Paylaş
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, çok ilginç bir toplantıda, kurduğu parti Kemalistler tarafından kapatılmış ve kendisi dışlanmış, hatta İzmir suikastı provokasyonu bahane edilerek idam edilmek istenmiş, dönemin bazı gerçeklerini ortaya çıkaracak hatıra kitabı da matbaa basılarak topluca yakılmış bulunan Kâzım Karabekir’i anma toplantısında, yine masaları yumruklayarak ve bağırarak, darbeleri, cuntaları, çeteleri ve bunları yıllardır içinden ayıklamak için hiçbir adım atmayan TSK yönetimini eleştirenlere tehditler yağdırdı.
Taarruza Kadar “Atatürk Atatürk”, Taarruzda ise “Allah Allah” Denmesi Tutarsızlık Değil mi?
Başbuğ’un TSK’nın İslam’a karşı olmadığını anlatmak istercesine sığındığı söylem, aslında nasıl din istismarı yaptıklarını ortaya koymaktaydı. Şunları söylüyordu: “Talimnamelerimizden baktığımız zaman özellikle hücum bölümü,.. Taarruzun en son safhası. Biz askere ne dedirttiriyoruz biliyor musunuz? ‘Allah, Allah’ diye askere taarruz ettiriyoruz… ‘Allah, Allah’ diye askerine hücum ettiren, taarruz eden bir ordu, nasıl Allah’ın evi Camiye bomba atmayı düşünür. Vicdansızlıktır. Lanetliyorum bunları… Türk Ordusu’nun da bir sabrı var.”
Taarruza kadar bütün askeri hayat alanlarında ve eğitim safhalarında Kemalizm’i bir din gibi dayatan, kışlaları Kemalizm’in tapınakları haline getiren, askerlerin beyinlerini “Atatürk Atatürk” diye diye yıkayan, Allah’ın dinini, İslam’ın şeriatını ise “irtica” yaftasıyla birinci öncelikli tehdit ve düşman ilan eden TSK, neden tam canların feda edilmesi noktasına gelindiğinde, düşmana hücuma geçildiğinde, birden “Allah Allah” dedirtmeye başlamaktadır? Aslında bu tutum, ömür boyu şirke dayalı hayat yaşayan bir insanın, (ölümün gelip çattığı son andaki imanın Allah katında hiçbir değeri olmadığı halde) ölüm anında şehadet kelimesini söyleyip kurtulma telaşı içine girmesine benziyor. Kemalist sistem ve ordusunun sürekli bir biçimde, İslam şeriatına uygun hayatı yasaklaması, baskıyla Kemalizm’i kabul ettirmeye çalışması, askere zorla aldığı insanlara Kemalizm dinini benimsemeyi, sürekli onun ilkelerini söylemeyi dayatması, Kur’an’ın tanımıyla “fitne”dir. Allah “fitnenin katilden beter olduğunu” beyan etmektedir. Yani insanları, İslami hayatı yasaklayarak Kemalizm’i kabul etmeye ve hayatı Kemalist ölçülerle yaşamaya zorlamak fitne olup, onları öldürmekten daha büyük bir suçtur. İşte bu suçu işleyenler, tam ölüme gitme noktasında, hücum sırasında askerleri ölüme teşvik edebilmek, motive edebilmek, tabiri caizse gaza getirebilmek için “Allah Allah” dedirtiyorlar.
Bir yandan fakir halkın vergileriyle finanse edilen askeri gazino ve dinlenme tesislerinde, beş yıldızlı otel niteliğinde lükse sahip ordu evlerinde Allah’ın haram kıldığı her şeyi serbest kılacaksın, diğer yandan Allah’ın emrettiklerini ise kapıdan kovacaksın, sonra da hücum anında ölüme teşvikte motive edecek başka bir değerin olmadığı için Allah’ın ismini kullanacaksın. Allah’ın emrinden oluşan İslam şeriatına göre hayatını yaşamak isteyen, bu bağlamda namaz kılan, eşi başörtüsü bağlayan subayı yargısız infazla YAŞ kararıyla ordudan atacaksın, subay olmasına izin vermediğin İslam şeriatına iman edip yaşama çabası içinde olanı er olmaya gelince zorla askere alacaksın, anası oğlunu ziyarete geldiğinde garnizon ve ordu evi kapılarından aşağılayarak kovacaksın, namaz kılan ere daha fazla nöbet yazarak ezmeye çalışacaksın, Allah’ın dini İslam’ın hayata hâkim kılınmasını isteyen bunun için tebliğ ve eğitim çalışmaları yapan Müslümanları “iç tehdit”/”iç düşman” ilan edip “topyekun savaş” hedefi yapacaksın, sonra Allah’ın emirlerine karşı sürdürülen Kemalist savaşta taarruz anında “Allah Allah” dedirtmekle övünüp, halkı Allah’la aldatmaya kalkacaksın. Elhamdülillah, bu çelişkiyi, din istismarını ve aldatmayı artık kimse yutmuyor.
TSK yönetimi, tutarlı olmak, din istismarından ve ikiyüzlülükten, halkına yalan söylemekten ve Allah ile aldatma çelişkisinden kurtulmak istiyorsa, tabii ki, öncelikle sadece Kemalistleri askere almalı ve en kısa zamanda da eğitim talimatnamelerinde değişiklik yaparak, TSK’ya sürekli hâkim kıldığı Kemalizm dininin sembol ve ilkelerini, taarruz anında da sürdürmeli, hücuma kalkıldığı anda da askerlerini, uğrunda ölmeye ve öldürmeye sevk edildikleri değer ve ilkelerle motive etmeyi tercih etmeli, “Atatürk, Atatürk” ya da “laiklik, laiklik” diye hücuma geçirmelidir. Yahut da, taarruzda “Allah”ı anmayla tutarlı olmak ve bu anmayı anlamlı kılmak istiyorsa, daha önce de, Kemalizm’e ve laikliğe son vererek, sistemin bütününde ve askerlik süresinin, eğitiminin de tamamında İslam’ı esas alıp, Allah yolunda cihadı ikame etmelidir.
“Allah Allah” demekte samimi olan bir ordunun Allah’ın ayetlerinden olan Kürt dili ve kimliğiyle, İslami kimlik ve başörtüsüyle savaşmaması gerekirdi, Kürt köylerini yakmaması, Kürtlere pislik yedirmemesi, faili meçhul cinayet işlememesi gerekirdi. Ama belgelerle sabittir ki, bunların hepsi bu ordu içinden çıkan cani ruhlu darbeciler, cuntalar ve çetelerce sürekli işlendi. Sürekli İslami kimlik ve Kürt kimliğiyle savaşılarak ülke halklarına büyük acılar çektirildi ve ülke pek çok sorunla bunalımlara, çatışmalara sürüklendi, büyük bedeller ödendi. “Allah Allah” demekte samimi olan bir ordunun, “bir cana haksız yere kıymanın bütün insanlığı katletmek gibi büyük bir suç olduğunun” bilinciyle hareket etmesi gerekirdi. Taarruz anında Allah’ı anmakta samimi olan bir ordunun, geniş fakir halk kitlelerinin, hatta asgari ücretlinin bile vergi ödemek zorunda bırakıldığı bir ülkede, yetimin hakkını gasp etme anlamına gelen ayrıcalıklara sahip olmaktan kaçınması gerekirdi. OYAK’la her türlü vergiden muaf, çok boyutlu kayırma ve koruma altında, haksız rekabet şartlarında haksız kazançlar elde ederek, Türkiye’nin 3. büyük sermaye kuruluşu haline gelmekten ve uluslararası emperyalist sermaye ile çok yönlü çıkar ilişkilerine girmekten kaçınması ve adil olması gerekirdi.
Taarruz anında Allah’ı anmakta samimi olan bir ordu, emperyalist işgal gücü NATO içinde, katil ABD’nin yanında yer alarak, emperyalist çıkarlar uğruna mazlum Kore halkını kendi memleketinde vurmaya gider miydi? Mazlum bir halkı kendi evinde vuran katil orduların içinde yer alan TC askerleri, muhtemelen bu zalimce saldırıda hücuma kalkarken de “Allah Allah” demişlerdir. Allah bundan razı olur mu? Bunun, Allah’ın haram kıldığı rakıyı içerken besmele çekmekten ne farkı var? Bu tür gayri İslami kötü işlerde Allah’ı anmak Allah’a da zulmetmekten başka bir şey değildir.
Hele aynı emperyalist güçlerle birlikte ve yine katil işgalci NATO içinde Afganistan’a gönderilen askerler, orada bir hücum söz konusu olduğunda, o ülkenin yerli Müslüman halkının işgale direnen ve kendi ülkelerini İslami hükümetle kendileri yönetmek isteyen mü’min çocuklarına karşı saldırıya geçmeleri gerektiğinde yine “Allah Allah” diye mi hücum edecekler? Allah yolunda ülkelerinin bağımsızlığı için cihad eden Müslüman Afganlılara karşı “Allah Allah” diye saldıranlar ölürlerse, üstelik bir de şehid mi sayılacaklar? Bu büyük çelişkiyi ve bu büyük din istismarını ancak aklını kullanmayan ahmaklar fark edemez.
Bilinmelidir ki, Kemalizm’i esas aldıkları halde, ölüme yakın hücum safhasında “Atatürk” ve “laiklik” yerine “Allah” ve “şehidlik”i öne çıkaranlar, sadece din istismarı yaparak, askerleri ölümlü bir savaşa motive etmek istemektedirler. Mazlum günahsız halkların topraklarına emperyalist işgal ordularıyla müttefik olarak girip “Allah Allah” diyerek masum insanları, hatta gerektiğinde Müslümanları bile katletme konumunu sorgulamayıp görev diye yerine getirenler, çeteler kurarak halka yönelik katliam provokasyonları yapmaktan çekinmeyenler, Kafes planında halkın çocuklarını bir müzede toplayıp kitlesel çocuk katliamı yapmaktan bile utanmayanlar, aynı Kemalist ulusalcı görev bilinciyle gerekli gördüklerinde camileri neden bombalamasınlar?
Kemalizmin, Uğrunda Ölenlerin Ölüm Sonrası Beklentilerine Cevap Verememesi, İslam’ın “Şehidlik” Kavramını İstismar Etmesi Sonucunu Doğurmuştur
TSK yönetimi, neden ölüme kadar laiklik ve Kemalizm’i dayattığı, iç tehdit olarak gördüğü İslam şeriatına karşı mücadeleyi esas aldığı halde, Kemalizm uğrunda ölenlerin ölümden sonrası için, reddedip düşman saydığı İslam şeriatının “şehidlik” kavramını ilkesizce kullanmaktadır?
Halbuki pek çok Kur’an ayeti ve Resulullah (s)’ın hadisi, son derece net ve anlaşılır bir şekilde ortaya koymaktadır ki, uğrunda ölünen yol Allah yolu (Allah’ın şeriatı, İslam sistemi), ölen kişi de muvahhid bir Müslüman, ölenin niyeti de bu İslami değerleri korumak ya da hakim kılmak uğruna savaşarak sadece Allah’ın rızasını kazanmak olmadıkça, o kişi şehid olamaz.
Kur’an’ın son derece açık ifadelerine rağmen laik Kemalist sistem ve devlet uğrunda savaşıp ölenleri şehid olarak niteleyenler, aslında, Allah’ın dinini tahrife kalkışmakta ve Kur’an’la, İslam’la ve ilimle adeta alay etmektedirler. Çünkü İslam şeriatını benimsemeyen, İslam hükümlerini siyasi, sosyal, ekonomik, hukuki, bireysel ve toplumsal hayattan kovan ve üstelik İslam şeriatını isteyen, hayata yansıtmaya yönelen Müslümanları ise birinci öncelikli tehdit ve düşman ilan edip cezalandıran, başörtüsü yasağında olduğu gibi, İslam’ın en küçük yansımasına dahi karşı çıkıp savaş açan laik Kemalist devlet ve silahlı güçleri “şehidlik” gibi yine İslam’a ait bir kavramı, hem de İslam şeriatına karşı savaşan silahlı güçlerin mensupları için kullanmak suretiyle, hem büyük bir çelişki ve tutarsızlık sergilemekte hem de İslam’a ve Müslümanlara haksızlık ve zulüm yapmış olmaktadırlar.
İslam’ın dünyayı düzenlemesine tahammül edemeyip, onu vicdanlara hapsetmeye, hayattan kovmaya kalkışmış ve İslam şeriatına karşı verdiği ve halen de sürdürdüğü savaş sonucu onu toplumsal hayattan çıkarmış bulunan laik Kemalist güçler, kendi emir ve komutaları altında ve kendi pozitivist, İslam karşıtı ideolojileri emrinde savaşa çağırdıkları, hatta savaşa zorladıkları insanlara, öldükten sonra bir şey vaat edememenin aczi içinde “şehidlik” gibi ilahi bir kavrama sığınmak ve böylesi bir tutarsızlığı yaşamak zorunda kalmışlardır.
Laik Kemalist ideoloji, dünya hayatı da dahil tüm kainata ve ahirete hakim olan tek ilah inancını dışlayan, cennet ve cehennemi olmayan bir beşeri ideoloji oluşu sebebiyle insanların ölüm sonrası beklentilerine ve ihtiyaçlarına cevap verememiş, uğrunda ölenlerin “Öldükten sonra ne olacağız?” kaygılarını giderememiştir. Allah yolunda değil de, 80 yıldır Allah’ın yolunu yok etmeye yönelik savaş veren kendi ideolojisi yolunda, laik Kemalist sistem uğrunda ölmeye çağırdıklarına, öldükten sonra ne vereceği sorusuna cevap bulamamıştır. İnsanların kafasında, “Ben senin sistemin uğrunda öleceğim, sen ise çıkar düzenini ayakta tutup, sömürü ve talanına devam edeceksin öyle mi?” sorusunun uyanmasına engel olacak bir cennet vaadine ihtiyaç duymuştur. Halbuki kendi pozitivist dünya görüşünde, ilahi olana ve tabii ki ahirete, cennet ve cehennem inancına yer yoktur. İşte bu açmazın giderilmesi için, ilahi olanı hayatın her alanından dışlayan katı bir laiklik anlayışıyla çelişki de teşkil etse, ahirette cennet vaadini ve “şehidlik” kavramını İslam’dan ödünç almayı ve istismar etmeyi tercih etmişlerdir. (Aslında böyle yaparak Mustafa Kemal’in düşüncelerine ve laikliğe de aykırı davranmaktadırlar. Çünkü, Mustafa Kemal, “Türk’ün artık, dinî his ve cennet uğruna savaşmadığını” açıkça beyan etmiştir.)
Darbecileri Korumak, Sızan Bilgi ve Belgeleri Örtmek Amaçlı Değilse Bu Üslûp Ne Anlama Geliyor?
İlk bakışta göze çarpan husus, Başbuğ’un, masalara vurarak, bağırarak, lanetler yağdırarak ve TSK’nın sabrının sınırını vurgulayarak, daha önce harp gemilerinden yaptığı konuşmalarına benzer bir içerik taşıyan tehditkâr konuşmasının, hukuka bağlı bir kamu görevlisine yakışan bir üsluptan ziyade darbecilerin üslubuyla örtüşüyor olmasıdır. Hukuka bağlı, insan haklarına ve düşünce özgürlüğüne saygılı, halkın vergileriyle maaşı ödenen ve görevinin halka hizmet olduğunu bilen bir general, halka parmak sallayarak, bağırıp masalara vurarak ve sabrının sınırına vurgu yaparak halkı tehdit edici konuşmalar yapamaz. Balyoz planıyla örtüşen bir üslupla darbelere karşı olduğunu söylemek, hiç de inandırıcı olmamakta, tam tersine darbecileri, cuntaları koruma refleksiyle ortaya konan öfkeli tepki ile sızan belge ve bilgileri örtme gayreti olarak algılanmaktadır.
Üstelik bir yandan “… bu konuyla ilgili olarak.., Kara Kuvvetleri Komutanlığımız, detaylı incelemelerini sürdürüyor. İnceleme sonuçlarını ümit ediyorum ki çok kısa bir süre sonunda daha açık, net olarak sizlerle paylaşacağız” diyerek, olayın henüz inceleme safhasında olduğunu, konu açıklığa kavuşunca açıklayacağınızı söyleyeceksiniz. Hem de yayınlanan belge ve bilgilerin iftira olduğunu, bu iddiaları ortaya atanların vicdansızlar olduğunu söyleyerek lanetler yağdıracaksınız. Ahlaki ve hukuki olan, darbe planlarını ifşa edip eleştirenleri değil, bu tür alçakça planları hazırlayarak, hukuki ölçü ve ahlaki değerleri katledenleri kınamak ve lanetlemektir.
Bize göre, vicdansız olanlar, kendi halklarına yönelik bu tür katliam planları hazırlayanlar ve bu planları gizlemeye, örtbas etmeye çalışanlardır. Lanetlenmesi gerekenler de, kendi halkına tuzak kurma planlarıyla kaos çıkarıp darbe yapmaya hazırlananlar, on yıllardır pek çok darbe ve muhtırayla halka zulmedenler ve onları kınamayıp, orduyu onlardan temizleme çabası göstermeyip, tam tersine korumaya çalışanlardır.
Sorumluluklarını “Bilgi Sızdıranları Cezalandırmak” Olarak Algılayanlar, TSK’daki Bu Çürümeyi Giderecek Tedbirleri Alamazlar
Başbuğ, her zamanki gibi, darbe planlarını hazırlayanları, katliam planları yapanları değil de, bu planlara dair belge ve bilgileri sızdıranları sorunların başına yerleştirmiş ve ilk işlerinin bunları ortaya çıkarıp tasfiye etmek olduğunu söyleyerek, bu konuda yaptıklarını büyük işler başarmış edasıyla şöyle ifade etmiştir:
“Elbette, bizi ilgilendiren konularda üzerimize düşen görev ve sorumluluklar da var. Bu görev ve sorumlulukların başında da Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ilgilendiren sorunlarla ilgili olarak, elbette bunları çözmek bu da bizim görevimiz… bilgilerin sızdırılması gerçekten bir sorundur… O zaman nedir birinci konu. Bilgi sızmaları konusunda ne yapmamız lazım… Yapısal eksikliklerimizi tamamlamamız lazım. Ama şimdi burada en önemli olan bilgi sızdıranlarla, ciddi şekilde mücadele içinde olmamız lazım… Bilgi sızdırması kapsamında açılan soruşturma adedi 61’dir. 61 adet bilgi sızdırması iddiasıyla ilgili şu anda açılan soruşturmamız var. Bunlardan dokuz tanesi kovuşturma safhasına yani yargı safhasına dönüşmüştür… Bir tanesi sonuçlandırıldı. Bu mahkemenin sonuçlandırdığı karara göre bir kişi, bir subay evet… Üç yıl hapis aldı ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nden tard edildi. Ve şu anda 10 kişi de bu kapsamda çeşitli rütbelerde tutukludur. Silahlı Kuvvetler olarak, benim öncelikle üzerinde durmam gereken konu bizim bu bilgi sızdırması konusunda imkanlarımızı, tedbirlerimizi, yapılanmalarımızı arttırırken, bu konuda hata yapan çeşitli şekillerde olabilir hata yapanlar. Bunları mutlaka bulup, yargıya götürüp, sonuçlandırmamız lazım.”
TSK içinde darbe ve cunta faaliyetleriyle ilgili bir sorun tespiti yapmayan, bunları kınamayan Genelkurmay, çeşitli adlarla deşifre olan cuntalar ile darbelere zemin hazırlamak için kullanılan Susurluk, Şemdinli, Yüksekova, JİTEM, Atabeyler ve Ergenekon benzeri çete faaliyetleri içinde yer alan müntesiplerini kınayan, reddeden, suçlayan, eleştiren tek bir cümle kurmamakta, bunlara yönelik bir yargı süreci başlatmamakta, bu darbeci-çeteci kadroları, namaz kılanlar için çok kullandıkları YAŞ kararlarıyla ordudan atmaya yönelik tek bir adım atmamaktadır. Sivil mahkemelerin askeri baskı ve karartma çabalarına rağmen yürütmeye çalıştıkları yargılamaları ise, ellerinden geldiği kadar zorlaştırmaya çalışmakta, bu mahkemelerde terör örgütü-çete mensubu olma iddiasıyla yargılanan mensuplarına koruma sağlamakta, görevde olanları görevlerinde tutmakta ısrar etmektedir. Anlaşılmaktadır ki, Genelkurmay için TSK içinde hata yapanlar sadece malum planlara dair belgeleri basına sızdıranlardır ve TSK’nın bu konudaki tek sorumluluğu da bunları ortaya çıkarıp cezalandırmak ve ordudan atmaktır. Bu tutum karşısında sadece “pes doğrusu” denebilir.
Bu tür lanet olası alçakça planları hazırlayanları ortaya çıkarıp tasfiye etmek, ağır cezalara çarptırıp mahkûm etmek yerine, sızdıranların üzerine gitmek ve sanki bu iddialar tamamen iftiraymış gibi davranıp, medyadaki yayınları, eleştirileri bu kadar ağır suçlamak, tehdit ve hakaret etmek, aynı zamanda konunun incelemesini sürdürenleri ve yargıyı da etki altına alıp yönlendirmek anlamına gelmiyor mu? Savcıların, yargıyı etkileyen bu konuşma sahibi hakkında harekete geçmesi gerekmiyor mu?
TSK İçinde Yaygın Olduğu Anlaşılan Darbecilerden Hicap Duyulmalı ve Darbelerin Deşifre Olmasının Bütün Türkiye Halklarının Menfaatine Olduğu Bilinmelidir
Başbuğ, gerçekten darbelere ve cuntalara karşıysa, “Darbe iddialarından hicap duyuyorum. Bu kapsamdaki iddialardan Türk Silahlı Kuvvetleri olarak, fevkalade rahatsızız” diyeceğine, TSK içinden bu kadar çok darbeci, cuntacı ve çetecinin çıkıyor olmasından ve bunların kökünün bir türlü kazınmamış olmasından rahatsız olduklarını, bunları kınadıklarını ve en kısa zamanda da bu tür hastalıklı unsurları TSK’dan temizleyeceklerini söylemesi gerekmez miydi? Hayır böyle olmuyor ve TSK üst yönetimi hep ve sadece darbe planlarının medyaya sızmasından ve kamuoyunda tartışılmasından rahatsız olarak, vakıayı açığa çıkaranları suçlayıp onlara saldırmakla, onları tehdit etmekle yetiniyorlar.
Nihayet Başbuğ, “Peki bu darbe iddialarının devamlı gündemde kalmasından kim menfaat görüyor. Bunu da sormak benim hakkım” diyerek, darbeleri yapanları suçlayıp hesap soracağına, darbe planlarının sızmasından istifade etme ihtimali olanları suçlayacak kadar ölçüyü kaçırması düşündürücüdür. Sanki darbe gerçekleşmediği halde, üstelik dışarıya sızmasıyla darbeyle yıkılmak istenen siyasi partinin bundan yarar sağlaması, kamuoyunda daha da güçlenip destek bulması gibi bir sonuç doğmasından rahatsız olduklarının sinyallerini veriyor gibidir. Ne yani darbelerin deşifre olup medyada yer alması birilerinin işine yarıyor diye, ortaya çıkarılmasın mı? Üstelik darbe planlarının ortaya çıkarılıp eleştirilmesi, TSK’nın darbelere, çetelere bulaşmış kadroları haricindeki tüm kesimlerin ve hatta TSK’nın bu tür kirlere bulaşmamış alt kademe bazı subaylar ile astsubay ve erlerden oluşan çok büyük kesiminin de, bütün Türkiye halklarının da menfaatinedir.
TSK üst yönetimi, bu tür zanlara yol açacak, darbecileri, cuntaları koruyor imajı oluşturacak bu tür çıkışlar yapmak yerine, bugüne kadar gerçekleşmiş ve gerçekleşmeden ifşa olmuş bütün darbe ve muhtıraları açıkça mahkum edip kınayan, Başbuğ’un ifadesiyle “vicdansızlık” olarak niteleyip “lanetleyen” bir tavır koymalıdır. Ondan sonra da süratle bu tür hukuksuzluklara bulaşanları, TSK’da önemli ölçüde general ve subay açığına yol açsa da, temizlemek üzere harekete geçen bir irade ortaya koymalıdırlar. TSK üst yönetimi, eğer kendileri de bu tür hukuksuzluklara bulaşmamışlarsa, bu temizleme ve tasfiye sorumluluklarını yerine getirmedikleri sürece, TSK’nın bütünü bu kirlenme ve çürümenin pençesinde yıpranmaya devam edecektir. Hicap duyulması gereken darbe planlarını açığa çıkarıp insani, hukuki ve ahlaki sorumlulukla bu tür hukuksuzlukları, ahlaksızlıkları, canilikleri eleştirmek değil, bu tür hukuksuzluklara, caniliklere yönelik planları yapanları TSK içinde barındırmaktır.
İç Düşman İlan Edilip, Darbe, Muhtıra ve Çetelerle Sürekli Yıpratılan Halkımızın da Sabrının Bir Sınırı Olduğu Unutulmamalıdır
Üstelik “Türk Ordusu’nun da bir sabrı var” diyerek, sopa mı gösteriliyor? Sabrınız taşarsa ne yaparsınız? Yargı yolu zaten sürekli ve üstelik asker söz konusu olduğunda daha keyfice işlemekte ve pek çok düşünce adamı TSK’ya yönelik eleştirileri sebebiyle hem de haksız yere 301’den yargılanmakta olduğuna göre, sabrınız taşarsa yargıya başvururuz anlamı çıkarılamaz. Eğer bir kardeşimizin son derece iyi niyetli yorumuyla, “sabrımız taşarsa, bu temizliği yapamadığımız için istifa ederiz” denilmek istenmemişse, geriye hukuk dışı yollara başvurmak, Balyoz planında ifade edildiği gibi, tepelemek, darbe yapmak kalmaktadır. Kastedilen bu mudur? Bu değilse, hukuk içinde kalması gereken bir kamu görevlisinin halka yönelik “sabrımızın sınırı var” çıkışını yapması ne anlama gelmektedir? Böyle bir çıkışın bizatihi kendisi de suç değil midir?
TSK’nın sabrının da bir sınırı olduğunu söyleyenler; vergileriyle maaşlarını ve ellerindeki silahların bedelini ödeyen halka ve değerlerine karşı düşmanca davrananlara, hukuki ve ahlaki sorumluluklarına aykırı bir hareketle halkın silahını halka çevirenlere ve kendisini iç düşman ilan ederek darbe ve provokasyonlarla sürekli baskı altında tutup yıpratanlara karşı, halkımızın sabrının da bir sınırı olduğunu unutmamalıdırlar.
TSK yetkilileri ve generalleri, yıllardır kurdukları askeri vesayet sisteminde, sürekli siyaset üzerinde baskı kurarak, halkın iradesinin geçerliliğini engelleyerek, halkın hak ve özgürlüklerini kısarak çok acılara yol açtılar ve zaman zaman devreye soktukları darbe ve muhtıralarla ülke halklarına büyük sıkıntılar çektirdiler, büyük bedeller ödettiler. Ülke halklarını çok yıprattılar, çok hırpaladılar. İşte TSK üst yönetimi halka yönelik bu yıpratmaya, hırpalamaya, düşmanlaştırmaya, tehdit ve düşman ilan edip provokasyonlara muhatap kılmaya artık bir son vermezse, içinde yer alan bu darbeci eğilimdeki kadroları temizleyip halkla ve değerleriyle gerçek anlamda barışmazsa, halkta da sabır sınırını aşan gelişmeler yaşanabilir.
Share on:
WhatsApp