Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Makale / Küresel Vahşet ‘Batı Medeniyeti’nin İntiharı mı?

Küresel Vahşet ‘Batı Medeniyeti’nin İntiharı mı?

Kanlı Sömürgeciliğin Temelinde, ‘Batı Medeniyeti’nin Vahiyden, İnsani ve Ahlaki Değerlerden Kopuşu Yatmaktadır!

ABD emperyalizmi, yüz yıllardır süregelen ve dünyaya hep kan ve gözyaşı sunan Batı sömürgeciliğinin bir parçasını teşkil etmektedir. “Batı medeniyeti” denilen canavar, sadece maddi çıkar ve sömürü üzerine kurulmuş, zaman içinde geliştirip kabul ettiğini iddia ettiği insani değerleri bile sadece bir kamuflaj malzemesi olarak kullanmaktan öteye geçememiş, sürekli insanlığı ve insani değerleri tahrip eden uygulamalara imza atmış, insanlığın tanık olduğu en büyük vahşet ve soykırımları gerçekleştirmiş bir büyük sapkınlığı, azgınlığı ve fesadı temsil etmektedir.

Paul Harrison’un ifadesiyle; “Avrupa’yı üstün kılıp, Üçüncü Dünya insanlarını Batı’nın önünde diz çökmeye mahkum eden tek bir sebep vardır: Avrupa, madde bilimlerinde emsallerinden çok ilerdedir. Bu sayede savaş teknolojisinde, denizcilikte üstünlük sağlamıştır. Bu üstünlük ise askeri fetihlerin yolunu kendilerine açmıştır. Endüstriyel kapitalizm ile birlikte insanlara ve tabiata karşı mütecaviz, saygısız bir tutumu geliştirmeyi başarabilmişlerdir. (…) Avrupa, Üçüncü Dünya ülkelerini kendisine bağlı, sömürüye açık ve sonuç itibariyle geri kalmaya mahkum etmiştir.”1 Batılı olmayan toplumların acımasızca sömürülmesi sonucunda, fakir ve güçsüz dünya halklarının kan ve gözyaşı pahasına Batı kapitalizmi gelişti ve ilk sanayi toplumları büyük oranda bu sebeple Avrupa’da ortaya çıktı. Üçüncü Dünya diye nitelenen ve dünyanın büyük ekseriyetini teşkil eden fakir ülkelerin, ekonomik, siyasi ve sosyal yapılarını kemiren ne kadar dengesizlik ve sorun varsa, bunların neredeyse tamamının tohumları Batının sömürgecilik sürecinde ekildi.

Batı medeniyetinin bugünkü önderi ve tüm dünyaya sözüm ona bu medeniyetin değerlerini yaymaya, aslında bu kamuflaj altında kapitalist sömürgeciliği yürütmeye çalışan temsilcisi uzun zamandan beri ABD’dir. ABD’nin ilk ve en basiretli gözlemcisi Tocqueville, daha 1840’ta, ‘Amerika’da Demokrasi’ kitabında, o sırada henüz doğmakta olan bu sistemin hangi eksende oluştuğunu, temelini neyin teşkil ettiğini ortaya koymaktadır:

“Ben, para aşkının insanların kalplerinde böylesine çok büyük bir yer tuttuğu başka bir halk tanımıyorum. Maceracılar ve spekülatörler yığını olan bir halk. “2

Genelde Batı, özelde ABD insanının, para ve çıkar hırsı, daha fazla üretim ve daha fazla tüketim azgınlığı gözlerini ve özlerini öylesine karartmıştır ki, içlerinden fıtratını koruyan erdemli istisnalar çıksa ve bu kötü gidişe samimi itirazlar yükseltip mücadele etse de, genel anlamda toplum olarak ve bu toplumun destekleyip iktidar yaptığı yönetici ve bürokrat kadrolar düzeyinde, en temel İnsani, fıtri değerlerden bile çok uzakta olan vahşi bir saldırganlığı ve dünyayı kana bulayan bir azgınlığı hayat düsturu haline getirmiş ve ısrarla sürdürmüşlerdir. Hatta o kadar ki, Amerikalılar, sözüm ona özgürlük ve haklardan bahsettikleri ‘Bağımsızlık Bildirisi’nde bile, zulüm, haksızlık ve saldırganlığı meşru gösterici bir üslup kullanmaktan utanmamışlar ve bu bildiride Kızılderilileri şöyle tanıtmışlardır: “Savaş yapmalarının en bilinen tarzı herkesi katletmek olan bu merhametsiz vahşiler.” ‘Kıta keşfi’ yalanıyla Avrupa’dan gelen istilacılar, yerli Kızılderili halkın topraklarını ve kaynaklarını yağmaladıkları ve hayatlarını mahvettikleri, dünyanın en vahşi ve en büyük soykırımını gerçekleştirerek, bu imha sonucunda nüfuslarını 10 milyondan 200 bine indirdikleri halde, sanki Kızılderililer onların topraklarını işgal etmiş ve onları imha etmiş gibi gösterip, bugün de sürdürdükleri çarpıtma ve sahtekarlıklarının en büyüğünü yaparak, üstelik bu masum halkı suçlamaktan utanmamışlardır. Köleleştirip çiftlik ve madenlerinde karın tokluğuna çalıştırmadıkları yerli halkı imha edince, meydana gelen iş gücü açığını, Afrika’dan kaçırıp getirdikleri siyahi insanları köleleştirmekle kapatmaya çalışmışlardır. Görüldüğü üzere başlangıçtan itibaren Amerika’nın oluşumunun ekseninde hep madde, çıkar ve sömürü yer almış, bunun için milyonlarca masum insan katledilmiş, mazlum halkların kaynakları ve emeği çalınmıştır. ABD’nin kuruluş sürecinin başlangıcında yer alan bu ilk ve büyük günah, daha sonraki serüveninde de artık değişmez politika hüviyetini kazanarak sürdürülecektir.

En büyük insanlık suçu olan ırk ayrımcılığına dayalı politikalarla, milyonlarca insanı katleden bu ahlaksız ve adaletsiz terör devleti, silah gücüne dayanarak Latin Amerika’da, Afrika’daki Mobutu’dan Filipinlerdeki Marcos’a kadar, bütün dünyada en kanlı diktatörlüklerin korunması ile sömürü ve zulmünü devam ettirmiştir. Sömürü ve hegemonya amaçlı saldırılarda, Vietnam’da 4 milyon, Doğu Timor’da 200 bin, Latin Amerika’da 200 bin, Filipinler’de, Lübnan’da 10 binlerce, Orta Amerika’da 200 bin, Hiroşima ve Nagazaki’de 350 bin, ilk Irak saldırısında ve bilahare ambargo ile milyonun çok üzerinde, Afganistan’da 10 binlerce ve diğerleriyle birlikte toplamı on milyonları aşan sayılarda masum ve mazlum insanın haksız yere ölümüne yol açan büyük vahşetlerin altına imza atmıştır. Üstelik bu rakamlar sadece ABD’nin katliamlarının sonuçlarıdır. Bunlara İngiltere, Fransa, Almanya, İspanya, Portekiz, İtalya, Hollanda, Belçika ve benzerlerinin sömürgecilik sürecinde, Asya ve Afrika başta olmak üzere tüm dünyada yaptıkları katliam ve zulümler de ilave edildiğinde Batı medeniyeti denilen canavarın yüzyıllara yayılan vahşeti çok daha vahim noktalara ulaşacaktır.

İtirazı temsil eden erdemli istisnalara rağmen, genelde Batının, özelde ABD’nin bu kadar büyük bir fesadın kaynağı haline gelmesinin en temel sebebi vahiyden koparak hevanın ilahlaştırılması, ilahi mesajın dışlanması suretiyle heva ve zanna dayalı keyfiliğin anaforunda seküler bir dünya görüşünün esas alınmasıdır. Yani Kur’an’ın “Onlar hayvanlar gibidirler, hatta tercih ettikleri yol bakımından hayvandan bile aşağıdırlar,”3 diye vasıflandırdığı düzeylere düşülmesidir. Bir başka ifadeyle (ahseni takvim üzere) ‘en güzel bir biçimde’ yaratılmış ve yeryüzünün halifesi kılınarak onurlandırılmış olan insanlığın, bu temiz ve güzel fıtratı bozup, kendisine sunulmuş insani erdem ve ahlaki değerleri yani vahiyle gelen ‘şerefi’ dışlayarak ‘es-felesâfilin’e (aşağıların aşağısına) düşmüş olmasıdır.4 Nitekim ‘heva’sını ilahlaştırarak ‘paganizme’ sürüklenen ve ‘hayvandan aşağı’ konumlara düşerek “insanı birbirinin kurdu” mesabesine getirip azgınlaştıran Batı kültür ve din anlayışını tahlil eden Erich Fromm da şu kanaati ifade etmektedir: “Toplumsal ve kuvvetli bir çağdaş putperestliğin izlerini arıyorsak onları iktidar ve başarı tutkusunda bulabiliriz. (…) Çağdaş batılı insanın yüzeyini kazırsak bireye dönüşmüş bir hayli ilkel din şekilleri ile karşılaşırız. Bunların çoğuna ruh hastalığı deniliyor. Oysa biz uygun dini terimler kullanabiliriz: Atalara tapma, totemizm, fetişizm, ayincilik vb.”5

Batının vahiyden kopup, hevaya tabi olması sebebiyle bunalımlara yol açan bu serüveni, aslında insanın tanımı ve konumunda da büyük sapmalara yol açmış, insanın ‘yabancılaşma’sıyla, ‘insandışılaşma’sıyla sonuçlanmıştır. Batı toplumu ahlaki değerleri gitgide yozlaştıran, adeta hiçe sayan bir buhrana kapılmıştır. Teknolojinin baş döndürücü bir hızla gelişmesi, bazı ülkelerde iktisadi ‘patlama’nın meydana gelmesi, tüketimin, tüketici beyninin çeşitli tanıtım araçları yoluyla tahrik edilmesiyle artışa zorlanması, bu artıştan dolayı yeni, büyük bir kısmı zoraki, ihtiyaçların doğması, bunları karşılayabilmek için daha fazla çalışmanın, daha bol para kazanmanın kendini dayatması ve bütün bunların yol açtığı kopmalar, çözülmeler sonuçta Batı insanını nesneler arasında kaybolmuş ‘garip’ bir nesne haline getirmiştir. Artık insana yabancı gelen ürettiği ve kullanmakta olduğu nesneler değil, insana yabancı gelen, anlayamadığı ve anlamak için hiçbir çaba da sarf etmediği bizzat kendisidir, karşısındaki insandır. Özellikle de nesne olmaktan kaçınan, yabancılaşmaya direnen karşısındaki insan.6

‘İnsan’ olma, ancak ‘bilme’ ile gerçekleşmektedir. Bunun en üst noktası ise ‘kendini bilme’dir. İnsan, insan olarak, ‘kendi konumuna’ ilişkin sahih bir bilgiye sahip olmadıkça ve bunu kendisinde duyumsamadıkça ‘kendini bilen’ biri haline gelemez.7 Sahih bilgiye dayanarak ‘kendini bilmeyi’ başaramayan, kendini doğru tanımlayamayan insanın, hakikati ve Rabb’ini bilmesi ve doğru tanıması da mümkün olmayacaktır.

Alexis Carrel de, çağdaş uygarlığın madde ile ruh bütünlüğünü sağlayamadığını, mekanik, kimya ve doğa bilimlerine kadar türlü ilimlerin insana ruhi istikrar ve dünyaya barış getiremediğini söylemektedir. Ahlakı göz ardı eden bir düzende hayır olmadığını, insanın daha hızlı ulaşım araçları, daha ucuz ve daha çok sayıda araç-gereç yapmaya yöneleceğine kendini tanıma çabasının (fıtratının yoluna dönüş için sarf edeceği gayretin) daha gerekli ve yararlı olacağını ifade etmektedir.8

İnsanın tanımı ve konumunda sahih bilgiye dayalı doğru bir tespit yapılamayıp, heva ve zanna uyulup, insan İlahlaştırılınca, kaçınılmaz olarak güçlü ve egemen insanlar yasa yaparken, yönetirken ya da yargılarken, kendi çıkarlarını, hevanın ürünü sapkın değer yargılarını esas aldılar. Allah’ın şeriatı, hükümleri dışlanınca, tabii olarak sonuçta zulüm ve insan hakları ihlalleri, sömürü ve emperyalizm yaygın bir hal aldı.

Zaten meleklerde, Kur’an’da yer alan ifadelerinde, Allah’ın, yeryüzünün halifesi kıldığı insanın serbest irade sahibi olarak kendisini, vekalet konumunda değil de, asalet pozisyonunda zannederek, yeryüzüne, kendi heva ve aklının ürünü vahiyden kopuk kanun ve kurallarla düzen vermeye kalkarsa, fesad çıkarıp, kan dökecek bir yaratık haline geleceği endişelerini dile getirmiyorlar mıydı?9

Batı, insanı ilahlaştırmasının doğal bir sonucu olarak, insan iradesinin üzerinde, başka bir otorite tanınmadığı için, egemenliğin kayıtsız şartsız insana ait olduğunu iddia etti. Özgürlük iddiası ve mücadelesi, sadece yönetimlere ve diğer insanlara yönelik olarak gündeme getirilmedi. Allah’a karşı da özgürlük iddiası ile hareket edilince fücur, sapma ve fesad (bozgunculuk) kaçınılmaz bir sonuç oldu. Sadece Allah’a kulluktan kaçınan insan hemcinslerine kul oldu. Temel hak ve özgürlüklerini hemcinslerinin insafına terk etmek zorunda kaldı. Hududullahı aşarak münkere yöneldi. Fücur, münker, kötülük, isyan adına ne varsa onları da insan hak ve özgürlüğü saydı. Böylece temiz fıtratını kirleten insan, fıtratlarına müdahale edilerek ot yerine et yedirilen danalar gibi çıldırdı, azgınlaştı. Yeryüzünde vekaleten Allah’ın hükümlerini egemen kılması gerekirken, asaleten hevasını egemen kılmak suretiyle hilafet misyonuna ihanet etti. İrade serbestisi emanetini kötüye kullanarak tuğyan etti. Yüklendiği emanete, sorumluluklarını reddederek ihanet etti. Allah’tan başka ilah tanımayacağı sözüne ve ahdine sadakatsizlik ederek, hevasını ilah edindi.

Ahseni takvim yaratılışına aykırı davranarak, ‘esfele safiline’ (aşağıların aşağısı), ‘befhum adat’ (hayvanlardan bile aşağı) konumlara düşerek, egoist, saldırgan, dünyaperest bir sapkınlığa yöneldi. Yanlış tercihi sonucunda, hayvanlaşan, hatta hayvanlardan bile aşağı seviyeye inen10 insan, kaçınılmaz olarak kendi çıkarları için diğer insanları sömürmeyi, ezmeyi haklarını gaspetmeyi kendisi için bir ‘hak’ olarak telakki edebildi. Tüm bu sebeplerle batı düşüncesi, sadece kendi insanını insan sayan ve insan haklarını sadece kendi insanı için isteyen, diğer insanları ise sömürme, ezme ve kendisi gibi inanmaya zorlama ‘hak’kını kendisinde gören, zalim ve çifte standartçı bir konuma sürüklendi. Batı düşüncesine müntesip olup da, henüz fıtratları tam anlamıyla bozulmamış bazı birey ve gruplarda sınırlı bir erdemlilik zaman zaman tezahür etse de, bunun dahi sürekli olmadığı, konjonktüre göre değişebilen ve zaman zaman kaybolan bir haslet olduğu görülmektedir.

İşte Batı Medeniyetinin ve bugün öncülüğünü yapan ABD’nin, dünya insanlığına dayattığı sömürüye dayalı haksız ve adaletsiz düzeni doğuran dengesizlikler, bu sapkın anlayışın kaçınılmaz eseri olarak ortaya çıktı. Dünya nüfusunun % 20’sinin dünya zenginliklerinin % 80’ini zorbalıkla ele geçirdiği, geniş halk kitlelerinin kendi kaynaklarından bile istifade ettirilmeyerek açlık ve sefalete mahkum edildiği, insan onurunun ayaklar altına alındığı, dünya insanlığının çok büyük ekseriyetinin bu egemen zorba güçlerce en temel insan hak ve özgürlüklerinden bile mahrum bir köleliğe duçar kılındığı bir dünya oluştu.

ABD’nin İnsan Onuruyla Bağdaşmayan Yapısını Ortaya Koyan Belgeler:

ABD Deniz Kuvvetleri Komutanı General A.M. Grey, Mayıs 1990’da ‘Marine Corps Gazette’ de şunları söylemiştir: “Bizler bütün dünyanın ekonomik pazarlarına ve sanayi ihtiyaçlarımızı desteklemek için gerekli kaynaklara engelsiz girmemizi sürdürmeliyiz. Şu halde bize ‘silahlı girmenin inandırıcı bir gerekçesi’ ile isyanları bastırmaktan, ‘her türlü güç’ gösterisine ve psikolojik savaşa kadar uzanan geniş bir yelpazede icraatta bulunabilecek, ‘hakikaten sefere çıkan kuvvetler’ gerekiyor.”11 Tarihçi Richard Immerman bu sözleri şöyle yorumluyor: “Bu kişiye göre, Amerika’nın gücü ve güvenliği, temelde, Dünya -ve bilhassa da sıkı denetim altında tutulması gereken Üçüncü Dünya- pazarlarına ve ham maddelerine ulaşmaya bağlıydı.” (Immerman, Diplomatic History, 1990) istila ve sömürüyü gaye edinen ABD ve Batı’ya ait ‘seküler medeniyet’, insani tüm değerleri çıkar ve sömürü uğruna yok ederken, insan hakları ve özgürlük söylemini de samimiyetten ve içerikten yoksun bir slogan düzeyinde istismar ederek bütün diğer dünya ülke ve insanlarının zararına olarak, kendi ülkelerinin üretim ve tüketimini sonsuza dek artırmaktan başka, hiçbir projesi bulunmayan ticari ve teknolojik bir hükümranlıktır.12

ABD başkanlarından Wilson’un yayınlanan gizli notlarından Noam Chomsky’nin aktardığına göre, bu sözler ona aittir: “Madem ki ticaret, ulusal sınırları tanımıyor ve madem ki imalatçı, dünyayı pazar olarak görmek istiyor, onun ülkesinin bayrağı da kendisini takip etmeli ve (başka) ulusların ona kapalı kapıları kırılmalıdır. (Sermayedarlarımızın) elde ettikleri tavizler, dik kafalı ulusların egemenliklerinin ayaklar altına alınması pahasına da olsa, devlet tarafından korunmalıdır. Dünyanın hiçbir köşesi bırakılmayacak şekilde veya ihmal edilmeyecek şekilde sömürgeler oluşturulmalı veya edinilmelidir.”13 İşte vahşi kapitalizmin küresel emperyalizminin arkasındaki sapkın düşünce budur.

24 Şubat 1948 tarihli ve çok gizli şeklinde tanzim edilmiş bir belgede (Politika Planlama Çalışması 23, ABD Bakanlığı) George Kennan’ın şu ifadeleri yer alır; “… Biz dünya refahının (zenginliklerinin) %50 sine sahibiz, fakat dünya nüfusunun ise sadece % 6,3 üne. Bu açık biz ve Asya ülkeleri arasında bilhassa büyük. Bu durumda içerleme ve kıskançlık nesnesi olmaya devam edeceğiz. Önümüzdeki dönemdeki gerçek vazifemiz, ulusal güvenliğimize zarar vermeden bu eşitsizliği korumamızı mümkün kılacak bir ilişkiler modeli geliştirmektir. Bunu yapabilmek için hayal kurmayı ve aşırı duygusallıkları bir kenara bırakmalı ve dikkatimizi, dünyanın neresinde olursa olsun acil ulusal amaçlarımıza yoğunlaştırmalıyız. (…) Uzakdoğu için insan hakları, yaşam standartlarının yükseltilmesi ve demokratikleştirme gibi, muğlak ve gerçekçi olmaktan uzak amaçlardan bahsetmekten vazgeçmeliyiz. (…) İdealist sloganlar bize ne kadar az engel olursa o kadar iyidir.”14 Bu gün de bu zihniyet, aynen devam etmekte ve üstelik ABD ye yandaş olanlara da bulaşmış olup, Türkiye’yi yöneten AKP’liler bile insan hakları, adalet ve özgürlük gerekçesiyle ABD küresel saldırısına karşı çıkanları, tıpkı bu Gizli Amerikan belgesinde yer alan ifadelerle, ‘duygusallık ve ulusal çıkarlara engel olan idealist slogancılıkla nitelendirebilmektedirler. Adalet yanlısı duygusallığı, insan hak ve özgürlüklerini savunan idealizmi dışlayan ABD emperyalizmi, o gün bu gündür, sömürünün yol açtığı işte bu eşitsizliği koruyacak ve hatta ABD çıkarları lehinde arttırılmasına yarayacak, ‘yeni dünya düzeni’ni kurmaya çalışmaktadır, Sonuçta gelinen nokta, Daniel Kevles’e göre şudur: “Sanayileşmiş Kuzeyin ulusları dünya nüfusunun yaklaşık % 24’üne sahip iken, dünyadaki işlenmiş enerji ve maden kaynaklarının yaklaşık % 80’ini kullanmaktadır. Bu kaynakların yaklaşık % 33’ü ise dünya nüfusunun sadece % 5 ini barındıran ABD tarafından tek başına tüketilmektedir.’15

İşte bu zalimane ve insanlık dışı gerekçelerle, Batı ve ABD yüz yıllardır dünya insanlığının kaynaklarını ve emeğini sömürerek ve insanlığa büyük vahşetler yaşatarak yaptıkları soygunlarla, insanlığın kan ve göz yaşı pahasına kendi ülkelerinin ekonomik ve teknolojik kalkınmasını sağlamışlardır. Böyle bir zulümle sağladıkları güç ve imkanlarla da, daha fazla işgal ve daha fazla kan dökmeyi sürdürmüşlerdir.

Batının Sömürgecilik Serüveni

Bu serüven, 15. yy’da Portekiz ve İspanyol sömürgeciliği ile başladı. Denizlere hakimiyet ve donanma gücü ile yerli halklara zulmedilerek altın ve değerli madenleri gasp edilerek Batı’ya aktarıldı. Sonradan Amerika olarak isimlendirilen kıta işgal edildi. Kızılderili soykırımı, Afrikalıların kaçırılıp köleleştirilmesi bu süreçte yaşandı. 17 ve 18. yy boyunca, sanayi devrimi sonrasında oluşan burjuva sınıfının önderliğinde yeni sömürgeciliğe yönelindi. Artık ham madde hırsızlığına ilaveten, ürünlere yeni tüketici kitleler bulmak ve ürünlerini pahalıya satarak sömürmek üzere yeni ‘pazar’ arayışları dönemi başladı. Ham madde kaynaklarını ve insan gücünü çok ucuza tedarik etmek, hatta zorla ücretsiz olarak gasbetmek, insanları köleleştirmek, toprak işgalleri ve ülkeleri istila acımasızca sürdürüldü. 19 ve 20.yy da İslam coğrafyasının pek çok bölgesi aynı sömürgeci amaçlarla işgal ve istila edildi. Bölgenin zenginlikleri talan edildi. Zamanla, kurtuluş mücadeleleri sonucunda işgal edilen ülkeler terk edilirken, ümmeti parçalayan suni sınırlar çizildi ve neredeyse her aşirete bir devlet kuruldu. Bu suni devletleri kendi yetiştirdikleri batıcı işbirlikçi kadrolara teslim ettiler. Ayrıca ileride ihtilaf oluşturacak pek çok fitne tohumu bu suni devletlerin arasına ekildi. Keşmir, Pakistan ve Hindistan arasında ihtilaflı bırakılarak, Pakistan ikiye bölünerek Pakistan’la Bangladeş hasım hale getirilerek, Kürt halkı dört ayrı devlet arasında bölünerek ve İsrail terör devleti zorla bölgeye yerleştirilip Filistin toprakları ona peşkeş çekilerek, sürekli kan dökmesine ve yeni işgaller yapmasına destek verilerek ya da göz yumularak, bu tür çatışma noktalarının sürekli kanaması sağlandı. Son dönemde ise, komünist sistemin yıkılışından itibaren, kapitalist emperyalizm, bir takım rötuş ve makyaj tazeleme yöntemleriyle kendisini yeni koşullar çerçevesinde yeniden üreterek, ‘yeni dünya düzeni’ ve ‘küreselleşme’ adı altında meşruiyet kazanmaya çalışıyor. Bu sefer daha yaygın ve daha yıkıcı bir küresel korsanlığı gerçekleştirerek, ‘Amerikan imparatorluğu’ halinde ortaya çıkmaya ve bu amaçla çok daha büyük vahşetlere imza atarak küresel bir utancı dünya insanlığına yaşatmaya yönelmiş bulunuyor.

Batı ve ABD emperyalizmi, işte bu uzun sömürgecilik sürecinde, dünya insanlığını köleleştirirken amaçlarının bu İnsanları kurtarmak, özgürleştirmek olduğunu propaganda etmişlerdir. İşte bu amaçla, kapitalist emperyalizm, ilk sömürgecilik döneminde ‘misyonerliği’ kullanarak insanları ‘Hıristiyanlaştırmak’ suretiyle kurtarma ‘kutsal’ misyonunun kamuflajı altında sömürü amaçlı işgal ve İstilalarını gizlemeye ve ‘meşrulaştırmaya’ çalıştı. ‘Sanayi devrimi’ sonrasında başlatılan ikinci saldırı ve istila sürecinde kullanılan emperyalist jargon ise, bu sefer geri ve barbar olarak niteledikleri halkları ‘uygarlaştırmaktı. Halbuki asıl yapılan, sömürgeleştirme yoluyla köklü uygarlıkları tarih sahnesinden silme, beşeri ve doğal kaynakları yağmalama ve Avrupa dışı kültürleri yok etmekti. En son olarak da, son 10-15 yıldır dünya insanlığı, ABD önderliğindeki ‘Batı medeniyeti’nin yeni bir ‘küresel saldırısına’, ‘işgal ve istila’sına muhatap bulunmaktadır. Bu yeni saldırıyı kamufle edip, meşrulaştırmak üzere öne çıkarılan yeni söylem ise, ‘insan hakları’, ‘özgürlük’ ve ‘demokrasi’ sloganlarını kullanmaktadır. İnsan haklarını ve özgürlükleri temelden yok eden, insan onurunu ayaklar altına alan, büyük katliam ve soykırımlarla sonuçlanan operasyonların adı utanmadan ve dünya insanlığını aptal yerine koyan bir cüretkarlıkla, ‘Yüce Özgürlük’, ‘sonsuz adalet’ ya da ‘demokratikleştirme’ olarak ifade edilmektedir. Bu kavramlar asıl ifade etmeleri gereken içerikten soyutlanmış, tam tersine dünyanın efendileri tarafından, bizzat bu kavramların gerçek içeriklerini yok etmek için kullanılan bir silah haline dönüştürülmüşlerdir. Kapitalist emperyalizmin, sömürü amaçlı küresel saldırısını ve uluslar arası hegemonyasını meşrulaştırmanın araçları durumuna getirilmişlerdir.16

Rabb’imiz Kur’an’da, dünyada fesad çıkaran zalimlerin özelliklerinden bahsederken, “Kendilerine: ‘Yeryüzünde fesad çıkarmayın’ denildiğinde: ‘Biz yalnızca ıslah edicileriz’ derler. Haberiniz olsun; gerçekten asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda değildirler.”17 buyurmaktadır. Dünyada bozgunculuk, zulüm ve sömürüyü egemen kılanların bu gün de aynı konumda olduklarını ibretle görmekteyiz. Tarihte Firavun kendini, bölüp, güçsüzleştirerek zulümle tahakküm ettiği insanların kurtarıcısı olarak takdim ettiği gibi bu gün de çağdaş Firavunlar, kurtarma, özgürleştirme misyonu ile hareket ettiklerini Han edebilmektedirler. Paulo Freire’nin tespitiyle, “Egemenler kendilerini, (ezip, sömürerek) insandışılaştırdıkları (insanca yaşamaktan, insan onuru ve haklarından mahrum bıraktıkları) ve böldükleri (güçsüzleştirip, zulümle tahakküm ettikleri) insanların kurtarıcısı olarak sunmaya çalışmaktadırlar. “18

Bu Azgın Sömürgecilik ve Acımasız Korsanlıkla Dünyanın Getirildiği Dengesiz ve Adaletsiz Durum

Paul Harrison’un ifadesiyle; “Sömürgeciler, yerkürenin bugünkü bölünmüşlüğünün bir numaralı müsebbibi oldular… Nereye gittilerse orada yerli sanayinin köküne kibrit suyu döktüler. İnsanları kendi ürünlerini almak için zorladılar. Üçüncü dünya insanlarının özgüvenlerini yok ettiler. Kendi endüstrileri için neredeyse bir hammadde durumuna getirdiler. (İnsanlıktan, insani değerlerden kopardılar.) (…) Bazen geniş arazi parçalarını düşük fiyatlarla kapattılar, bazen az da olsa para verme lütfunda bile bulunmadılar. Bu alanlarda yöre halkını karın tokluğuna çalıştırdılar. Bu yolda bugün de hükmünü sürdüren dünyanın ekonomik düzenini inşa ettiler. Sömürge ülkelerinin insanlarına, batı türü eğitim tarzını empoze ettiler. Bu batıcı eğitimden geçen insanları kendi sömürü amaçları istikametinde bir araç olarak kullandılar. Bu işbirlikçi İnsanlar batı kültürüne göre yetiştirildiler, kendi kültürlerine ve toplumlarına da yabancılaştırıldılar. Batı buralardan çekilirken, gerçeklere dayanmayan suni sınırlarla suni devletler kurulmasını sağladı. Kasıtlı olarak bu yapay sınırlar inşa edilerek, daha işin başında bu suni genç devletler arasında sınır ihtilaflarının çıkması ve böylece bu yoldan batının yeni kazançlar elde etmesi ve oralarda egemenliğinin bir başka şekilde devam etmesi garantiye alınmış oluyordu.”19

İşte bu azgın, hak, hukuk ve sınır tanımaz sömürgecilik sonucunda dünya büyük haksızlıkların, adaletsizliklerin kucağında bunalımdan bunalıma sürükleniyor. Küçük bir azınlığın dünyanın kaynaklarını azgınlıkla talan ettikleri, büyük kitlelerin açlığa ve sefalete mahkum edildikleri, eşitliksizlerin ve adaletsizliklerin derin çukuruna itilen insanlığın zelil halde yaşadığı, insani değerlerin ve insanlık onurunun ayaklar altına alındığı bir süreçten geçilmektedir.

Sömürgeciliğin, geçen beş asırlık bilançosu yürekler acısıdır: 1993’te dünyanın tabu kaynaklarının 5’te 4’ü, dünya sakinlerinin 5’te 1’i tarafından kontrol edilip, tüketilmektedir. BM Gelişme Programına göre, son otuz yılda Kuzey’in varlıklı ülkeleri ile Güney’in soyulmuş ülkeleri arasındaki uçurum iki katına çıkmıştır. Dünya sakinlerinden en zengin 350 kişi, dünyadaki 2,5 milyar insanın elde ettiği gelire denk bir gelir elde etmektedir. Afrika’nın, dünya gayrisafi milli hasılası içindeki payı % 1,9 dan % 1,2 ye düşmüştür, hem de küresel zenginlik önemli ölçüde arttığı halde. Son otuz senede, yoksul ülkeler İle zengin ülkeler arasındaki fark 1’e 30’dan 1’e 150’ye çıkmıştır. (Kaynak PNUD 1992 Raporu) Kuzey’in çok uluslu şirketlerince, kârlarını arttırmalarına imkan vermek için, üçüncü dünyalı Güney’in fakir ülkelerine yatırımlar, krediler ve hatta bağışlar yapılır. Diğer taraftan bu ülkelerden gelen hammaddelerin fiyatları düşürülür ve böylece fakirden zengine kaynak transferi gerçekleştirilir. Borçların faiz ödemeleri, alınan kredinin birçok katına ulaşır. Yardım olarak verilen her Dolar, bağışı yapana iki ya da üç Dolar olarak geri döner.20

Bu gün gelinen halin ekonomik ve sosyal özeti şudur:

-Dünyada 815 milyon kişi açlıkla savaşıyor; bunun 300 milyonu çocuk… Her 4 saniyede bir insan açlıktan ölüyor…

-Dünya üzerinde tam 3 milyar insan (dünya nüfusunun yarısı) günde iki doların altında bir gelirle yaşamaya çabalıyor…

-Birleşmiş Milletler verilerine göre, 1990 yılında en yoksul ülkeler grubunda 36 ülke varken 2000 yılında bu sayı 48’e yükseldi.

-Dünyadaki en zengin 200 kişinin toplam serveti 2.5 milyar insanın toplam servetini aşıyor…

-Dünya Bankası verilerine göre, dünya nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan yoksul ülkelerin ulusal gelirleri toplamı, dünya toplamının % 6’sını oluşturuyor.

-Buna karşılık dünya nüfusunun 6’da birini oluşturan gelişmiş ülkeler dünya zenginliklerinin % 80’inden fazlasını alıyor!..21

ABD önderliğindeki korsan devletler, işte ele geçirdikler bu imkanları, bu büyük eşitsizliği ve sömürüyü devam ettirmeyi, mümkünse paylarını büyük kitlelerin katledilmesi pahasına arttıracak yeni düzenler kurmayı hedeflemektedirler. Ancak bu hedeflere ulaşabilmek için sürekli yenilenen teknolojilerle silah güçlerini arttırmak ve bu büyük silah gücü ile dünya insanlığını baskı altında tutmak gerektiğini bilmektedirler. Bu gerekçeyle savaş güçlerini sürekli artırmaktan yana olan bu sömürgeci emperyalistler, bu silahlanmanın yüklü faturalarını halka nasıl izah edeceklerinin telaşı ile yeni yeni düşmanlara ihtiyaç duymaktadırlar. Yeni bir düşman lazımdır ki, kaynaklarını sömürerek, bu büyük masraflarının faturasını bu düşmana ödetebilsinler, kendi değerleri üzerinde ayakta duramayan sömürgeci sistemlerini bu düşmana göre tanımlayıp ayakta tutabilsinler.

ABD’ye egemen güçler, Amerikan halkını savaşçı politikalarına ikna etmek için sürekli yeni düşmana ihtiyaç duymaktadırlar!

Wall Street Journal’da 31 Ağustos 1989’da yer alan beyanına göre, ABD eski Genel Kurmay Başkanı General Edward Meyer şu hususu açıkça ifade etmiştir; “Robot tanklar, uzaktan kumandalı uçaklar ve son derece gelişmiş elektronik silahlar için büyük harcamalara ihtiyaç vardır, ancak inandırıcılığını kaybetmiş olan bir Komünizm tehdidi artık kullanılamayacağına göre, bu büyük masrafların faturasını ödemeye halk nasıl ikna edilecek.”22 İşte bu sebeple, her dönemde mutlaka yeni bir düşman ve yeni bir tehdit icat ederek ve bu yeni düşmanla savaşı öne sürerek, halklarını ikna etme yoluna gittiler. Tıpkı Batıcı TC sisteminin de kendi varlığını devam ettirebilmek için, sürekli iç ve dış tehdit ve düşmanlar icat ederek 80 yıldır yaptığı gibi.

Samuel Huntington, “Heterojen, çok kültürlü, etnik ve ırksal ayrıma dayalı iç dinamikleriyle ABD, bütünlüğünü koruyabilmek için düşmana diğer ülkelerden daha çok ihtiyaç duyuyor. M.Ö. 84’te, Romalılar Mitridates’i yenip o günkü sınırlarıyla tüm dünyayı fethettikten sonra Sulla şu soruyu sormuştu: ‘Artık yenecek düşman kalmadı, peki cumhuriyetin kaderi ne olacak?’ Cevap gelmekte gecikmedi ve cumhuriyet birkaç yıl içinde yıkıldı. ABD’yi de benzeri bir akıbet bekliyor.” diyerek bu konudaki endişesini dile getirmiştir. “Soğuk savaş olmadan ABD ne yapacak?” sorusuna dikkat çeken Huntington, Amerikalıların, en baştan beri ulusal kimliklerini hep istenmeyen “öteki”nin üzerine, sırasıyla, III. Georg’un, Avrupa Monarşilerinin, Avrupa emperyalizminin, Faşizmin ve Komünizmin karşıtlığı üzerine inşa ettiğini, bu sebeple bu sualin haklı olarak sorulduğunu ifade etmiştir. “Ortada sürekli kendi kimliğimizi şekillendirmemize yardıma olan bir düşman olmuştur. Kime karşı olduğumuzu bilmez isek, kim olduğumuzu nasıl bileceğiz?”23 diyerek, yeni bir düşmana ihtiyaç olduğuna dikkat çekmiştir. Bu aslında utanç verici bir itiraftır. Demek ki, kendi ahlaki ve kültürel değerleri üzerinde ayakta duramayan, kendisi olamayan, kendi kimliğini kendi değerleri ile tanımlayıp yaşatamayan, bu sebeple mutlaka bir düşmanın karşıtı olarak kendisini tanımlamaya ihtiyaç duyan, sadece kaba kuvvete dayalı, kof ve zelil bir medeniyetin doğurduğu içi boş, dengesiz, hasta bir toplum ve sistem söz konusudur. Açıktır ki bu durum, Batı medeniyetinin ve bu günkü önderi ABD’nin çöküşe sürüklendiğini göstermektedir.

Huntington, ABD adına hareketle, dünya politikasının artık yeni bir evreye girdiğini ve bu evrede ideolojik ve ekonomik çatışmanın yerini kültürel ağırlıklı ‘Medeniyetler Çatışması’na bıraktığını iddia eden bir tez hazırlayarak, ABD sisteminin ayakta kalabilmesi için gerekli olduğuna inandığı yeni düşmanı, Çin’in Konfüçyanizm’ini de katmaya çalışsa da, aslında esas olarak ‘İslam Medeniyeti’ olarak işaret etti. Aynı emperyalist gücün emrinde bulunan Fukuyama ve Huntington, ürettikleri ‘Tarihin Sonu’ ve ‘Medeniyetler Çatışması’ tezleriyle, aslında Batı medeniyetinin, hegemonyasını sürdürmek için devreye soktuğu iki ayrı yüzünü teşkil ediyorlardı. Birinci tezin kabulü artık ABD ve Batı medeniyetinin gerilemeye, çökmeye yönelmesi anlamına geleceği için, ihtiyacı olan yeni düşmanı İslam olarak belirleyen yeni bir tez hemen ortaya atılıvermişti. Halbuki yaşanan, ‘medeniyetler arası bir çatışmadan’ ziyade, Batı medeniyeti adına İslam aleminin kaynaklarını talan etmek ve İslam medeniyetinin kendi öz yörüngesinde gelişmesini ve dünya insanlığı için alternatif olmasını engellemeye yönelik tek yanlı bir saldırıydı. Ve bu saldırı, asimetrik büyük bir silah gücüne dayalı olarak tek taraflı bir küresel bir kuşatmayı, İslamı kendi coğrafyasında boğmayı, kaynaklarına el koymayı, tam anlamıyla bir işgal ve istilayı amaçlıyordu.

Batı, siyasi ve ekonomik üstünlüğünü devam ettirebilmek amacıyla, kendi kültürel değerlerini geliştirip, insanlık için cazip hale getirmek yerine, başka medeniyetleri zaafa uğratmak ve onların kaynaklarını ele geçirmek üzere, gözü dönmüşçesine küresel vahşetleri gerçekleştirmeye yöneliyordu. Batıyı böylesine saldırganlaştıran ise, Marksist paradigmanın çöküşünün gerçek sebebinin, sadece Marksist ekonomik yapılanmanın başarısızlığı olmadığı gerçeğidir. Aslında hem Marksist hem de Liberal paradigmanın arkasındaki ortak Batı felsefesi çökmüştü. Bu da her iki sistemi de üreten, akıl-bilim-ilerleme üçlüsüne dayalı modernist paradigmanın çöküşü demekti.24 İşte bu gerçeği görenler, sömürgeci ve soyguncu batı medeniyetini biraz daha yaşatmanın suni teneffüsünü sağlayacak tezlerle son çırpınışlarını ortaya koymaktaydılar.

ABD Öncülüğündeki Batı Medeniyeti İntihar mı Ediyor?

İslam coğrafyasına yönelik küresel kuşatma, işte böyle bir arka plana sahipti. Gerçek amaçlarını, barışçı, özgürlükçü söylemlerle kamufle etmeye çalışsalar da, bu küresel katiller ve korsanlar sürüsünün iki yüzlülüğü ve insanlığa karşı ihaneti aslında gizlenemeyecek kadar açıktı ve artık ‘mızrak çuvala sığmıyor’du.

Orta Afrika’dan Orta Asya’ya, Ortadoğu’dan Güney ve Güney Doğu Asya’ya kadar, bütün İslam coğrafyasını ve dünyanın enerji haritasını ele geçirmeye yönelik küresel saldırı ve istila hareketine Afganistan işgaliyle başlandı. Irak’la devam ediliyor. Bu iki ülke de, yıllar süren savaş ve saldırılara muhatap olmuş, fakir düşmüş olarak büyük imkansızlıklar içinde kıvranmaktayken ve ellerinde son derece basit silah gücü bulunmasına rağmen, dünyanın en modern ve en tahripkar silahlarına sahip bir hiper gücün acımasız saldırılarına muhatap kılındılar. On binlerce masum sivil katledildi. Bu katliamlar acımasızca sürdürülmekteyken, bütün dünya devletleri ve BM ise ahlaksızca seyretmektedir. Üstelik Irak, BM gözetiminde, var olan silahlarından da arındırıldıktan sonra, tabiri caizse eli kolu BM tarafından iyice bağlandıktan sonra, dünyanın en güçlü silahlarıyla donanmış azgın bir gücün önüne atılıvermiştir. Halkın gıda ve ilaç ihtiyaçlarını temin etmesi bile engellenmekte, Türkiye semalarından geçen bombalar Pazar yerlerini, sivil yerleşim merkezlerini acımasızca vurmayı sürdürmektedir.

Haksız yere isimlerinde adalet kavramını kullananların iktidarı, kendi verdikleri sözden de dönerek, yani BM Güvenlik Konseyi bu saldırıya cevaz veren bir karar almadığı ve uluslararası hukuk açısından da gayri meşru olduğu dünyaca haykırıldığı halde bu hain saldırıya ve on binlerce insanı katleden, adalet, özgürlük ve insanlık onurunun üzerine misket bombaları yağdıran katil uçaklara Türkiye hava sahasını tahsis ederek destek vermektedir. Bu küresel katillerle dost ve müttefik olmayı tercih edenler, şüphesiz, tarih, insanlık ve Allah nezdinde hesabını verecekleri, büyük bir insanlık suçu işlemenin vebalini üstlenmişlerdir. Üstelik bu savaşın, İslam’a karşı açılmış emperyalist bir saldırı olduğu da cüretkarca ifade edilmiştir. On binlerce mü’mini katletmeye kast ettiği açıkça ifade edilmekte ve herkesçe de bilinmektedir. Bu saldırının, Ortadoğu’yu bölge Müslümanlarının aleyhine, ABD ve İsrail’in lehine yeniden düzenleyeceği, İslam ümmetinin başta petrol olmak üzere kaynaklarını talan etmeyi amaçladığı da, katillerin yıllar önce hazırladıkları kendi raporlarında ortaya konmuş bulunmaktadır. Hedefin İslam olduğu son derece açık olmakla beraber, ısrarla Saddam ve Saddam’ın diktatörlük rejimini hedef aldıklarını ifade edip, dünya kamuoyunu aldatma politikası güden katil devletler, yıllardır Saddam’a ve rejimine karşı mücadele veren Kuzey Irak’taki ‘Ensaru’l-İslam kampına Türkiye semalarından yaptıkları füze saldırısı ile aslında Müslüman katliamını ve İslam’ı hedef aldıklarını, hâlâ anlamayanlara da anlatmaya yetecek kadar açık davranmaktalar. Kur’an’ın ”Kim bir mü’mini kasten öldürürse onun da cezası, içinde ebedi kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazaplanmış, onu lanetlemiş ve ona büyük bir azab hazırlamıştır.”25 hükmüne rağmen binlerce mü’mini haksız yere ve kasten öldüreceği kesin olan bu büyük katliama ve Ensaru’l-İslam kampına Türkiye hava sahasından yapılan füze saldırısı sonucu yüzlerce mü’minin şehid edilmesine akidevi bir sapma ile destek verenlerin, acaba dünya ve ahiretlerini büyük bir hüsrana sürüklediklerini akledecek kadar basiretleri kalmış mıdır?

Bu küresel vahşet karşısında, İslam dünyasına ve tüm mazlum halklara düşen sorumluluk, hak, adalet ve özgürlükleri için harekete geçmektir. Bu küresel zulme, küresel kuşatmaya karşı onurlu bir küresel itirazı yükseltmektir. Hatta bu itirazı giderek bir direniş hattına ve bir ‘küresel intifada’ya dönüştürmektir. Dünya çapında yaygınlaşan ‘küresel itiraz’, derinlik ve nitelik kazanarak, küresel emperyalizme karşı ‘küresel İntifada’ya dönüşebilirse, işte o zaman emperyalist katiller kaçacak yeni bir dünya arayacaklardır. Bu azgın ve sınır tanımaz saldırganlığı ortaya koyan ABD hegemonyası, belki de, Toynbee’nin, “medeniyetler intihar ederek yok olurlar, ama cinayete kurban gitmezler” sözünün doğruluğunu ispat etmek üzere intihar etmek istemektedir. Bu intiharı çabuklaştırmanın yolu, küresel itirazı yoğunlaştırıp, küresel direnişe dönüştürmekten geçmektedir. Sorumluluk bilinci olan her Müslüman’a ve erdemli her insana düşen görev, AKP iktidarının bu azgın küresel korsanın ömrünü uzatmaya yönelik desteğinin tersini yapmak, bu küresel zalimin yok oluşunu, çöküşünü, intiharını hızlandıracak katkılarda bulunmaktır.

 

Dipnotlar:

1- Paul Harrison, 3. Dünyanın Batılılaştırması, Pınar Yayınları, 1997, s. 21.

2- Roger Garaudy, Çöküşün öncüsü ABD, Nehir Yayınları, İstanbul-1997, s. 45.

3- Furkan, 25/43-44.

4- Bakara, 2/30; Tin, 95/1-8.

5- Giovanni Scognamillo, Medeniyetler Çatışmasında Batının İnanç Temelleri, Kara Kutu Yayınlan, İst. 2002, s. 39.

6- Giovanni Scognamillo, a.g.e., s. 11-12.

7- Ali Şeriati, İnsan, Fecr Yayınevi, Ankara-1990, s. 20-21.

8- İbrahim Sarmış, Bir Düşünür Olarak Seyyid Kutup, Fecr Yay., Ankara-1992, c. I, s. 155.

9- Bakara, 2/30.

10- Furkan, 25/44; Araf, 7/179.

11- Roger Caraudy, a.g.e., s. 85.

12- Roger Garaudy, a.g.e., s. 86.

13- Roger Garaudy, a.g.e., s. 51.

14- Noam Chomsky, Sömürgecilikten Küreselleşmeye, Ütopya Yay., Ankara-2001, s. 15-16.

15- Richard Faik, Yırtıcı Küreselleşme Bir Eleştiri, Küre Yayınları, İstanbul-2001, s. 18.

16- Fikret Başkaya, Küreselleşmenin Karanlık Bilançosu, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara 2001, s. 69-72.

17- Bakara, 2/11-12.

18- Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1996, s. 123.

19- Paul Harrison, a.g.e., s. 37-38.

20- R. Garaudy, a.g.e., s. 268.

21- İlhan Selçuk, Cumhuriyet Gazetesi (Ümit Zileli’nin yazısından iktibas), 14 Haziran 2002.

22- Roger Garaudy, a.g.e., s. 72.

23- Samuel Huntington, Medeniyetler Çatışması, Derleyen: Murat Yılmaz, Vadi Yayınları, Ankara-1995, s. 128, 159.

24- Sami Şener, “Medeniyetler Arası Çatışma Teorileri ve Tarihin Sonu Üzerine”, (Ahmet Davudoğlu’ndan alıntı) Medeniyetler Çatışması içinde, Derleyen: Murat Yılmaz, a.g.e., s. 435.

25- Nisa, 4/93.

İlginizi çekebilir

Şehid Âlim Şeyh Said’e, Türkçü, Atatürkçü, Laik Zihniyetleri ve Kirli Dilleriyle ‘Hain’ Diyenler, İslâm’la Hükmedilmesine ve Ümmetçiliğe Karşı Çıkıp İslam Kardeşliğini Yok Ederek En Büyük Bölücülüğü Yapan Gerçek HAİNLER Değil midir?

Yazıklar olsun bu büyük zulüm ve adaletsizliği temsil edip ülkeye ve halklarına ABD, NATO ve İsrail ile kol kola bunca kötülüğü yaptıkları halde hâlâ utanmadan bu milleti sevdiklerini ve vatanın bölünmesine karşı olduklarını söyleyerek bu kadar ikiyüzlü davrananlara?