İslam ümmeti olarak, işgal, istila, katliam ve sömürülere muhatap kılınarak içine sürüklendiğimiz zilletin arka planında, şüphesiz ki, Kur’an’dan ve Rasulullah (s)’ın ve ilk Kur’an neslinin güzel örnekliğinden kopuşumuz yatmaktadır. Bugün gelinen noktada, bir yandan işgal, istila ve katliamlar sürmekte, kaynakları emperyalist güçler ve yerli işbirlikçileri despot yönetimlerce talan edilen Müslüman halklar açlığa, sefalete mahkum edilerek yardıma muhtaç kılınmakta, açlıktan kitlesel göçler ve ölümler yaşanmaktadır. Diğer yanda da, bu duruma, işgale, sömürüye, despotizme, adaletsizliğe, yaklaşık bir asırdır İslami kimlik ve hayat tarzıyla savaşılmasına son vermek için ayaklanan halklar, emperyal güçler ve yerli despotlar arasında örselenmekte, yeni katliamlara muhatap kılınmak suretiyle terbiye edilmeye, adaletin ikamesi bakımından köklü çözüm olan İslami inkılaplara yönelmekten alıkonarak, yeniden emperyalistlere, onların demokrasi sistemine, yani kahyanın zulmünden ağaya sığınmaya zorlanmaktadırlar. Maalesef bu süreçte, bölgemiz ve tüm dünya Müslümanları, büyük çoğunluğu itibariyle, bu emperyal oyunu bozacak bir feraset ve basiretle hareket etmekten uzakta durmakta, despotların zulmüne itiraz edip ayaklanırken, muhatap kılındığı ağır şiddetin etkisiyle, her bakımdan tek kurtuluş yolu olan Kur’an, Allah’ın ipi/hablullah yerine emperyalizm “yılan”ı olan demokrasiye sarılabilmektedir.
Bütün bunların yanında, Türkiye vb. başka ülkelerde ise, giderek zenginlik ve iktidardan pay almaya başlayan Müslümanlar da, yaygınlaşan bir başka zillete sürüklenmekte, kulluk ve ahiret eksenli hayat tasavvuru yerine, dünyevi süsler, çıkarlar, zenginlikler, iktidar ve ikbal beklentileri, mevki ve statü arayışları ile dünya eksenli seküler bir hayat tasavvuruna sürüklenmektedirler. Böylece giderek, yıllardır süregelen zora dayalı sekülerleştirme, batılılaştırma projelerinin yerini artık, dünya hayatına müdahaleden ve siyasal, ekonomik, sosyal, hukuki iddialarından vazgeçirilmiş, bireysel ibadetlere indirgenerek Protestanlaştırılmış bir İslam algısı çerçevesinde “gönüllü sekülerleşme” almış bulunmaktadır. İşte Müslümanlar olarak bütün bu halimizin sebeplerinin en başında, kitap eksenli din anlayışımızı, kulluk eksenli hayat tasavvurumuzu ve tevhidi ümmet olma niteliğimizi yitirerek yolumuzu ve istikametimizi kaybetmemiz vardır. Dinimizin din, ibadetlerimizin ibadet, Ramazanlarımızın Ramazan, oruçlarımızın oruç olmaktan çıkışı, içerikten, ihlastan, derinlikten uzaklaşıp sığlaşması, anlam ve istikamet kaybına uğrayarak şekle indirgenmesi vardır. Bizi biz yapan, bize anlam, değer ve şahsiyet kazandıran vahye dayalı özgün paradigmamızdan (modelimizden) ve “Muhammed-ül Emin” kimliğinden kopup, seküler kültüre ve dünyevileşmeye doğru zelilce savruluşumuz vardır.
O halde, insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak ve onlara hak ile batılı ayrıştıracak Furkan ölçüsünü kazandırmak ve batılın bütün versiyonlarının pençesinden kurtararak, zulümden adalete ulaştırmak üzere Kur’an’ın indirildiği Ramazan ayını vesile kılarak, Kur’an’ı nüzul sırasıyla ve hakkıyla bir daha okumalıyız. İlk indiği toplumu ve onların din ve ibadet algılarını nasıl inşa ettiğini, onlarda yaşanan büyük inkılabı nasıl meydana getirdiğini algılamaya ve bu çerçevede halimizi ıslah etmeye çalışmalıyız. İlk Kur’an nesli, aynı değerlerle, aynı din ve aynı Kur’an’la, büyük bir güç ve enerji ürettiler. İnsanlığı aydınlatacak, insanlığı adalete ve insanlık onuruna kavuşturacak görkemli ve güzel bir örneklik oluşturdular. Neden o bir avuç insanın sahip oldukları ve okudukları Kur’an, tuttukları oruç ve diğer ibadetler, onların bütün dünya insanlığına mesajı taşıyacak ve milyonlarca insanın Müslümanlaşmasına sebep olacak derecede muhteşem bir örneklik ve şahidlik oluşturmalarını sağlıyor ve onlara bu derece güç ve izzet kazandırıyor da, bu gün aynı Kitap, aynı değerler ve aynı ibadetler, çok büyük sayılara ulaşan bizi bu büyük zulümden ve zilletten bir türlü kurtaramıyor? İşte bu hususu sorgulamalıyız. Halimizi gözden geçirmeli, ilk Kur’an neslinde olup da biz de olmayanı bulup ortaya çıkarmalıyız. Kendimizi, ümmetimizi, Kur’an, din ve ibadet algı ve anlayışlarımızı ıslah etmeliyiz.
“İbadet” Kavramında Meydana Gelen Eksen ve Anlam Kaybı
Ümmetin Kur’an’ı terk edilmiş bırakarak, Allah Resulün’ün (s) ve ilk neslin örnekliğini dikkate almamak sebebiyle yaşadığı uzun yozlaşma serüvenin sonunda geldiğimiz bugünkü noktada, Kur’an algımızdan başlayarak, hayatımızı kuşatan ve yaratılış amacımız olan “ibadet” anlayışımıza kadar pek çok temel konuda ürkütücü boyutlarda anlam ve eksen kaybının meydana geldiğini görüyoruz.
İslami kimlik ve ilkeler alanında yaşanan geleneksel ve modern savrulmaların arka planında pek çok unsur yer almakta ve bu tür tahrif ve tahrip edici, saptırıcı etkenlerin tesiri altındaki süreçlerde Müslümanların İslam anlayışlarında büyük bozulmalar meydana gelmektedir. Gerek muharref geleneğin, gerekse modern kirlenmelerin yaygınlaşmasına ve yer tutmasına yol açan işte bu tür temel etkenlerin en önemlilerinden birisi de, Kur’an’dan kopuk ve bütünlükten yoksun bir ibadet algısının ortaya çıkması, sonuçta da ibadet kavramının eksen ve anlam kaybına uğramasıdır. Kulluk eksenine oturması gereken hayatımızda, çok önemli ve var oluşumuzun en temel kavramı olan ibadet kavramında meydana gelen bu büyük sapmanın üzerinde ciddiyetle durmalı, olması gereken konuma ve muhtevaya mutlaka kavuşturmalıyız.
Rabbimiz, “insanları ve cinleri yalnız bana ibadet (kulluk) etsinler diye yarattım”[1] ayetiyle, yaratılış gayemizin “sadece kendisine ibadet (kulluk)” olduğunu açıkça ifade etmiştir. Bu ayetin hükmü, insanların ve cinlerin bütün hayat alanlarında, Allah’tan başkasına tapmamalarını, itaat etmemelerini, sadece Allah’ın karşısında boyun eğmelerini, sadece Allah’ın emirlerine itaat etmelerini, ancak O’ndan korkup sakınmalarını, sadece Allah’ın dininin hükümlerine, ölçülerine ve kurallarına uymalarını, O’nun dışında hiç kimseden medet ummamalarını ve hiç kimsenin önünde dua etmek için el açıp yalvarmamalarını kapsamaktadır. Buna rağmen, Allah’a kulluk ve ibadetin belirleyici olmaktan çıkarılıp, ikinci plana atıldığı, iman-amel bütünlüğünün parçalandığı zaaflarla kuşatılıyoruz. Ku’an’dan ve ilk güzel örnekten kopuşun sonucunda, yanlış İslam ve ibadet anlayışlarının imanımızı zulme bulaştırdığı, ya da imanımıza zulüm giydirdiği, zihinlerimizi kirlettiği kaos ortamlarında yaşayan Müslümanlar olarak, ciddi boyutta istikamet kaybına ve ilkesel bazda büyük erozyona uğruyoruz.
Dünyevileşmenin anaforunda oradan oraya sürüklenen, anlamını ve istikametini yitirmiş bir hayatın, insanlığı -“Müslüman’ım” diyenlerin çoğu da dahil olmak üzere- kuşattığı ve öğüttüğü süreçleri yaşamaktayız. Çünkü insanların, Allah’ın verdiği akıl nimetini ve diğer yeteneklerini kullanarak, O’nun (kâinattaki) kevni ve Kurân’daki vahyi ayetlerini idrak etmek üzere harekete geçmemeleri, kalpleri olduğu halde anlamak, gözleri olduğu halde görmek ve kulakları olduğu halde işitmek gayretini göstermemeleri ve adeta kendilerini Allah’ın ayetlerine kapatmaları, vahiyden kopmaları, uzaklaşmaları, Kur’an’ın ifadesiyle onları “hayvanlardan bile aşağı” konumlara sürüklemiş bulunmaktadır.[2] O halde Allah rızası için, iman, amel (ibadet) ve İslami kimlik alanında yaşanan bu büyük erozyonun sebepleri üzerinde ciddiyetle düşünmek, zaafları tespit etmek ve aşmak mecburiyetimiz vardır.
Müslümanların, uzun tarihsel süreç içinde kaynaktan kopmaları ve hatta namaz kılanların çoğunluğunun bile, sürekli okudukları Fatiha suresini, “yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz, bizi doğru yola ilet” dediklerinin farkında ve bilincinde olmadan okuyor olmaları, sonuçta yapılan ibadetlerin, amellerin hedefini bulmasını engellemekte ve dinimizin yüklediği işlevleri yerine getirmekten uzaklaşarak içi boş ve anlamsız ritüeller haline dönüşmelerine yol açmaktadır. Beş vakit namazda tekrarlanan, “(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız” ifadesi, bir bakıma kulun, Allah’tan başka kimselere kulluk yapmayacağının taahhüdüdür. Mü’min şahsiyet her Fatiha okuyuşta, Allah ile birlikte başkasına da kulluk yapmayacağına, itaat etmeyeceğine, yalnız O’na boyun eğip, yalnız O’na tapacağına, yalnız O’nun hükümlerine tabi olacağına dair söz vermektedir. Ancak bunların farkında ve bilincinde olmadan okunan Fatiha’nın ve kılınan namazın ise, Rabbimizin bunlardan doğmasını istediği olumlu sonuca yol açması tabii ki mümkün olmamaktadır.
Allah Kur’an’da, sadece kendisine ibadet edilmesi gerektiğini, Peygamberlerini bile, işte bu konuda uyarıcılar, hatırlatıcılar olarak gönderdiğini, kendisinden başkasına, şeytan ve dostlarına kulluk, ibadet ve itaat edilmemesi gerektiğini tekrar tekrar beyan etmektedir. Rabbimiz, yalnız kendisine yapılan itaat ve ibadetin insanı arındırıp, inşa edeceğini ve kurtuluşa taşıyacağını beyan etmekte, kendisinden başkasına yönelik itaat ve ibadetlerin ise, hüsrana yol açıp, azap sebebi olacağı konusunda kullarını uyarmaktadır.
“Senden önce hiçbir resûl göndermedik ki ona: ‘Benden başka İlâh yoktur; şu halde bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.”[3]
“Ey Adem oğulları! Size şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır” demedim mi? “Ve bana kulluk ediniz, doğru yol budur” demedim mi?”[4]
Rabbimiz kendisini sürekli zikretmemizi, zikri (Kur’an’ı) hayatımızın bütün alanlarına hakim kılmamızı ve hayatın bütününe kendi zikrini, Kur’an’ı egemen kılmaktan ve sadece kendisine ibadet etmekten hiçbir sebeple yüz çevirmememizi emretmektedir. Yüz çevirenleri ise, azapla tehdit etmektedir. Ölüm gelene kadar Allah’a ibadetin sürdürülmesi, hiçbir zamanın ve hiçbir mekânın, alanın Allah’ın hükümlerinin hakimiyetinden ve Allah’a ibadetten soyutlanmaması gerektiğini vurgulamaktadır. “Dosdoğru din”in ise, hükmün sadece Allah’a ait olması ve ibadetin sadece Allah’a yapılması anlamına geldiğini beyan etmektedir.
“Kim de beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.”[5]
“Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et!”[6]
“Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”[7]
Allah, hayatın bütününü kuşatan bir ibadet anlayışıyla, hayatımızın tamamını kendisi için yaşamamızı ve koyduğu hükümleri hayatın bütününde belirleyici kılmamızı hatırlatmaktadır. Aslında hayatı ve ölümü, kullarını bu açıdan sınamak için yarattığını beyan etmektedir. Hangimizin daha güzel ameller yapacağını, hangimizin Allah’ın hükümlerine göre yaşayacağını, amellerini O’nun rızasına uygun olarak gerçekleştireceğini sınamak için yarattığını ifade ettiği işte bu hayatı kuşatan ve imtihan vasıtası olan ibadet kavramına bir de bu vesileyle dikkat çekmektedir.
“De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir.”[8]
“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.”[9]
Rabbimiz aşağıda zikredilen ayetinde, Allah ve Resulünün bir mesele hakkında hükmü söz konusu ise, aynı konuda mü’min bir kadın ve erkeğin kendi arzularına göre başka bir tercihte bulunma hak ve özgürlüğünün bulunmadığına dikkat çekmekte ve böylece en temel anayasal hükmü vazetmektedir. Ayette mü’minlerin, hayatın bütününü kuşatan hükümler vazeden Kur’an’ın hükümlerine aykırı tercihlerden kaçınmaları, sadece Allah ve Resulünden gelen emir ve yasaklara riayet etmeleri, böylece ibadeti, kulluğu, itaati sadece Allah’a tahsis etmeleri gerektiği, aksi taktirde Allah’a ve Resulüne isyan ve sapıklığa sürüklenileceği hatırlatılmaktadır.
“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”[10]
Ancak tarihsel süreç içinde ve çağımızda, hayatımıza, ibadetlerimize ve amellerimize sadece Allah’ın hükümleri yön vermekten çıkmış, ya atalardan devralınan muharref gelenek yön verir olmuş, ya da modern düşünceler ve dünyevileşme hayatı kuşatıp ibadetten boşaltmış veya ibadetlerin içini boşaltma fonksiyonu görmüştür. İşte bu Kur’an’dan ve Resulullah(s)’ın güzel örnekliğinden kopuş serüveni sonunda; ibadet kavramının anlam ve içeriğinde büyük ve yaygın bozulmalar yaşandı. İbadetler anlam ve eksen kaybına uğradı, içi boşaltıldı. Deruni anlam ve gayelerini yitiren ibadetler, giderek bir forma ve şekle indirgendiler.
Hayatın bütün alanlarına sadece Allah’ın hükümlerini hakim kılmayı, bireysel ve toplumsal hayatın bütün alanlarında sadece Allah’a boyun eğmeyi, sadece O’na itaat etmeyi, sadece O’nun emir ve yasaklarına uymayı ifade eden Allah’a ibadet kavramının kapsamı daraltıldı. Böylece Allah’a ibadet; sadece namaz, oruç, hac gibi bazı ibadetlerle sınırlandırıldı. Üstelik bunların da içleri boşaltılıp, sadece şekle indirgendi. Bu büyük yanılgı, kaçınılmaz olarak birçok sapma ve savrulmayı da beraberinde getirdi. Sonuçta, bu tür parça ibadetleri şeklen de olsa Allah’a tahsis eden, ancak hayatın diğer alanlarını hevasına, nefsi arzularına, ya da Allah’tan gayrısının arzu ve isteklerine göre düzenleyip, bu alanlarda Allah’tan başkalarına itaat ve ibadet eden, böylece imanına zulüm (şirk) bulaştıran, üstelik bunda herhangi bir sakınca da görmeyen ve buna rağmen Müslüman olduğunu da iddia eden insanlar çoğaldı. Bu sebeple, Kur’an’a dayalı olmaktan çıkarılmış ve ubudiyet (kulluk) kavramının hayatın bütün alanlarını kuşatıcı bütünlüğünden koparılmış ve içi boşaltılmış parça ibadetler; hayatımızı dönüştürme, toplumu ve hayatı vahye göre inşa etme ve bizi arındırıp tekâmül ettirme işlevini göremez hale gelmişlerdir.
Halbuki, yaratılış amacımız ve imtihan konumuz olan “yalnız Allah’a kulluk yapmak” ilkemiz, hayatımızı kuşatan, hayatımıza anlam ve derinlik kazandıran bir kavramı sürekli gündemde ve belirleyici noktada tutmamızı gerekli kılmaktadır ki, bu kavram, “ibadet” kavramıdır. En geniş ve en basit tanımıyla ibadet ise, Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla, O’nun vahiyle bildirdiği emir ve yasaklarına uymak, hayatın bütün alanlarında sadece Allah’ın hükümlerine tabi olmak, dini, hayatı, ibadeti ve itaati sadece Allah’a tahsis etmektir. Kısaca ibadet, Kur’an’ın hükümleriyle ahlaklanmaktır. Böyle olunca, Kur’an’dan uzaklaşma ve Rasul’ün güzel örnekliğinden kopuş süreci, kaçınılmaz olarak ibadetlerin içini boşaltmış, anlam ve istikamet kaybına yol açmıştır. Böylece kulluk ve ahiret eksenli hayat tasavvurunun yerini, dünya ve “dünyanın süsleri” eksenli, seküler bir hayat tasavvuru almıştır. İslam ümmeti, bu, kaynaktan uzaklaşma, Kur’an’dan kopuş serüveni sonunda zillete düşmüş, onurunu, bağımsızlığını ve özgürlüğünü kaybetmiştir. Muhammed Kutub’un ifadesiyle manevi anlamda bir “Tih” imtihanından geçmektedir. İsrailoğullarının 40 yıl dolaşıp imtihan edildikleri Tih Çölü serüvenine benzetilen bu manevi “Tih”ten kurtuluş, ancak yeniden kaynağa dönmekle, vahyi yeniden belirleyici ve özne konumuna getirerek, vahiy eksenli yeni bir inşa hareketini başarmakla mümkün olabilecektir.
Ramazan’ın Yüceltilişi, Kur’an’ın İhmal Edilişi
Yukarıda ifade edilen bozulma ve kaynaktan uzaklaşma süreci, bütün ibadetlerde olduğu gibi Ramazan algısında da önemli sapmalara yol açmış bulunmaktadır. Rabb’imiz, Kur’an’ı, “bin aydan daha hayırlı olan kadir gecesinde”[11], Ramazan ayında indirmeye başladığını beyan etmektedir. “O Ramazan ayı ki, insanlara yol gösteren, hakkı batıldan ayırma ölçüsü ve hidayetten belgeler taşıyan Kur’an O’nda indirilmiştir…”[12] ayetiyle de Ramazan’a değer ve anlam kazandıran olaya vurgu yapılmıştır. İnsanlar için hidayet rehberi olan, hakkı batıldan ayırma ölçüsü furkanı ve hidayet için belgeleri ihtiva eden Kur’an’ın bu ayda indirildiği bildirilmiştir. O halde, Ramazan’ın ve Kadir Gecesi’nin değerli ve mübarek oluşu, insanlığı kurtaracak mesajın bu ay ve bu gecede indirilmesinden kaynaklanmakta ve bu değere bizzat Kur’an işaret etmektedir. Bu açıklama şu sonucu doğurmalıydı; madem Kur’an’ın indirilmeye başlandığı gece bin aydan hayırlıydı, o halde Kur’an’ı okumaya, anlamaya ve yaşamaya tahsis edilmiş bir gün de yine bin aydan daha hayırlı olarak algılanarak, her günün ve gecenin Kur’an’a uygun olarak ihya edilmesi için seferber olunmalıydı. Buna rağmen yüzyıllar süren, kaynaktan kopuş ve bozulma süreci sonunda, Kur’an bir kenara bırakılmış, Ramazan ve Kadir Gecesi ise içi boşaltılarak yüceltilmiştir. Böylece, anlamın tüketilmesi sonucunda içeriksiz formları yücelten bir süreç başlamıştır. Bu süreç, vahyin özne olmaktan çıkarılmasına, bu durum da insanların rehbersiz kalmasına, hak ile batılı ayıramaz konumlara sürüklenilmesine yol açmıştır.
Gelinen noktada, “Müslüman’ım” diyenlerin büyük çoğunluğu, Kur’an’ı hayat dışına çıkarırken, pek çok bid’at ve hurafeyi Kur’an’ın getirdiği dinin yerine ikame edip kutsallaştırmışlardır. Ramazan ayı ile Kadir Gecesi’ni bile, vahiyden soyutlanmış bir kutsallıkla ihya etmeye yönelmişlerdir. Kadir Gecesi’ni ve hele çoğu bid’at olan diğer “kandil geceleri”ni kutlamak ve sonradan icad edilmiş bu gecelere has bid’at ibadetlerle “ihya etmek” öne çıkarılmıştır. Ne Kur’an’da, ne de sahih sünnette yer almayan kutlamalar, bid’at ibadetler, bu gecelerde ısrarla ve yaygın olarak yaşanırken, Kadir Gecesi inen ve bu geceye anlam ve değer kazandıran, okunup amel edilmesi ve insanları kurtuluşa götürecek rehberlik için indirilmiş bulunan Kur’an ise terk edilmiş bulunmaktadır. Evet insanları, zulumattan nura, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak Kur’an’ın indiği ay ve gece, Kur’an’dan soyutlanınca, karanlıklara götürecek bid’atların icra edildiği zemin haline dönüştürülmüştür. Sonuçta, değeri Kur’an’dan kaynaklananlar, Kur’an’dan daha çok önemsenirken, Kur’an ihmal edilmiştir. Bu durum çok büyük bir çelişki oluştursa da, Kur’an’ın sağlayabileceği bilinçten yoksun olmak, bu çelişkinin fark edilmesini de engellemiştir.
Ramazan, Oruç ve Kur’an Arasında Kurulması Gereken Doğru İlişki
Ramazan ve oruçla yüzeysel ve formel boyutta kalmayan, özlü, derinlikli, kalbi boyutu ve tefekkürü, arınmayı öne çıkaran doğru bir ilişki kurabilmek için, Ramazan’a anlam ve değer kazandıran Ku’an’la samimi, ilkeli ve ciddi bir ilişki kurmak gerekir. Tıpkı ilk neslin Kur’an’la kurduğu nitelikli ve ihlaslı ilişki gibi bir bağ kurulmadan, Kur’an’ın doğduğu ay olan Ramazan ve onda tutulan oruç gerçek anlamına kavuşturulamaz.
Oruç; ruhun ve kalbin Kur’an’ın nuruyla aydınlatılması, mutmain hale getirilmesi sonucunu elde etmek amacıyla bedenin açlıkla ve şehevi arzulara sınırlar koyarak terbiye edilmesidir. Kulluk ve ibadet bilincimizi yükseltmek, imanın, arınmanın, tekamülün yolunu açmak, akleden kalbi harekete geçirmek, dünyanın süslerinin azdırıcı etkisinden, şehevi arzuların, hevanın, hırsların etki alanından kurtulmak için bir terbiye yöntemidir. Beşeri, hayvani arzuları, vahyin ölçüleriyle kontrol ve denetim altına alarak, nefsini ve Rabbini bilmenin bilincine vardırarak insanlaşmanın yolunu açar.
Bu sebeple her Ramazan’ı bu önemli uyanış, diriliş ve inşanın vesilesi kılmak gerekir. Ramazan’ı fırsat bilerek, her Ramazan’ı, kendisine anlam ve değer kazandırmış bulunan Kur’an’la çok yakın ve kopmaz ilişkilerin kurulmasının başlangıcı kılmak gerekir. Ramazan vesilesiyle, nefsani arzu ve isteklerimizi denetim altına almalı, dünyevileşmeye yönelik sapkın eğilimleri terbiye etmeli, kendimizi, hayatımızı vahyin yeniden inşa etmesinin zeminini hazırlamalıyız.
Kur’an’da Rabb’imiz bizimle konuşur. Kur’an okuyarak ve onu hayata taşımak için geçirilen zaman, bir anlamda, Allah ile geçirilen ya da Allah’ın emirlerine itaat ve hayatın gayesi olan ibadet için tahsis edilen zaman demektir. Kur’an’ın inşa ettiği ilk nesil, Allah’ın kendileriyle Kur’an ayetleri aracılığı ile konuştuğuna kesin ve yakin bir imanla inanıyorlardı. Bu nedenle de, böylesine yakin bir imanın gereğince onlar, Allah’ın kendilerine söylediklerine kayıtsız kalamıyor, Kur’an’ı okurken ve dinlerken Allah’ın varlığını içlerinde hissediyor ve öğrendiklerini hemen hayata hakim kılmanın, yaşamanın güçlü heyecanını taşıyorlardı.
Klasik anlamda, yalnızca yüzeysel bir kabul, varlığını teyid etmek anlamında kitaba iman ve “teslimiyet” asla yeterli değildir. Kur’an’ın ilk mesajının, “İKRA” (OKU), “Rabbinin adıyla/adına oku” olduğu unutulmamalıdır. Bu, büyük bir inkılaba, köklü bir değişime çağıran sarsıcı bir mesajdı. Rabbimiz, Kur’an’ı okumaya çağıran bu emriyle, bütün bilgilerin, eylemlerin, hayatın Yaratan Rabb adına olması gerektiğini vurguluyordu. “Oku” emri ile kastedilen, şüphesiz ki, bir yere oturup, kitabı eline alıp yüzeysel bir okumayı gerçekleştirmek değildi. Ya da kitabı anlamadan ölülere okumak veya haz duymak için okumak da değildi. Bu emirle, Kur’ani mesajın anlaşılması, hayata taşınıp yaşanması ve bilahare de hal ve kal ile diğer insanlara da ulaştırılması, vahyin tam anlamıyla şahidliğinin yapılması anlamında kapsamlı bir okuma kastediliyordu. Ardından gelen ayetlerdeki, “Kalk ve uyar ve Rabbini yücelt” mesajı da böyle anlaşılması gerektiğini teyid ediyordu.
İşte bu anlamda Kur’an okuyanlardan olmak, yaşayan Kur’an olmak ve Allah’ın emrini yerine getirerek rızasını kazananlardan olmak istiyorsak, bilmeliyiz ki, bu okuma öyle bir okuma, bu teslimiyet öyle bir teslimiyet olmalıdır ki, Kur’an hayatımızı köklü bir inkılaba, değişime uğratmalıdır. Kur’an’ın talep ettiği gibi, canlarımız, mallarımız, vakit ve enerjilerimiz bütün hayatımız Allah için adanmalı, Kur’an yolunda/Allah yolunda feda edilmelidir. Yüzümüzü tam anlamıyla ve tavizsiz bir biçimde gökleri ve yeri yaratan, sahibimiz ve malikimiz olan alemlerin Rabbine çevirmeliyiz. Kulluğumuz, hayatımız, ölümümüz, hepsi Alemlerin Rabbi Allah için olmalıdır. Namazlarda Allah’ın belirlediği kıbleye dönmemiz yetmez. Hayatımızın hiçbir alanında başka kıblelere yer olmamalıdır. Hayatlarımız bir bütün olarak Allah’a adanmış olmalı, hayatın bütün alanlarında sadece Allah’ın belirlediği kıbleye yönelmeliyiz. Hayatımızda, iman, ibadet, hicret, cihad ve şehadet kavramları, bir bütünlük içinde somutlaşmalı, ete ve kemiğe bürünmelidir. “Müminler ancak Allah’a ve Resûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte sadıklar (doğrular) ancak onlardır.” [13]
Kur’ani Arınma, Islah, İnşa ve İnkılap İçin Tevhidi Güç Birliğiyle Hayırda yarışalım
İtikaf ve ibadet boyutuyla Ramazan, nefsi arındırma, iradeyi güçlendirme, öze yönelik bir sorgulama ve özümüze vahiyle yeniden çeki düzen verme, kişinin kendisini bilme ve yenileme çabasına zemin hazırlama vesilesi kılınmalıdır. Ümmetin ve insanlığın sorunları, ıstırapları konusunda duyarlılıkları artıran, yardımlaşma, dayanışma eğilimlerini besleyen bir fonksiyon ifa etmelidir. Tevhidi bir inkılaba, bireysel ve toplumsal dönüşüme ivme kazandıracak çabalarımızı ve iradelerimizi güçlendirmeye yönelik bir eğitim işlevi görmelidir. Kulluk ve ahiret bilinciyle, sorumluluklarımızı hatırlayıp yeniden kuşanmamıza, direniş azmimizi artırmaya vesile kılınmalıdır. Kur’an ayı olan bu ayda sürekli Kur’an gündem olmalı, Rasul’ün güzel örnekliği ve mükemmel şahidliği bizi eğitmeli, ümmetin ve insanlığın kurtuluşuna vesile olacak vahyin mesajının yaygınlaştırılmasına yönelik çabalar ivme kazanmalıdır.
Söz konusu cahilleşme sürecine rağmen, halkımızın çoğunluğunun iyi niyetli olduğu dikkatten uzak tutulmadan, dışlayıcı ve tebliğ üslubuna yakışmayan tutumlardan uzak durularak, merhametle ve adaletle Kur’an’ın mesajının ulaştırılması için samimi gayretler gösterilmelidir. İçi boş ve forma indirgenmiş %80’lik oruç tutma, aslında bir bozulma göstergesiyken, tebliğde bir ortak payda olarak öne çıkarılıp, davetin götürülmesine vesile kılınarak, bir musibetin hayra dönüştürülmesinin aracı kılınmalıdır.
Ümmetin bu zelil konumdan kurtulmasına vesile olacak, küresel küfre ve zulme karşı, küresel intifadayı gerçekleştirecek ve yeniden ümmetleşmeyi sağlayacak Kur’an neslinin inşasına yönelik cılız ve parça çabalar her Ramazan’da gözden geçirilmeli, daha kuşatıcı, daha güçlü ve daha nitelikli yeni projeler ve yeni umutlar üretilerek, bu çabalara yeni boyutlar kazandırılmalıdır. Bütün bunların anlamlı ve etkili bir biçimde yapılabilmesi, halkımızın önünün, ufkunun ve bilicinin açılabilmesi, Kur’an’la yeniden inşa sürecinin ivme kazanabilmesi için, öncelikle bu iddiaları taşıyan tevhidi çevrelerin, bu büyük sorumluluklarının idrakiyle, tevhidi ilkeler ekseninde, akıde ortak paydasında güç birliği yapmaları ve halka öncülük edecek güzel örneklikleri oluşturmaları gerekmektedir.
Cahilleştirilmiş, değerlerinden ve Kitab’ından koparılmış, iyi niyetli, ama bilmeyen halkımıza mesajı taşıyabilmemiz ve ümmetimizi vahiyle yeniden inşa edecek etkin çalışmalar yapabilmemiz için, vahyi ilim zeminine oturan ciddi, yaygın ve kolektif projeleri gündemleştirmemiz gerekmektedir. Bunun için, öncelikle Müslümanlar olarak, dağınıklığımıza, küçük gruplar halinde parçalanmışlığımıza artık bir son vermenin yol ve yöntemlerini geliştirmeliyiz. Allah’ın yardım ve rahmetinin ancak bizim tevhid ortak paydasında kardeşleşip, bütünleşen kolektif çabalarımıza erişeceğinin bilincinde olmalıyız. Grupçuluk ve örgütçülük hastalığımızı terk edip, grup kimliğimizi İslam ümmetinin bir ferdi olma kimliğinin içinde eritmeyi başarmalıyız. Adımızı Rabbimiz “Müslümanlar” olarak koymuş ve bizi kardeşler kılmışken, ürettiğimiz başka adlar ve oluşturduğumuz geçici grupların, bizi parçalara ayırmasına nasıl müsaade edebilir, nasıl seyirci kalabiliriz? Kur’an ve Rasul’ün örnekliği gibi büyük ortak paydamıza, bizi kardeş yapan tevhidi imanımıza rağmen nasıl oluyor da, kendi ürettiklerimizin, içtihat ve yorumlarımızın, zan alanından elde ettiğimiz düşüncelerin bizi parçalamasından rahatsız olmuyoruz? Allah’ın ipi Kur’an’a topluca sarılmamız emredilmişken, kendi ürettiğimiz iplere çağrının yol açtığı, ilimsizlikleri, niteliksizlikleri, bu durumdan kaynaklanan çok boyutlu zaaf ve parçalanmışlıkları aşmalıyız. Dünyevileşmenin, hesabiliğin, çıkarcılığın, hizipçiliğin ve pragmatizmin çürütücü girdabından kurtularak, ahret ve kulluk eksenli hayat tasavvuru içinde, tevhid ortak paydasında bütünleşerek, Kur’an’la yeniden dirilmeyi hep birlikte başarmalıyız..
Geliniz Kur’an ayı Ramazan’ın bereketiyle ve bu ayın dünyevileşmeyi durduran, tefekkürün artmasına, öz eleştiri ve arınmaya yol açan manevi atmosferi içinde halimizi sorgulayalım ve bu zelil halden çıkışın yollarını birlikte arayalım. Bugün, tevhidi bilince ulaşmış İslami kesim olarak, çoğunlukla bireysel ya da küçük, cılız gruplar halinde dağınık durmanın yol açtığı güçsüzlüğün de beslediği çok boyutlu zaaflarla mâlül bulunduğumuzu artık fark etmeliyiz. Komünizmin, sosyalizmin, kapitalizmin, liberalizmin, despotizmin, monarşinin, demokrasinin, laikliğin vb. tüm beşeri ideoloji ve sistemlerin tükendiği, tarihin İslam’ı alternatif olmaya zorladığı, İslami alternatifin yok edilmesi için küresel küfür tarafından İslam aleminin küresel kuşatmaya alındığı ve küresel korsanlığın saldırılarına maruz kaldığı, dinimizin düşmanlarımızca dönüştürülüp Protestanlaştırılmak istendiği bir dönemde, hala bu zaaflarımızı aşmaya yönelik ciddi çabaları gündeme getirmiyor oluşumuz affedilir gibi değildir. İslam düşmanlarının, kendilerine göre, emperyalizme uyumlu bir “İslam” oluşturmaya çalıştıkları bu süreçte, halkımıza yönelik ciddi, kuşatıcı ve dönüştürücü, vahye dayalı nitelikli eğitim ve davet projelerinin güç birliği ile uygulamaya konulamamış olması, gerçekten mazur görülebilecek boyutları aşan bir vahamete yol açmaktadır.
Kimliği kaybettirilmiş, şahsiyetini ve fıtratını bozucu süreçlerden geçirilmiş, gördüğü zulümleri bile kanıksayarak, doğal bir hal gibi yaşamaya alışmış, köleleştirilmiş bir toplumun; öz kimliğine, vahye dayalı evrensel değerlerine döndürülmesini, şahsiyetini, tasavvurlarını, aklını ve imanını vahiyle yeniden inşa etmesini sağlayacak projelerin öncelikle ve büyük fedakarlıklar, bedeller pahasına da olsa ısrarla gündeme getirilmesi gerekmiyor mu? Halkın; mazlumiyetini idrak ederek, zalimlere karşı itiraz eden, sorgulayan, hak ve özgürlüklerini talep eden, onurlu ve muhalif bir kimliğe kavuşması için, uyarıcı, uyandırıcı, bilgilendirici, nitelik arttırıcı ve bilinçlendirici ilişki ve çabaların daha fazla öne çıkarılması gerekmiyor mu? Halktan kopuk dar ve kapalı çalışmaları aşarak, vahyin ölçüleriyle halkı kucaklayan, vahye şahidlik sorumluluğuyla halkla iç içe olmayı sağlayan ve ilmi temeli sağlam projeleri, ilk neslin örnekliğinde uygulamaya koymadan ciddi bir tabana sahip olunamayacağı, kitlelere ulaşılamayacağı açık değil mi?
Ancak güç birliği yapılması halinde etkili bir biçimde gerçekleştirilebilecek çapta bir davet ve eğitimle kuşatmadığımız, sık sık ziyaret etmediğimiz, sorunları ile ilgilenmediğimiz, derdiyle dertlenmediğimiz halka, sadece senede birkaç defa eylem çağrısı yaparak yada kimi cılız çalışmalarımıza davet ederek hemen onları muhalefet ve mücadele saflarımızda görmek arzusu, acaba ne kadar tutarlıdır? Üstelik halkı bitiren, edilgen kılıp sinmesine yol açan bunca menfi unsur varken, tüm bunların oluşturduğu olumsuz gidişatı tersine çevirecek, halkı öz değer ve kimliğine yeniden döndürecek, ilme dayalı ciddi ve nitelikli projeleri güç birliği ile üretip yaygın bir biçimde uygulamadan, bu halktan cahiliye/şirk sistemine muhalif bir tutum beklemek haklı olur mu? Kendimizi, duruşumuzu, yaptıklarımızı ve yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızı, Allah rızası için vahyin belirleyiciliğinde ve Resul’ün (s) örnekliğinde tekrar ve süratle gözden geçirip sorgulamalı, zaaflarımızı aşma erdemliliğini ve dirayetini göstermeliyiz.
Halka örneklik teşkil etmesi ve Kur’an’ın mesajını taşıması gereken tevhidi grupların öncelikle bu konuma uygun tutarlı, ilkeli, şahsiyetli ve onurlu temsiller ortaya koymaları, emin, güvenilir, adil ve istikrarlı duruşlar sergilemeleri gerekmiyor mu? Maalesef, pratikte tam tersi durumların yaşandığı bir vakıa değil mi? Bir kısmı daha önce reddettikleri geleneksel hurafeleri yeniden keşfeden, bir kısmının da modern hurafelere doğru pragmatik eğilimler içine girdikleri gözlemlenen bu çevrelerin, kendi içinde fikri savrulmalar yaşamaları, dünyevileşmenin yaygınlaşması ve inkılapçı ruhu kaybettiren uzlaşmacılığın içten çürümeye yol açması acı bir gerçek olarak ortada durmaktadır. Bu tutarsızlığı, ilkesizliği ve kafa karışıklığını yaşayanların, önce bu hali tedavi edip vahyin şahitliğini yeniden üstlenmeden, halkı kuşatmalarının ve halka Kur’an’ın mesajını taşıyarak tevhidi istikamette dönüştürmelerinin ve zalimlere karşı, tevhidi bir muhalefet bilincini kazandırmalarının imkânsız olduğunu da akıldan çıkarmamalıyız.
Ümmeti oluşturan bütün kesimlerin üzerinde mutabık oldukları “ortak mütevatir” diye ifade edebileceğimiz alanda —ki bu alanda ağırlıkla Kur’an ve bir miktarda, milyonlarca kişi tarafından yaşanarak günümüze intikal eden “sünnet” bulunmaktadır ve akıdemiz, dinimizin sabiteleri de hep bu alanda yer almaktadır— mutabakat oluşturmalıyız. Ancak bunun dışında yer alan, yoruma ve içtihada açık, az da olsa zan ifade eden, “âhad” ya da “meşhur” haber alanındaki rivayetlerle ilgili, aslında çok da fazla olmayan farklılıklarımızı ise, akıdeleştirmemeyi, birbirimizle çatışma ve ayrılık vesilesi kılmamayı, Allah rızası için hoş görü ve müsamaha ile karşılamayı başarmak zorundayız. Kardeşleşmemizin de, bütünleşmemizin de, ümmetleşmemizin de ancak böylece mümkün olabileceğini ve Allah’ın yardımını hak ederek zilletten kurtulmayı da ancak böyle bir birliktelik ve dayanışma ile sağlayabileceğimizi unutmamalıyız.
Tüm insanlığın ihtiyacı olan bir mesajı taşıyan Kur’an elimizde olduğu halde ve insanlık karanlıkların, sömürü ve zulümlerin ortasında bu mesajın aydınlığına muhtaç iken ve üstelik tarihsel süreç ve gelişmeler de, insanlığın kurtuluşuna vesile olacak tek nizam olan İslam’ı, alternatifsiz alternatif olarak insanlığın tek gündemi olmaya zorlarken, bahsedilen zaaflarımızın sonucu olan halimizden, kendi hatalarımızdan, ilmi yetersizliğimizden, ilmiyle amil olmayan tutumlarımızdan ve tevhidi bir dirilişle sağlanacak vahdetle ümmetleşememekten kaynaklanan güçsüzlüğümüz ve temsil zaafımız sebebiyle bunu biz engelliyorsak, bu büyük vebalin hesabını nasıl vereceğiz?
Üstelik küresel emperyalizmin, “neo-liberalizm” ve “küreselleşme” adı altında kendini yeni şartlara uyarlayarak yeniden üreten vahşi kapitalizmin, dört bir yandan İslam’a ve İslam coğrafyasına saldırıya geçtiği, İslami uyanışın durdurulmak istendiği, işgal ve terörle ümmetin direniş pençelerinin sökülmek, böylece ümmetin bu vahşete ve sömürüye itiraz eden onurlu seslerinin susturulmak, direngen unsurlarının yok edilmek istendiği bir süreçten geçmekteyiz. İslam ümmetinin tevhidi bir uyanışla ve yeniden kaynağa dönerek öz yörüngesinde gelişmesini, yeniden izzet kazanıp ayağa kalkmasını engellemek, İslam’ı kendi coğrafyasında boğarak, yeni sömürgecilikle kaynaklarını talan etmek üzere küresel korsanlar ABD-İsrail öncülüğünde ahlaksızca terör estirmektedirler. Böyle bir dönemde, hâlâ teferruata dair ihtilaflarımızı belirleyici kılarak ve nefsani çekişmeleri fikir farklılığı zannederek, tevhidi ilkelerde vahdet etmeyi bırakıp, kendi ürettiğimiz maslahatlar ve pragmatizm uğruna en temel ilkeleri feda ederek oluşturulan eklektik anlayışlar sebebiyle dağılıp ayrılmayı sürdürürsek, Rabbimizin huzurunda nasıl hesap vereceğiz?
O halde, daha fazla vakit kaybetmeden hemen harekete geçmeliyiz. Kur’an’a daha fazla bağlanarak ve bizi birbirimizden koparıp parçalayan üretilmiş ipleri terk edip, Allah’ın ipine/Hablullah’a, doğru bir yaklaşımla ve sahici anlamda topluca sarılarak, Kur’an nesli inşa hareketini başlatıp ısrarla ve süreklilik arz eden çabalarla birlikte sürdürmeliyiz. Bu, acil ve çok büyük bir sorumluluk olarak bütün müminlerin omuzlarındadır. Eğer akıde ortak paydasında güç birliği yaparak birlikte yürümeyi ihmal etmekten kaynaklanan zaaflarımız sebebiyle bu büyük sorumluluk lâyıkı veçhile yerine getirilemezse, şüphesiz ki, bu konuda çaba sarf etmeyenler Allah’ın huzurunda hesabını kolay veremeyecekleri bir büyük vebali üstlenmiş olacaklardır. Allah, bu sorumluluğumuzu hakkıyla yerine getirerek rızasını kazanmayı bizlere nasip etsin.
Rabbimiz bizlere, evrensel İslam mesajının sabiteleri alanındaki ortak paydamızı öne çıkarıp kardeşleşmeyi, Müslümanlar arası önce bölgesel, sonra da küresel bir dayanışmaya doğru ilerlemeyi ve vahiy-sünnet ekseninde bütünleşme hedefimize ulaşmayı nasip etsin. Bizi kuşatan küresel ve yerel zulümlere karşı güç birliğiyle küresel çapta bir küresel irade üreterek yeniden ümmetleşmeyi gerçekleştirmek görevimizi hakkıyla yerine getirmeyi nasip etsin. Üzerimize çullanan küresel kuşatmayı, ancak böylece, kardeşleşerek, ümmetleşerek ve Allah’ın kurtarıcı ve aydınlatıcı ipi Kur’an’a topluca sarılarak yarabilir, içine sürüklendiğimiz zilleti ancak bu şekilde bir yeniden inşa ile aşabiliriz. Küresel emperyalizmi, tevhid eksenli küresel bir itirazı ümmet çapında yükseltmek, aynı zamanda bu itirazlarımıza ve bununla birlikte sürdürmemiz gereken tebliğ, eğitim ve şahidlik çabalarımıza giderek daha bir ilmi derinlik ve nitelik kazandırmak suretiyle ve ancak onlarla “Kur’an’la cihad” ederek def edebiliriz. Çünkü ancak bu sorumluluklarımızı yerine getirerek, Allah’ın razı olacağı ve vaat ettiği yardımını hak edeceğimiz konuma gelebiliriz. O zaman da, yani Allah’ın yardımcıları, Kur’an’ın hizmetkârları olmayı başararak Allah’ın yardımını hak eden[14] “Hizbullah/Allah taraftarı” olma vasfını kazandığımızda[15], Rabbimiz vaat ettiği yardımını gönderecek ve Allah’ın izniyle biz Müslümanlara galip gelen olamayacak[16], imanına zulüm/şirk bulaştıranların hak ettiği zillet yerine, iman ederek şeref kazananların hak ettiği izzetli, onurlu günler inşallah yeniden avdet edecektir.
[1] Zariyat, 51/56
[2] A’raf, 7/179
[3] Enbiya 21/25
[4] Yasin 36/60-61
[5] Taha 20/124
[6] Hicr 15/99.
[7] Yusuf 12/40.
[8] En’am 6/162.
[9] Mülk 67/2.
[10] Ahzâb 33/36.
[11] Kadir, 97/1-3.
[12] Bakara, 2/185.
[13] 49/Hucurat 15
[14] Muhammed 7
[15] Maide 57
[16] Ali İmran 160