Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Makale / Küresel Emperyalizm ve Tarihi Utanç

Küresel Emperyalizm ve Tarihi Utanç

Ortadoğu’ya Yönelik ABD İşgalinin Öncesi Durumun Değerlendirilmesi:

Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle birlikte, NATO ve Batı açısından tehdit ve düşman algılamasında değişikliğe gidilerek, komünizmin yerine İslam geçirildi, düşman rengi de kızıl’dan yeşil’e çevrildi. Üstelik bu durum, (NATO Genel Sekreteri ve İngiltere Başbakanı gibi) en yetkili ağızlardan cüretkarca açıklandı.

Komünizmin yıkılışı kapitalist batı medeniyetinin zaferi gibi algılanarak, psikolojik savaş politikaları çerçevesinde üretilen, dünya kamuoyunu batı çıkarları istikametinde yönlendirmeye yönelik, “tarihin sonu” ve “medeniyetler çatışması” gibi tezlerle, batı medeniyeti önünde engel olarak gördükleri İslam’ı, alternatif olmaktan çıkarma amaçlı projeler gündeme getirilmeye başlandı.

Bundan sonra, “tek süper güç şımarıklığı” psikolojisi içindeki ABD önderliğinde, İslam’a ve Müslümanlara yönelik küresel bir saldırının şartları oluşturulmaya, bunun için iletişim alanındaki bütün imkanlar seferber edilerek, yönlendirici propaganda bombardımanı ile dünya kamuoyu böyle bir saldırıya hazırlanmaya çalışıldı. 11 Eylül’den çok önceki yıllarda hazırlanmış raporlara dayalı operasyonlar, bu olayla birlikte süratle yürürlüğe konuldu.

İslam coğrafyasında “küresel emperyalizme” itiraz eden sesleri “terörist” ya da “mürteci” diye damgalayıp sindirmek, yok etmek ve güçlerini kırmak, küresel emperyalizmin yolundaki engelleri kaldırmak üzere, “yerel, bölgesel 28 Şubat” tedbirlerini alacak darbeler yaptırıldı, yani “global 28 Şubat” operasyonları için gerekli olan şartları hazırlamak üzere yerli işbirlikçiler harekete geçirildi. Türkiye, Pakistan gibi ülkelerde ABD-İsrail ekseninde darbeler gerçekleştirilerek, zaten ABD’nin güdümündeki diğer bölge ülkelerinde ise işbirlikçi yönetimler kışkırtılıp harekete geçirilerek, bölgede itirazı temsil eden onurlu sesler kısılmaya, örgütlü çalışmalar dağıtılmaya ve halklar sindirilmeye ve ABD emperyalizmine “dikensiz gül bahçesi” hazırlanmaya çalışıldı.

Bu hazırlıktan sonra, dünyada ABD hegemonyasını kurmaya yönelik sömürü amaçlı küresel saldırı ile İslam’ı, İslam alemini kontrol ve denetim altına almaya, ezip, sindirmeye yönelik küresel 28 Şubat artık başlatılabilirdi ve öyle de oldu. Kimin ve nasıl yaptığı üzerinde hala tartışmaların sürdüğü 11 Eylül saldırıları bahane edilip, alakasız kesimlere ve sivil halklara bombalar yağdırılarak tam bir katliama dönüşecek vahşi saldırılara start verildi. Gerek yerel gerekse küresel 28 Şubat’lann arkasında ABD ve İsrail yer alıyordu. “21. yüz yılın tehdidi” olarak nitelenen İslami uyanış engellenmek isteniyordu. “Terörle mücadele” kamuflajı altında ilk saldırı, Afganistan’a yöneltildi ve on binlerce masum insan ve çocuk katledildi. Bir yandan da yıllardır süregelen Filistin topraklarının işgali ve Filistin halkına yönelik İsrail terörü tırmandırıldı ve ABD’nin tam desteğiyle soykırım boyutlarına ulaştırıldı. Rusya, Çin ve Hindistan da, İslam’a ve Müslümanlara yönelik saldırılarını aynı emperyalist jargonla yani “terörle mücadele” adı altında daha cüretkarca, ABD ve batı eleştirilerinden de azade bir biçimde tırmandırdılar. Artık her emperyalist ülke kendi işgalindeki İslam topraklarında daha rahatça kan döküyor, üstelik birbirlerini de, sözüm ona “teröre karşı mücadele”lrrinde destekliyorlardı. Hatta, Rusya dahil pek çok Varşova Paktı üyesi artık NATO ile bütünleşerek, “yeni düşman” İslam’a karşı, tek vücut olmaya doğru yöneliyorlardı.

İşte bu ortamda ABD tek süper güç olmanın hırsıyla, rakiplerini de baskı altına almak ve dünyanın kaynaklarını tek başına sömürmek ve diğerlerine kendi denetimi altında istediği kadar pay vererek tam bir hegemonya kurmak üzere, dünyanın enerji haritasına ve bu haritada çoğunlukla meskun bulunan İslam alemine yönelik bir “küresel kuşatma” ve işgal planını uygulamaya koyuyordu. Bu İslam’a saldırı operasyonlarının, İslam aleminde bir bütünleşmeye sebep olmaması için de gerekli tedbirler alınmaya çalışılıyor, Pakistan ve Türkiye başta olmak üzere bölgenin işbirlikçi yönetimlerinin de desteği alınarak, bu saldırıların top yekun İslam’a yönelik olmadığı, sadece “terörist” odakların hedef alındığı imajı yaratılmaya çalışılıyordu.

Orta Asya ve Afganistan’a yerleştikten sonra, küresel korsanlığın ulaştığı bu yeni boyutun hedefi artık Ortadoğu’ydu. Yeni dünya düzeni sevdasıyla baba Bush’un on iki yıl önce başlattığı Irak’ı işgal planını tamamlamak üzere oğul Bush harekete geçiyordu. Bütün dünyanın enerji kaynaklarını ele geçirmek ve denetim altında tutmak amacıyla başlatılan bu saldırıların hedefinin, bir “Amerikan İmparatorluğu” tesis etmek olduğu artık açıkça söylenip yazılıyordu.

ABD ve İşbirlikçilerinin Irak’a Yönelik İşgal Planının Zahiri ve Gerçek Sebepleri:

Zahiri sebepler:

1- Irak’ın, kimyasal, biyolojik ve nükleer kitle imha silahlarına sahip olduğu ve bunlarla diğer ülkeleri tehdit ettiği, bu konuda BM’in aldığı kararlara da riayet etmediği, bu sebeple silah zoruyla “silahsızlandırılması” gerektiği iddia ediliyordu. Halbuki yaklaşık on iki yıldır süregelen ambargolar sonucunda, Irak’ın silah gücü asgari boyutlara inmişti ve üstelik BM silah denetçileri de bu tür silahların varlığına ve üretimine dair bir ize rastlamadıklarını rapor ediyorlardı. Sonuçta, Irak’ın hiçbir ülkeyi tehdit edecek bir gücü kalmamıştı. Ayrıca, ABD ve Batı bu tür silahları Saddam’a bizzat sağlamışlar, İran’a ve kendi halkına yönelik olarak bunları kullanmasını temin etmişler ve bu vahşet karşısında o zaman suskun kalmışlardı. Bu gün ise bu silahların ispat edilemeyen varlığı bahane edilerek Irak işgal edilmeye çalışılıyordu. Yani kurt kuzuyu yemeyi kafaya koymuş, uyduruk bahaneler icat ediyordu.

BM kararlarına riayet ettiği ve silah denetçileri de “kitle imha silahı” bulamadıklarını beyan ettikleri halde Irak işgal edilmek isteniyor. Bizzat Ortadoğu bölgesinde, Filistin topraklarına yönelik İşgalini ve silahsız mazlum Müslüman halkını da katletmeyi sürdüren terörist devlet İsrail’in elinde de çok sayıda kitle imha silahı bulundurduğu tüm dünyaca bilindiği, üstelik İsrail bu silahlarla bütün bölgeyi tehdit altında tutup, bu konuda ve işgal konusunda alınan BM kararlarının hiç birisine de riayet etmediği halde, ne silahsızlandırılması, ne BM kararlarına riayet ettirilmesi, ne de bu gerekçelerle bir saldırıya muhatap kılınması düşünülmediği gibi, İsrail tüm bu alanlarda, (kitle imha silahı ile silahlanma, Filistin topraklarını işgal ve soykırımı sürdürme ve bu konularda alınan BM kararlarına uymama hususunda) bizzat ABD ve diğer Batı ülkeleri tarafından korunup, kollanmakta ve ahlaksızca desteklenmektedir. BM’in “Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması”nı Irak’la birlikte 187 ülke imzalamış bulunduğu halde, İsrail 35 yıldır bu anlaşmayı imzalamaktan da imtina etmektedir.

2- Irak işgalinin dayandırılmak istendiği ikinci zahiri sebep ise, Saddam’ın diktatörlük rejimine son vererek, Irak halkını “demokratik” bir rejimle “özgürlüğe” kavuşturmak olarak takdim edilmektedir. Bu konuda da ne kadar çarpıcı bir sahtekarlığın, yalancılığın söz konusu olduğu, ilave bir açıklamaya bile gerek bırakmayacak derecede, açıktır. Çünkü bütün dünya bilmektedir ki, araları açılana kadar, Saddam’ın çok daha zalim, saldırgan ve tehlikeli olduğu bir dönemde, bu diktatör yönetim ABD’nin gözdesiydi. Ve o dönemde milyonlarca mazlum İranlıyı ve kendi halkından da yüz binlercesini, bu gün söz konusu edilen “kitle imha silahlarıyla” katlederken ABD başta olmak üzere Batı tarafından destekleniyor ve bu silahlar ona Batı tarafından temin ediliyordu. Yani, İslam’a ve Müslümanlara saldırdığı dönemde bu diktatör onların en samimimi dostu ve işbirlikçisiydi, ne zaman ki İsrail ve ABD çıkarları için de tehdit olmaya haşlayınca, işte o zaman kötü bir diktatör olarak takdim edilip, “demokrasi” adına devrilmesi ve Irak halkının özgü deştirilmesi gerektiği gündeme getirilmeye başlandı. Ve hem de yine aynı süreçte, Türkiye, Pakistan ve Venezüella gibi pek çok ülkede, kimisi başarılan kimi de başarılamayan pek çok darbe ABD tarafından organize ediliyor ya da destekleniyordu. Bu çarpıcı gerçeklere rağmen, ABD ahlaksızca bir pişkinlikle, Irak’taki despot rejimi işgal sebebi olarak gösterip, kendilerine özgürlük ve demokrasi getirmeyi vaat ettiği mazlum Irak halkının üzerine milyonlarca tonu bulacak bombalar yağdırmaya hazırlanıyor. Diktatör Saddam’dan canlarını kurtaranların üzerine bombalar yağdırarak onları özgürleştirme iddiası bu halkla alay etmekten başka bir şey değildir. Hem de, işgalden sonra, Afganistan’da yaptıkları gibi, ABD asker ve ajanlarının yönetiminde bir idareyi uzun yıllar Irak’ta egemen kılacağını da utanmadan ve açıkça beyan ettiği halde, ABD bu tutarsız iddialarını, dünya ile alay edercesine sürdürebilmektedir.

Gerçek sebepler:

1- “Medeniyetler Çatışması” teziyle öngörülen amaca ulaşmak üzere İslam alemini küresel kuşatma ile denetim ve hegemonya altına almak, küresel emperyalizme itiraz eden muhalif kesimleri “terörist” diye damgalayıp yok etmek planlanmaktadır. İslam ümmetinin yeni bir sıçrama yapmasını sağlayacak potansiyelini oluşturan bilinçli, düşünen, sorgulayan, üreten ve itiraz eden onurlu, direngen kesimlerini ezmek, yok etmek, tabiri caizse ümmetin “pençelerini” sökmek amaçlanmaktadır. Büyük bir kibir ve şımarıklıkla acele davranıp zamansız ilan ettikleri “Tarihin Sonu” tezi ile rakipsiz ve “insanlığın ulaştığı en son, en mükemmel” sistem olarak takdim edilen kapitalist Batının bunalımlı seküler kültür ve medeniyeti karşısında, Allah tarafından korunan Kur’an’ın diriltici rehberliğinde, insanlığın kurtuluşu için en sahici alternatif olarak durduğunu fark ettikleri İslam mesajını alternatif olmaktan çıkarmak istemektedirler. Dünya insanlığını aydınlatan “tevhid” mesajı, hep Ortadoğu’dan tüm dünyaya yayılmıştı. Pek çok Peygamberin, bu arada insanlığın hafızasında sakladığı isimlerden olan, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’in, insanları özgürleştiren, insanlık onurunu yücelten, hak ve adalete çağıran daveti de bu bölgeden doğmuştu. Bu gün de küresel emperyalizmin önünü kesecek bir diriliş ve uyanışa sebep olacak tevhid ve adalet çağrısını dünya insanlığına ulaştıracak potansiyeli bu bölge barındırmakta, Kur’an’a yöneliş en çok bu bölgede kitleleşme imkanına sahip bulunmaktaydı. Yerel işbirlikçileri ile birlikte bir yandan İslami uyanışı engelleyici tedbirler almak, bunun için baskı ve terör yöntemlerini kullanarak Müslümanları ezmek, örgütlü yapıları dağıtmak, diğer yandan da İslam dininin muhtevasını bozucu, İslam’ı “protestanlaştırıcı” (laikteştirici) kültürel çabalan destekleyip yaygınlaştırmak olmalıydı ve öylede yapılmaktadır.

2- İkinci gerçek sebepse iki “vampir devlet”in dayanışmasından kaynaklanmaktadır. ABD ve İsrail başından beri iç içe geçip bütünleşmiş iki terörist devlet olarak tarihte yerlerini almışlardır. İkisi de daha doğuşlarında, başka halklara ait toprakları zorla işgal ederek ve yerli halklar üzerinde soykırım uygulayarak, kan ve gözyaşı üzerine kendi varlıklarını inşa etmiş, adeta kanla beslenen “vampir devletler” hüviyetini kazanmışlardır. ABD’nin doymak bilmez pis sömürü iştahı ve sınır tanımaz hegemonya arzusu, İsrail’in de “arz-ı mev’ud” hayaliyle pek çok ülkeyi, halklarını soykırımdan geçirerek kendi topraklarına katma amacı devam ettiği ve bu amaçlarına ulaşmalarını sağlayacak güçleri de var olduğu sürece, bu vampir devletler, yeni yeni işgallere yönelecektir. İşgalin bir sebebi de, bu iki vampir devletin bu bölgeyi, ABD ve İsrail çıkarlarına göre yeniden dizayn etmek ve İsrail’i güvence altına almak, bölgede rakipsiz bir güç haline getirerek “arz-ı mevud” hayaline ulaşmasının yolunu açmaktır. Bu amaçlarla, yeni düzenlemede, belki bir kısmı da yeni kurulacak, birbirine düşman, fakat hepsi de ABD-İsrail eksenine eklemlenip mahkum edilmiş, güçsüz, zayıf zavallı devletçiklerden oluşan bir Ortadoğu planlanmaktadır. İslam aleminin yeniden ümmetleşmesini, dayanışmasını, bütünleşmesini engellemek ve bir gün bir “İslam Birliği”ne ulaşma ihtimalini de yok etmek üzere, yeni düşmanlık, kin, husumet, intikam ve kan davası tohumları da bu süreçte bölgeye ekilmeye çalışılmaktadır. Bu düşmanlıklardan birisi de, Türkiye’yi bölgenin Müslüman halklarına saldırıda üs olarak kullanarak ve Türkiye’ye, topraklarını katil ordulara tahsis ettirip, Müslüman halklara yönelik katliamlarda yardım ve yataklık yaptırarak temin edilmek istenmektedir.

3- Afganistan’la başlayıp, Irak, Suriye ve İran’la sürdürülmek istenen bu küresel hegemonya saldırılarının gerçek sebeplerinden birisi de, dünyanın enerji haritasını ve enerji nakil yollarını tam denetim altına almak, ele geçirmek, ABD çıkarlarına göre sevk ve idare etmektir. Bu amaçla dünyada tam bir ABD hegemonyası tesis ederek, bir “Amerikan İmparatorluğu”nun, “Çağdaş Roma İmparatorluğu”nun kurulmasından cüretkarca bahsedilmektedir. ABD işte bu imparatorluk hayalinin önündeki her engeli büyük silah gücüne dayanarak zorla aşmak istemektedir. ABD yönetimini iç darbe ve hilelerle ele geçirmiş olan, petrol ve silah tröstlerinin yandaşı “şahin” kadroyu oluşturanlardan Donald Rumsfeld, Paul Wolfowitz ve Richard Perle kurdukları bir düşünce üretim merkezi adına üretip birlikte imzaladıkları ve 2000 yılı Eylül ayında yayınladıkları bir raporda “Amerika rakip tanımayan bir hipergüç olmalıdır” tezini ortaya atmışlar, Irak’la başlatılacak Ortadoğu’yu işgal projesini de bu raporda önermişlerdi. İşin ilginç yanı, bu günün güçlü adamı, 1992 öncesinin de savunma bakanı olan Dick Cheney’inde bu raporun hazırlanmasının talimatını veren kişi olduğu ifade edilmektedir. George W. Bush’un en yakın ve en yetkili çevresini oluşturan bu şahinler, o gün yazdıkları ve 90’lı yıllarda Bili Clinton’a da bir mektup yazarak teklif ettikleri bu projeyi, bu gün ellerine geçen fırsatla, olduğu gibi uygulamaya koymaya çalışmaktadırlar.1

4- ABD bu işgal hareketiyle devşireceği imkanlarla, batakta olan ekonomisini de kurtarmaya çalışmaktadır. Dünya petrol rezervlerinin en kaliteli, en verimli ve en büyük bölümünü topraklarının altında barındıran Ortadoğu’yu işgal ile petrol bölgesinin tabiri caizse kalbine yerleşmeyi planlamaktadır. Petrol ve silah tröstlerinin elde edeceği astronomik kazançlarla, dünya hegemonyası için gerekli büyük silah gücünü de yenilemek ve böylece söz konusu raporda zikredilen tek başına dünya hakimi olmak hedefine ulaşmak istemektedir. Amerika’ya rakip olma ve tek başına dünyaya tahakküm etmesine engel olma potansiyeli taşıyan Fransa, Almanya, Rusya ve Çin’in petrol bakımından büyük ölçüde bağımlı olduğu bölgenin de burası olması ve üstelik ABD stratejisinin, dünyanın bütün enerji haritasını ele geçirmeye yönelik bir muhteva taşıması ortaya koymaktadır ki, ABD bu hegemonya projesiyle rakiplerini de diskalifiye ya da terbiye etmek istemekte, bu küresel güç gösterisiyle onlara gözdağı vermeyi de planlamaktadır. Bu sebeple de bunu fark eden söz konusu ülkelerden ciddi bir dirençle karşılaşmaktadır. İşte bütün hesaplar bu amaca yönelik olarak yapılmakta, bu gidişi fark eden potansiyel rakipler de, insani değerler ve adalet adına değil de, çıkarlarının büyük zarar göreceği endişesiyle ABD’nin önünü kesmeye çalışmaktadırlar. Bunu yaparken bile, son derece ürkek, çekingen, İkiyüzlü ve hesapçı bir yaklaşım içinde davrandıkları, çok cesur ve ABD’yi çok kızdıracak tutumlardan kaçındıkları gözlemlenmektedir. Halbuki tüm bu güçler ciddi bir güç birliği yaparak onurlu ve cesur bir direnişi gerçekleştirseler ABD yerinden kıpırdayamazdı.

ABD; Yalancı, Sahtekar, Ahlaksız, Terörist ve Korsan Bir Devlettir

ABD yönetimi yalana, sahtekar ve ahlaksızdır çünkü; psikolojik savaş araçlarını kullanarak, kültürel emperyalizm yoluyla dünya kamuoyunu kendi çıkarları doğrultusunda aldatıp, şartlandırmakta, yanlış yönlere doğru yönlendirmektedir. İletişim teknolojisi alanındaki sömürüye dayalı büyük maddi gücüyle eline geçirdiği dünya enformasyon ağını dilediği gibi kullanıp, yalan ve yanlış bilgileri gerçekmiş gibi dünya insanlığının zihinlerine zerk etmektedir. Yalan haber üretmek ve yaymak üzere özel kurumlar oluşturmakta, bunları çeşitli ülkelerin halklarına benimsetecek yazılar yazmaları için de o ülkelerin medya ve aydınlarını satın almaya çalışmaktadır.

Terörist ve korsan bir devlettir çünkü; dünyanın kaynaklarını sömürme uğruna, zayıf ve güçsüz ülke yönetim ve halklarını, elindeki büyük savaş makinesi ile korkutmakta, sindirmekte, şiddete dayalı yöntemlerle teslim almaktadır. Kendi emirlerine ram olmayan ya da çıkarlarına zarar veren ülkelerde, darbeler düzenlemekte, iç karışıklıklar ve iç savaşlar çıkarmaktadır. Yaptığı vahşetler, soykırımlar, katliamlar sorgulanmasın diye de, önce “Uluslar Arası Ceza Mahkemesi”nin yürürlüğe girmesini engellemekte, kendi katil askerlerini sorgulamasın diye imzalamamakta, sonra da imzalayan ülkeleri ABD askerlerine ayrıcalık tanımaları için baskı altında tutmaktadır.

Kendilerini Müslüman olarak nitelendirip de, insan onuruyla bağdaşmayacak özelliklere sahip olan ve dünyaca da bu özellikleriyle bilinen ABD’nin peşine takılmakta bir beis görmeyenlerin hali ciddi bir sorgulamaya tabi tutulmalıdır.

Türkiye’nin Tutumu, Her Zamanki Gibi Yine Utanç Verici Bir Zilleti Ortaya Koymaktadır:

Türkiye’nin yeni hükümeti, daha ilk baştan, “BM kararı bile olsa yine de bu haksız işgale yardımcı olamayız, bir insanın bile haksız yere öldürülmesine taraftar olamayız” demesi gerekirken, ABD’nin BM’yi her zaman kolayca yönlendirebildiği ve istediği kararları zorlanmadan aldırabildiği bilindiği halde, maalesef “BM kararı alınması halinde bu saldırıya destek vereceğini” açıklayan bir yaklaşım sergilemiştir. Sonra Ortadoğu ülkelerine yönelik zevahiri kurtarmaya, kendi halkına ve bölge halkına aslında barış için her şeyi yaptıkları imajını uyandırmaya yönelik bir takım gidişimler öne çıkarılmıştı. Ancak henüz bu barış çabalarının sonucu bile beklenmeden ve tam da Avrupa’da Fransa, Almanya ve Rusya’nın tutumlarıyla, barış yanlısı çıkışların güçlenip, somutlaştığı, dünya insanlığının on milyonlarca kişiyle sokaklara dökülüp savaş karşıtı tavırlar sergilediği, Türkiye’de savaş karşıtlığının %90’lara tırmandığı, bütün şartların hükümetin elini bu anlamda güçlendirdiği bir sırada yeni barış hamlelerinin ve uluslar arası yeni diyalog çabalarının son derece verimli olacağı bir vasatın ortaya çıktığı bir sırada ani bir dönüşle “artık bizden günah gitti” söylemiyle ABD yanlısı bir çizgiye çark ediliverdi. Hem de BM silah denetçileri raporu savaşı zora sokucu olumlu bir muhtevada açıklanmasına ve BM Irak aleyhine yeni bir karar da almamasına rağmen, Türkiye’nin bütün üs ve limanlarında modernizasyon çalışmaları yapmaları için ABD askerlerine izin veren birinci “tezkere” aceleyle TBMM’den geçiriliverdi. Ne olmuştu da hükümet birden şahinleşivermişti. Barış görüşmelerini sürdürdüğü süreçte bile, hükümet ve AKP yetkililerinin bir kere olsun ABD’yi eleştirdikleri görülmemişti. Sürekli Irak yönetimi suçlanıyor ve saldırıyı engelleyecek sorumluluğun sadece Irak yönetiminde olduğu vurgulanıyordu. Bir kez olsun ABD’nin Irak’la ilgili iddiasını somut kanıtlarla ortaya koyması ve uluslararası hukuka uyması gerektiği hatırlatılmıyordu. “ABD ikna olmuşsa biz de ikna olmuş sayılırız” zilletinin bir başka versiyonu ortaya konuyordu. Bölgede kitle imha silahlarına hem de çok büyük oranda sahip olduğu somut kanıtlarla ortaya konan ve bunu bizzat kendisinin de gizlemediği İsrail’in durumu bir kez olsun gündeme taşınmıyordu.

Basında yer alan haberlere göre, Türkiye her şeyi bırakmış, iğrenç dolar pazarlıklarına girişmişti. Amerikan yönetimine yakın bir yazar, “IMF Türkiye’yi bizim için satın aldı” dememiş miydi? Soros’un “sizin en büyük ihraç ürününüz askerinizdir” şeklinde değil miydi? Şimdi galiba bu satışın fiyatı pazarlık konusu oluyordu.

Hak, hukuk, adalet ve özgürlük vaat ederek halkın büyük desteğiyle hükümet olanlar, çok kısa sürede, hak, hukuk, adalet ve özgürlüklere savaş açmış yerel ve uluslar arası derinliklere doğru savruluyor, adaletsiz, ahlaksız ve hukuksuz “reel politiğe” teslim oluyorlardı. Değişim rüzgarlarına kapılıp Rabb’inin belirlediği en temel ilkeleri bile, iktidar ve ikbal uğruna harcayanların, halkın kendilerine emanet ettiği iradeye ve kendilerinin halka verdikleri sözlere riayet etmelerini beklemek ciddi bir tutarsızlıktır. Allah’la ahdine sadakatsizlik etmede bu kadar cömert olanların, halka olan ahdine ve vaatlerine aynı pragmatizmle sırt dönmeleri çok daha kolay olmaktadır. İktidar eksenli bir tasavvura sahip olanlar, kısa vadeli iktidarları uğruna feda edilmeyecek hiçbir değer bırakmamaktadırlar.

AKP liderinin “ahlaki öncelikleri değil, reel politiğin gerektirdiği siyasi öncelikleri tercih ediyoruz” mealindeki sözü hangi değerler sistemine oturtulabilir ki? İnsanlık onurunu ön planda tutan, her hangi bir insan bile böyle bir söz söylemez, ben de Müslüman’ım diyen bir kimse ise kesinlikle söyleyemez. Çünkü insanlık onurunu öne çıkaran bir insanda da, bir Müslüman’da da “ahlaki” olanla “siyasi” olan çakışmak zorundadır. Siyaset ahlaki olanı hakim kılarak, adaleti temin etme yoludur. Ahlaki değerlerden soyutlanmış bir siyaset ahlaksız bir siyasettir ki, burada belirleyici olan, hakka, hukuka uygun ve adil olan değil, ulusal egoizmin gerektirdiği ahlaki olmayan çıkarlara uygun olandır. AKP Genel Başkanı da “siyasi öncelikleri ulusal çıkarların belirlediğini” ifade etmemiş miydi? Peki bu “ulusal çıkardan kim belirtiyordu?” Tabi ki kırmızı kitaptaki şartları belirleyen derinlikler. “Ulus”un tamamına rağmen ulusal çıkar belirlemek nasıl bir bilmecedir? Anketlerin tespitine göre, halkın %94’ü bu emperyalist savaşa karşı olduğuna göre bu bilmecenin cevabı nedir? Bu cevap, TC devletinin kuruluş felsefesinde yer almaktadır. İlk başta “Halkçılık” ilkesini ortaya atan kurucu kadrolar, kısa süre sonra halkın dinine ve değerlerine karşı savaş açtıklarında, halka güvenlerini kaybederek onu düşman ilan etmişlerdi. Bundan sonra da, “halkın kendi lehine olan şeyi bilemeyecek kadar cahil ve yetersiz olduğunu” iddia ederek yeni bir formül geliştirmişlerdi, “halka rağmen halk için”. İşte o gün bu gündür bu formül işlemekte, sorunlar bu formülle çözülmektedir. AKP iktidarında da, bu formül gereğince, “ulus” çoğunluğu cahil ve yetersiz oldukları için “çıkar”ının nerede olduğunu belirlemekten aciz oluğundan, teslim olunan derinliklerde “ulusa rağmen ulusal çıkar belirleme” yoluna gidilmekteydi. Yıllarca adalet, hak ve hukuk diyenlerin iktidarında da, “ahlak” ve “adalet” kavramları, bir çırpıda ve hiçbir direnç göstermeden, “güvenlik” ve “çıkar” kavramlarına kurban ediliyordu. İktidar uğruna en temel değerlerini kolayca terk edenleri, bu zaaflarından yakalayan “ilah devlet”in, onları ne kadar kolayca dönüştürdüğünü gösteriyordu.

AKP milletvekili Resul Tosun’un Yeni Şafak’taki köşesinde yazıp ve savunduğu üzere, ABD’ye destek tezkeresine evet diyen AKP çoğunluğunun gerekçeleri, “ulusal çıkarlar” (başta da ekonomik sıkıntılara düşme endişesi) ve AKP’nin zarar görmemesi imiş.2 Bu ifadeler, AKP başkanının kapalı grup toplantısında söylediği belirtilen, “bu gün savaşa hayır diyenler maaşlarını üç gün geciktirecek bir sıkıntıya düşsek sokaklara dökülürler” mealindeki sözleriyle de örtüşen bir çirkinliği ortaya koymaktadır. Demek ki AKP’nin yönetimi ve 264 milletvekili ekonomik sıkıntılara düşmemek İçin ya da AKP’nin zarar görmemesi ve iktidarı kaybetmemek uğruna, Ortadoğu’yu kana bulayacak bir büyük utanca, insan onuruna saldıran bir büyük vahşete, yüz binlerce masum İnsanın katledilmesine yeşil ışık yakmışlardır. İyi ki bu suça ortak olmayı reddeden 74 adet erdemli ve ahlaki değerleri siyasi çıkarların önüne alan “hayır”cı çıkmıştır. Ancak tehlike hala geçmiş değildir. Bundan sonra erdemli olanların çizgilerinde direnmeleri ve AKP’yi halka vaatlerine uygun özgürlükçü ve insani, ahlaki değerleri önceleyen bir konuma zorlamaları gerekecektir. Aksi taktirde AKP iktidarı da geçmiştekilerden farksız “halka rağmen”ci bir çizgide özgürlük dahi getirmekten uzak bir zulüm yönetimi olmaktan kurtulamayacaktır.

“Kurtarmayan savaş”tan bu yana, emperyalizme karşı mazlum halkların umudu ve öncüsü olduğu yalanı öne çıkarılsa da, aslında o gün bu gündür Türkiye, hep emperyalizmin işbirlikçisi rolünü sadakatle oynamış, hep mazlum halkların özgürlük ve bağımsızlık mücadelelerine karşı zalim kapitalist emperyalistlerin yanında yer almıştır. Cezayir’in bağımsızlık mücadelesinde Fransa’nın, Filistin’in işgalci zalimlere yönelik bağımsızlık ve özgürlük mücadelesine karşı terörist İsrail ve ABD’nin, mazlum Kore halkına karşı saldırgan, işgalci ABD ve NATO’nun, Afganistan’ın vahşice bombalanıp işgali sırasında yine ABD’nin, Çeçenistan’a karşı Rusya’nın, Doğu Türkistan’a karşı Çin’in yanında yer almış, üstelik utanmadan bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi verenleri de emperyalistlerin jargonuyla “terörist” olarak sulayabilmiştir. İsrail’in mazlum Müslüman Filistin halkını bombalayan katil uçaklarının eğitim uçuşlarına Türkiye semalarını tahsis ederek halkımıza büyük bir utancı yaşatanlar, bu gün de komşumuz mazlum Müslüman Irak halkına bombalar yağdıracak katil ABD ordusuna topraklarımızı tahsis ederek çok daha büyük bir utancı yaşatmaya hazırlanıyorlar.

“Çok partili” demokrasi olarak yutturulmaya çalışılan dönemde bile, askeri vesayet altında ancak “çok CHP’li” bir döneme geçilebilmiş, ancak buna müsaade edilmiş ve hiçbir parti gerçekten iktidar olabilmeyi başaramamıştır. Hükümetler değişse de iktidar hep aynı kalmış, bu sebeple de halkın talepleri ve ahlaki değerleri siyasette hiçbir zaman etkili olamamıştır. Hangi parti seçimi kazanırsa kazansın, ABD icazeti olmaksızın başa geçememiş, ABD ve Batı çıkarlarına aykırı kararları da alamamış, almaya teşebbüs edenler de bedelini ağır ödemek zorunda bırakılmışlardır. IMF, Dünya Bankası, NATO ve BM gibi kuruluşlar ise, hep emperyalist emellere hizmet eden kuruluşlar olarak, onlar adına Türkiye’yi adeta esir almışlardır. Kendi halkına karşı hep ulusçuluk ve ulusal onur propagandası yapanların bu anlamdaki efelenmesi de yine kendi halkına karşı depreşmiş, bu tür dış baskı ve yönlendirmeler karşısında ise utanç verici bir zilletle hep suskun ve teslimiyetçi davranılmıştır.

Kuruluşlarından bu güne sürekli kanla beslenen ABD-İsrail eksenine eklemlenerek, bu gün de, ahlaksızlığı, hukuksuzluğu ve adaletsizliği desteklemek zorunluluğunu hissedenler, neden korkmakta ve neler ummaktadırlar ki, bu zilleti sürdürmekte bu kadar ısrarlı olmaktadırlar. ABD, kadir-i mutlak ilah mıdır ki, bu kadar korkulmaktadır? Hak’ka ve halka verecekleri hesabın endişesini taşıması gerekenlerin, yerel ve uluslar arası derin odaklardan, karanlığın gücünden bu derece korkmaları ve sadece karanlıkların arzularını esas alıp, Hakkın koyduğu ölçüleri ve halkın isteklerini hiç kale almadıklarını gösteren kararlar alabilmeleri, iktidar hırsıyla dünyevileşmenin yol açtığı zilletten ve iktidarı putlaştırmaktan başka bir sebeple izah edilebilir mi? Erdemli insanların, kısa vadeli haksız çıkarlar yerine, uzun vadeli, tarih ve Allah huzurunda anlamı olan değerleri, insanlık onurunu ve adaleti gözetmeleri gerekmez mi?

ABD halkının bile tam olarak güvenmediği, tehlikeli bir çete olarak görülen bu günkü Amerika yönetiminin verdiği bazı sözlere ve taahhütlere güvenerek yola çıkanların, bu yanılgılarının sonuçlarını acı bir gerçeklik olarak yaşamaları çok fazla gecikmeyecektir. Umdukları çıkarları elde edemeyecekleri gibi, çok daha fazlasını ve üstelik onurlarını da kaybederek tarihe intikal edeceklerdir. Türkiye’ye ve bölgeye yerleşen bu katil güç bir daha gitmek istemeyecek, bir süre sonra İran ve Suriye’ye de saldırmaya kalktığında, daha zelil bir konumla aynı desteği vermekten başka bir tercih hakkına da sahip olmadıklarını göreceklerdir.

Sonuç olarak, AKP yönetimince karanlık ve derin mahfillerde belirlenen ve ahlaki olmadığı da itiraf edilen, halkın da reddettiği “ulusal çıkarlar” uğruna, yüz binlerce masumun, kadın, erkek, çocuk sivil halkların katledileceği daha baştan belli olan küresel bir utanca ortak olmaya yönelik politikalar takip edilmektedir. Irak halkına yönelik saldırıya, bir leşe ortak olmak isteyen akbabalar gibi zilletle yanaşmaya çalışanları, Allah affetmeyeceği gibi, Müslüman halklar, onurunu yitirmemiş olan insanlık ve tarih de affetmeyecek ve hep lanetle hatırlayacaktır. Komşusuna tecavüze hazırlanan katile, hem de dünyevi çıkarı uğruna evinin bir odasını tahsis ederek yardım ve yataklık yapmayı kabullenen kimsenin konumu, şüphesizdir ki, tecavüz edenden daha zelil ve daha alçak bir konumdur.

Şurası unutulmamalıdır ki, ahlaki değer ve onurlarından taviz vererek siyasi çıkar elde etmeyi umanlar, sonuçta hepsini birden kaybederler. Yine unutulmamalıdır ki, emperyalist zalimlere karşı erdemli ve ilkeli bir tavır koymanın bedelini onurlu bir biçimde ödemekten kaçınanlar, daha sonra daha büyük bedelleri hem de onursuzca ödemek zorunda kalırlar.

 

Dipnotlar:

1- Taha Kıvanç, Yeni Şafak Gazetesi, 25 Şubat 2003

2- Resul Tosun, Yeni Şafak Gazetesi, 1 Mart 2003

İlginizi çekebilir

Şehid Âlim Şeyh Said’e, Türkçü, Atatürkçü, Laik Zihniyetleri ve Kirli Dilleriyle ‘Hain’ Diyenler, İslâm’la Hükmedilmesine ve Ümmetçiliğe Karşı Çıkıp İslam Kardeşliğini Yok Ederek En Büyük Bölücülüğü Yapan Gerçek HAİNLER Değil midir?

Yazıklar olsun bu büyük zulüm ve adaletsizliği temsil edip ülkeye ve halklarına ABD, NATO ve İsrail ile kol kola bunca kötülüğü yaptıkları halde hâlâ utanmadan bu milleti sevdiklerini ve vatanın bölünmesine karşı olduklarını söyleyerek bu kadar ikiyüzlü davrananlara?