sorumluların üzerine gidilmelidir. Sorumlular ne pahasına olursa olsun ortaya çıkarılmalı; bürokratik oligarşik işleyiş kışlaların, garnizonların ardına da sığınsa hesaba çekilmeli ve bir daha hortlamamak üzere tasfiye edilmelidir. Bu yapılmadığı taktirde, daha önce YÖK, katsayı, başörtüsü vb. konularda yaşanan zelil, ikircikli ve kararsız tutum tekrarlanmış olacaktır. Sonuçta hükümet oligarşiye ve çeteci işleyişe bir daha teslim olmuş ve onunla suç ortaklığını kabullenmiş sayılacaktır.
Bütün Dünyada İllegal Derin Yapılar Tavsiye Edilirken, Türkiye’de Susurluk Örtbas Edildi
Dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan toplumdan yükselen tepkilere duyarsız kalırken, Susurluk iddialarını “faso fiso” diye geçiştirmişti. Koalisyonun diğer ortağı Tansu Çiller ise “Kurşun atan da, bu uğurda ölen de şereflidir” diye konuşarak bir bakıma Susurluk’a adı karışanlara örtülü destek vermişti. Bu sebeple, Susurluk ve askeri ilişkileri üzerine gidilmemiş, olay büyümeden örtbas edilmişti.
“Yargıtay’ın Susurluk Çetesi davasına ilişkin gerekçeli kararı”nda; “Terörle mücadele adı altında da olsa, bir hukuk dışı örgütlenmeyle, devletin meşru güçleri gibi güç kullanarak yürürlükteki yasalar yerine, kendi güç ve kuralları ile sözde yasalar oluşturmak, devleti hukuk devleti olmaktan çıkarır… Gelişmeler olayın derinliğine, devlet içini de kapsayacak şekilde çok yönlü araştırılmasını gerekli kılmıştır. Bu bağlamda yapılan soruşturmalar, ulaşılan bilgi ve belgeler, olayın arkasındaki bilgilerin çözülmesinin güç, karmaşık ve duyarlı makamları ve görevlileri de kapsayacak ölçüde olduğunu ortaya çıkarmıştır. Mahkumiyet verilen sanıklar dışındaki kimi görevliler ile bunlara yardım edenlerin yargı önüne çıkarılmaları görevi, devletin yetkili organlarınındır…” İşte bu sebeple, Susurluk bir sistem sorunu olarak yaşamaya devam ediyor. Yargıtay Başkanı’nı bir inşaat müteahhidi yoluyla MİT Operasyon Başkan Yardımcısı’na, oradan da Çakıcı’ya bağlayan derin devlet hattı da bir şekilde örtbas edilmedi mi? Korkut Eken bu suçlardan mahkum olduğunda üç general çıkıp şöyle demişti: “Korkut Eken bir kahramandır, her şeyi bizim bilgimiz dahilinde yaptı…” Eken, İsrail’in Hospro firmasınca hibe edilen Uzi marka suikast silahlarını, Mehmet Ağar’ın emriyle Çatlı’ya verdim diyor. Çatlı’nın görevinin rapor yazmakla sınırlı olmadığını itiraf ediyor. Ağar ise, bu emri verdiğini kabul ediyor, ancak bu iş devlet sırrı kapsamında olduğu için yargıya bilgi veremeyeceğini söylüyordu… Bu, “Susurluk’un arkasındaki “yüzlerce pislik”ten sadece bir örnektir… tüm bu itirafların bile üzerine gidilmemiş/gidilememiştir. Devletin bizzat kendi raporlarında itiraf edildiği gibi, “Susurluk istenmeyen unsurları bertaraf etmek için yasaların ve yasallığın ötesine taşma politikasının, bu çerçevede sistemleşmiş, devletleşmiş gayri meşru ilişkiler ve eylemler şebekesinin kanlı öyküsüdür.” Hatırlayın, Susurluk davasında hüküm veren mahkeme heyeti ne diyordu raporunda: “Silahlı teşekkülün ancak bir bölümü yargılanmıştır; devletin koruma kalkanı bazılarını korumakta ve bu hukukun üstünlüğü ilkesine zarar vermektedir, bu çerçevede yasa dışı uygulamalar, keyfilik vardır. Suç işleyen yüksek bürokrat ve siyasetçiler de yargı önüne çıkarılmalıdır. Ama bunu engellemek için siyasi ve yasal düzenleme ve manevralar yapılmaktadır…”1 Korucubaşı, aşiret lideri Sedat Bucak’ın marifetlerinin de tam olarak aydınlatılamadığını biliyoruz. Bucak’ın mahkemeye, “içinde önemli belgelerin bulunduğu” uyarısıyla verdiği evrak çantası çok tartışıldı. Çünkü iddiaya göre çantada, Bucak’ın özellikle de üst düzey generallerle bağlantılarını gösteren fotoğraflar bulunuyordu. Ne bu fotoğraflardan ses seda çıktı ne de devlet içindeki sorumlu makamlardan, “Nedir bu fotoğraf meselesi hele bir bakalım” diyen biri çıkabildi. Çıkması da mümkün değildi. Çünkü bu fotoğraflar o zaman ortaya çıkabilseydi, muhtemelen o tarihlerden bugünlere devlet içindeki birçok birimin terörle mücadele bahanesiyle cinayet suçuyla aranan katilleri nasıl olup da tetikçi olarak kullandığını, Bucak’a olağanüstü yetkiler, bol silah ve para vererek onun devlet içinde devletmiş gibi bir konuma nasıl getirildiğini ve bu yapı içinde yüksek rütbeli subaylarla, üst düzey emniyetçilerin ve devletin tepesindeki zevatın nasıl bir işbirliği içinde oldukları belki ortaya çıkarılabilirdi. Ama bütün bunlar, devlet sırrı bahanesinin arkasına gizlenilerek ve çok üst rütbelere diş geçirilemediği için gerçekleştirilememiştir. Sonuçta, Susurluk ve Yüksekova çeteleşmelerinin arka planı aydınlatılamamıştır.
Jandarma İstihbarat Astsubayı Hüseyin Oğuz’un 18 Şubat 1997’de TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu’na verdiği ifade Komisyon Raporu’nda şöyle yer alıyor: “Diyarbakır’daki sistemi bildiğini, buna göre bir kişinin bu şekilde öldürülmesi için Kürt kökenli ve PKK’ya hafif bir sempatisinin olmasının yeterli olduğu, kendini devlet yanlısı tanıtan birinin ‘Falan PKK yanlısıdır’ gibi bir ihbarı üzerine adamın özel harekatçı kıyafetiyle evinden alındığını ve 2-3 kişilik infaz ekibi (tetik timi) tarafından infaz yapıldığını, buna istihbarat biriminin karar verdiğini… İnfaz timlerinin üç kişiden oluştuğunu, çoğunlukla silahsız, korumasız insanlara yönelik olduğunu, bu insanların evlerinden alınarak infaz edildiğini kaydediyor.” Oğuz, “Akşam istihbarat örgütleri bize liste verirdi, sabahleyin de tetikçiler bu listedekileri gider vururlardı.” diyor. Oğuz ifadesinde tetikçi olarak kullanılan Alaattin Kanat ve Kahraman Bilgiç gibi itirafçıları örnek gösteriyor. İtirafçılar, daha çok, Pişmanlık Yasası’ndan istifade etmek için teslim olan PKK’lıları yargıya teslim etmeyerek oluşturulmuş. Kendilerine korucu veya asker kimliği temin edilmiş. Böylece, gayr-i hukuki eylemlerde kullanılmışlar. 1999’a kadar bu şekilde ne kadar cinayet işlendiği bilinmiyor. Bölgede halen aydınlatılamayan 1500’den fazla faili meçhul cinayet var. Nitekim, Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı da, 29 Mart 2005’te PKK itirafçısı Abdülkadir Aygan’ın iddialarına dayanarak, JİTEM olarak bilinen ve bütün bu ‘kirli savaş’ eylemlerini gerçekleştirmekle suçlanan ‘Jandarma İstihbarat Teşkilatı’ hakkında dava açtı. Savcılık JİTEM için, “Sözde devlet adına ancak yasadışı yollarla birçok adam öldürme, adam kaldırma ve terör örgütü PKK yandaşı olduğuna inandıkları veya öyle sandıkları kişiler aleyhine ve kendi çıkarlarına gasp eylemleri yapan çete” tanımlaması yapıyor. Savcı Mithat Özcan’ın açtığı ve 8 kişi hakkında tutuklama istediği ‘faili meçhuller’ davası, söz konusu isimlerin eski askeri personel oldukları gerekçesiyle 2 No’lu Ağır Ceza Mahkemesi’nden alınarak, askeri mahkemeye devr edildi. Tutuklama kararları da reddedildi.2
Faili meçhul cinayetler, uyuşturucu kaçakçılığı, köy yakmalarla birlikte telaffuz edilen itirafçı kelimesi “Yüksekova Çetesi”nde de ortaya çıkmıştı. Olaydaki kilit isim PKK itirafçısı Kahraman Bilgiç’ti. 26 Eylül 1996’da Hakkâri Özel Hareket Şubesi Müdürlüğü’nde görevli 4 polis ve 6 köy korucusunun Yüksekova ilçesinde çete faaliyetleri yürüttükleri gerekçesiyle gözaltına alınmalarıyla olay patlak vermişti. Şahıslar, çete kurmak, belediyeye ait araçla uyuşturucu kaçakçılığı yapmak, Yüksekovalı işadamı Necip Baskın’ı fidye amacıyla kaçırmak ve birden fazla kişiyi öldürmeye teşebbüs suçlarından yargılandılar. Kahraman Bilgiç’in ifadesini alan dönemin Diyarbakır DGM Başsavcısı Nihat Çakır’ın çete hakkında verdiği ve basına yansıyan açıklamasında Bilgiç’in ifadesiyle ilgili olarak; “Bu kişinin anlattıkları yanında Susurluk ne ki; Türkiye’nin Güneydoğu politikası bile değişebilir.” diyordu. Ancak Güneydoğu’daki politikanın pek fazla değişmediği daha sonra yaşanacak olaylarda ortaya çıkacaktı.3
İspanya’da Bask bölgesinin özgürlüğü için şiddet eylemlerine başvuran ETA’ya karşı da GAL isimli JİTEM benzeri bir örgütlenme ortaya çıkarılmıştı. GAL (Anti-terörist Özgürlük Grubu) 1996’da ortaya çıkarıldı ve 14 kurucu ve yöneticisi ağır cezalara çarptırıldı. Benzer bir yapılanma Kuzey İrlanda’da IRA’ya karşı da gerçekleştirildi. Katolik İrlandalıların kurduğu IRA’ya karşı, Protestan İrlandalılar UVF’yi 1966’da yeniden canlandırdı. UVF (Ulster Gönüllüler Cephesi) IRA yanlılarına karşı silahlı eylemlere yöneldi. Birçok Batı ülkesinde de (Belçika, Hollanda, İtalya, Fransa, Almanya, İsviçre vb.), bu tür yapılanmalar daha çok NATO çerçevesinde oluşturulmuş ve bilahare de büyük cezalara çarptırılarak tasfiye edilmişlerdir. Türkiye’deki illegalite ise devletin kuruluş zihniyetinden kaynaklanmakta olup ruhuna sinmiştir. Sökülüp atılması, normal süreçlerle mümkün değildir. Ancak tüm devlet yapılanmasının lağvedilip, adalet ve hukuk temelinde yeniden kurgulanmasıyla bu beladan kurtulmak mümkün olabilir. Bunun için de, resmi ideoloji kıskacındaki eğitim sisteminde beyinleri yıkanıp şartlandırılmış insanların, fıtri erdemler, insanlık onuru ve vahye dayalı evrensel ölçülerle rehabilite edilmeleri de şarttır. Yoksa yeniden nüksedebilecek potansiyel, toplum bünyesindeki varlığını ve tehdit olmayı sürdürecek, fırsatını bulduğunda yeniden harekete geçebilecektir.
Şemdinli’deki Gidişat, Olayın Her Zamanki Gibi Örtbas Edileceğine Dair Kuşkuları Arttırmaktadır
Şemdinli’de son iki buçuk aydır tam 17 bombalı saldırının gerçekleştiği biliniyor. Son olayın zanlısı olarak yakalanan Astsubayla ilgili olarak Nazlı Ilıcak’a bölgede görev yapmış bir binbaşıdan gelen mektup, Kara Kuvvetleri Komutanının kefil olduğu Mutkili Ali Kaya’nın gerçek yüzünü ortaya koyuyor. “Bir ana caddesi ve bir giriş çıkışı olan, jandarmanın her geçişte arabaları bazen koltuklarını sökene kadar kontrol ettiği ve halkın didik arandığı küçük bir ilçede, yaklaşık 200 kilo patlayıcıyı, bir resmi görevliden başka kim, jandarma binasının da bulunduğu meydan yerine taşıyıp patlatabilir? Umut Kitabevi saldırısı öncesi içlerinde güvenlik güçleri de bulunan 23 kişinin yaralandığı, ilçenin savaş alanına döndüğü kasım başında yaşanan bombalama olayı işte budur. Bombanın, Jandarma İlçe Komutanlığı’nın yirmi metre yakınında patlatılmasıyla, asker halka karşı kışkırtılmış ve başarılı da olunmuştur. Birçok subay ve astsubay kendisini intikama adamıştır. Kendilerini vatana ve şehitlerin kanlarını yerde bırakmamaya adayan bu askerler, ne yazık ki hangi kirli oyunun parçası olduklarının farkında değil.” Mektubun sahibi, Hakkari Jandarma İl Komutanı Erhan Kubat tarafından görevlendirilen astsubay Ali Kaya hakkında da bazı bilgiler veriyor: “Nam-ı diğer Mutkili Ali ismini bu bölgede bilmeyen yoktur. Ali Kaya’yı çözen Şemdinli’yi ve Hakkâri merkezli bütün provoke eylemlerini de çözmüş demektir. Mutkili Ali, bir astsubay olmakla birlikte, bölgedeki neredeyse bütün subaylardan daha itibarlıdır. Hakkari Jandarma İl Komutanı Erhan Kubat’la doğrudan doğruya sıkı temas halindedir. Kubat ise, Jandarma Asayiş Bölge Komutanı Selâhattin Uğurlu’ya, rütbe ilişkilerinin ötesinde büyük bir sevgi ile bağlıdır. Kaya’nın olay günü arabada kaybolan ve bazı sayfalarının fotokopisi elden ele dolaşan ajandasındaki talimatlarda, eylem yerleri ve eylem sonrası gelişmeler hakkında bilgilerin yanı sıra, gelişmelerin üstlere düzenli olarak bildirilmesi notu da dikkat çekiyor.”4 JİTEM’ci Abdülkadir Aygan da, Kaya’nın çocukluğunda 5 PKK’lıyı ihbar ederek ölümüne yol açmasının ardından astsubay okuluna alındığını belirterek, şok iddialarda bulundu. Kaya’nın JİTEM içinde sorgucu, istihbaratçı ve tercüman olarak çalıştığını, Şemdinli’de en önemli zanlı olduğu halde tutuklanmayan Ali Kaya’nın yıllardır JİTEM’de ölüm listeleri hazırladığını belirtti.
Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Fevzi Türkeri, daha olay günü, “Bu lokal bir olay” demiştir. Acaba General Türkeri daha soruşturma sonuçlanmadan olayın yerel, yani merkezle, Ankara ile bağlantılı olmadığından nasıl bu kadar emin görünmektedir. Türkeri’nin, şüphelilerin jandarmaya bağlı olmasına karşılık, konunun Kara Kuvvetleri’ni ilgilendirdiğini söylemesi de garip bir durumdur. Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt ise, “Gazetelerde resmini gördüğüm astsubay, “Çevik operasyonu”nda yanımda çalıştı. Çok iyi bir astsubaydır. Suç işleyecek biri olduğunu sanmıyorum, ama soruşturmada meydana çıkar” şeklinde açıklama yapmıştır. Bu tür açıklamaların, doğrudan doğruya kolluk kuvvetlerine de yargıya da müdahale anlamına geleceğini herkes gibi açıklamaları yapanlar da bilir.
Olayın ortaya çıktığı andan itibaren, Jandarma Genel Komutan’ın ve Kara Kuvvetleri Komutanının, yargıyı ve soruşturmayı yapanları yönlendirici ve etki altına alıcı bu müdahaleleri ibret verici ve düşündürücüdür. Bu tutumu sergileyen komutanlar istifa etmedikçe ya da görevden uzaklaştırılmadıkça, soruşturmanın selameti ve bağımsızlığı nasıl sağlanacaktır? Üstelik polis bölgesinde meydana gelmiş olan olayla ilgili soruşturmayı zanlı konumundaki Jandarma personelinin sürdürüyor olması, ayrıca ülkemizde yargıç ve savcıların askerin yönlendirmesine ne kadar açık oldukları gerçeği de dikkate alındığında umutsuzluğa kapılmamak mümkün değildir.
Basında yer alan dikkat çekici tespitlere göre: “Yakalanan araba, Jandarma’ya kayıtlıydı ve JİT (Jandarma İstihbarat Teşkilatı) timleri tarafından kullanılıyordu. Yakalanıp polise teslim edilen kişiler de; bir subay, bir astsubay ve bir uzman çavuştan oluşan JİT’in sivil ekibiydi. Keşif yapılan arabada; üç Kalaşnikof tüfekle bunlara ait 11 şarjör ve çok sayıda mermi, MKE yapısı iki adet el bombası, bombalı saldırıya uğrayan kitapevinin adının yazılı olduğu ve üzerinin kırmızı kalemle çizildiği bir isim listesi, bir jandarma başçavuşuna ait görev kartı, Şemdinli ve Hakkari’nin haritaları ile çok sayıda ev ve işyerinin krokisi de bulundu. Tüm bu bilgi ve gelişmeler; Susurluk Çetesi’nin yeni bir versiyonuyla karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. Ancak olayın hemen akabinde, CNN Türk’te canlı yayına katılan Hakkari Valisi Erdoğan Gürbüz, “Güvenlik güçlerinin bu işle ilişkisinin olması mümkün değil. Böyle bir şey olabilir mi?” diyebildi. Olayda zanlı konumda olan Jandarma’nın, ilçe merkezinde araştırmayı üstlenmesi ve araçtaki delillerin Jandarma Bölge Kriminal Laboratuar’ında incelenecek olması da soruşturmanın tarafsızlığına gölge düşürüyor. Daha dikkat çekici olan, olay mahalli Jandarma’nın görev ve sorumluluk alanında değil. İlçe merkezi olduğu için, soruşturma ve adli incelemeleri asıl emniyetin yapması gerekiyordu.”
Üstelik sanık durumundaki askeri personelin avukatlığını üstlenen hukukçu emekli yarbay Mehmet Göçmen, “Hakkari Jandarma Komutanı ile yardımcısı beni aradı. Bu olayın avukatlığını üstlenmemi istediler. Ben de kabul ettim” açıklamasında bulunmuştur. Göçmen’in, “Beni aradıklarında sanıkların gözaltı süresi bitmek üzereydi. Kara yoluyla yetişemeyeceğimi söyledim. Bunun üzerine bölgeye giden iki Mülkiye Müfettişi ile birlikte askeri helikopter ile bizi aldılar” diyerek ortaya koyduğu manzara düşündürücüdür. Sanık durumundaki askerlere avukat temini işiyle doğrudan Hakkari Jandarma Komutanının ilgileniyor olması ve temin edilen bu avukatın askeri helikopterle bölgeye getirilmesi, gerçekten çok cüretkâr ve rahat davranıldığını, çete zanlıları için devlet imkânlarının seferber edildiğini ortaya koymaktadır.
Bu tespitler, soruşturmayı yürüten askeri yetkililerle sanıkların ne kadar bütünleştiklerini göstermektedir. Sivil hükümetin tahkikat için görevlendirdiği Mülkiye Müfettişleri ile sanık avukatının aynı askeri helikopterle götürülmesi ise, aslında bunların da aynı tarafta olduklarına dair zanları güçlendirmektedir. Hükümet tüm bunlara müsaade ederek, olayın kapatılmasına, örtbas edilmesine ya da lokal olarak gösterilip, tıpkı Susurlukta olduğu gibi birkaç kurban üzerine yıkılmasına yönelik bir sonuç için gerekli ve elverişli tüm zemininin hazırlanmasına daha baştan rıza göstermiş olmaktadır. Böyle olunca da, olayın mutlaka açığa çıkarılacağına dair siyasi açıklamaların hiçbir anlamı kalmamaktadır. Bu duruma göz yummak, hükümet açısından, altından asla kalkamayacağı ve kendi sonunu da getirebilecek derecede büyük bir sorumluluğu omuzlamak anlamına gelmektedir. Ayrıca, oligarşinin, derin güçlerin hükümet içindeki temsilcileri oldukları iddia edilen ve söylem, uygulama ve ilişkileriyle de bu iddialara haklılık kazandıran “Adalet” ve İçişleri Bakanlarının bu süreçte görev başında olmaları da, bu konunun açıklığa kavuşturulmasının önündeki bir başka önemli engeli oluşturmaktadır. İktidar ve çıkar hesaplarıyla Susurluğun üstüne gitmeyenlerin, sonuçta hem iktidarlarını, hem de onurlarını ve halkın güvenini kaybettikleri unutulmamalıdır. AKP hükümeti bundan ders almalı ve oligarşiye teslim olmamalıdır. Ucu paşalara da dayansa mutlaka bu konuyu açıklığa kavuşturmalı, tüm sorumlulardan hesap sormalıdır.
Çürümüş Yapı Lağvedilip, Köklü Bir Dönüşümle Adalet Sistemi İnşa Edilmeden Hiçbir Sorun Çözülemez
Genelde Avrupa’nın faşist döneminin, özelde ise Fransa laik diktatörlüğünün kötü taklitçisi olan Türkiye ulus devlet yapılanması, tıpkı Fransa’daki gibi çürük temeller üzerine bina edilmiş olup, bugün artık tefessüh etmiş, kokuşmuş bir haldedir. İşte tüm sorunlara kaynaklık eden, oligarşinin tahakkümündeki bu çürümüş, kokuşmuş yapı bütün kurumlarıyla lağvedilip, adalet, hak ve hukuk temelinde yeni bir yapılanmaya gidilmedikçe hiçbir sorun adil bir çözüme kavuşturulamaz. Resmi ideolojinin beyin yıkamasıyla pozitivist eğitim sisteminde kirletilerek fıtratı bozulmuş ve iyice laçkalaştırılmış insan unsuru da, fıtri ve vahyi değerlerin, insani erdemlerin belirleyiciliğinde, adalet ve hak eksenli bir eğitimle rehabilite edilmeden gerçek bir barış ve huzura kavuşmak mümkün olamayacaktır. Zulme, adaletsizliğe ve halkına tahakküme dayalı mevcut yapıyı, adalet eksenli köklü bir inkılapla, adaleti ve halkına hizmetkarlığı esas alacak biçimde dönüştürmeden hayırlı sonuçlara ulaşılamayacaktır. Mevcut yapıyı, halkının dinine, İslami ve kavmi kimliğine saygılı, hukuku ve insan onurunu yücelten bir dönüşüme uğratmadan sorunları adil bir biçimde çözmek mümkün olmayacaktır.
Fransa bu dönüşümü yapmayıp, vatandaşlarının bir kısmını ötekileştirmeyi, ezmeyi, dışlamayı, sefalete mahkum etmeyi sürdürdüğü için, bugün mazlum kesimlerin isyanıyla bedelini ödemektedir. Neden bu çarpıcı gerçek, ferasetle Fransa’daki gibi olaylar yaşanmadan fark edilmez? Neden halkı patlayacak noktaya getirmeden, adaleti tesis edecek köklü dönüşümler kendiliğinden gerçekleştirilmez? İlla tarihin tekerrür etmesi mi beklenmektedir? Yoksa daha fazla acılar, ıstıraplar yaşanması birilerinin sadizmini mi okşamaktadır? Yüzyıllarca olduğu gibi, bölge halklarının birbirinin kimliğini, farklılıklarını doğal karşılayıp, hoşgörüyle yaklaştığı, birbiriyle iyi arkadaşlıklar ve iyi komşuluklar tesis ettiği, barış ve adalet zemininin yeniden oluşmasından rahatsız olanlar, çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen, emperyalist işbirlikçisi halk düşmanlarıdır. Bunlar, kendilerine rant ve iktidar sağlayan statükonun devamı için, gerektiğinde halkı birbirine kırdırmaktan bile çekinmeyeceklerini, yıllardır açıkça ortaya koymuşlardır.
Bu ülkeyi ve halklarını gerçekten seven, insanlık onuruna saygı duyan tüm erdemli insanlara düşen en büyük sorumluluk, işte çıkarları uğruna yapmayacakları kötülük olmayanların hakimiyetindeki zulme dayalı mevcut yapıyı adalet eksenli köklü bir inkılapla dönüştürmektir. Bu büyük sorumluluk için tüm erdemli insanlar hemen harekete geçmelidirler. Çünkü yarın çok geç olabilir. Ve herkesin kaybedeceği ortamları hazırlamaya teşne çeteler provokasyonlarla önü alınamayacak kötülüklere sebep olabilirler. Bir yandan halkımız bu tür provokasyonlara karşı uyanık tutulup, emperyalistlerin ve yerli despot işbirlikçilerinin oyunları bozulmaya çalışılmalı, diğer taraftan da, toplumun ve sistemin adalet ve hak eksenli dönüşümüne yönelik köklü çalışmalar, projeler gündemleştirilmelidir.
Onurlu Direnişimizi, Tevhid, Adalet, Özgürlük Mücadelemizi Israrla Sürdürmeliyiz
Biz Müslümanlar, zayıfların, ezilenlerin, mazlumların, hakkın ve adaletin yanında yer alarak, zulme, zalime, adaletsizliğe itiraz etmeliyiz. Tevhid, adalet, insani erdemler ve özgürlükler adına, zalim oligarşinin yüzüne hakkı haykırmaktan onur duymalıyız. İslami kimliğimize ve değerlerimize yönelik savaşa, yapılan bunca zulme, ülke halklarını birbirine kırdırma politikalarına ve emperyalizmle işbirliğine karşı asla suskun kalmayacağımızı ortaya koymalıyız.
Egemen oligarşinin, tıpkı Fransa’daki gibi isyan etmeyi ve şiddete başvurmayı teşvik eden, hatta bunu çeteleriyle provoke eden zalimce tutumuna, kışkırtıcı, tahrik edici yöntemine rağmen, bizler bu oyuna gelmemeliyiz. Bu ülkenin zulme uğrayan insanları, Müslümanları olarak, ısrarla merhameti ve adaleti temsil etmeye ve zulmedenler de dahil olmak üzere tüm insanların kurtuluşuna vesile olacak mesajı topluma taşımaya ısrarla devam etmeliyiz. Çünkü biz onlar gibi dünyanın hırsları, çıkarları, tahakkümleri adına insanları kolayca katledebilen bir azgınlığı değil, tam tersine sadece Allah’ın rızası ve ahiretin güzelliği adına, tüm insanları Kur’an’da diriltmeyi, cennete daveti, adaleti ve merhameti temsil ediyoruz.
İşte bu sebeple, zalimlerin hak ettiği dilden değil, tüm toplumun huzurunu, gerçek anlamda barışı ve adaleti amaçlayan, hikmeti, merhameti şiddete tercih eden bir dille konuşmayı sürdürmeliyiz. Her şeye rağmen, toplumu vahyin ölçüleriyle değiştirmeye yönelik daveti ve eğitimi esas alan Peygamberi yöntemin, inşa edici, arındırıcı, onur kazandırıcı dilinden konuşmada ısrar etmeliyiz.. Tabii ki bu tercihimiz, her türlü zulme zillet içinde rıza göstereceğimiz anlamına da gelmemelidir. Tüm zulümlere karşı onurlu itirazımızı yükseltmeye devam etmeliyiz. Özgürlüklerimiz için direnişimizi, derinlik, nitelik kazandırarak yaygınlaştırmalıyız. Bu onurlu direnişimizi, ülkemizin tüm meydanlarına, haktan yana zulme karşı haykırışlarımızı hakim kılarak sürdürmeliyiz.
Tıpkı tarihte olduğu gibi, Kürtlerin ve Türklerin İslami kardeşlik hukuku içinde bir arada, barış içinde ve özgürce yaşayabilecekleri adalet sisteminin oluşması için çalışmalarımızı etkinleştirerek sürdürmeliyiz. Tüm kavmi kimliklerin ve dillerin Allah’ın ayetleri oldukları bilinciyle, eşdeğer, saygıdeğer oldukları ve aynı haklara, özgürlüklere sahip bulundukları, eşit ve gönüllü katılıma ve yerinden yönetime fırsat veren adalet ve özgürlük zemininin oluşması için çalışmalıyız.
İnanıyoruz ki, biz üzerimize düşeni yapıp Allah’ın yardımına müstahak olunca, Allah’ın izniyle zalimlerin tüm zulüm ve kötülükleri, tarihin utanç sayfalarına atılarak ortadan kalkacaktır. Bizim hak, adalet ve özgürlük direnişimiz, insanları adalet ve barış ortamında özgürce yaşatmaya yönelik İslami ve insani mücadelemiz ise, gelecek nesillere örneklik teşkil edecek şekilde tarihin onur sayfalarında yer alacaktır.
Dipnotlar:
1- Ali Bayramoğlu, abayramoglu@yenisafak.com.tr
2- Erhan Başyurt, Aksiyon dergisi, 22 Kasım 2005.
3- Haşim Söylemez, Aksiyon dergisi, 22 Kasım 2005.
4- Nazlı Ilıcak, Bugün gazetesi, 19 Kasım 2005.