Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Makale / Kardeşlerimizin Şehadeti Vesilesiyle Halimizi Sorgulamak

Kardeşlerimizin Şehadeti Vesilesiyle Halimizi Sorgulamak

Hayatımız kulluk eksenli mi?

İnsan, sadece Allah’a ibadet ve kulluk yapmak üzere yaratılmış olup1, her nefis ölümü tadacak ve sonunda Allah’a döndürülecektir.2 Hayat ve ölüm, insanlardan hangisinin daha güzel ameller yapacağını sınamak için yaratılmıştır.3 O halde hayat anlamsız bir var oluş olmadığı gibi, ölüm de sonu hiçlik olan bir yok oluş değildir. Ölüm, yeni bir hayatın başlangıcı, gerçek ve sonsuz ahiret hayatına uyanış anlamı taşımakta, geçici imtihan dünyasından ebedî varlık alanına geçişte bir dönüm noktasını teşkil etmektedir. Peygamberimizin (s) ifadesiyle ölüm, aynı zamanda bir uyarıcıdır. Rabbimiz, dünya hayatının kısa, geçici, az bir geçimlik olduğunu, bir oyun, eğlence, süs, bir öğünme, mal ve evlat çoğaltma yarışından ibaret olduğunu beyan ederek ve ölümle tüm bunların anlamını yitireceğini hatırlatarak bizi uyarmaktadır. Nasıl ki, yağan yağmurla biten ve büyüyüp gürleşerek yemyeşil görüntüsüyle çiftçinin çok hoşuna giden ekinler daha sonra sararıp, solup, çer çöp olup gidiyorsa, İnsanların peşine takıldıkları ve büyük bir hırsla çoğaltma yarışına girdikleri dünyanın süsleri de sonunda böyle yok olup gideceklerdir. Akılsızca bu yarışa kendini kaptırıp, Allah’ı, ahireti, hesabı ve yaratılış gayesini unutup ihmal edenler, mutlaka ölüp Rablerine geri dönecekler ve tüm bu peşinden savruldukları şeyleri de kendilerine hiçbir fayda vermemek üzere geride bırakacaklardır. Rabbimiz, “Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur, keşke bilselerdi”4 ifadesiyle de, ahiret yurdunun asıl hayat olduğuna dikkat çektikten sonra, rahmeti gereği, kullarının bu hakikati bilmelerini ve ona göre davranarak hüsranla karşılaşmamalarını istemektedir. Gerçek hayat olarak nitelediği ahirette, dünyadayken tutulan ve takip edilen, tabi olunan yolların iki karşılığının olacağına dikkat çekerek, merhametle kullarını uyarmaktadır. Dünyadayken tutulup, takip edilen yolların ahiretteki karşılıklarından birisi “Allah’ın mağfiret ve rızası”, diğeri ise “Allah’ın şedid azabı”dır.5

O halde dünyadayken tuttuğumuz, tabi olduğumuz ve takip ettiğimiz yollara dikkat etmeliyiz. Kur’an’ın ve Rasulullah’ın (s) rehberliğini yaptığı “nur” ve “sırat-ı müstakıym” olarak nitelenen “hidayet” yolunu takip edenler, hayatlarını bu istikamette değerlendirenler, ahirette Allah’ın mağfiret ve rızası ile muhatap olurken; “zulumat” olarak nitelenen batı!, karanlık, “dalalet” yollarına tabi olanlar, kulluk, ahiret ve hesap bilincinin gereğini yerine getirmeyip dünyayı ve dünyanın süslerini belirleyici kılanlar, imtihanı kaybederek, ahirette Allah’ın şedid azabına muhatap olacaklardır. Bu sebeple, son pişmanlığın fayda vermediği bu son anda, “ah, vah” edip, “teşnelerle kahrolup sızlanmaktansa, bizi sürekli takip eden ve her an yakalayabilecek olan ölüm gelip çatmadan hazırlık yapılmalı, kulluk ve itaat sadece Allah’a tahsis edilmelidir. Kulluk eksenli bir hayat tasavvuruna sahip olunmalı, adalet ve tevhid yolunda sâlih ameller yapılarak, imtihan alanı olan dünya hayatı Allah’ın rızasını kazandıracak ölçülerde yaşanmalıdır.

Ölüm, ahiret ve hesap, sanıldığı gibi çok uzakta olmayıp, her gün ve her an hemen yanımızda bizi takip etmekte, herhangi bir vesileyle de bizi her an kuşa ti vermeye hazır beklemektedir. O halde geç kalmadan, sürekli ve istikrarlı bir biçimde, yaratılış gayemize uygun, kulluk eksenli bir hayatı ikame etmeliyiz. “Yaratmanın da emretmenin de Allah’a ait olduğu”6 bilinciyle, hayatımızı, hukukumuzu ve ahlakımızı düzenleyen Allah’ın hükümlerini esas almalı, “Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir”7 hükmünün şahidliğini teşkil edecek bir hayatı yaşamaya sadakat göstererek, “sırat-ı müstakıym”ın tavizsiz, sebatkar ve ilkeli müdavimleri olmayı başarmalıyız. Dünya hayatının çok kısa, geçici bir imtihan alanı, asıl ve ebedî hayatın ahiret yurdu, hesabın ise kaçınılmaz olduğu hususunda yakîn bir imana sahip olanların, bu dünyanın geçici nimet ve süsleri uğruna, sonsuz ve kalıcı ahireti feda etme yanılgısına düşmeleri mümkün değildir.

Dünyevileşme; insanları kuşatıp önüne katan, değerlerini, ölçülerini öğüten, kimliğini, kişiliğini yok edip eriten, Rabbine kulluğu, yani yaratılış gayesini, ahireti, hesabı unutturan, yahut ikinci plana attırıp, ihmal ettiren bir beladır, bir musibettir. Sâri bir hastalık gibi kolayca sirayet edip yayılan, şeytanın insanları aldatmak maksadıyla en etkin ve en yaygın bir biçimde kullandığı bir saptırma aracıdır. Zenginleşme, iktidar olma, makam mevki sahibi olma, kariyer yapma, şöhret ve şehvet uğruna, azgın bir ihtirasla, pek çok “Müslüman”, ilke, değer, ölçü ve kimliğini kolayca feda edebilmekte, bunları elde etmeyi birinci plana geçirip, belirleyici kılabilmektedir. Bu dünyevi hedeflere ulaşabilmek için kulluğun pek çok kısmı ihmal edilebilmekte, tabiri caizse bu dünyevi hedeflere ulaşmayı engellemeyecek kadar Allah’a kulluk yapılmaktadır. Halbuki, mü’minin hayatında, iman ettiği değer, ilke, ölçü ve hükümler belirleyici olmalı, sözü edilen dünyevi beklentiler, hedefler ise hududullah çerçevesinde kalarak, yani Kur’an’ın ve kulluğun belirleyiciliğinde ne kadar elde edilebilmesi mümkünse o kadarla yetinilmeli, aşırı gidilmemelidir.

Ölümün bizi yakaladığı o son anda, artık geri dönüşün, hali ıslah etmenin, tevbe etmenin imkansız hale geldiği dünyanın bitiş noktasında, hayatımız bir film şeridi gibi hızla gözümüzün önünden geçtiğinde, “Elhamdülillah, iyi ki yapmışım!” diyebileceğimiz şeyleri yapmaya çalışmalıyız. “Keşke yapmasaydım!” yahut “Keşke yapsaydım!” dedirtecek anlamsız ve sonuçsuz pişmanlıklar içine düşmekten, ancak hayattayken yapacağımız doğru tercihlerle kaçınabiliriz. Bunun için yapmamız gereken; Allah rızasını kazanmak niyetiyle, Allah’ın koyduğu ölçüler içinde kalarak ve Allah Rasulü’nün güzel örnekliğini rehber edinerek, iman-amel bütünlüğü içinde hayatımızı yaşamak olmalıdır.

Madde Göç Türkmen ve Özlem Hicran Özyurt kardeşlerimizin şehadet haberlerini aldığım andan itibaren, yukarıda ifade etmeye çalıştığım hususları ve Allah’ın ayetlerini düşündüm. Onların hayatlarına bu pencereden bir daha baktığımda, yaşarlarken yaptığım gibi, bir daha saygı duydum ve dua ettim. Ondan sonra da, başta kendi hayatım olmak üzere, yaşayan Müslümanlar olarak halimizi sorguladım ve bu sorgulamayı Allah rızası için faydalı olur umuduyla paylaşmaya karar verdim.

Şehidlerimizin örnekliği üzerinden halimizi sorgulayalım

Şehid kardeşlerimizin hayatlarını gözden geçirdiğimizde görmekteyiz ve şahidlik etmekteyiz ki, onlar ölüm anında “Elhamdülillah, iyi ki yapmışız!” diyecekleri çok şeyi kısacık ömürlerine sığdırmaya çalıştılar. İman ettikleri değerler uğrunda, gerçekten olması gereken tarzda fedakârlıklar yaptılar. Özgürlük, adalet ve tevhid uğrunda, gerçekten örnek bir mücadeleyi ve adanmış bir şahsiyetin nasıl olması gerektiğine dair ipuçlarını veren örnek bir hayatı gerçekleştirdiler. Kısacık ömürlerini, ibadet bilinciyle dolu dolu Allah için yaşadılar ve yine Allah yolunda canlarını feda ettiler. Onlar, Allah’ın indirdiği, Rasulullah (s)’ın güzel örnekliğini yaptığı vahyin, çağımızdaki şahidliğini, onurlu ve ilkeli bir tarzda ve ilk örneği takip etme duyarlılığı içinde yerine getirmeye çalıştılar. Ölüme hazır bir hayatı yaşama duyarlılığını hiç terk etmediler. Dünyevileşme onları kuşatıp öğütmeyi bir türlü başaramadı. İslami kimliğin tavizsiz savunucuları olarak, iffet ve izzetlerini korudular, şahsiyetli bir duruşun, onurlu bir direnişin ihlaslı örnekleri oldular. Bize de nasıl olunması gerektiğini, bu günkü şartlarda da böy le güzel bir ahlakın, böyle güzel bir duruşun sergilenebileceğini, ilkelerine sadık bir direnişin gerçekleştirilebileceğini gösterdiler. Öylesine ilkeli ve öylesine Allah rızasını gözeten bir mücadele içinde oldular ki, ölüm onları ne zaman yakalarsa yakalasın, böyle şerefli bir hal üzerinde bulacaktı ve nitekim öyle de oldu.

Mü’min kadın ve mü’min erkeklerin birbirlerinin velileri olduklar8 bilinciyle, özgürlük, adalet ve tevhid mücadelesinde, mü’min erkeklerle birlikte, mücadele hattının ön saflarında, fedakârca yerlerini almaktan çekinmediler. Bir yandan Müslüman kadını ihmal edip pasifleştiren geleneğin oluşturduğu taassup engelini aşarak sahabi kadınların örnekliğini çağımıza taşırken, diğer yandan da modern, seküler tüketim kültürünün kadına biçtiği saptırıcı eğilimlere, savrulmalara ve aşırılıklara da itibar etmeyen dengeli ve vasat bir çizgide onurlu bir örnekliği oluşturdular. Erkek kardeşleriyle birlikte, İslam’ın hudutları dahilinde, yalnız Allah’a kul olmanın yükümlülüklerini samimiyetle yerine getirmeye çalıştılar. Eş, anne ve dava adamı olmayı birbirine alternatif olarak görmediler ve birinin gereğini yerine getirirken diğerini ihmal etmek gerektiğine hiç inanmadılar. Bu sebeple hepsini bir denge ve adalet ölçüsü içinde ve birlikte yerine getirmek gerektiğinin bilinciyle, hem iyi bir eş, hem iyi bir anne ve hem de iyi bir dava adamı olmaya çalıştılar. Tabii ki onlar bu tür bir takdir ve övgüye fazlasıyla layık olmakla beraber, onların bu vasıflarını zikrederek, şüphesiz asıl yapmak istediğim, onları övmekten daha çok, kendimizi sorgulayıp bir muhasebe yapmamıza ve halimizi ıslah çabası içine girmemize yarayacak bir düşünme ve tefekkür zeminini hazırlamaktır.

Özellikle 28 Şubat sürecinde, Müslüman erkekler kesiminde daha büyük savrulma, erozyon ve geriye gidişler yaşanırken, Müslüman hanımlar kesiminde, daha çok nitelik kazanma çabası ve daha büyük fedakarlıklarla, bilgilenme, iman ve amel alanlarında büyük bir sıçrama gerçekleşti. Ve bu baskı sürecinde en büyük bedeli de yine Müslüman hanımlar ödediler, sonuçta Rabbimiz onların arasından iki şahsiyeti seçti ve şehidlikle mükâfatlandırdı.

Pek çoğumuza söylendiği gibi, kim bilir bu kardeşlerimize de çevrelerinden ne kadar ikazlar, uyarılar yapılmıştır. Şüphesiz zaman zaman bizlere de yapıldığı gibi, “Çocuklarınız var, onları ve kendinizi düşünün, istikbalinizi tehlikeye atmayın, başınızı belaya sokmayın!” içerikli uyarılarla, özgürlük, adalet, tevhid mücadelesinden vazgeçirmeye çalışanlar olmuştur. Kardeşlerimiz bunları değil, sadece Allah rızasını gözeterek, ilkeli ve onurlu bir mücadeleden vazgeçmediler ve inşaallah onlar kazandılar. Onların ölümünden sonra, herkes daha açık bir şekilde anlamıştır ki, bu tür uyarıları ciddiye almayarak mücadelede ısrarlı olmaları onların hayrına olmuş ve kısacık ömürlerinde Allah rızası için daha çok sâlih amel yapmaları sonucunu sağlamıştır. Eğer bu tür ikazları ciddiye alıp, bedel ödemekten, risk almaktan kaçınarak ya da dünyayı belirleyici kılarak, yaptıkları sâlih amelleri, özgürlük, adalet, tevhid mücadelesini durdursalardı, korku ve çıkarların belirleyiciliğinde, izzetli, onurlu mücadeleyi terk etselerdi, belki zenginleşebilir, iktidar, makam, mevki sahibi olabilirlerdi, ama o zaman, ölüm onları bu genç yaşta zillet içinde yakalayacaktı. Ve işte o zaman, fayda etmez “keşke… keşke… keşke…” pişmanlıkları içinde sızlanmaktan kurtulamayacaklardı. Ama onlar bu kısacık dünyanın süsleri uğruna ilkelerini feda etme zilletine sürüklenmediler, izzetli, onurlu bir direnişi tercih ederek kulluk eksenli bir hayatı yaşadılar. Bizler de böyle bir idrakle ve her an ölebileceğimiz bilinciyle, hayatımızı Allah rızasını kazandıracak mücadelelerle doldurmaya çalışmalıyız. Hiçbir anımızı Allah’ın rızasını kazandırmaktan uzak konulara tahsis etmemeye büyük dikkat sarf etmeliyiz. Ve ölüm meleği geldiğinde bizi bu güzel hal üzere, şerefli bir ahlâk üzere bulmalıdır. Rabbimiz, hepimize böyle bir hali, böyle bir şerefi nasip etsin.

Durup dinlenmeden, ayrım yapmadan hak mücadelesi verdiler

Müslüman kimliğimizin Önemli bir vasfı da “eminlik”, “güvenilirlik” olmalıdır. Mekke’de müşriklerin bile Peygamberimize “Muhammed-ül Emin” diye hitap edip, Onu güvenilirliğin zirvesinde; adil, dürüst, mazlumdan yana zalime karşı, yalan söylemeyen, sözünün eri, emanete ihanet etmeyen emin bir şahsiyet olarak görmeleri, bize güzel bir örneklik oluşturmaktadır. Bize düşen büyük sorumluluk, bu güzel örnekliği çağımıza taşımak ve içinde yaşadığımız toplumun bütün kesimleri nezdinde, aynı eminlik ve güvenilirliğe sahip şahsiyetler haline gelmek ve günümüz insanlarına böyle emin bir şahsiyetle vahyin şahidliğini yapmaktır. Kardeşlerimiz işte bu hususta da güzel bir örneklik ortaya koyarak, Özgür-Der bünyesinde, ayrım yapmaksızın bütün mazlumların yanına koştular, adil ve emin bir kimlikle, Allah’ın tüm kullarına lütfetmiş olduğu insan haklarının çifte standartsız savunuculuğunu yaptılar. Her türlü işkenceye karşı çıktılar. “F tipi” zulmüne karşı sürdürülen eylemlere destek verdiler, mağdurların yanında yer aldılar. Filistin direnişine destekten, başörtüsü yasağına ve eğitim hakları ihlallerine karşı mücadeleye, YÖK faşizmine karşı mücadelen, Afganistan ve Irak’a yönelik saldırı ve işgale karşı direnişe kadar, yerel ve küresel her türlü zulme karşı, yazı, konuşma ve eylemlerle, süreklilik arz eden bir mücadele içinde oldular. Aslında kendileri de gerek İslami kimliğin icabı olan davranışları ve tesettürleri, gerekse düşünceleri sebebiyle sürekli baskı ve zulümlere muhatap oldular, ama yılıp bir kenara çekilmek yerine, hak, özgürlük, adalet yolunun direnişçileri kimliğini kazandılar. Son zamanlarında ise, ABD-İsrail-İngiltere çetesinin önderliğinde başlatılan emperyalist saldırılara karşı küresel bir itirazın yükseltilmesi çalışmalarına yönelip, “Küresel İntifada”nın kıvılcımlarını çakmaya çalışıyorlardı. Zulme ve haksızlığa uğrayan tüm toplumsal kesimlerin özgürlüklerinin güvencesi olan, emin, adil İslami kimliği, onurlu bir şekilde temsil etmeyi başarmışlardı.

Kardeşlerimiz bu örneklikleriyle, hem düşünce, hem eylem planında, bilgi-iman-amel bütünlüğü içinde, adanmış bir hayatı yaşadılar. Pek çok kişiyi topuklarının üzerinde geriye döndüren, korku ve çıkarların belirleyiciliğinde savrulmalara ve dünyevileşmeye sürükleyen baskı dönemleri, onların imanlarını ve mücadele azimlerini artırmış, onları yıldırıp sindirmeyi başaramamıştı. Her mü’minde olması gerektiği gibi onların da, “hayatları ve ölümleri Allah içindi.” Bu tespitler çerçevesinde her birimiz kendimizi sorgulayıp, halimizi ıslah edip, ölüm gelmeden, Rabbimizin rızasını kazandıracak “iman ve cihad” eksenli bir hayatı yaşamayı başarmalıyız.

Korkular ve çıkarlar, hayatımızı belirleyici olmamalı, direniş ruhunu ve umudu yitirmemeliyiz

Korkular ve çıkarlar bizi Allah’ın rızasına aykırı yöntem, amel ve hayata sürüklememeli, ilkelerimizden taviz veren, kimliğimizi savunmaktan alıkoyan zelil ve onursuz konumlara düşürmemelidir. Rabbimiz bizleri; “biraz korku, açlık ve mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğini” beyan ederek uyarmakta, sabredip, direnenleri ise müjdelemektedir. Rablerinden bağışlanma, rahmet ve hidayetin ancak sabredip direnenlerin üzerinde olacağı ifade edilmektedir.9 Yine Rabbimiz bir başka ayetinde bizi dünyevileşmekten alıkoymak ve Allah yolunda bedel ödemeye teşvik etmek üzere şu hükmü va’z etmiş bulunmaktadır: “De ki: Eğer babalarınız, evlatlarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım-akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticâret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.”10

Demek ki, Müslümanlar olarak, mal, makam, iktidar, ikbal, kredi, ihale, zenginleşme hırsları ile hidayet yolundan uzaklaşabilme ve dünyevileşerek, dünya tarafından kuşatılıp öğütülerek, fasıklar topluluğu haline dönüşebilme tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuzun bilinciyle hareket etmeliyiz. Tevhid, adalet ve kulluk eksenli bir hayatı yaşama duyarlılığımızı, İslami kimliği ibraz ve savunma cehdimizi sürekli diri tutmayı başarmak mecburiyetinde olduğumuzu aklımızdan ve gündemimizden çıkarmamalıyız. Rızık korkusu, işten, okuldan atılma korkusu, makamını kaybetme korkusu, takibata uğrama ve işkence korkusu, öldürülme korkusu, dünyevi beklentilerine ulaşamama korkusu, yargılanma korkusu ve psikolojik saplantıların bizi kuşatmasına fırsat vermemeliyiz. Sürekli bu korkuları üretip bunlarla bizi kuşatıp tahakküm eden zalim egemenlerin oluşturduğu “korku krallığını”, bu korkulara tabi olarak besleme, güçlendirme konumuna sürüklenmemeliyiz. Hatta mü’min şahsiyetler olarak, sahte “korku krallığı”nı tevhid, adalet eksenli İbrahimî bir tavırla yıkarak işe başlamalıyız. Bilindiği üzere İbrahim (as)’ın kavminin zalim egemenlerine seslenişi aşağıdaki gibi olup, bizim için güzel bir örneklik oluşturmaktadır: “Allah’ın üzerinize hakkında bir delil ve belge indirmediği şeyi, siz O’na ortak koştuğunuz halde korkmuyorsunuz da, ben sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım?”11 İşte bize sunulan bu güzel örnekte olduğu gibi davranmalıyız. Egemenlerin üzerimizdeki tahakkümlerine, zorbalıklarına ancak böyle bir itiraz ve direnişle “korku krallığını” yıkarak son verebileceğimizi aklımızdan çıkarmamalıyız. Bizler adaleti, merhameti ve herkesin cennete gitmesine vesile olacak bir daveti temsil ediyoruz, bu sebeple korkacak hiçbir şeyimiz yoktur. Korkması gerekenler, insanlara zulmedenler, insan onurunu ve haklarını yok edenler, insanları açlığa mahkum edip kaynakları talan edenler, soyguncular, hortumcular, işkenceci zalimler ve zalim sistemlerdir. Bilmeliyiz ki, ancak İbrahim misali zalimlerden korkmayan, korkmadığını haykıran, zalime ve zulmüne karşı çıkan, itiraz eden, sorgulayan, hakkını arayan, özgürleşmeyi talep eden ve bu uğurda bir bedel ödemek gerekirse onu da ödemeye hazır olduğunu açık yüreklilikle ortaya koyan onurlu, adil bir duruş ve direnişle gerçek özgürlüğe ulaşılabilir.

Hakları bedelsiz vermez, hiçbir egemen alçak
Özgürlük hediye edilmez, fethedilir ancak

İşte bu bilinçle, hakları, özgürlükleri ve iman ettiği değerleri uğruna, her türlü fedakârlığı yapmaya hazır, risk almaktan kaçınmayan, bedel ödemekten çekinmeyen, şahsiyetli, onurlu örneklerin artması ve kendimizden başlayarak bu şerefli duruşun yaygınlaşması için çaba sarf etmeliyiz. Karanlıkların ve zulmün artması, imanımızı, mücadele azmimizi ve umudumuzu artırmalıdır.

Zulûmat yoğuma, bil ki “nur”a hamiledir hâl
İman, cihad, direnişle aydınlanır istikbâl

Bilmeliyiz ki, zulûmatın rahminde “nur”un tohumları, karanlıkların koyuluğunda aydınlığın işareti, zorlukların içinde kolaylığın müjdesi bulunmaktadır.

Artan her zulüm, doğum sancısı aydınlığın
Sabaha yakın anı, koyusu karanlığın
Sabahlar, karanlığın inkılâbıdır “nur”a
Mutlaka gündüz gelir, gecenin ardı sıra

Korkuların, umutsuzlukların bizi kuşatmasına, dünyevi çıkarların hayatımızı belirleyici kılmasına fırsat vermemeliyiz. Kulluk eksenli bir hayatı yaşamakta tavizsiz bir ilkeli tutumla ısrarcı olmalıyız. Nihayet er veya geç ama mutlaka, ortalama 60-70 yıllık bir ömür sürecinde ölüm gelecek ve Rabbimize döneceğiz ve bu dünyada yaptıklarımızdan ve yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızdan dolayı hesaba çekileceğiz.

Bu kısacık dünyanın korku ve çıkarları uğruna bu kadar zillete değmeyeceğinin, sonsuz ahiret hayatını ve Rabbimizin rızasını kazanmak uğruna ise, bu dünyanın sunduğu ve şeytanın da cazip göstermek için özellikle iğvalarda bulunduğu süslerin, nimetlerin, imkanların tümünün ve hatta canlarımızın feda edilmesinin bile değeceğinin ve bu halin bize izzet ve şeref kazandıracağının bilincini sürekli diri tutmalıyız.

İslam kardeşlik hukukunun gereği; sevgi, merhamet, vefa, kadir bilme

Kardeşlerimizin şehadeti vesilesiyle bir konuyu daha gündeme getirmek istiyorum. O da İslam kardeşlik hukukunun gereğini, yeteri kadar pratize edip etmediğimiz hususudur. Hamza Türkmen ve Osman Nuri Özyurt kardeşlerimiz Malatya Devlet Hastanesi’nde tedavi görürken, hastane bahçesinde oluşan manzara, kardeşlik hukuku açısından çok memnun edici ve umut verici olduğu kadar, kazadan önceki hal dikkate alındığında ise bir o kadar düşündürücüydü.

Türkiye’nin her yanından ve her çevreden Müslümanlar Allah rızası için ve kardeşlik merhametiyle koşup geliyorlar, gelemeyenler de telefonlarla ulaşmaya çalışıyorlardı. Cenaze namazı ve anma toplantısı da aynı ilgiye ve güzelliğe vesile oluyordu. Bu hal hiç şüphesiz, Rabbimizin bir lûtfu olarak tecelli ederken, bir yandan bizleri duygulandırıp, mutlu ediyor, diğer yandan da düşünmemize, halimizi gözden geçirmemize de zemin hazırlıyordu. Yıllardır görmediğimiz pek çok Müslümanla görüşmemize de sebep oluyordu. Ancak biz birbirimizi tanıyor ve biliyorduk ki, bu olay vesilesiyle koşmakta, kucaklaşmakta, yardımlaşmakta, birbirimizin acısını paylaşmakta ne kadar samimi olursak olalım, aslında bu olay öncesinde süren hayatın içinde ise, en az o kadar birbirimizden uzak, kopuk, dağınık ve kardeşlik hukukunun gereklerini hayata taşımakta en az o kadar başarısızdık. Bu hal belki de en büyük zaafımızı ve bizi güçsüzleştiren, zillete sürükleyen en büyük ayak bağımızı oluşturuyordu. Neden böyleydik, neden bu hale, yani İslam ahlakı ile bağdaşmayan bu zillete sürüklenmiştik? İşte bu vesileyle bu büyük zaafımızın da, Allah rızası için, hem de komplekssiz bir biçimde sorgulaması yapılmalı ve bunu aşmamıza yönelik çözümler üretilmelidir.

Neden bizler öldükten sonra ya da büyük bir musibete duçar olunca kardeşlerimizi ve kardeşliğimizi hatırlıyor ve neden ancak bundan sonra kardeşlerimizin değerini anlıyoruz? Neden yaşarken kardeşlerimizin kadir ve kıymetini bilmiyor, neden yaşarken vefa göstermiyor, neden hayattayken birbirimize yeteri kadar ilgi, sevgi ve saygı duymuyoruz? Bizim bir duvarın tuğlaları gibi kenetlenmemiz, kurşundan kenetlenmiş binalar gibi zulme, şirke ve ifsada karşı saf tutmamız, birbirimizle bir vücudun uzuvları gibi dayanışma ve paylaşım içinde olmamız gerekmiyor muydu? Birbirimizi sevip, saymamız, ahde vefa göstermemiz, birbirimiz için fedakarlık yapmamız imanımızın gereği değil miydi? Bizi imanımız kardeşleştirmemiş miydi? Tevhid akidemiz, bizi biz yapan, bize kimlik ve şahsiyet kazandıran, bizi kardeş kılan ortak paydamız değil mi? Ne oldu da tüm bu değerlerimizi ve güzelliklerimizi kaybettik? Ne oldu ve nasıl oldu da, Allah’ın va’d ettiği mübarek yardım ve rahmetinden bu kadar uzak düştük? Aslında her birimiz bu soruların cevabını vermek ve bu büyük zaafımızı aşmak üzere daha fazla vakit kaybetmeden hemen harekete geçmeli ve üzerimize düşeni, Allah rızası için biran önce yapmanın gayreti içine girmeliyiz. Zalimlerin, şeytan ve dostlarının işine yarayan bu zilletten bir an önce kurtulmanın ilk adımını atmak için birbirimizle yarışmalıyız. Ancak böylece Allah’ın yardımına müstehak halimizi tekrar kazanabilir ve ancak böylece güç, onur ve izzete ulaşarak özgürleşebiliriz.

Daha fazla vakit kaybetmeden, teferruata dair ihtilafları öne çıkarıp, sabiteler planındaki büyük mutabakatlarımıza rağmen, birbirimizle ayrılığa düşmekten Allah’a sığınmalıyız. Ümmeti oluşturan bütün kesimlerinin üzerinde mutabık oldukları “ortak mütevatir” diye ifade edebileceğimiz alanda -ki bu alanda ağırlıkla Kur’an ve bir miktar da, milyonlarca kişi tarafından yaşanarak günümüze intikal eden “yaşayan sünnet” bulunmaktadır ve akidemiz, dinimizin sabiteleri de hep bu alanda yer almaktadır- mutabakatı aramalıyız. Ancak bunun dışında yer alan, yoruma ve içtihada açık, az da olsa zan ifade eden, “âhad” ya da “meşhur” haber alanındaki rivayetlerle ilgili, aslında çok da fazla olmayan farklılıklarımızı ise Allah rızası için hoş görü ve müsamaha ile karşılamayı başarmak zorundayız. Kardeşleşmemizin de, bütünleşmemizin de, ümmetleşmemizin de ancak böylece mümkün olabileceğini ve Allah’ın yardımı ile zilletten kurtulmayı da ancak böyle bir birliktelik ve dayanışma ile sağlayabileceğimizi unutmamalıyız.

Tüm insanlığın ihtiyacı olan bir mesajı taşıyan Kur’an elimizde olduğu halde ve insanlık karanlıkların, sömürü ve zulümlerin ortasında bu mesajın aydınlığına muhtaç iken ve üstelik tarih de, insanlığın kurtuluşuna vesile olacak tek nizam olan İslam’ı, alternatifsiz alternatif olarak insanlığın gündemine sokmaya zorlarken, halimizden, kendi hatalarımızdan ve ümmetleşememekten kaynaklanan güçsüzlüğümüz ve temsil zaafımız sebebiyle bunu biz engelliyorsak, bu büyük vebalin hesabını nasıl vereceğiz?

Üstelik küresel emperyalizmin, “neo-liberalizm” ve “küreselleşme” adı altında kendini yeni şartlara uyarlayarak yeniden üreten vahşi kapitalizmin, dört bir yandan İslam’a ve İslam coğrafyasına saldırıya geçtiği, İslami uyanışın durdurulmak istendiği, işgal ve terörle ümmetin pençelerinin sökülmek, böylece ümmetin bu vahşete ve sömürüye itiraz eden onurlu seslerinin susturulmak, direngen unsurlarının yok edilmek istendiği bir süreçten geçmekteyiz. İslam ümmetinin tevhidi bir uyanışla ve yeniden kaynağa dönerek öz yörüngesinde gelişmesini, yeniden izzet kazanıp ayağa kalkmasını engellemek, İslam’ı kendi coğrafyasında boğarak, yeni sömürgecilikle kaynaklarını talan etmek üzere küresel korsanların ABD-İsrail öncülüğünde ahlaksızca terör estirdiği bir dönemde, hâlâ teferruata dair ihtilaflarımızı belirleyici kılarak ve nefsani çekişmeleri fikir farklılığı zannederek dağılıp ayrılmayı sürdürürsek, Rabbimizin huzurunda nasıl hesap vereceğiz?

Evrensel İslam mesajının sabiteleri alanında ortak paydamızı oluşturup, önce Müslümanlar arası bir küresel dayanışmayı, bütünleşmeyi ve küresel çapta bir küresel irade üreterek yeniden ümmetleşmenin oluşumuna hız vermeyi başarmak mecburiyetindeyiz. Üzerimize çullanan küresel kuşatmayı, ancak böylece yarabiliriz. Küresel emperyalizmi, küresel bir itirazı önce ümmet çapında, sonra da diğer erdemli kesimlerle küresel bir ittifak gerçekleştirerek tüm dünyada yükseltmek ve bu itirazlarımıza giderek daha bir derinlik ve nitelik kazandırmak suretiyle def edebiliriz.

Şehid kardeşlerimizin de Özgür-Der platformunda yapmaya çalıştıkları gibi, önce kendi aramızda, ortak mütevatir alanda, sevgi, saygı ve merhametle bütünleştikten ve “biz” olmayı başardıktan sonra, fıtratın getirdiği barış, özgürlük, adalet, insan hak ve onuruna saygı gibi insani değerler ortak paydasında, fıtratını ve bu fıtrî değerlere bağlılığını koruyan, insandışılaşmamış diğer erdemli kesimlerle de, insan olma ortak paydasında ittifak ederek, özgürlük ve adalet mücadelesini daha güçlü ve daha yaygın bir boyuta taşımayı başarabiliriz.

Küresel zulüm, küresel “stratejik ittifaklar” kurarak üstümüze saldırırken, bizim alternatif küresel ittifaklar oluşturmaktan uzak kalmamız, ancak küresel zalimlerin işine yarayacaktır.

Yine şehid kardeşlerimizin örnekliğinde, ilk güzel örneğimiz “Muhammed-ül Emin”in çizgisi takip edilerek ortaya konulduğu gibi, hem tevhid eksenli bir ıslah projesini sürdürmeli, yani stratejik hedefimize yönelik çalışmalarımıza süreklilik ve nitelik kazandırmalı, egemen şirke ve ifsada karşı İslami kimliğin gerektirdiği çabaları ısrarla gündemleştirmeliyiz, hem de içinde yaşadığımız topluma karşı sorumluluklarımızın bilinciyle, fildişi kulelerden toplumun arasına inerek mazlumdan yana zalime karşı özgürlük ve adalet mücadelesiyle vahyi sosyalleştirmenin pratiğini gerçekleştirmeliyiz. Özellikle özgürlük ve adalet mücadelemizde, insanın onurunu, şahsiyetini, haklarını ve özgürlüklerini korumada, hangi ırk, cins, din veya düşünceye müntesip olurlarsa olsunlar, bütün toplumsal kesimlerin ve bütün insanların özgürlüklerinin ve gerçek adaletin güvencesi olmayı samimiyetle başarmalıyız.

Bütün bunlar için, önce birbirimize merhamet etmeyi, dinimizin sabiteleri ortak paydasında kardeşleşerek sevgi ve saygı ile bütünleşmeyi, mü’minlere karşı kalplerimizde kin ve husumet barındırmamayı, kardeşlerimiz hakkında hüsnü niyeti öne çıkarmayı gerçekleştirmek ve birbirimize merhamet ederek Rabbimizin bize merhamet etmesine müstehak olmak mecburiyetimiz bulunduğunu unutmamalıyız.

 

Dipnotlar;

1- Zâriyât 51/56

2- Ankebut 29/57

3- Mülk 67/2

4- Ankebut 29/64

5- Hadid 57/20

6- Ârâf 7/54

7- En’am6/162

8- Tevbe 9/71

9- Bakara 2/155-157

10- Tevbe 9/24

11- En’am 6/81

İlginizi çekebilir

Şehid Âlim Şeyh Said’e, Türkçü, Atatürkçü, Laik Zihniyetleri ve Kirli Dilleriyle ‘Hain’ Diyenler, İslâm’la Hükmedilmesine ve Ümmetçiliğe Karşı Çıkıp İslam Kardeşliğini Yok Ederek En Büyük Bölücülüğü Yapan Gerçek HAİNLER Değil midir?

Yazıklar olsun bu büyük zulüm ve adaletsizliği temsil edip ülkeye ve halklarına ABD, NATO ve İsrail ile kol kola bunca kötülüğü yaptıkları halde hâlâ utanmadan bu milleti sevdiklerini ve vatanın bölünmesine karşı olduklarını söyleyerek bu kadar ikiyüzlü davrananlara?