Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Makale / Muhtıra ve Mitingler

Muhtıra ve Mitingler

“Çok Partili” Değil “Çok CHP’li” Sistem!

Türkiye’de çok partili bir dönem hiç başlamadı. Batılı uygulamadaki kadar da olsa bir “demokrasiye hiç geçilmedi. CHP ilkelerinin ve ideolojisinin anayasalaştırılarak resmi ideoloji haline getirilmesi sonucunda, bu tek parti ideoloji ve ilkeleri, askeri vesayet rejiminde, darbelerin gölgesinde bütün partilere dayatıldı ve bütün partiler CHP olmak zorunda bırakıldılar. Bu sebeple, Türkiye’de “çok partili” dönemden değil de ancak “çok CHP’li” dönemden bahsedilebilir. Bu durum, İslam korkusuyla, “demokratik” Batı tarafından da, “Türkiye’nin özel durumu” gerekçesiyle sürekli desteklenmiştir. Bu sebeple halkın, kuşatılmışlık içinde de olsa, hiç değilse daha fazla özgürlük ve adalet talebiyle yansıttığı iradesinin sonucunda oluşan hükümetler, darbeci bürokratların, basına da egemen büyük sermayenin ve resmi ideolojinin kırbacı rolü oynayan yargının oluşturduğu kıskaçta terbiye edilmeye ve oligarşinin arzularına göre yönlendirilmeye çalışılmaktadır. AKP bu kıskacı, halka dayanarak, halkı organize edip arkasına alarak ve meydanları kullanarak, sivil itirazı yaygınlaştırıp yükselterek aşacağına, halkı, “Bu işin sonunda bedel ödemek var, ödeyebilir misiniz? Biz ödeyemeyiz!” gibi korkutucu sözlerle ürkütüp bastırmayı, edilgenleştirip işlevsizleştirmeyi tercih etmiş ve böylece bindiği dalı bizzat kendisi kesmiştir. Sonuçta, halka dayanmayan ve böylece meydanları da darbecilere kaptıran yanlış bir stratejiyle, kâh oligarşiye teslim olup biat ederek, kâh da birtakım tavizlerle emperyalist devletlere yaslanarak, böyle bir dengede ayakta kalmaya çalışmıştır. İktidarlarını ve siyasi çıkarlarını, kimlik, ilke ve ahlaki değerlerinden öne geçiren ürkek, yüreksiz kadroların varlığı ve riski göze alamayan tavize teşne tutumları da bu kıskacın sonuç almasını ve halk iradesinin tasfiye edilmesini kolaylaştırıcı bir rol oynamıştır. Darbecilerin de ipini elinde bulunduran emperyalist güç odaklarına sığınarak var olma stratejisi, bölgede oynanan küresel oyunun kurucularının, kah darbecilerin ipini çekip bırakarak, kah siyasi kadrolara sahip çıkıyormuş gibi yaparak, tarafları kendi emperyal çıkarlarına göre yönlendirmelerine uygun bir zemin ortaya çıkarmıştır. Bu zemin, sonuçta siyasi kadroların, yerel ve küresel güç odakları arasında savrularak onlar tarafından kullanılıp yönlendirilmelerini kolaylaştırmış ve halkın hiçbir isteğini yerine getiremeden de bir seçim dönemini tamamlamalarını sağlamıştır.

Bilindiği gibi, Türkiye bulunduğu coğrafya itibariyle önemli bir konumda görülmekte ve bu sebeple de sürekli bölgeye yönelik küresel emperyalist projelerin merkezinde yer almaktadır. Emperyalist Batı devletlerince, hem İslam’a hem de bölge ülkelerine karşı kullanılmaya müsait bir ülke olarak değerlendirilmekte, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da İslam’a, Müslümanlara ve bölge ülkelerine karşı kullanılmak istenmektedir. Bu sebeple Türkiye, bölgeye ve bölge halklarına yönelik hizaya sokma ve dönüştürme projeleri bakımından da model ülke olarak öne çıkarılmak istenmektedir. Kuruluşundan bu yana da, silahlı bürokratların öncülüğündeki Batıcı kadrolar eliyle, jakoben Batılılaştırma projelerine muhatap kılınmaktadır. Sürekli darbeler ve askeri vesayet güdümlü siyasi iktidarlar vasıtasıyla Batı çizgisinde tutulmak istenmiştir. Bundan sonra da bu çizgiden ayrılmaması ve sürekli Batı’ya entegre vaziyette kalması için her şey yapılmak istenmektedir. “Çok CHP”li olmaktan çıkamayan döneme geçildikten sonra, bu ideolojik kontrol ve kuşatmaya rağmen zaman zaman halka daha yakın ve halkın değerlerine saygılı bir parti iktidara geldiğinde, kendisine dayatılan resmi ideoloji ilkelerini halk lehine biraz esnek yorumlamaya kalksa, mesela halkın değerlerine saygılı bir eğilim gösterse, halkın biraz daha özgürleşmesi için ufak bazı adımlar atsa ya da dış politikasıyla bölge ülkelerine, İslam ülkelerine doğru yönelse veya öyle bir intiba uyandırsa hemen müdahale edilmekte ve yeniden hizaya sokulmaktadır.

Batı çizgisindeki oligarşinin mutlak iktidarı “devlet iktidarı” olarak nitelenip, ordunun öncülüğünde ve yargı, YÖK, TÜSİ AD, medya gibi kurumlar ile “derin güçler”in tam desteğinde, 80 yıldır hiç değişmeden sürdürülmektedir. Anayasa ve yasalara aykırı olan “devlet İktidarı” hukuk dışında ve askeri vesayet gereği kullandığı yetkilerle, bir nevi “derin devlet ve yargıçlar diktatörlüğü” oluşturuyor. İşte bu diktatörlükle kuşatılmış ve tektipleştirilmiş partiler üzerinden kısmen halka bırakılmış gibi gösterilen ise “siyasi iktidar” olup, oligarşinin kendisine bıraktığı alanlarda yine oligarşinin tahakkümü ve yönlendirmesiyle sınırlı bir yetkiye sahiptir. Halkın seçtiği siyasi iktidar, yukarıda sayılan kurum ve kuruluşların derebeylik sistemi gibi kendi alanlarında özgürce ve keyfi bir biçimde davranabilmelerine müdahale etme ve oralardaki tasarrufları hukukun sınırlarına çekme iradesi yoktur. Bu sebeple bu alanlarda birçok hukuksuzluklar, keyfilikler ve yolsuzluklar soruşturulamamakta, parlamento denetimi tam anlamıyla ikame edilememekte, yasalar uygulanamamaktadır. Ancak bütün bu derebeylerinin, siyasi iktidara sürekli müdahale edip, onu sınırlama ve yönlendirme yetkileri, hukuken olmasa da, güce dayalı olarak fiilen vardır. Bu sebeple, siyasi iktidarı temsil edenler bir de yüreksiz, bedel ödemeyi, riski göze alamayan, mevcut anayasa ve yasaları uygulamaktan bile aciz ve ilkesizse, sonuç daha da vahim olmakta, “devlet iktidarı” halkın değerlerine ve siyasi iktidarına karşı daha cüretkar ve saldırgan davranıp, nefes bile aldırmayacak bir hukuksuzluğu gerçekleştirebilmektedir.

Darbeler, Batı’nın Seküler Değerleri ve Oligarşinin Çıkarları adına Yeniden Hizaya Sokma, Terbiye Etme Süreçleridir.

Bilindiği gibi en son Erbakan hükümeti zamanında, dış politikada kısmen de olsa ABD ve Batı güdümünden çıkılarak bölge ülkelerine yönelik bir eğilim içerisine girildi. D-8’ler oluşturulmaya kalkıldı. Halkın değerlerine biraz sempatik yaklaşım içine girildi ve kimi halk önderlerine Başbakanlık konutunda bir iftar yemeği verildi. Tam anlamıyla Batı’nın güdümü ve G-8’lerin tahakkümü değil de, kısmi bir bölgeye yönelme eğilimi ve halka, halkın değerlerine biraz yakınlaşma bile malum sürecin, 28 Şubat darbesinin gerçekleştirilmesi sonucunu doğurdu. Ortadoğu’daki emperyal projelere hazırlama amacıyla Türkiye’ye yönelik yeni planlar hazır bekliyordu, hemen uygulamaya konuldu. İşte Türkiye’deki 28 Şubat darbesi ve Pakistan’daki Pervez Müşerref darbesi birlikte, küresel bir 28 Şubat’tan, yani küresel boyutta İslam’ı ve Müslümanları dönüştürme ve işgal projelerinin uygulamaya konmasından önce gerçekleştirildi. Afganistan’ın işgali için kullanılmak üzere Pakistan’da Amerikancı Pervez Müşerref yönetimi hâkim kılındı. Türkiye’de de, Irak’ın işgali ve Ortadoğu’daki dönüştürme ve işgal projelerine katkı sağlamasını teminat altına almak, Türkiye’yi bu emperyal amaçlar için hazırlamak ve kullanmak üzere 28 Şubat darbesi gerçekleştirildi.

Böylelikle, 28 Şubat terbiye etme sürecinde Türkiye, Büyük Ortadoğu Projesi’ne de ikna edildi. Bu, önce koalisyon hükümetleri zamanında ve 28 Şubatçı generallerin önderliğinde yapıldı. Ama sonraki süreçte de, daha önce darbeyle uzaklaştırılanların içerisinden bir grup, bir ekip dönüştürülerek, değiştirilerek ikna edildi. RP’den ayrılan bu ekip, bölgede uygulamaya konacak emperyal projelere destek vermek üzere Amerika’da, Yahudi lobisiyle ve Amerikan yönetimiyle yapılan görüşmelerde bir şekilde ikna edildi. Terbiye edilmiş bir AKP, Ecevit iktidarına göre kendileri açısından daha avantajlıydı. Çünkü darbecilerin desteklediği Ecevit hükümeti İslam’a karşı olarak biliniyordu. AKP önderleri ise, bölge kamuoyu tarafından “İslami” bir kimlikle tanındıkları için, Türkiye’nin Ortadoğu’ya model ülke olarak sunulması daha çok ikna edici olacaktı. Hem laik hem de hanımı örtülü ve namaz kılan başbakanın veya yarısının hanımının başı örtülü bir hükümetin öncülüğünde bu işgalin desteklenmesi daha kolaydı, daha sonuç alıcıydı. İslam’a ve Müslüman halklara yöneltilmiş bir haçlı seferi, işgal ve dönüştürme projesi, böyle bir “ılımlı İslamcı” yönetimin işbirliği ve desteğiyle kamufle edilecekti.

ABD-İsrail eksenine adapte edilen Türkiye’de bir yandan da, aslında bütün İslam âlemini kapsayan sekülerleştirme, protestanlaştırma projesi, ılımlı İslam adı altında uygulamaya konuldu. Böylece, hem Türkiye hem de bütün İslam ülkeleri, kapitalist dünya düzenine uyum sağlayacak ve emperyalizme hizmet edecek işbirlikçi bir “ılımlı İslam” anlayışına yönlendirilmek isteniyordu. Bölgeye, işgale, emperyalizme itiraz etmeyen, kapitalist piyasa ekonomisine uyumlu, direniş yerine teslimiyeti ve işbirlikçiliği tercih eden, ekonomik sosyal, siyasal ve hukuki taleplerinden, toplumsal hayata müdahale iddialarından vazgeçirilmiş, vicdanlara ve bireysel hayata hapsedilmiş bir İslam anlayışı hakim kılınmak isteniyordu. Tabii ki bu, Allah’ın dini İslam değildi. Zalimler, buna “ılımlı İslam” diyorlardı. Allah’ın dini İslam’la alakası olmayan, tam tersine onu arkasından hançerlemek isteyen bir “İslam” anlayışı üretildi ve piyasaya sürüldü.

Son gelinen noktada AKP, verdiği bütün desteklere rağmen emperyalistleri memnun edebilmiş değil. Bu sebeple de, darbecilerin baskısı ve ABD’nin desteği arasında yeniden bir terbiye sürecinden geçiriliyor. Neden? Çünkü AKP, bütün değişim söylemlerine ve Batıcı uygulamalarına rağmen, hâlâ tam güvenilemeyen bir kadro. Bu sebeple, baskılarla, kuşatmalarla, darbelerle, muhtıralarla ya da darbe tehditleriyle biraz daha terbiye edilmesi gerektiğine inanılıyor. Darbecilerin de, AKP kadrolarının da ipleri ABD’nin elinde, bir taraftan darbecileri salıyor korkutuyor, “bak öcü var” diyor, “haddini bil” mesajı veriyor, ondan sonra birazcık darbecilerin ipini çekiyor, AKP’yi AB projesi çerçevesinde “Özgürlük-demokrasi” nutuklarıyla kısmen serbest bırakıyor, bir miktar önünü açıyor. Ekim 2006’da Başbakan, George Bush’la görüşmek üzere Amerika’da iken ve belki de, iddia edildiği gibi bu gezi öncesinde Büyükanıt’la gerginlik çıkarmamak gerektiği konusunda da anlaşmış olmanın rahatlığı içindeyken, Büyükanıt, görüşmeden birkaç saat önce yine siyasete müdahale anlamına gelen sert basın açıklamalarından birini yapıveriyordu. Tabii ki, zamanlaması oldukça ilginç olan bu çıkış ve sıkıştırma, sonuçta Erdoğan karşısında Bush’un elinin çok güçlenmesini sağlıyordu. Ne oluyorsa oluyor ve belki de istedikleri Amerika’ya veriliyor ve Erdoğan Türkiye’ye döndüğü gün Amerika’nın Ankara Büyükelçisi askerlerin çıkışını eleştiren ve demokrasiye destek veren bir açıklama yaparak bu sefer de hükümeti rahatlatıyordu. Bütün bunları AKP’yi hizaya sokma, teslim alma taktiği dışında anlamlandırmak mümkün mü? Bunlar, bilerek ya da bilmeyerek (tabii bu makamlara gelenlerin bu kadar kör olacakları düşünülebilirse) “ulusalcı” güçlerin emperyalistlerin amaçlarına hizmet etmede nasıl bir işlev gördüklerim ortaya koymuyor mu?

Son muhtıra da bu bakış açısıyla değerlendirilirse, taraflar bilincinde olsun ya da olmasın, sonuç olarak iplerin aynı gücün elinde olduğu iki taraflı bir oyunla, AKP daha çok teslim olmaya zorlanıyor. Hem yerli hem de küresel güçler, AKP’den tamamen emin olmak ve onu kendi çıkar ve değerlerine tam teslimiyete zorluyorlar. Kendine özgü hiçbir ilkesi kalmasın, kendisine özgü hiçbir politika geliştiremesin, böyle bir “risk” tamamen ortadan kalksın ve tam bir teslimiyetle Batı’ya teslim olsun isteniyor. Yerli oligarşi ve küresel güçler, AKP’nin hem dış politikada, hem de halkın İslami değerlerine bağlılık bakımından, Batı ve seküler değerleri açısından daha emin olacakları bir vasata gelmesini sağlamaya çalışıyorlar. İran’la ve Suriye’yle yakınlaşmalar, Ortadoğu’da farklı bir politika izleme eğilimleri sebebiyle bütün bunlar yapılıyor. Henüz ABD’den ve İsrail’den tam bağımsız bir politika izlenmiş de değil. Takip edilen politikalar yine ABD’nin ve İsrail’in bilgisi dahilinde gerçekleştiriliyor ama yine de böyle bir risk var, onu görüyorlar ve bu riski tamamen ortadan kaldırmak için AKP’nin yeni terbiye sürecini başlatıyorlar, özellikle de Ortadoğu’da önemli gelişmelerin beklendiği, yeni çatışmaların fitilinin ateşlenmek üzere olduğu ve bu sebeple ABD, İsrail ve Batı’nın Türkiye’yi tam olarak yanlarında görmek ve emin olmak istedikleri bir süreçte muhtıra ve yargı kıskacına alman AKP sıkıştırılıyor. Bu terbiye süreci, muhtıra yanlısı cumhuriyet mitingleriyle sürdürülüyor.

Batı ve Batıcılar tarafından başlangıçta sessizlikle karşılanan bütün bu müdahaleler, biraz zaman geçip AKP’nin ve halkın tutumunu izledikten sonra ABD ve AB’den geç de olsa “demokrasi”yi sahiplenen açıklamalar gelmeye başlıyor. Yani bir taraftan bir korku üretilip sopa gösteriliyor, bir taraftan da bir havuç uzatılarak, demokratik-laik-Batıcı bir çizgide adam gibi gidersen seni bırakırız, önünü açarız mesajı verilmeye çalışılıyor. Tabii ki burada, sözüm ona ulusalcı olduğunu iddia edenlerin düştüğü, emperyal amaçlar için kullanılma konumu, dikkat çeken bir çelişki olarak ortaya çıkıyor. Ulusalcılık, emperyalizme karşı, emperyalist projelere karşı itiraz eden, kafa tutan bir tavır içinde olmalı, kendi “ulusal çıkarları”nı savunmalı değil mi? Ama öyle olmuyor. İzmir mitinginde “Emperyalizme hayır!” diyenler, tıpkı “Darbeye hayır!” deyip darbecilerle iç içe oldukları gibi, aslında emperyalizmle iç içe ve onların değerlerini yaşayıp savunuyor. Batı değerleri uğruna kendi halklarına ve onların yerli kültürüne saldırıyorlar. Böylece, “Bağımsız Türkiye” sloganının kamuflajı altında emperyalist projelere katkı sunuyor, Batı’nın seküler değerlerinin savunuculuğunu yapıyorlar. Halkın İslami kimlik, kültür ve değerlerini, tehdit ve düşman ilan edip aşağılayarak, emperyalizme ve emperyalist kültüre en büyük hizmeti sunuyorlar. Emperyalizme karşı “Bağımsız Türkiye” ve “laiklik” sloganlarını haykıran mitingcilerin önde gelenlerinden Kemalist yazar M. Kırıkkanat; “okullarda Darwin’in teorisi yerine okutulan yaratılış palavrası” ifadesini kullanarak, kendi ülkesindeki halkın dinine hakaret ederken, emperyalist Batı’nın uyduruk kültürünü savunabiliyor. Emperyalizmin seküler değerlerini savunup kendi halkına ve değerlerine saldırırken aldatıcı “Bağımsız Türkiye” sloganının arkasına saklanabiliyor. Öylesine ikiyüzlü bir tutum içindeler ki, emperyalizme karşı olduklarını söylerken ona destekçi konumda olduklarını bile, ya fark etmiyorlar ya da bile bile yalan söyleyerek halkı aldatmaya çalışıyorlar.

Oramiral Özden Örnek’in Nokta dergisinde yayınlanan günlükleri ile ortaya çıkan darbe hazırlıkları, pek çok suç duyurusuna, hatta başbakan ve bakanlar seviyesinde dahi suç duyurusu yapılmasına rağmen, bugüne kadar hiçbir savcı harekete geçmedi. Savcılar ve yargı, darbeleri ifşa eden Nokta dergisi için harekete geçti ve sonuçta dergi kapanmak zorunda kaldı. Ama yeni süreçte ifşa edilen darbe projesi uygulamaya kondu. Muhtıra verildi. Arkadan darbecilerin tezlerini savunan ‘cumhuriyet mitingleri’, Örnek’in günlüklerinde ifşa olan militarist STK’ların öncülüğünde yaygınlaştırılmaya başlandı. İfşa edilen darbe projesinde, yandaş STK’larla dayanışma halinde kamuoyu oluşturulması isteniyordu, hatta bunların listesi bile hazırlanmıştı. İşte bunlar kışkırtılarak, emekli generallerin öncülüğünde halk korkutulup yönlendirilerek darbe projesi yürürlüğe konuluyor. İnsanlar, üretilmiş suni korkular pompalanarak, “hayat tarzlarına müdahale edilecek” diye ürkütülerek cepheleşmeye sevk ediliyor, bu uyduruk korkuların tesiriyle darbecilerin yanında saf tutmaya zorlanıyor. “Laiklik elden gidecek ve sizin hayat tarzınıza müdahale edilecek, ilerde öyle bir ihtimal var, bu ihtimale binaen ayağa kalkın!” deniyor.

İslam’a Hakaret Mitinglerini “Demokratik Hak” Olarak Destekleyen Muhtıracılar, Masum Tesettürlü Kızları Tehdit İlan Ediyor

Tandoğan ve Çağlayan mitinglerinde halkın önemli bir kesiminin inancı tahkir edilip düşman görülürken, her türlü hakaret ve hedef gösterme gerçekleştirilirken, bu mitingleri “demokratik bir hakkın kullanılması” olarak niteleyip destek veren Genelkurmay Başkanlığı’nın, hiçbir kesime hakaret ve tehdit içermeyen Kutlu Doğum Haftası programını, çocukların kıyafetlerine ve söyledikleri ilahilere dikkat çekerek “çağdışı, bölücü, yıkıcı, irticai” diye yaftalayıp tehdit ve düşman ilan etmesi, aynı şekilde ibret verici bir çelişki ve utandırıcı bir çifte standart olmuştur. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Başkanı Türkan Saylan da “Kızlar, okullarda Kur’an okumak yerine bale yapmaya teşvik edilmeli.” diyor, İslami kimliği aşağılayıcı ifadeler kullanıyor. Söz konusu dernek adına okullara pornografik kitaplar dağıtılıyor. Modernleştirme, sekülerleştirme, Batılılaştırma projesini kadın üzerinden gerçekleştirmeye çalışan, kadını bu amaç uğruna kullanan, aşağılayan, kadını ve kadın bedenini istismar edip metalaştıran zihniyet, özellikle kadınla ilgili olarak çıplaklık kültürünü yaygınlaştırıyor. Kadın mayosu adı altında kadın vücutlarının teşhir edilip istismar edildiği reklamların halka açık alanlarda yer alması dayatılıyor ve bu teşhircilik, fuhşa tahrik laiklik adına savunuluyor. Ayrıca, lise ve üniversitelerde mezuniyet töreni adı altında yıllardır içki, çıplaklık ve dansın yaygınlaştırılması tam bir kültürel yozlaşma ve ahlaki çürümenin yaşandığını ortaya koyuyor. Ayrıca seküler resmi ideolojinin dayatıldığı okullarda, uyuşturucu ve alkol kullanımı yanında, şiddet ve çeteleşme, fuhuş ve öğretmen öğrenci ilişkilerine kadar inen çocuk pornografisinin de yaygınlaştığına resmi raporlar dikkat çekiyorlar. Ama tüm bunlarla ilgili Genelkurmay hiçbir tepki vermemekte, kızların tesettürlü olmalarını yıkıcı irticai faaliyet kapsamında değerlendirip tehdit ilan ederken, bu tür yozlaşmalara seyirci kalmaktadır. Hatta tam bir yozlaşma göstergesi olan, içki, flört, dans, serbest cinsel ilişki gibi unsurlar, çağdaşlık sayılarak laiklik adına müsamaha görebilmektedir. Bu tutum, cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ” Kur’an’ı kapatın, kadını açın!” sloganları eşliğinde teşvik edilen tesettürü ve İslami değerleri hayattan kovma çabasının doğal bir sonucu olarak görülmelidir. Baştan beri, Batılı seküler kültürün öne çıkarıldığı ‘cumhuriyet baloları’yla yaygınlaştırılmak istenen, Batılı gibi düşünmenin, Batılı gibi yaşamanın ve bu yaşam tarzının doğal gereği olarak görülen kadın erkek ilişkisindeki serbestliği teşvik eden dansların, açık kıyafetlerin, içki ve çıplaklık kültürünün, korunması ve yaygınlaştırılması gereken ‘cumhuriyet değerleri’ olarak algılandığı anlaşılmaktadır.

Batıcı, seküler hayat tarzı bütün halka baskıyla kabul ettirilmeye çalışılırken, yayınlanan muhtırada, halkın inancı istikametinde bir program düzenlemesi bile din istismarı olarak nitelendirilmiştir. Geniş halk kesimlerinin iştiraki ve desteğiyle düzenlenen, halkın İslami duyarlılıklarının ürünü kimi yasal faaliyetlerin gerçekleştirilmesi hedef yapılmış ve halkın İslami kimliğini toplumsal alanlara yansıtıyor olması “kutsal din duygularını istismar etmek” şeklinde mahkum edilmiştir. Hâlbuki bir dine inananların hayatlarında dini unsurlara yer vermesinin değil, İslam’ın hiçbir toplumsal yansımasına tahammül edemeyen bir çizgiyi savunup, dine karşı tutum içinde olan laik bir kurumun dini kavram ve şiarları kullanmasının gerçek istismar olduğunun bilinmesi gerekir. Bu bağlamda, düşman ilan edilen halk kesimlerinin çocuklarını yasal zorlama ile askere alan ve İslami olana bu kadar karşı tutum içinde olan laik bir kurumun, bu halkın askerdeyken ölen çocukları için, İslami bir kavram olan “şehit” kavramını kullanmasını ve “şehit” törenleri düzenlemesini, daha büyük bir istismar olarak algılama tutarlılığını göstermesi beklenirdi. Ancak bu asgari tutarlılıktan yoksun olanlar, kendileri gerçek anlamda ve en ileri boyutta din istismarı yaptıkları halde, inandığı gibi yaşamak isteyen halkın, dini tercihini toplumsal plana taşıma çabasını bile “din istismarı” olarak nitelendiren büyük çelişkiler sergilemekten çekinmiyorlar. Aynı çelişkiyle, “ülkenin birlik ve bütünlüğüne” gerçek anlamda zarar verecek bölücü ve yıkıcı tutumlar sergiledikleri, halkın önemli bir kısmını düşman ilan edip tehdit ettikleri açıklamada, her toplumsal kesimin istediği dini ve düşünceyi özgürce tercih edip, özgürce örgütlenerek sosyalleştirebilmesi hakkını kullanan ve kimseye bir tehdit ve düşmanlık da ortaya koymayan yasal faaliyetleri bile “bölücü ve yıkıcı” eylemler kategorisine sokabilmişlerdir.

“Kur’an okuma yarışması düzenlenmesi”, “tesettüre uygun kıyafet giyilmesi” ve “ilahi söylenmesi” gibi yasal etkinlikler, ülkeyi bölecek ve yıkacak “irticai” faaliyetler olarak nitelendirilmiştir. Çocuklarımıza nasıl kıyafetler giydirmemiz, neler söyletmemiz ve ne zaman yataklarına yatırmamız gerektiği de Genelkurmay bildirisiyle belirlenmek istenmiştir. Üstelik tüm bu cepheleşme, bölücülük ve düşman ilan etme çabasını ortaya koyanlar, ironik bir tutumla, sureti haktan görünmeye ve “kutsal olan dinin” zarar görmemesi için böyle bir tepki gösterdikleri imajını da vermeye çalışarak bir başka tutarsızlığın daha altına imza atmışlardır. Üstelik hedef yapılan kutlu doğum programında, ister kafa karışıklığından, ister darbecilerden kaynaklanan korkularından olsun, resmi ideolojinin kutsallarıyla süslenmiş bir sahne hazırlanmıştır. Yani resmi ideolojiyle sentez edilen bir “İslami”(!) program yapılmış, ama yine de resmi ideolojiye şirk koşulmasına razı olmayan katı Kemalistlere yaranamamışlardır. Yani, ne Allah’ı ne de egemen Kemalist oligarşiyi ilahını razı edebilmişlerdir. Üstelik halkımız, bir başka yanlışı daha yıllardır sürdürmüş, Peygamber’in anılmasına bile tahammül edemeyen TSK’yı, hem Peygamber’e iftira ederek, hem de bu laik kuruma haksızlık yaparak “Peygamber Ocağı” olarak nitelendirmiştir. O halde halkımız da, bu eklektik, sentezci din anlayışına bile razı olmayan muhtıradan ders çıkarmalı, “imanına zulüm (şirk) bulaştırmaktan” uzaklaşarak, Kur’an’ın belirleyiciliğinde Resul’ün (s) güzel örnekliği çizgisinde tevhidi, sahih bir İslam anlayışına yönelmelidir. İslam ile resmi ideolojiyi sentez etmekten, resmi ideoloji ve laik sistem uğrunda savaşan bir orduya “Peygamber Ocağı” demekten ve aynı laik sistem uğruna öldürülenler için de İslam şeriatına ait “şehit” kavramını kullanmaktan vazgeçmeli, böylece din ile siyasi laik sistemi karıştırmaktan uzaklaşmalıdır. Şirk koşmadan iman etmeyi başararak, geleneksel ve modern bid’at ve hurafelerden arınmış, ayrışmış sahih din anlayışına yönelmeli, “Ey iman edenler iman edin…” ayeti gereğince, imanını Kur’ani sahih temeller üzerine oturtmalıdır.

Muhtıra, Malatya Cinayetinden İslamî Kesimi Sorumlu Tutmuş, İftira Ederek, Halkı Birbirine Karşı Cepheleştirmeye Kalkışmıştır.

Genelkurmay açıklamasında, Malatya’da meydana getirilen büyük vahşetin faturası da İslami kesimlere kesilmek istenmiştir ki, bu hem farklı dinlere müntesip halk kesimleri arasında kin ve düşmanlığı tahrik edecek açık bir suç, hem de İslami kesimlerin hak etmedikleri açık bir iftiradır. Çünkü açıkça ortaya çıkmıştır ki, Malatya katliamı, İslam’la alakası olmayan, İslam’ı irtica olarak gören ve misyonerlik faaliyetlerini Kemalist ideolojiye zarar vereceği, ulus devleti riske sokacağı için ağır eleştirilere tabi tutan, Tandoğan Meydanı’nda da misyonerleri açıkça hedef gösteren “ulusalcı-laik” kesimlerin tahrik edici konuşmalarının tesiriyle “ulusalcı” gençler tarafından gerçekleştirilmiştir. Çünkü “Kemalist-ulusalcı-laikçi” düşünce dışında, farklı din, düşünce ve inançlara karşı açık, sert ve şiddete dayalı tahammülsüzlük hiçbir kesimde yoktur. Üstelik bu Kemalist-laik-ulusalcı kesimler, gerektiğinde “ölmek-öldürmek amacıyla ve silah bayrak üzerine” yemin ederek taraftar toplamaktadırlar.

İnsanın kendi çabasıyla elde ettiği bir sonuç olmayan Yaratıcı’nın takdir ettiği bir hal (kavmi kimliği) ile övünmesi, diğerlerini de yine Yaratıcı’nın takdir ettiği halleri sebebiyle aşağı görmesi düşük ve insani erdemlerle bağdaş tınlamayacak bir tutumdur. Türk olmakla neden övünülsün ve mutlu olunsun ya da Türk olmayan neden yerinsin ve mutsuz olsun? Bu kadar saçma bir düşünce nasıl herkese da-yatılabilir? “‘Ne mutlu Türküm diyene!’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır!” diyerek halka kimlik ve düşünce dikte ettirmeye kalkışan ve farklı düşünenleri düşman ilan eden bu zihniyet, Rahip Santoro, Hrant Dink ve Malatya’daki misyoner cinayetlerinin de arkasındaki zihniyettir. Genelkurmay bile, resmî ideolojinin ulusalcı, ırkçı sloganlarını benimsemeyenleri, böylesine pervasızca ebedi düşman ilan ediyorsa, bayrak ve silah üzerine yemin ederek üye kaydı yapan ‘Türk oğlu Türk’ ulusalcı derneklerin tahrik ettiği ‘öldürmeye’ yeminli 18-20 yaşlarındaki gençler neler yapmaz? Bu tür şartlandırmalarla yönlendirilen ulusalcı gençler, Genelkurmay bildirisinde yapıldığı gibi hukuksuzluklarla ‘vatan haini’ ilan edilenleri, ‘Türklük düşmanları’ olarak nitelendirilenleri, öldürmek üzere sırada beklemektedirler. Böyle hukuksuz ve pervasız suçlama ve düşman ilan etmelerin altına kolayca imza atan Genelkurmay, ne kadar çok sayıda bombanın pimini çektiğinin farkında değildir diyebilir miyiz? Bu o kadar da fark edilmeyecek bir şey mi? Her gün medya, bu tür militarist, öldürmeye endekslenmiş ulusalcı yapıların, emekli askerlerin öncülüğünde Türkiye sathında nasıl yayıldıklarını ve on bin kişilik hain listeleri hazırladıklarını ve hesap sormaya hazırlandıklarını ifşa etmiyor mu? Muhtıra, bu kadar anayasa ve yasa maddesini açıkça ihlal edip, cinayetlere teşvik rolü oynayacak tahrikler yaptığı halde kimse soruşturma açmıyor/açamıyor, bu dokunulmazlık nereye kadar devam edecek?

Bir Toplumun Hayat Tarzına 80 Yıldan Beri Silahla Müdahale Edenler Masum Rolü Oynuyorlar.

“İslami kesim yaşam tarzımıza müdahale edecek!” iddiası ile bu kadar yaygara koparılıyor, henüz yaşanmayan böyle bir ihtimal iddiasıyla faşist sloganlar atılıyor, ancak seksen yıldır uygulanan dogmatik ve ideolojik dayatmalarla Müslüman halkın inancına, İslami kimliğimize ve yaşam tarzımıza yönelik en ağır saldırılar, zulümler, baskılar, yasaklar bir hak olarak görülerek ısrarla sürdürülüyor. Yani 80 yıldır fiilen var olan ve halen sürdürülen dayatma, baskı ve yasaklar, jakoben dönüştürme projeleri ve İslami yaşam tarzına yönelik en azgın saldırılar görmezden gelinip doğal karşılanırken, ilerde “İslam” adına kendi yaşam tarzlarına müdahale edilebileceği ihtimal ve zannıyla, var olan baskı ve yasakların sorgulanmasını bile hatırlarına getirmeksizin, baskıların daha da artırılmasının savunuluyor olması, tutarsız, ahlaki olmayan ve ikiyüzlü bir tutumdur. Üstelik bu hal, bu büyük çelişki, bu çarpıcı ikiyüzlülük, fıtratın bozulması, aklın kirlenip selim vasfını kaybetmesi, dogmatizmin idrakleri köreltmesi sebebi ile fark da edilememektedir. Yani Rabbimizin Kur’an’daki tespitiyle, ‘yeryüzünde fesad çıkaranlar, ekini ve nesli bozanlar, kendilerinin ıslah ediciler olduklarını’ zannetmektedirler.

Halbuki bu ülkede İslami kimliği baskı altında tutulan biziz! Yabancı ideolojiler tarafından gasp edilmiş öz yurdumuzda “mürteci” ve “çağdışı” olmakla suçlanan biziz! “Kahrolsun şeriat” sloganı ile inancına en ağır hakaretler yapılan biziz! İslami kimliği ve tesettürü kamu alanından, okul, köşk ve garnizon kapılarından aşağılanarak kovulurken, İslam şeriatına ait “şehitlik” kavramı bu alanların en ilerisine geçirilmek suretiyle, halk: aldatmak amacıyla dini istismar edilen de biziz! Bizden de alınan vergilerle yapılan okulların kapısından kovulan, aşağılanan on binlerce başörtülü kız, bizim kızlarımızı Kamu okullarından kovulan çocuklarımıza, “Hiç değilse kendimizin finanse edeceğimiz okullarda özgün eğitim verelim.” denildiğinde ona da fırsat verilmeyen, İslami eğitim hakkı gasp edilen, kendi özgün değerlerine bağlı eğitim alanları açması yasaklanan da biziz! Başörtüsünden dolayı horlanan, taciz edilen, en temel haklan, sürekli ve çok boyutlu ihlal edilen yine biziz! Egemen oligarşiyi oluşturan asker bürokratlarca yönetilen holdinglerin ve yandaş büyük sermayenin banka talanıyla ve egemen sömürücü büyük sermayenin suistimal ve hortumlamalarıyla kaynakları çalman ve sonuçta sefalete mahkum edilen de biziz! özetle, dînî, ekonomik, sosyal, siyasi, hukuki, kültürel bütün hak ve özgürlükleri gasp edilmiş bulunan biziz!

Bu ne büyük utanmazlık! Bunca zulme uğrayan, hakları, özgürlükleri gasp edilen biziz. En acımasız baskı, yasak ve zulümlerle kuşatılıp boğulmak istenen, özgün değerleri istikametinde yaşamasına müsaade edilmeyen, İslami hayat tarzı sürekli saldırıya muhatap kılınıp, jakoben modernleştirme, sekülerleştirme, dönüştürme projeleriyle İslami kimliği asimile edilmek istenen biziz. Yine de bizler dayatmacılıkla, başkalarının hayat tarzını tehdit etmekle suçlanıyoruz. Bütün bu zulümleri yapanlar ise, ellerindeki iktidar ve medya gücünü kullanıp daha fazla ses çıkararak, mazlumların sesini bastırmaya, bu etkin propaganda gücüyle gerçek ezilenleri, mazlum olduklarını bile fark edemeyecek hale getirmeye çalışıyorlar. Gerçek ezilenleri, “Yoksa gerçekten biz mi bu zavallılara zulmediyoruz!” diye kendilerinden şüpheye düşürmeye ve 80 yıldır gördükleri ve halen görmekte oldukları zulümleri unutup hallerine razı olmalarım sağlamaya, hak ve özgürlük taleplerinden vazgeçirmeye çalışıyorlar. Evet işte bunca zulmü yapanlar utanmaz bir ikiyüzlülükle meydanlarda ve medyada hayat tarzı tehdit altındaki masumları oynuyorlar.

Egemen Sömürücü Elit, Kimi Ezilenleri de “Rejim Tehlikede!” Kamuflajıyla, Sömürücü Statükoyu Savunmanın Aracı Haline Getiriyor.

Tayyip Erdoğan, bu konudaki misyonlarını Milliyet’te yayınlanan Taha Akyol’la mülakatında açıkça ortaya koyuyor: “Biz periferideki, çevredeki insanlarımızı ekonomik ve kültürel olarak da merkeze taşıma misyonunun partisiyiz… Merkez ile çevre arasında ekonomik ve kültürel farkların aşılması; hak eşitliğinin gerçekleştirilmesi, siyasal alanda demokratik temsilin güçlendirilmesi; çağdaşlaşma bu değil mi?” diye soruyor. İşte bütün mesele de bu ve bütün yapılmak istenen de buna engel olup, statükoyu korumak. Bu sebeple, kesinlikle İslam ve irtica bir bahane, yapılan kavga aslında iktidar ve rant kavgasıdır. Birileri İslam’ı getireceğiz falan demiyor, öyle bir şey yok. Evet, kimileri “Biz iktidar ve ranttan payımızı almak istiyoruz.” diyorlar; birileri de “Hayır biz gasp ettik, seksen yıldır elimizde, asla bundan pay vermeyiz veya çok cüzi bir miktar veririz.” diyorlar. Bu kavganın kamuflajı ise, atalar dinini korumak anlamında laik sistemi korumak oluyor. Kemalist ideolojiyi ve rejimi korumak oluyor.

Korunmak istenenin ve korkulanın ne olduğu çok açık. Tıpkı Mekke şirk yönetiminin önderleri, kendilerine rant ve iktidar sağlayan statükoyu korumak, çıkarlarını, sömürü düzenlerini sürdürmek için, aslında tevhidin hakimiyeti ile kurulacak adalet sisteminde özgürleşip, hakkını alabilecek mustazafları/ezilenleri statükonun dini olan “Atalar dini elden gidiyor!” diye aldatıp kendi sınıf ve çıkar mücadelesinde kullandıkları gibi bir senaryo uygulamaya konuyor. Bugünkü statükonun dini ise, “resmi ideoloji ve laiklik”, yani elden giden bunlar. Bugün “Laiklik, Kemalizm elden gidiyor!” diyerek, aslında bu sistemin mazlumu konumundaki kimi halk kesimlerini bile kendi sınıf ve çıkar mücadelelerinin aracı olarak kullanıyorlar. Egemen oligarşik sistemin ezip sömürdüğü mazlum/ezilen kitlelerden bazıları da mitinglerde, aslında, yaşadıkları ikinci sınıf vatandaşlığı, fakirliğe mahkum, edilgen, itilmiş, horlanmış hayatı dayatan sistemi koruyorlar. Ezilenler aldatılarak, kendilerinin lehine olacak sistem değişikliğini engelleyecek bir işbirliğiyle ve zulüm sistemini sürdürecek katkılarla, zalimlerine hizmet edecek bir pozisyon almaya yönlendiriliyorlar. Böylece ezilenler, ezenlerin sınıf mücadelesinin aracı olarak kullanılıyorlar. Yerel ve küresel egemenler, oligarşinin mütemmim cüz’ü işbirlikçi ulusal sermaye ve uluslararası emperyalist sermaye dayanışma halinde, çıkara ve sömürüye dayalı düzenlerini bir gün sona erdirebilecek halkın özgürleşme ihtimalini ve İslami uyanışı da, bu tür muhtıra ve mitinglerin oluşturduğu baskılarla engellemek istiyorlar.

İlginizi çekebilir

Şehid Âlim Şeyh Said’e, Türkçü, Atatürkçü, Laik Zihniyetleri ve Kirli Dilleriyle ‘Hain’ Diyenler, İslâm’la Hükmedilmesine ve Ümmetçiliğe Karşı Çıkıp İslam Kardeşliğini Yok Ederek En Büyük Bölücülüğü Yapan Gerçek HAİNLER Değil midir?

Yazıklar olsun bu büyük zulüm ve adaletsizliği temsil edip ülkeye ve halklarına ABD, NATO ve İsrail ile kol kola bunca kötülüğü yaptıkları halde hâlâ utanmadan bu milleti sevdiklerini ve vatanın bölünmesine karşı olduklarını söyleyerek bu kadar ikiyüzlü davrananlara?