Yazıyı dinlemek için tıklayın |
Bismillahirrahmanirrahim
Bozulma ve menfi manada dönüşümün yaşanmaması ve her şartta istikametin korunması için yapılması gerekenler, Kur’an’da gösterilmiş ve Rasûlün önderliğindeki ilk örnek nesil tarafından da pratize edilmiş bulunmaktadır. Arınmak, korunmak ve sırat-ı müstakim üzere bir hayatı yaşamak için, Allah’a, Rasûlüne ve indirdiği Kitaba imanın ve teslimiyetin gereği olarak, hayatın (kamusal-özel, bireysel-toplumsal) hiçbir alanında, hiçbir zaman ve hiçbir sebeple Allah unutulmayacak ve Allah yokmuş gibi davranılmayacaktır. Aksi takdirde, hayatında Allah’ın zikrini hâkim kılmayan insan, Rabbine ve kendisine yabancılaşıp şeytanın yoluna girmekte, hayatını hevasının ve şeytanın arzularına göre düzenleyerek yozlaşmaya, savrulma ve dönüşüm sürecini yaşamaya başlamaktadır. Üstelik zamanla kanıksanarak ilerleyen bu taviz ve yozlaşma sürecindeki büyük dönüşümünü fark bile edemeyip hâlâ kendisini Hak yolda zannedebilmektedir.
Rabbine ve Kendisine Yabancılaşan İnsan, “Fesad Çıkardığı” Hâlde “Islah Edici” Olduğunu İddia Eder
Hangi şartlar ve maslahatlar söz konusu olursa olsun, hiçbir hayat alanında Allah’ın zikrinden yüz çevrilmeyecek (Enbiya, 21/42), Kur’an devre dışı bırakılmayacaktır. Aksi takdirde, fıtratla vahyin arası kesildiği ve Allah’tan gelen bu iki şeyin dünyada buluşup bütünleşmesi engellendiğinde, yani insan ister hayatın tamamında isterse bir kısmında Allah’ı unuttuğunda ve vahiyden yüz çevirdiğinde Allah da bu kişilere bizzat kendilerini unutturunca, insanın fıtratına ve Rabbine yabancılaşması başlamaktadır. Bu yabancılaşma süreci sonunda, arzda fesad çıkaracak (Bakara, 2/27), kendine ve Rabbine yabancılaşmış günahkâr beşer tipi ortaya çıkmaktadır.
Rabbimiz Haşir Suresi 19. âyette, “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar fasık kimselerin ta kendileridir.” buyurmuştur. İman iddiasına rağmen hayatın tümünde ya da herhangi bir alanında sürekli biçimde Allah yokmuş gibi davranılıyor, Allah’ın hükümleri sürekli biçimde hayat dışına itilip hevaya ya da tağutlara tâbi olunuyorsa, bu tutum “Allah’ın zikrinden yüz çevirmek”, “Allah’ı unutmak”, “hesabı ve âhireti” ciddiye almamak demektir. İşte bu âyette, Müslüman olduklarını ve iman ettiklerini iddia etmelerine rağmen böyle bir tercihte bulunarak hayatın tamamında ya da bir kısmında Allah’ı unutanlara, Allah’ın da kendilerini unutturacağı bildirildikten sonra, bunların müslim değil “fasık kimseler” olduğu ifade ediliyor.
Hayatın bazı alanlarında Allah’ı unutarak, bu alanları Allah’ın hükümlerinden soyutlayanlara, Kur’an’dan yüz çevirenlere, hevalarını, arzularını belirleyici kılıp “Allah’ın zikrini görmezlikten gelenlere, bir şeytan musallat edileceği ve bu şeytanlar onları yoldan çıkardıkları halde, onların kendilerinin doğru yolda olduklarını zannedecekleri” bildiriliyor. Allah’ın zikrini/Kur’an’ı umursamayan (görmezlikten gelen) kimseye bir şeytanı musallat ederiz de onun yakın bir dostu olur. – Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan çıkarırlar (saptırırlar) da onlar, kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.” (Zuhruf, 43/36-37). Ve bu sebeple de, Kur’an’da bunlara “arzda fesad çıkarmayın” dendiğinde, onların kendilerinin “ıslah ediciler olduklarını” iddia edecekleri, ancak “asıl fesatçıların bunlar oluğu, ancak bunun şuurunda olmadıkları” bildirilmektedir. “Bunlara, ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın’ denildiğinde, “Biz ancak ıslah edicileriz!’ derler. Bilin ki; gerçekten, asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda değildirler.” (Bakara, 2/11-12). Görüldüğü üzere, Allah’ın zikrini hayata hâkim kılmak yerine, Allah’ı unutarak hevalarına ya da şeytana ve tağutlara uyanlar, zamanla bu istikamette inanmaya ve artık tercih ettikleri bu bâtıl yolun doğru yol olduğunu, yeryüzünde fesad çıkardıkları hâlde kendilerinin “ıslah ediciler” olduklarını zannetmekte ve ısrarla bu iddiada bulunmaktadırlar.
Bâtıl Yollara Yönelenlere Tercihleri Süslü Gösterildiği İçin, Kötü Amellerini Güzel, Batıl Yolu “Doğru Yol” Zannederler
En’am Suresi 153. âyette “o yollara gitmeyin sizi Hak yoldan-sıratı müstakımden saptırır” denilen bâtıl yollara sapanların, tercih ettikleri o yolda bırakılacakları Nisa Suresi 115. ayette bildiriliyor: “Kim, kendisine hidayet (doğru yol) besbelli olduktan sonra Rasûle karşı çıkar, mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir.” Bu âyette, müslim olan bir kişi, imanından sonra Allah’a ve Rasûlüne itaat konusundan zaaf yaşayarak mü’minlerin yolundan, Hak yoldan başka yollara uyarsa, o kişinin tercih ettiği o bâtıl yolda bırakılıp cehenneme sokulacağı ifade edilmektedir. İşte yozlaşma ve dönüşüm süreci, Allah ve Rasûlü’nün gitmeyin uyarılarına rağmen tercih edilen bâtıl yollarda ısrar sonucunda yaşanmaktadır. Sonuçta, zamanla kanıksanıp içselleştirilen bu yollara uyumlu olan Hak ile bâtıl karışımı bir inanca da sürüklenilmektedir. Bu tür insanlar, mü’minlerin yolundan ayrılarak yöneldikleri ve Rabbimizce de tercih edip ısrar ettikleri o yolda bırakıldıkları için zamanla bu bâtıl yolun “doğru yol” olduğuna inanır hâle gelmektedirler.
Peki tercih ettikleri yanlış yolda bırakılmaları nasıl olmaktadır? Rabbimiz Kur’an’da, her ümmete/topluma, haddini aşıp azgınlık edenlere kendi tercihlerinin ve yaptıklarının süslü/güzel gösterildiğini bildirmektedir: Bu bağlamda mesela En’am Suresi 108. âyette; “Böylece her ümmete yaptıklarını süslü gösterdik. Sonra dönüşleri ancak Rablerinedir. O, yapmakta olduklarını kendilerine bildirecektir.” Yunus Suresi 12. âyette de; “İşte o haddi aşanlara, yapmakta oldukları şeyler, böylece süslenmiş (hoş gösterilmiş)tir.” hükmü yer alır.
İşte hadlerini aşarak, “emrolundukları gibi dosdoğru olmak” ve “sırat-ı müstakimde sebat etmek” yerine mü’minlerin bu yolundan ayrılıp başka yollara uyanların, bu tercihleri süslü gösterilerek kanıksamaları ve bu yolda kalıcılaşarak, üstelik Fatır Suresi 8. âyette ifade edildiği üzere “Kötü ameli kendisine süslü gösterilip de onu güzel gören kimse” konumuna gelip bu kötü amellerinin güzel olduğunu ve yöneldikleri bâtıl yolun “doğru yol” olduğunu sanmaları, sonuçta cehenneme sürüklenmelerine yol açmaktadır.
İnsana Tercihi Kolaylaştırılmakta ve Dönüşüm Sürecinde Tercih Edip Israr Ettiği İstikamette Kolayca İlerlemektedir
Rabbimiz, Leyl Suresi 5-7. âyetlerde; “Onun için kim (elinde bulunandan) verir, Allah’a karşı gelmekten sakınır ve en güzel sözü (kelime-i tevhidi) tasdik ederse, biz ona en kolay olanı kolaylaştırırız (onu en kolay olana kolayca iletiriz, kolay olan için başarılı kılarız)” buyurmuştur. Elinde bulunandan Allah yolunda veren ve Allah’ın azabından korkup takvayı kuşanarak mülkün gerçek sahibinin idrakiyle O’nun koruması altına girip malla ve sahip olduklarıyla ilişkisini Allah’ın istediği biçimde ayarlayan ve malını sadece Allah’ı razı etmek amacıyla Allah’ın istediği alanlara harcayan mü’min şahsiyete işaret ediliyor. Bu şahsiyetin, en güzel söz olan “La İlâhe illallah Muhammedun Rasûlullah” kelimesini, îman ettiğini söylemesi yanında tasdik ederse, yani bu îmanını eyleme dönüştürüp amel haline getirirse (çünkü tasdik, îmanın eylemidir îmanın ispatıdır), Kur’an ve sünnet ışığında hayatını düzenlerse, işte eyleme dönüştürdüğü kelime-i tevhid gereğince malından Allah yolunda harcarsa, “onun için kolay olanın kolaylaştırılacağı” bildiriliyor. Rabbimiz, girdiği İslâm yolunu ona kolay getirecektir. Zaten İslam yolu, insanın fıtratına uygun olduğu için en kolay olan yoldur. Çünkü insanı da, gitmesini istediği bu yolu da yaratan Allah’tır. Onun için bu yol kolay yoldur, çünkü yolun da, insanın da sahibi olan Allah’ın razı olduğu yoldur. Bu sebeple, bu yol asla insana zor gelmez. Çünkü insanın fıtratı bu yola hazırlanmış ve bu yola uyumlu olarak düzenlenmiştir. İşte Rabbimiz, zaten aslı kolay olan bu yolu, Hakk’ı tercih edip yaşama gayreti içine giren kişiye, ayrıca ilave bir kolaylıkla kolaylaştıracağını beyan ediyor.
Rabbimiz, Leyl Suresi 8-10. âyetlerde ise;“Fakat, kim cimrilik eder, kendini Allah’a muhtaç görmez ve en güzel sözü (kelime-i tevhidi) yalanlarsa, biz de ona en zor olanı kolaylaştırırız (onu en zor olana kolayca iletiriz)” buyurmuştur. Yani öncekinin tamamen tersine kim de cimrilik yapar, Allah için vermekten korkar, müstağnî davranıp kendi kendine yeteceğine inanır, kendisini muhtaç görmezse ve hüsnâyı, tevhidi, dini, kitabı, sünneti, cenneti ve verene yarın Allah’ın bolca vereceği inancını, tercih ve davranışlarıyla yalanlarsa, Rabbimiz “ona da zoru kolaylaştıracağız” diyor. Allah onun için zoru kolaylaştıracak ve zor artık onun için kolay olacaktır. Bir Müslüman için çok zor olan, bir Müslümanın asla yapmayacağı, yapamayacağı çok zor şeyler artık bu kimse için kolay hâle gelecektir.
İslam’a aykırı davranmak, fıtrata uygun olan vahyin ölçülerine aykırı ameller yapmak, namaz kılmamak, yalan söylemek, alkol içmek, zina yapmak, faiz alıp vermek, hevaya uymak, tağutlara itaat edip destekçi olmak ve bunlara benzer daha birçok günahları işlemek fıtrî olarak çok zor olandır. Böyle olmakla beraber, bâtıl tercihlerle, vahye aykırı hayat tarzı ve amellerle günaha koşan, günahta ısrar eden kimseler için bu zor kolaylaştırılmakta ve artık bunları kolayca yapar hâle gelmektedirler. İşte bu sonucu doğuran şey, Müslümanların iman ettikten sonra, imanlarının gereği olarak mutlaka yapmaları icap eden kulluk görevleri ve amellerinde ısrarlı ve istikrarlı olamamalarıdır. Rasûlullah’ın (s) “Hud Suresi beni kocattı” demesine sebep olan bu suredeki “emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hud, 11/112) emrini yerine getirmek ve istikameti korumak hususunda zaafa düşmeleridir.
Allah’ın Emirlerine Uyma Sorumluluğunu İhmal Edip Taviz Verenler, Zamanla Batılda Olanlara Benzemekten Kurtulamazlar
Rabbimizin son derece açık olan aşağıdaki âyetlerine ve burada zikredemediğimiz benzeri daha birçok âyete rağmen, “Allah’ın hükmüyle hükmetmek” hususundaki temel akıdevi ilkeden tavizler verilmesi ve hevaya, tağutlara itaatten kaçınılmaması da yaşanan istikamet krizini sürekli kılmıştır:
– “Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor…” (Nisa, 4/58)
– “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Rasûlüne arz edin.” (Nisa, 4/59)
– “…insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” (Mâide, 5/44)
– “Aralarında, Allah’ın indirdiği ile hükmet. Onların hevalarına/arzularına uyma ve Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından (Kur’an’ın bazı hükümlerinden) seni şaşırtmalarından sakın.” (Maide, 5/48, 49).
Kur’an’da ve Rasûlün örnekliğinde bu kadar açık biçimde, yönetme emanetini ehline vermek, bu ehliyetin gereği olarak da adaletle ve Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmek, itaat edilecek emir sahiplerinin mutlaka Allah’a ve Rasûlüne itaat eden mü’minler olması, yönetirken ve ihtilafları çözerken mutlaka Allah’ın hükümleriyle hükmetmeleri ve hevaya uymamaları gerektiği emredilmişken, maalesef “müslümanım diyenler”in çok büyük kısmı, bu emirlerin hiçbirisine uymayan bir sapmayı içselleştirmiş bulunmaktadır.
Kur’an’a ve sünnete göre Hak ile bâtılın müntesipleri arasında, hayat tarzı, ameller ile siyasi, toplumsal yapılanma ve otoriteye itaat konularında olması gereken uzlaşmazlık ve ayrışma ilkesine bağlılığın, istikrarlı ve ısrarlı biçimde sürdürülememesi de büyük bir yozlaşmaya sebep olmuştur. Son derece önemli olan bu uzlaşmazlık ve ayrışmanın, ilkesizlik ve pragmatizm sonucunda zamanla yaşanan zihnî dönüşüm ve değişimle ya da bazı “maslahat ve çıkar” hesaplarıyla terk edilmesi ve bu hâlin kanıksanması, söz konusu derin yozlaşmaya ve bâtıla benzemeye yol açmıştır.
Allah’ın zikrinden yüz çevirdikleri için kendilerine musallat edilen şeytanlar onları sırat-ı müstakimden uzaklaştırdığı hâlde onlar, yaşadığımız yaygın vakıada görüldüğü üzere hâlâ kendilerini müslüman sanmakta ve hatta “en doğru yolda olanların, en iyi müslümanların” da kendileri olduklarını iddia edebilmektedirler. Çünkü şeytan onlara tercih ettikleri bu bâtıl yolu ve amelleri süslü göstermiş, onlar da yaptıklarını güzel görmeye başlamışlardır. Bâtıl amellerde ısrar etmeleri, günahı kanıksamaları sebebiyle fıtrata aykırı bu yol kendileri için kolaylaştırılmış ve giderek daha fazla günahı daha kolay işlemeye başlamışlardır. İşte bu serüven soncunda, “emrolunduğun gibi dosdoğru ol” emri ihlal edilerek “zalimlere meyledilmiş” (Hud, 11/112-113), sonuçta kalpleri benzeşmiş ve “müslümanım” diyenlerle müslüman olmayanlar arasında, özellikle siyasi, sosyal, hukuki ve ekonomik alanlardaki hayat tarzı ve ameller bakımından çok büyük bir fark kalmamış bulunmaktadır.
Ancak, bu büyük dönüşümü yaşayıp günahları kendilerini kuşatarak imanlarına şirk bulaştırma konumuna gelen geniş muhafazakâr kesimlerin iktidar olmaları üzerine, özellikle son on yılda tevhidî uyanış süreci öbeklerinin çok büyük kısmının da yine kimi “maslahat” ve “çıkarlar” adına onlara “destekçi olma” savrulmasını yaşamaları, geleceğe dair tehlikenin boyutlarını daha fazla arttırmıştır. Laik siyasi iktidarlardan, sistemin laik partilerinden ve parlamentosundan berî olarak bağımsız İslami kimlikli bir yapı oluşturup hem laik iktidarları hem de geleneksel ve modern cahiliye tarafından kuşatılıp yutulmuş olmasına rağmen kendilerinin “müslüman olduğunu zanneden” kitleleri, vahyin ölçüleriyle uyarıp kurtuluş yolu ve istikametini göstermesi gerekenlerin, bizzat kendilerinin de istikamet krizine girip onların peşine takılmaları çok daha büyük bir felâket olmuştur. Bu hâl, yaşanan büyük yozlaşmanın çok daha yaygın kesimleri etkileyip tevhidî uyanış süreci olan son 30-40 yılda ortaya çıkan birikimin yok olmasına yol açmıştır. Sonuçta yeniden diriliş umudunu da zaafa uğratarak yeni nesillerin çok daha büyük boyutta kaybedilmesine, bu yüzden de sekülerleşmenin ve deizmin yeni nesilleri neredeyse tamamen kuşatmasına sebep olunmuştur.
Müslümanlar ya kendileri yanlış tercihler yaparak ya da İslam düşmanları ve egemen güçler tarafından manipüle edilerek Nebevî yönteme aykırı iki uca doğru savrulmakta ya da itilmektedirler. Bu uçlardan birisi, Mekke’de en ağır şartlarda bile özenle kaçınılan şiddete başvurma, silahlı mücadeleye yönelmedir. Bu tercih, merhamete dayalı tevhidî davet ve adil şahidlikle, oluşturulacak güzel örneklikle, hikmetli ve güzel bir üslupla kalpleri fethetmeyi önceleyen İslami mücadele yöntemi yerine kör şiddete başvurup tebliğ muhataplarını İslam’dan uzaklaştırmaya yol açmaktadır. Diğer uç ise, taviz ve uzlaşma eksenli savrulma noktası olup bâtıl sistem içi siyaset ve iktidar ilişkileri içine girmek suretiyle kirlenmeye, yozlaşmaya, sistem içinde eriyip yok olmaya yol açmaktadır. Aslında bu iki uç da, İslam düşmanlarının işine yaramaktadır. Çünkü bu uçlar silahlarını ya da kurallarını onların ürettiği, istedikleri gibi yönlendirebildikleri alanlar olup İslami mücadelenin Nebevi eksende, sırat-ı müstakim üzere gelişmesini ve Allah’ın yardımına müstahak olacak istikameti korumasını engellemektedir. İki uca kayan müslümanlar, her iki uçtaki alanları kontrol eden, ikisinde de güçlü ve etkili olan İslam düşmanları ve egemen güçler tarafından İslam karşıtı emperyalist projeler istikametinde yönlendirilmekte ve dönüştürülmektedirler.
Hâlbuki Kur’an hakkıyla okunup teslim olunduğunda, Rasûlullah’ın (s) güzel örnekliğine, Mekke-Medine sürecinde ortaya koyduğu mücadele sünnetine sadakat gösterildiğinde, müslümanlar için akıde, ameller, hayat tarzı, toplumsal yapılanma açısından son derece açık ve anlaşılır ölçü ve ilkeler olduğu görülecektir. Nebevi yöntemde, ne şiddete ve silaha başvurarak bir topluma zorla egemen olmak vardır, ne de bâtıl sistem içinde iktidar arayışına girmek vardır. Ne kör şiddetle davetin muhataplarını İslam’dan nefret ettirmek vardır, ne de taviz verip uzlaşarak bâtıl sistem içinde erimek söz konusudur. Toplumu vahiyle inşa ederek İslami adalet sistemine ulaşma yönteminde esas alınacak ilkeler, siyasal yapılanma ve yönetimde esas alınacak kurallar bakımından da hiçbir kargaşa yoktur, tam tersine son derece net bir durum söz konusudur. İnsanları, merhamet ve hikmetle vahyin kurtarıcı, diriltici esaslarına ve şeref kazandıracak mesajına davet etmek; vahyin güzel örnekliğini yapacak ahlaklı ve güvenilir davetçileri çoğaltıp örgütleyerek âdil şahidler olmak; ferdî ve cemaat planında yürütülecek tebliğ, eğitim ve vahye şahidlik çabalarıyla toplumu Hak istikametinde dönüştürmeye çalışarak İslami bir toplumu, ümmeti inşa etmek, bu yöntemin temel eksenini oluşturmaktadır. Bunları öğrenmek, fark etmek ve anlamak son derece kolaydır. Yeter ki, samimiyetle Kur’an’a ve Rasûlün mücadele sünnetine yönelelim ve orada bulacağımız hüküm, ölçü, ilke ve yoldaki işaretleri ihlâsla takip edip hayata taşıma cehd ve gayretini gösterelim. Rabbimiz bu istikamette yolumuzu açsın ve ayaklarımızı sabit kılsın inşaAllah.