Ana Sayfa / Mehmet Pamak / Makale / İslamsız adalet arayışı, emperyal projelerle örtüşmektedir

İslamsız adalet arayışı, emperyal projelerle örtüşmektedir

28 Şubat süreci sonrası yenilgi psikolojisiyle bazı İslami çevrelerde kendini göstermeye başlayan ve Ak Parti iktidarı sonrasında ise sisteme entegrasyonun artmasıyla daha da belirginleşen iktidar talebinden soyutlanmış din algısı ve İslam’dan bağımsız adalet söylem ve arayışları konusunda düşünce ve aksiyon adamı Mehmet Pamak’la bir söyleşi gerçekleştirdik.

Pamak’a yönelttiğimiz sorular şunlardı:

– Son günlerde “Aslolan adaletin gerçekleştirilmesidir. İslam insanların hangi rejimle yönetildiğiyle değil adaletin gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğiyle ilgilenir. Allah’ın temel emri adalettir. Yöneten ne ile yönetiyor olursa olsun. Yönetenin ideolojisi, dini, inancı ne olursa olsun. O tali bir hadisedir” gibi söylemler kendini göstermeye başladı. Adalet kavramı sizce de nötr bir kavram mıdır? Allah’sız ve İslam’sız bir adalet mümkün müdür?

– “Adalet devleti” şeklinde bir mefhum ortaya atılıyor ve bunun “İslam devleti” düşüncesiyle “laik devlet” düşüncesinin sentezi ve insanlığın yegane çıkış kapısı olduğu iddia ediliyor. Bu yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsunuz? İslam devleti mefhumuyla adalet devleti mefhumunun karşıt tezler gibi sunulması nasıl yorumlanmalı?

– Bu tür söylemlerin tevhidi uyanış süreçlerinde yer almış kimi düşünürlerde de karşılık bulması konusunda ne söylersiniz? Sizce bu kırılmada rol oynayan etkenler nelerdir?

Mehmet Pamak, konunun önemine binaen sorulara topluca ve geniş şekilde cevap vermeyi tercih etti. Böylece söyleşimiz geniş bir soruşturma hüviyeti almış oldu. Pamak’ın konuyu kavramsal altyapısından alıp, süreçleriyle birlikte konu edinmesi ve İslami ölçüler içerisinde genişçe değerlendirmeye tabi tutması, meselenin ağyarını mani, efradını cami olarak ortaya konulmasını sağladı.

Neticede bir soruşturma hüviyeti kazanmış olan ve inşaallah birkaç bölüm halinde yayınlanacak olan söyleşimizi ilgiyle okuyacağınızı ve istifade edeceğinizi düşünüyoruz.

İşte Mehmet Pamak’ın, sorularımıza verdiği cevapların ilk bölümü:

Emperyal Projeler ile Kimi Yerli İslami Arayışların Ortak Paydası,

“Demokratik Devlet” ya da Vahiyden Soyutlanmış “Adalet Devleti”

İslam ve Hayat sitesi tarafından yöneltilen sorulara birkaç bölüm halinde, ancak topluca cevap vermek istiyorum. Öncelikle şunu ifade etmek isterim ki, vahiyden, tevhidden kopuk bir “adalet devleti” anlayışı ve arayışı giderek yaygınlaştırılmakta iken, kimi meal ve tefsir yazarı kanaat önderleri ve “İslamcı” aydınlarca, kitaplar, makaleler, hutbeler ve dergiler bu konuya ayrılıp, bu düşünce ısrarla gündem yapılmaya çalışılırken, vahyin ölçülerini zikrederek bu yönlendirilmiş sorunlu, zaaflı gidişe itiraz edip Kur’ani ölçü ve hakikatleri hatırlatacak çabalar maalesef henüz çok az sayıda Müslüman’ın bireysel gayretiyle sınırlı kalmaktadır. Bu bakımdan her şeyden önce, İslam ve Hayat sitesinin ve özellikle de Şükrü Hüseyinoğlu kardeşimizin bu konudaki duyarlı ve uyarıcı çabalarının, hem takdir ve dua edilmesi, hem de yaygınlaştırılması icap eden ilkeli bir tutum ve sorumluluk bilincinin gereği olduğunu belirtmek isterim. Allah razı olsun ve ecirlerini versin inşaallah.

İslam’dan, Tevhidden Soyutlanmış “Adalet Devleti” Arayışı, Müslüman Halkları Dönüştürme Amaçlı Emperyal “Ilımlı İslam” Projesiyle de Örtüşmektedir

İslam’ın siyasi sistem ve iktidar/devlet iddiasının olmadığı zannıyla gelişen, bütün dinlere eşit uzaklıkta duran, dinlerden soyutlanmış ama hiçbir dine de baskı yapmayan bir devlet tasavvuruyla ve İslam-demokrasi-laiklik uzlaşması, sentezi sağlanarak “insanlığın özlediği adalet devleti”nin oluşturulabileceği arayışları, 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde Mısır’da başlayarak, son çeyreğinde ise Türkiye’de gündem yapılarak ve zaman zaman tekrar keşfedilerek gündem yapılmaya çalışılmıştır.

Komünizmin yıkılışı ve soğuk savaş döneminin nihayete ermesini müteakip NATO ve Batı’nın İslam’ı ve Müslümanları tehdit ve düşman sayması, daha sonra da 20. yy’ın sonundan itibaren İslam coğrafyasına yönelik işgal ve istila hareketine girişmesiyle birlikte gündeme gelen, önce BOP ve sonra da “Model Ortaklık” çerçevesinde Türkiye için biçilen model rol öncülüğünde uygulamaya konan, Müslüman halkları sekülerleştirme/Protestanlaştırma hedefli “Ilımlı İslam” projesi ile birlikte tekrar öne çıkarıldı.

Ortadoğu’da gerçekleştirilmek istenen bu dönüşüm ve değişimle ulaşılmak istenen “seküler-liberal-demokratik” devlete, İslam’dan da referans aranmaya ve böylece Müslüman halk nezdinde meşruiyet kazandırmaya yönelik çabalar gündeme gelmeye başladı. Bu tür çabalarla, “batı standardında laik demokratik devlet”in İslam’a uyumlu olduğu iddia edilerek ve İslami kimliğe bireysel alanda özgürlük tanır hale getirilerek seküler sistemler “adalet devleti” adı altında Müslümanlara kabul ettirilmek istenmektedir. Böylece, modern seküler sistemle uzlaştırılarak, asimilasyonla karışık entegrasyon zemininde İslami/tevhidi kimlik yok edilmek suretiyle, Müslüman halkların küresel kapitalist sisteme teslim olması temin edilip “barış”(!) sağlanmak istenmektedir.

Türkiye, laik demokratik ve küresel kapitalizme eklemlenmiş sistemiyle ve ülkeyi yöneten, bireysel ibadetlerle sınırlanmış İslami algıya sahip siyasilerinin önderliğinde bölge halkları için dönüştürücü bir model haline getirilmek istenmektedir. BOP sürecinde Katar’ın başkenti Doha’da “ABD-İslam Dünyası Forumu” yapılmıştı. İslam ve Batı dünyasından gelen yaklaşık 200 katılımcı Doha’da üç gün boyunca Amerika-Ortadoğu ilişkilerini, Ortadoğu’nun bugününü ve geleceğini tartıştıkları bir toplantıda Amerikalı resmi yetkililer, “oyunun kurallarına bağlı kalınması” şartıyla HAMAS ve Lübnan Hizbullahı gibi İslami grup ve örgütlerin Ortadoğu’daki reform sürecine katılmalarından yana olduklarını, bundan herhangi bir rahatsızlık duymayacaklarını açıklamışlardı. Oyunun kurallarını da “demokratik ve hukuki prosedürlere bağlılık” olarak açıklamışlardı.

ABD’nin İnsan Haklarından sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Scott Carpenter da, HAMAS ve Hizbullah benzeri örgütlere demokratik sürece katılma imkanı tanınmasının yanlış değerlendirilmemesi gerektiği üzerinde durarak, bu yeni anlayışın Amerika’nın İslamî rejimlere onay vermesi şeklinde yorumlanamayacağına dikkat çekmişti. ABD eski Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ise, Amerikan Gazete Editörleri Derneği üyelerine yaptığı konuşmada ”İslam, Müslüman dünyası ve demokrasinin” birbiriyle çelişmediğine örnek olarak Türkiye’yi ve AKP hükümetini göstermişti. Yani emperyalist batının razı olduğu sistem, yöneticilerinin seküler dünya görüşüne sahip olduğu, ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki kamusal alanlara karışmayan, vicdanlara çekilmiş ve en fazla bireysel ibadetlere alan açan Protestanlaşmış bir din algısına sahip bulunduğu, siyasal ve hukuki alanda laik demokratik, özgürlükler alanında liberal, ekonomik planda kapitalist bir sistemdir. İşte AKP örnekliğinde tüm Ortadoğu’ya sunulan model budur ve bütün Müslüman halklar bu modele çağırılarak, bu modelin önü açılarak dönüştürülmek istenmektedir.

Rice’ı destekleyen bir başka ifade de S. P. Huntington’a aittir. Bu yazar Türkçe’ye “Medeniyetler Çatışması” adıyla çevrilen kitabında; Türkiye’nin lider olma potansiyelinden söz ettikten sonra şunları söylüyor: “Türkiye, kültürel ve dini geleneklerini canlandırmanın, İslam ve Osmanlı mirasının üzerine modern bir ekonominin ve demokratik bir siyasetin inşa edilebileceğini göstermenin zamanının geldiğini düşünebilir… İnanıyorum ki, Türkiye bu yüksek gayeye sahip çıkacaktır ve eğer İslamî bir anlayışla kalkınmayı ve demokrasiyi birleştiren bir model olabilirse bundan hem Türkiye hem de dünya faydalanacaktır…..”

İngiliz Başbakanı David Cameron’un askerî danışmanlığına atanan ve Afganistan’daki İngiliz işgal güçlerinin komutanı olan emekli General Dannatt de, daha kısa zaman önce BBC Radyo’ya verdiği bir demeçte şunları söylemişti: “Afganistan’da veya Güney Asya’da, bir İslâmi takvim var ve biz İslâmî takvime karşı muhalefet etmez ve yüzleşmezsek, şayet samimi olmak gerekirse bu etki artarak büyüyecektir. Bu ilerlemenin Güney Asya’dan başlayarak, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya ve 14. asır ile 15. asırdaki büyük İslâm Halifeliğinin ulaştığı (Tuna) çizgileri de aşacaktır”.

Gen. Sir Richard Dannattaçık bir şekilde, “Şayet Müslümanlar İslâmî politik ideallere kendilerini uyarlar ve Halife düzenini talep ederlerse, bu İngiltere açısından kabul edilemeyecek ve askerî operasyonların garantisi olacaktır” ifadelerini kullanmıştır. Aynı General Dannatt, Batılı seküler değerlerin politik hayatı düzenleyen modelini kuşanmış, ama bireysel olarak namaz kılan veya manevî ibadetler yapan Müslümanlarla bir sorunlarının olmadığını da bu sözlerine eklemiştir. (timeturk-haber)

Türkiye’deki kimi “İslamcı” akademisyen ve aydınlar, emperyalizme karşı olduklarını açıkça ifade ettikleri halde, farklı saiklerle de olsa, yerel hesap ve kaygılarla da olsa uzun süredir, sonuç olarak emperyalizmin bu arzusu ile örtüşen İslam ile demokrasiyi ve laikliği sentez yapmaya yönelik fikir ve projeler oluşturma çabası içine girmiş bulunuyorlar.

Gerek Kur’an’ın siyasal, ekonomik ve hukuki alanı düzenleyen hükümlerinin tarihsel olduğunu, evrensel geçerliliği olanların bu hükümler değil de bunların arka planında yer alan illet ve ilkeler olduğunu iddia ederek, Kur’an’ın ahkâm ayetlerini tarihe gömmek, bugün yeni hükümler ihdas edilebileceğini söylemek suretiyle laik pozitif hukukun önünü açan tarihselciler, gerekse aşağıda açıklayacağımız yerel sebeplerle demokratik uzlaşma arayışı içine giren entelektüeller sonuçta emperyal projelerle örtüşen düşünceler üretmektedirler. Böylece, Müslüman halkların vahiyle yeniden dirilip, ilk Kur’an neslinin örnekliğinde çağın Kur’an neslini yetiştirip, bu neslin öncülüğünde çağın Kur’an toplumunu oluşturmalarını, bu Kur’an toplumumun örnekliğinde vahyi sosyalleştirip projelendirmek ve İslami devletin adil yönetimini ete kemiğe büründürmek suretiyle, arayış içindeki tüm dünya insanlığına model oluşturmalarını engellemek isteyen emperyalistlerin işi, içerden kimi öncü kadroların, “İslamcı” aydın ve yazarların eliyle üretilen ve Kur’an’a dayalı olmayan eklektik sentezci projelerle kolaylaştırılmış olmaktadır.

“İslamcı Aydın”ların, Küresel Model Oluşturma Çabalarıyla da Örtüşen, “Demokratik-Adalet Devleti” ve Uzlaşma Arayışları

1990’lı yılların ortalarına doğru, ideolojik devlet baskıcılığının, Kemalist zorba uygulamaların zirve yaptığı bir ortamda, laiklere yönelik suikastların ardı ardına gelmesi ve artık bu tür saldırıların “İslamcı aydınlar”la devam edeceğine dair söylentilerin yaygınlaştırılmasının da etkisiyle ve yakıcı toplumsal sorunlara çözüm üretememekten kaynaklanan çözümsüzlük psikolojisi ve çaresizlik bunalımlarının da yönlendirmesiyle “barış içinde ortak yaşam” arayışları hız kazandı. Sonuçta inanç ve hayat tarzı bakımından farklı kesimlerin yaşadığı mevcut toplumsal yapıyı ve egemen seküler değerleri veri alan bir yaklaşımla Ali Bulaç özelinde, Medine Vesikası’da hakiki konumundan farklı takdim edilip kullanılarak geliştirilmeye çalışılan “Çok Hukuklu İslami Toplum Projesi” de bu tarz bir arayışın sonucunda ortaya atılmış ve birçok “İslamcı aydın” da bunun peşine takılıvermişti.

Toplumu tevhidi istikamette dönüştürme iddiasıyla yola çıkanlar, yolun uzun görünmesi, zorluk, sıkıntı ve risklerini göğüslemede zaaflar yaşamaları sebebiyle, çok çabuk bıkmış, yorulmuş, sistemin baskı ve tehditlerinden ürkmüş ve yılmışlar, tevhidi istikametlerini korumakta bile direnç gösterememişlerdir. Sonuçta ise, dönüştürmek iddiası taşıdıkları cahiliye toplumunun değişmemesi üzerine, kendileri toplumun cahiliye değerlerine doğru dönüşmeye başlamışlardır. Önceleri “demokrasi şirktir” diye yazı yazanlar, çok ibret verici bir dönüşümle tam tersini “Demokrasi tevhiddir” diye yazacak derecede uçlara savrularak, laiklik ve demokrasinin daha önce fark etmedikleri “güzelliklerini” keşfetmeye başlamışlardır.

İşte bu büyük kırılma ve savrulmada, bir yandan baskı ve tehditler rol oynarken, diğer yandan da, Özal iktidarıyla başlayan iktidar nimetlerinden faydalanmanın, siyasi ve bürokratik makamlarda görev almanın cazibesi de önemli bir işlev görmüştür. Daha sonra ise, RP’nin önce yerel yönetimlerdeki, sonra da merkezi yönetimdeki iktidar yürüyüşü sürecinde çok daha büyük boyutta eklemlenmelere ve istifade edilen imkânlar hatırına başlayan pragmatizmin çürütücü tesirini icra etmesiyle de zihinsel olarak dönüşümler gerçekleşmiştir. Özellikle 28 Şubat sürecinde iyice tırmandırılan baskı ve zulümler ile oluşturulan korku atmosferi, savrulmalara ivme kazandırıcı bir rol oynamış, önceden daha ziyade çıkar eksenli başlayan savrulmalara da mazeret oluşturmuştur. Ayrıca daha önce tamamen duygusal olarak yönelinen devrimle İslami devlet arayışlarının boşa çıktığını görenler de, bu umutsuzlukla İslami devlet özleminden vazgeçerek diğer uca savrulmuşlar ve sistemle uzlaşmaya iyice meyletmişlerdir.

Önce korku ve çıkarların ya da sorunların ve çözümsüzlüklerin etkisi ve yönlendirmesiyle veya değişik başka pragmatik sebeplerle bu konuma sürüklenenler, zamanla bulundukları konumları içselleştirerek, bu konumlarını İslami değerler zaviyesinden de meşrulaştırıp kendilerini rahatlatacak teorik meşruiyet arayışına girmişler ve bu sebeple önceden bir miktar bilgisine sahip oldukları kimi İslami ilke, ölçü ve kavramları bu ihtiyacı giderecek biçimde yeni zorlama yorumlarla ve uzlaşmacı, sentezci yaklaşımlarla eğip bükmeye ve sonuçta bu tür eklektik düşünce ve projeleri üretmeye yönelmişlerdir. Böylece İslami siyaset ve devlet perspektifinden kopuş iyice yaygınlaşmış, devlet, siyaset ve adalet gibi kavramların dinden, tevhidden, vahiyden soyutlanıp seküler bir perspektifle ele alınması kanıksanmaya başlanmıştır. Bu alan sekülerleştirilince, İslam toplumunu gayri İslami sistemlerin ve gayrimüslimlerin de yönetebileceğini iddia etmek kolaylaşmıştır.

Değişik sâiklerin etki ve yönlendirmesiyle bu tür eklektik toplumsal projeleri İslam adına üreterek, bir biçimde İslam’ı laiklik ve demokrasiyle uzlaştırma sürecine girenler, o başlangıç günlerinde tevhidi kesim diye nitelendirilebilecek camiada öncü konumlarda yer alırlarken ve bu kesimin yazar ve aydınları olarak nitelendirilirlerken, bugün gelinen noktada pek çoğu artık AKP-Gülen koalisyonunun ön saflarında ya da başka sistem partilerinde siyaset yapmakta, bir kısmı da bu kesimlerin öncülüğünde gerçekleştirilmek istenen sistem içi değişim ve dönüşüm projelerine eklemlenip teorik meşruiyet sağlama fonksiyonu görmektedirler.

Önce ağırlıklı olarak egemen baskıcı sisteme karşı korunmak amacıyla başlayan ve bilahare kalıcı bir durum arz eden, kanıksanıp benimsenen uzlaşma arayışları, egemenlere zeytin dalı uzatma çabaları söz konusu olmuştu. Bu anlamda başta ABANT toplantıları, kimi cemaat ve siyasi partiler ve kimi yayın organlarının öncülüğünde başlatılan İslam ile laiklik ve demokrasi arasında aslında çok büyük bir aykırılık olmadığı, İslam’ın özünde de laiklik ve demokrasi’nin gereği olan kimi ölçü ve değerlerin zaten var olduğu ispat edilmeye çalışıldı. Özellikle “Yeni Zemin”, “Sözleşme” ve “Bilgi ve Hikmet” dergileriyle, “Yeni Şafak” ve “Zaman” başta olmak üzere “İslami camia” tarafından çıkarılan çok sayıda dergi ve gazete ve bunlara paralel TV’ler, yıllarca bu tür “İslam’ın devlet ve siyaset boyutunun olmadığını ve İslami devlet iddiasının yanlışlığını” ispat çabalarına ve “laik-demokrasiyle İslam’ı uzlaştırma, sentez yapma” gayretlerine zemin oluşturarak, bu eklektik anlayışın yaygınlaşmasına önemli katkılarda bulundular.

Zamanla bu savrulma açısı o kadar büyüdü ki, önceleri tevhidi uyanış sürecinin müntesibi kesimler olarak nitelenen birçok kesim, grup ve İslami şahsiyet, TGTV içinde ve “Ortak Akıl” adı verilen platformda yer alarak, buralarda üretilen laik-demokratik söylemlerin altına imza atmaktan çekinmediler. Batı standartlarında bireysel alanda din ve düşünce özgürlüğü vadeden, laik-demokratik devlet talebiyle meydanları doldurup, kozmik hâkimiyeti sanki lütufmuş gibi Allah’a bırakıp, teoride de olsa toplum hayatındaki siyasal hükmetme ve teşri (yasa yapma) yetkisini, halk iradesinin üzerinde İlahi irade de dahil hiçbir otorite tanımadan nihai anlamda halka vermeyi ifade eden “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir”, “Türkiye laik, demokratik, hukuk devletidir, ne bir eksik, ne bir fazla” misali şirke ait slogan ve afişlerle her tarafı donatacak kadar ileri gidebildiler. Üstelik bu kesimlerin içinde ve önünde yer alan Müslümanlardan bu gidişe dair ciddi bir itiraz da yükselmedi. Çünkü yaşanan savrulma giderek kanıksanıp mesafe alıyor, ilk kalkış noktasındaki pragmatik hesap ve anlayışlardan bile uzaklaşılarak ulaşılan her nokta içselleştirilip benimsenerek daha ötelere giden yeni savrulmaların, eklemlenmelerin yolunu açıyordu.

Eğer bu tür kesimlerin söz konusu faaliyetleri, sadece sistem içi mücadeleyi esas alıp, sadece sistemi mevcut daha zalim statükonun elinden kurtarıp görece daha özgürlükçü bir konuma taşımayı hedefleyen ve İslami kimliği işin içine karıştırmayan sistem içi çabalardan ibaret olsaydı, bizi bu kadar ilgilendirmezdi. Üstelik sistemin zulmünü azalttıkları ölçüde görece olumlu bir çaba olarak da değerlendirip, kendi işimize bakardık. Ama maalesef tüm bu savrulan kesimler aynı zamanda kendilerini İslami cemaat olarak nitelendirmekte, İslami faaliyetler de yapmakta, sistemle ve kimi partileriyle iç içe geçen hak-bâtıl karışımı eklektik söylemleri de yaymaktadırlar. Bununla da yetinmemekte, kendi geldikleri noktayı İslami göstermek için İslami kavram, ölçü ve ilkeleri tahrif anlamına gelecek zorlama yorumlarla, bizim de müntesibi olduğumuz tevhid dinini egemen seküler sistemlerle uzlaştırma çabası göstermektedirler. İşte bu sebeple, “emri bile maruf ve nehyi anil münker” sorumluluğumuz gereği, bu yanlış gidişata itiraz etmek, yanlış yapanlara ve çoğu iyi niyetli oldukları halde çeşitli saiklerle bu tür savrulmalara kapılanlara, doğru olarak tespit ettiğimiz hususları, vahyin ölçülerini, maruf olanı hatırlatmakla mükellefiz.

İslami Camiada Yaşanan Kırılma, Dönüşüm ve Değişim Sürecinde Öne Çıkan Kimi Söylemler ve Projeler, Oldukça Kafa Karıştırıcı Bir Rol Oynamıştır

Bahsedilen kırılma ve dönüşüm sürecinde pek çok “İslamcı yazar” değişik saiklerle sürece katkıda bulunmuş, iyi niyetle de olsa kafa karıştırıcı söylemleri yaygınlaştırmışlardır. Üstelik ortaya attıkları iddiaları İslami ilmi delillerle ispat etmekte de zaaf göstermişler, söylediklerinin yol açtığı zihinsel karışıklıkları aydınlatacak bir çaba gösterme zahmetine de katlanmamışlardır. Gelin işte bu sözü edilen süreçlerde “devlet, sistem ve siyaset” konularında üretilen kimi proje ve söylemlerden aşağıya aldığım bazı alıntıları birlikte bir daha okuyup, vahyin ölçüleri ile üzerinde bir daha düşünelim.

Öncelikle 1994-95 yıllarından itibaren bu tür değişimlerde öncülük yapan Ali Bulaç’ın projesinin özünün ne olduğuna bir bakalım. “Toplumu teşkil eden sosyal bloklar kendi içlerinde kendi hukuklarını yaşarlar. Devlet ve kamu alanının esas alacağı hukuk ise; tüm (inanç, düşünce ve ideolojilere ait) sosyal blokların eşit ve katılımcı bir tarzda yer alacakları görüşmelerde oydaşma (konsensus) sağlanan hususlar maddeleştirilerek bir (anayasal) sözleşme yapılır ve bu sözleşme devlet ve kamu alanının düzenlenmesinde esas alınır. Bu devlet çağdaş İslam toplum projesinin ürettiği bir devlettir”.

Görüldüğü üzere bu devlet bütün dinlere eşit uzaklıkta durması istenen, bütün dinlerden soyutlanmış olan bir devlettir. Yani bu devlet, batı standartlarında laik demokratik devletin, her kesime kendi içinde farklı hukuk uygulamasına fırsat veren, devlet ve kamu alanı için geçerli hukuku ise oy çokluğuyla değil konsensusla yapan versiyonundan başka bir şey değildir. Nitekim Ali Bulaç da bu tür bir laikliği olumlu bularak, İslam’a uygun olacağını beyan etmiştir.

03 Aralık 1997 tarihli Yeni Şafak Gazetesi’ndeki bir yazısında Bulaç, bütün dinlere eşit uzaklıkta durma anlamında laikliğin İslam’a uygun olduğunu kabul ederek şunları yazmıştır: “Laiklik, dini veya din dışı bir ideolojiyi resmi görüş haline getirmeden, devletin bütün dinler, mezhepler, inançlar ve görüşler karşısında eşit mesafede durması ve hepsine kamusal alanda kendilerini ifade ve temsil etme fırsatını vermesi demek olan bir tutumdur. Bunun yanında laiklik, herkesi bir dini inanca ‘zorla dâhil etmenin’ önüne geçer ve devletin özel bir ‘din adamları sınıfı’nın mutlak denetiminden çıkarılıp sivilleşmesini mümkün kılar. Bu laiklik tanımının İslam’ın sosyal, siyasal ve kamusal değerleriyle uygunluk içinde olduğunu düşünenlerdenim.”

Bulaç, Medine Veskası’nı olmadığı muhtevaya büründürmek suretiyle, devlet ve kamu alanını düzenleyen hukuk sistemini, Mü’min, Müşrik ve Yahudilerin bir toplantıda konsensus sağlayarak yaptıkları ve hepsini bağlayan bir sözleşmeyle ihdas ettiklerini ve bu sebeple de kamu alanını düzenleyecek bu sözleşmenin, “Kur’an, Tevrat ve yerleşik örfün üstünde” bir değer, anlam ve geçerliliğe sahip olduğunu söyleyecek kadar kanaatimce ölçüyü kaçırmıştır. Bugün de işte böyle bütün din ve inanç kesimlerinin konsensüs sağlayarak bir sözleşme yapmaları ve çağdaş İslam toplumunun İslami sisteminde kamu alanının, Kur’an’ın da üzerinde bir anlam ifade edecek bu sözleşmenin hükümlerine göre düzenlenmesi gerektiğini ve bu laik devletin “adalet devleti” olacağını iddia edebilmiştir.

Bu devletin siyaset, devlet yönetimi ve kamu alanını düzenlemede esas alacağı hukuku bütün dinlerin temsilcileri birlikte ve konsensusla yapmakta ve dolayısıyla bu devletin dini, tüm bu dinlerin temsilcilerince üretilmiş hukuk sistemi, ilahı da, bu hukuku nihai otorite olarak yapan temsilciler olmaktadır. Yani bu projeyle bütün dinlerden soyutlanmış bir devlet tahayyül edenler, sonuçta devleti bütün dinlerin temsilcilerince yapılacak yeni ve ortak bir dine tabi kılmaktan başka bir şey yapamamışlardır, çünkü din ya da ideolojilerden tamamen soyutlanmış bir devlet mümkün değildir. Üstelik böyle bütün din ve inanç sahiplerinin konsensüsüyle hukuk sistemi yapmak, pratikte uygulama şansına da sahip görünmemektedir. Mesela gerçek bir Müslüman Ahzab 36. ayetteki anayasal hüküm gereğince, Allah ve Resulünün hüküm verdiği bir konuda farklı bir tercih yapma hak ve yetkisine sahip olmadığı için bu tür hükümlerde direnmek, taviz vermemek durumundadır, bu takdirde diğer dinlerin müntesipleriyle İslam’ın hükmü olan alanlarda konsensus sağlanamayacağı ve kamu alanı için ortak bir hukuk üretilemeyeceği de açıktır.

Ayrıca Bulaç önce pragmatik gerekçelerle ihtiyaç duyduğu bu projeyi üretip sonra da İslami referans arama çabası içine girince, kendi projesiyle örtüşmeyen, Resulullah’ın (önce birinci bölümünü kardeşlik anlaşması şeklinde Müslümanlar arasında gerçekleştirdiği, sonraki bir süreçte de ikinci bölümünü Yahudilere tek taraflı olarak dikte ettirdiği iki bölümden oluşan) Medine Vesikası’nı kendi projesine uydurmak için epey tahrifat yapmak ihtiyacı duymuştur. Ayrıca kendi ürettiği ve İslam’a uygun olduğunu iddia ettiği projesinde, kafirlerin de İslam toplumunu yönetebileceklerine ve mü’minlerle birlikte konsensus yoluyla İslam toplumunun devletini yönetecek yasaları birlikte yapabileceklerine dair iddialarını İslami gösterebilmek ve projesini geçerli kılabilmek için, önündeki “kafirlerle mü’minlerin velayet ilişkisi kuramayacaklarına” dair vahyi hükümler engelini, Kur’an bütünlüğüne ve kafirlerle mü’minlerin velayetini yasaklayan onlarca ayete aykırı zorlama bir yorumla Mümtehine 9. ayetin mefhumu muhalifinden hareketle aşmaya kalkışmış ve kafirlerle mü’minlerin velayet ilişkisinin mümkün olduğunu iddia etmiştir: “Velayet karşılıklı sosyal ilişki ve siyasal birliktelik demektir. Ayetten açıkça anlaşılan şu ki, Müslümanlara dinlerinden dolayı savaş açmayan, onları yurtlarından sürmeyen ve düşmanlarıyla ittifak kurmayanlarla bir arada yaşanabilir; üstelik bu bir arada yaşama şekli ‘velayet’ terimiyle ifade edilmiştir.” (“Kimlerle Bir Arada Yaşanır”, Yeni Şafak Gazetesi 31. 05. 1995)

Şimdi de diğer alıntıları okuyalım:

Mustafa İslamoğlu’nun 19. 02. 2010 tarihli hutbesindeki sözleri:, “Devletin imanı olmaz, Devletin imanı adalettir. Adaletli devlet mü’min devlet olur. Kim yönetiyor olursa olsun, ister gayrimüslim, ister Müslim yönetsin. Allah adaleti emretmiştir, kim olursa olsun, yöneten ne ile yönetiyor olursa olsun, yönetenin ideolojisi, dini, inancı ne olursa olsun, o tali bir hadisedir.”

İhsan Eliaçık’ın “Ortak İyinin İktidarı: Adalet Devleti” kitabında yer alan ve “ilkeler esas alındığında laik hukukla İslami şer’i hukuk arasında bir fark bulunmadığını” iddia eden üstadı Hasan Hanefi ve diğer tarihselciler gibi laiklikle İslami olanı sentez etmeye yönelik arayışların ifadesi olan sentezci yaklaşımı: “Üçüncü cumhuriyetin yeni din-devlet anlayışını “adalet devleti” olarak tanımlıyoruz. Esas itibariyle adalet devleti bu topraklarda yaşanan iki büyük tecrübenin sentezine verdiğimiz yeni isimdir. Tez; din (İslam) devleti, anti-tez; laik devlet, sentez; adalet devletidir”.

Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’nun Star Gazetesi’ne verdiği bir mülakattaki sözleri: “İslam, insanların hangi rejimle yönetildiğiyle değil, dinin o insani, ahlaki değer ve hedeflerinin ne kadar gerçekleştirildiğiyle ilgilenir. Adaleti, dünya nimet ve külfetlerinin doğru paylaşımını sağlayabiliyor, insana insan olarak değer verebiliyor, istişareyi, katılımı, ötekini adam yerine koymayı başarabiliyor musunuz? Esas olan odur”.

Abdülkerim Suruş’un, İslami Yorum Dergisi’nde yayınlanan röportajından alıntı: “Sorun, bizim dine kanun yapma ve yasama konusunda öncelik verip vermeyeceğimiz sorunudur. Din devletin yasama organında temel alınmalı mı alınmamalı mı? Bunlar din ve devlet arasındaki meşru bağlantıya karar verecek sorulardır. İşte burada siyasi sekülerizmden bahsediyorum. Bence siyasi sekülerizm iyi bir şeydir… Başka bir deyişle dini çoğulculuk temelinde ilerlemeli, bütün vatandaşlara siyasette eşit fırsatlar vermeli ve yasama konusunda bütün dinlerden faydalanmalıyız. Fakat dini aşan bir devletten bahsettiğim zaman, şunu demek istiyorum ki bizler, dinden daha geniş ve daha kapsamlı bir kimlik ve damar bulmalıyız ve devleti ona göre idare etmeliyiz. Bence bu daha kapsamlı damar ise ahlaktır”.

Bu tür söylemlerin yanında, modern paradigmanın ürettiği seküler bir model olan demokrasiyi, insanın hevasını, aklını ilahlaştıran felsefi ve ideolojik tanımı çok belirleyici olmasına, laiklikle ayrılmaz bir bütün oluşturmasına rağmen, sanki bütün insanlığın sahiplenmesi gereken evrensel adil bir model gibi algılayıp, demokrasiyle İslam arasında uzlaşma sağlama çabası içinde olan kimi Müslüman siyasetçi, aydın ve yazarların ortaya attıkları düşünceler giderek kanıksanıp yaygınlaşıyor. Bu bağlamda Garaudy, Fazlurrahman, Gannuşi, Ahmet el-Katip, Turabi vb nin de ısrarla gündemde tuttukları “İslam demokrasisi”, “demokratik hilafet” gibi yaklaşımlarla İslam-demokrasi sentezi eğilimlerinin yaygınlaştığı, bu sebeple de İslam toplumunu gayrimüslimlerin de yönetebileceği iddialarının kolayca dillendirildiği ve bu sentezci anlayışlardan kalkarak, “liberal İslam”, “demokratik İslam”, “İslami sol” gibi uyduruk eklektik kavramların da sıkça kullanılmaya başlandığı, dinin bireysel alana indirgenmesi ve kamusal, toplumsal, siyasi, ekonomik, hukuki alanların seküler değer ve normlarla düzenlenmesi fikrinin “ılımlı İslam” olarak yaygınlaştırılmaya çalışıldığı bir süreçten geçmekteyiz.

Bu tür söylemlerin yaygınlaştığı süreçlerde, kimi Müslümanlar çevrelerindeki seküler sistemlerin baskı ve kuşatmasını aşamamanın, çözümsüzlükler içinde bunalmanın ve bir türlü iktidara ve nimetlerine kavuşamamanın yol açtığı aceleci arayışların sonucunda, egemen seküler sistemle inançları arasında bir şekilde yakınlıklar kurup sentezler oluşturarak, hak ile batılı uzlaştırıp sentezleyerek de olsa iktidar ve devlete eklemlenmek suretiyle rahatlama ve böylece iktidar nimetlerinden istifade etme eğilimine doğru savruluyorlar. Kimileri de gerçekten iyi niyetle, İslam’ın siyasal sistemi olmadığına dair söylemlerin etkisinde kalarak, ciddi ilmi bir çaba göstermek de kolay olmadığından, kolay olanı tercih edip bu alanda üretilmiş eklektik görüşleri keşfetmeye, yaklaşık 1925 yıllarında “İslam’ın siyasal sistem önerisi yoktur, İslam toplumunu yöneten sistem kapitalist de, Bolşevik de olabilir” gibi görüşler ileri sürdüğü ve laikleştiği için irtidat ettiği kararıyla Ezher Üniversitesi ulemasınca dışlanan Mısır’lı Ali Abdurrazık gibilerin söylemiyle paralel görüşleri yeniden dillendirmeye başlıyorlar.

Kimileri de, Türkiye ve Ortadoğu’da sağlanmak istenen sekülerleşme/protestanlaşma istikametindeki değişim ve dönüşümün öncülüğünü yapan AKP-Gülen koalisyonunun, bireysel ibadetler alanında görece bir adalet ve özgürlüğü sağlayarak şirk sistemini daha az zalim hale dönüştürerek sürdürme çabalarına abartılı bir olumluluk, hatta neredeyse meşruiyet atfederek, bu gidişe dini meşruiyet sağlamak eğilimine yönelebilmektedirler. Böylece, “din bireyseldir”, “ekonominin, paranın dini, imanı olmaz”, “İslam’i devlet olmaz”, “İslam’ın siyasi yönü yoktur”, “İslam liberalizme, kapitalizme uyumludur” gibi vahye aykırılıklarla şekillenen, İslam’ı bireysel ibadetler alanına çekip bu alanda kısmi özgürlükler getirerek, ama ekonomik, siyasi ve hukuki alanda seküler yapıyı Batı standartlarında revize ederek sağlanmak istenen değişim sürecine teolojik alt yapı hazırlamaya yönelik çabalar içine girebilmektedirler. Şirk sistemi devam ederken, hiç değilse daha az zalim anlamında görece bir adaleti sağlamaya yönelik sistem içi değişim çabaları da, şüphesiz ki halka geçici bir nefes aldırma imkanı ve acil özgürlük ihtiyacına nispi bir cevaptır. Ancak bu görece iyileşmeyi, Allah’ın emrettiği ve mülkün temeli olarak ifade edilen adalet olarak takdim etmek büyük sapma olur.

Tevhidi kesimin daha ilkeli öbeklerinin ise, siyasal eylemliliği, zalim statükoyu görece iyileştirmeye ve zulmü bir miktar geriletmeye yönelik özgürlük mücadelesini haddinden fazla öne çıkarmaları sonucunda, bir yandan bu hedeflere yönelik sistem içi değişimcilerin (bizce de görece olumluluğu temsil eden) gündem oluşturan kimi çıkışları aşırı önemsenmek suretiyle bu kesimleri kuşatıp içine çekivermektedir. Mesela Kürt açılımı, Ergenekon davası ve yargı despotizmine yönelik kısmi anayasa değişikliği konularında (ki şüphesiz bizce de bunların her biri önemsenmeli ve bizler de tevhidi kimliğimizle bu alanlarda tavırlar geliştirmeliyiz) olduğu gibi, bu tür konularda kendi özgün gündemimizi aşmayan bir ilgi göstermekle yetinilememektedir. Maalesef dışımızda oluşan bu gündemler bizi aşırı meşgul etmekte ve esas işimize harcamamız gereken zaman ve enerjilerimizi yutmaktadır. Hatta çevremizdeki pek çok Müslüman, sistem içi değişimin bu çabalarına endekslenen bir eylem ve söylemin kapsama alanından neredeyse hiç çıkamamakta ve sonuçta esas istikametimizi teşkil eden tevhidi stratejik yürüyüşümüz zarar görmektedir.

Halbuki kendimizden ve yakın çevremizden başlayarak toplumumuzu Kur’an ve sünnetle ilmek ilmek dokumak, Kur’an ahlakını kuşanmış örnek şahsiyetlerin, tevhidi davet, eğitim ve şahidlikle aile, akraba ve komşuluk ilişkilerinden ticari ve kültürel ilişkilere kadar geniş bir alanda vahyi sosyalleştirme, ahlaklı örnekliklerle bütün bu alanlarda vahyin şahidliğini yapma sorumluluğumuz en önemli işimiz olduğu halde, maalesef bu konular çok yaygın biçimde ihmal edilmektedir. Böylece esas işimiz olan vahiyle inşa ve vahyi en yaygın anlamıyla sosyalleştirme, modelleştirme, projelendirme sorumluluğumuz hakkıyla ve nitelikli biçimde yerine getirilmeyince, biz meydanlarda slogan atarken, (bunu, yaklaşık 20 yıldır bu fonksiyonu gören birisi olarak, bu durumu basit görmek amacıyla söylemiyorum, sadece esas işimizi ihmal etme boyutuna getirilmesine itiraz ediyorum), doğan boşluk, sentezci, ilkesiz, uzlaşmacı entelektüel çabalar içindeki kesimlerce doldurulmakta, zamanla çevremizde olup da niteliğini yükseltememiş slogancı duyarlılıklar da bu eklektik üretimlerin etkisi altına girme riskiyle karşı karşıya kalabilmektedir. Bu sürekli böyle devam edince de sonuçta çevremizdeki insanları bile muhafaza edemez duruma düşebilmekteyiz. Bu sebeple, sistem içi sorunlarla ilgilenme, sistemin zulmünü geriletme, haksızlık, adaletsizlik ve zulümlere itiraz etme pratiğimizi terk etmeden, ama ondan daha fazla kendi modelimizi, projelerimizi oluşturmaya yönelik çalışmalara ve toplumsal bütün ilişkilerimizi geliştirmeye, toplumu vahiyle inşa ve dönüştürme stratejimizle ilgili fikri üretim ve uygulamalara yoğunlaşmalıyız.

İnsanlık “Başka Bir Dünya” ve “Adalet” Arayışındayken, Vahye Dayalı Projeler Sunmak Yerine, Eklektik Düşüncelerle Kur’an Mesajını Gölgelemek Büyük Vebaldir

Yukarıda ifade edilen sebeplerle, liberalizmle, sosyalizmle, demokrasiyle sentez arayışları, İslam’ı daha ziyade bireysel ibadet ve ahlak olarak algılayıp, diğer alanları öteki düşünce, ideoloji, model ve felsefelerle paylaşma eğilimi ortaya çıkmaktadır. İşte bu zeminlerde adalet, barış, insan hakları ve özgürlükler “ortak iyi” ve “ortak payda” olarak gündemleştirilip “adalet devleti” adı altında yeni tür laik devlet projeleri için farklı düşünce ve modellerle sentezler oluşturulmaya çalışılmaktadır.

Şükrü Hüseyinoğlu kardeşimizin ifadesiyle, “Adalet kavramının gündeme daha sıkça gelmesi ve adil bir dünyanın kurulması talebinin yükselmesi tabii ki olumlu ve sevinilecek bir gelişmedir. Lakin, tüm dünyada yükselen bu arayış ve talebe İslam’ın çağrısıyla cevap vermek ve adil bir dünyanın ancak tevhid akidesine teslimiyet ve Allah’ın indirdiğiyle hükmetmekle mümkün olacağı hakikatinin şahitliğini yapmakla mükellef olan Müslümanların bunu yapmak yerine, soyut ve seküler adalet söylemine dahil olmaları kabul edilebilir bir yaklaşım değildir… Adalet, insanlığın ortak özlemi olsa bile ortak paydası değildir. Zira adaletin kaynağı ancak ve ancak yüce Allah, imkânı ve güvencesi de insanlar için bildirilmiş olan hayat kaynağı Rabbani hükümlerdir. Adaletin önkoşulu tevhid akidesidir. “Hüküm yalnız Allah’ındır” akidesine dayanmayan her türlü adalet söylem ve arayışı neticede bir aldanıştan başka bir şey değildir. Yeryüzünde adaletin hâkim kılınması, insanların aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeleri ve Allah’ın hükümranlığına boyun eğmeleri ön şartına bağlıdır. “İslam, insanların hangi rejimle yönetildiğiyle değil, adaletin sağlanıp sağlanmamasıyla ilgilenir” söylemi, adalet kavramını Allah’sızlaştırmak, anlamsızlaştırmak ve işlevsizleştirmekten başka bir anlam taşımaz.” (http://www.islamvehayat.com/yazar_575_2_TEVHIDDEN-BAGIMSIZ-ADALET-SOYLEMI.html)

Halbuki, bu tür sekülerizmle uzlaşmış eklektik düşünce ve projelerin üretildiği sürecin yaşandığı dünya, aynı zamanda bütün insanlığın, geniş mustaz’af kitlelerin seküler laik liberal sistemlerin pençesinde bunalmış olduğu, kurtuluş için arayışa girdiği bir dünyadır. İşte bu küresel seküler kapitalist kuşatmaya, sömürü, insan hakları ihlalleri ve adaletsizliklerine isyan ederek “başka bir dünya mümkün” sloganıyla meydanları dolduran insanlığın aradığı cevabı içinde taşıyan, insanlığın tek kurtuluş umudu olan ve insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkaracak tek mesajı barındıran Kitap ise bizim elimizde bulunmaktadır. Ama bu kitaba varis kılınanlar, Kur’an’ın meal ve tefsirini yapanlar, Kur’an davetçisi kimliğini kuşananlar, Kur’an halkalarında yetişenler bile, maalesef pragmatik nedenlerle ya da başka saiklerle, bu insani-fıtri arayışa doğru cevabı verecek bir Kur’an toplumunu inşa etmek, vahyin mesajını kendi bireysel ve toplumsal hayatımızda sosyalleştirip projelendirerek bu arayış içindeki insanlığa sunmak yerine, onların pençesinde bunaldıkları seküler sistemleriyle vahyin mesajını karıştırıp lekeleyen, ya da öyle anlaşılmaya çok müsait söylemler, düşünceler ve projeler üreterek bu umudu yok etmekte ve bu sebeple de büyük vebal yüklenmektedirler.

“İslam Devleti” ya da “İslami Siyaset” Karşıtı Tavırların Gelişmesinde, İslami Olmayan Saltanat, Monarşi ve Ulus Devlet Yönetimleriyle İlgili Önyargı da Rol Oynuyor

İslami bir toplum, nasıl bir siyasal sistemle ve nasıl bir yönetim mekanizmasıyla yönetilecek sorusunun cevabını arayıp da uzun tarihi süreci dikkate alanlar, monarşi ve saltanat yönetimlerinin varlığıyla sarsılıp çağdaş seküler modern demokratik sistemlerle sentezlenmiş eklektik düşüncelere daha kolay meyletmektedirler. Halbuki saltanatla geçen süreç İslam’ın siyasi ilkelerinden sapmayı temsil etmektedir. Bu sebeple yapılması gereken, tarihteki ve günümüzdeki yanlış uygulamaların faturasını haksız olarak İslam’a kesmek ve bu önyargıyla siyaset ve devlet alanını sekülerleştirmek, heva ve zanna tabi kılmak değil, sadece Kur’an hükümlerini ve Resul’ün (s) örnekliğini esas almak suretiyle ve buna ilaveten şabloncu davranmadan dört halife döneminin doğru, adil uygulamalarından da örnek alarak, çağımızın şartlarına uygun İslami siyasal projeyi üretmektir.

İnsanlığın her cahiliyeye yönelişinde Allah tarihe ve topluma müdahale ederek vahiy ve Peygamber göndererek tekrar istikameti göstermiş, hayatı, ilişkileri düzenleyecek ölçüyü, mizanı indirmiş, tevhid ve adalete çağırmıştır. En son müdahale de miladi 7. yy’da gerçekleşmiş, ilk şahid olarak görevlenen Peygamber’in şahidliğinde, önder ve örnekliğinde cahiliye toplumu vahyin değer ve ölçüleriyle dönüştürülüp İslam toplumu halinde yeniden inşa edilmiştir. Artık kıyamete kadar son Peygambere indirilen ve Allah’ın bizzat koruması altına aldığı Kur’an’ın hükümleri ve son Resulün örnekliği; her çağın cahiliye toplumlarını dönüştürüp, vahiyle yeniden inşa etme ve adalet sistemlerini kurma açısından sahih, geçerli tek referans olarak, her çağın şahidleri konumundaki mü’minlerin sorumluluğunda tüm insanlığa sunulmuştur.

Diğer yandan, devlet denilince Müslümanların önemli bir kısmının, önyargılarla kirlenmiş zihninde, modern ulus devletin bütün alanları kuşatan ceberrut, baskıcı, yasakçı, kendi resmi ideolojisini her kesime dayatan, insanların ne düşüneceğini, neye inanacağını, nasıl yaşayacağını ve nasıl giyineceğini dahi belirlemeye kalkan ilah devlet uygulamaları canlanmakta ve İslam devleti denilince aynı despot uygulamaya İslam kılıfı geçirileceği gibi yanlış bir algı oluşmaktadır. Bu ön yargıyla da “İslam devleti” kavramına karşı tepki ve antipati geliştirilmekte, İslam’ın kapsamlı ve teferruatlı bir siyasal proje önermemiş olduğu da dikkate alınarak, insanlığın ulaştığı demokratik seküler modelin kimi olumlulukları sıralanarak, İslami şura prensibiyle de bağ kurularak İslam toplumunda da geçerli olabileceği kolayca ifade edilivermektedir. Bunun sonucu olarak da, devlet, siyaset ve kamu alanının diğer dini ve ideolojik kesimlerle ortak olduğu ve birlikte düzenlenmesi gerektiği, bu sebeple de İslam toplumunu İslam dışı sistemlerle ve gayrimüslim yöneticilerle de yönetmenin mümkün olduğu gibi iddialar dillendirilmektedir.

Siyaset, Ekonomi, Hukuk Gibi Toplumsal ve Kamusal Alanların da Dini ve İlahı vardır, Eğer İslam ve Allah Değilse, Mutlaka Zan ve Hevadır

Kur’an bireysel alanla sınırlı hükümler koymakla yetinmemiş, siyasi, sosyal, hukuki, ekonomik, toplumsal ve kamusal alanları düzenleyen ve yöneticilere de bu alanlarla ilgili emirler veren hükümler de vazetmiştir. O halde ekonominin de, siyasetin de, hukukun da, kamusal alanın da dini ve ilahı vardır, eğer İslam ve Allah değilse, başka din ve ideolojilerin varlığı ve onları üretenlerin ilahlığı söz konusu demektir. Bu alanların belirleyicisi din olarak İslam şeriatı ve ilah olarak Allah değilse, Kur’an’ın ifadesiyle “bilmeyenlerin heva ve zannının” din ve ilah edinilmesi söz konusudur. O halde İslam toplumunu ancak Müslümanlar ve ancak Allah’ın hükmüne dayalı adaletle yönetebilirler. Allah’ın muradının da bu olduğu vahiyle açıkça ortaya konmuş bulunmaktadır.

Peki İslam toplumu nasıl bir toplumdur? Kur’an ve siyer okumalarımdan çıkardığım sonuca göre, hiçbir toplumun tamamının Müslüman olması mümkün değildir. O halde İslam toplumu denilince, içinde nitelikli bir kesimin Müslüman olduğu ve İslami değerlerin yönetimde belirleyici olduğu, ancak farklı din ve ideolojilere müntesip kesimlerin de yer alabildiği bir toplum akla gelmelidir. Tıpkı cahiliye kültür ve değerlerinin hâkim olduğu ve cahiliye sistemiyle yönetilen bir toplumda Müslümanların da yer alabildikleri gibi. İşte böyle bir cahiliye toplumundaki Müslümanlar vahyin tebliği ve şahidliğini yaparak insanlara tevhidi değerleri taşıyarak toplumun dönüşümüne vesile olurlar, oranını sadece Allah’ın bildiği ve razı olduğu bir toplum kesimi böyle bir tevhidi dönüşümü yaşayarak özündekini değiştirirse, Allah da vadi gereği bu toplumun siyasi durumunu değiştirip İslami adalet sistemini takdir edecektir. İşte içindeki Müslüman oranı ne kadar olursa olsun, isterse Medine örneğinde olduğu gibi Müslümanlar %10 civarında olsun, o toplum artık İslam toplumudur, İslam yönetimde söz sahibidir ve bu toplumu ancak Müslümanlar yönetirler. İslam toplumunu gayri İslami rejimlerin ve gayrimüslim yöneticilerin de yönetebileceği ve bu yönetimlerin de adil olabileceği iddiası Kur’an ve siyerde delili olmayan bir iddiadan öte geçemez. Medine Vesikası’nın Yahudilerle ilgili bölümündeki bir maddede bile, “iki kesim arasında vukuu muhtemel ihtilaflar Allah’a ve Resulüne götürülecektir” hükmüne yer verilmiştir. Üstelik Müslümanların sayısı Yahudilerin yaklaşık 1/3’i kadar olduğu halde. Ali Bulaç ve onun gibi kamu alanını demokratik eşit katılımla bütün din ve ideolojilerin birlikte düzenlemesi gerektiğini iddia edenlerin ileri sürdüğü gibi Medine’de eşit katılımla ve konsensus sağlanarak yapılan bir sözleşme söz konusu olsaydı, Yahudiler bu hükmü kabul ederler miydi?

İslam toplumunu, sadece birbirleriyle velayet ilişkisi olan mü’minler ve yine sadece Kur’an hükümleriyle, İslami sistemle yönetebilirler. Çünkü arzda halife kılınmanın, Allah ile ahdi misakının ve Allah’tan alıp üstlenmiş olduğu emanetin omzuna yüklediği büyük adalet sorumluluğunun bilincinde olanlar sadece mü’minlerdir. Arzda, hemcinsleri de dahil evrendeki varlıklar üzerinde tasarrufta bulunurken, yönetim, yasama ve hükmetme icraatlarında bulunurken hududullahı gözetme ve dolayısıyla Allah’ın tüm kullarının adaletle muamele görmesi sorumluluğunu yerine getirme ve tüm bunları sadece Allah’ı razı etmek amacıyla yerine getirme bilincine sadece mü’minler sahiptir. Bu sebeple ancak vahyin hakimiyetiyle sağlanabilecek adalet de, sadece İslami sistemle ve Allah’a, Resulüne itaat bilincine sahip mü’minlerin hududullah içinde kalan yönetimiyle sağlanabilir.

Yüce Allah, siyasi, hukuki, ekonomik toplumsal alanlarla ilgili çerçeve naslar vazetmiş ve bunların mutlaka uyulması gereken hududullah olduğunu beyan etmiştir. Bu hudutları aşmadan, çerçeveyi teşkil eden nasları esas alarak, hududullah içinde kalarak, toplumların, çağlarının şart ve ihtiyaçlarının gereklerine, verilerine uygun siyasi ve ekonomik projeler ve hukuk sistemleri üretebilme, zaman ve şartlar değiştiğinde de aynı hudut nasları, indirilmiş olanı esas alarak üretilmiş olanı değiştirebilme imkân ve özgürlüğünü Allah, mü’min kullarına tanımış bulunmaktadır. Bugün yaşanan zaaf ve sorun ise, bu çerçeve nassların bile aşılmaya, tahrif edilmeye çalışılmasından kaynaklanmaktadır.

İslam Toplumunun Siyasi Yönetimi Temel İşlevlerini Yerine Getirirken Referans Olarak Hangi Kaynağa Dayanacaktır?

İslam devletini (ya da “devlet” kavramının modern bir üretim olduğunu dikkate alarak şu ifadeyi kullanalım; İslam toplumunun siyasal yönetimini), dünya insanlığını sömürü ve adaletsizlikleriyle ezen, bunaltan seküler modern paradigmanın ürünü kapitalist ya da sosyalist olan zalim ulus devletlerle karıştırmak, İslam devleti denince Müslüman olmayanlara İslam’ı zorla dayatacağı zannına kapılmak, hem haklı ve adil bir yaklaşım değil, hem de vahyin ölçüleri ve asr-ı saadet örnekliğiyle bağdaşmayan, dolayısıyla hiçbir delile dayanmayan bir iftiradır. Üstelik, İslam’ın ilkelerinden sapma sonucu ortaya çıkmış saltanat sürecinde bile, Allah’a ve farklı İslami kesimlere yönelik zulümlere rağmen, gayrimüslimlere tanınan hak ve özgürlükler, yapılan adaletle muamele, bugün gayrimüslimlerin dahi övgüyle bahsettikleri bir vakıa olarak tarihe geçmiş bulunmaktadır. Ayrıca bugün dünyanın hiçbir “demokratik” ülkesinde, saltanat sürecinde bile gayrimüslimlere tanınan hak ve özgürlükler ve uygulanan adalet, Müslümanlara tanınmamakta ve uygulanmamaktadır.

İslami toplumun siyasal yönetiminin nasıl teşekkül ettiği, asgari temel işlevinin ve siyasal sorumluluklarının ne olduğu üzerinde kısaca duracak olursak:

Her şeyden önce İslam toplumunu yönetecek olanlar mutlaka mü’minlerden olacaktır ve İslam’ın hükümleriyle yöneteceklerdir. Çünkü Allah, mü’min kullarına ancak “kendilerinden olan emir sahipleri”ne ve onlar Allah’a ve Resulüne itaat ettikleri, talepleri, yönetimleri İslam hükümlerine uygun olduğu sürece itaat etmelerini, kafirlere, gayrimüslimlere ise itaat etmemelerini emretmiştir. Velayet ilişkisi de sadece Allah, Resulü ve mü’minler arasına tahsis edilmiştir. Mü’minlerin kafirlerle/gayrimüslimlerle velayet ilişkisi kurmaları yasaklanmıştır.

İşte bu mü’min yöneticilerin ya da İslam devletinin görevleri ise özet olarak şöyle sıralanabilir:

1 – İslam toplumunu Allah’ın hükümleri çerçevesinde kalarak adaletle yönetmek.

2 –Mü’min olsun, gayrimüslim olsun, Allah’ın bütün kullarının bu imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirebilecekleri adalet ve özgürlük vasatını sağlamak ve bu bağlamda Allah’ın bütün kullarına lütfettiği temel hakları kullanabilme imkanı sunmak ve bu hakları güvence altına almak. Farklı dini kesimlerin kendi eğitim ve kültür müesseselerini oluşturup kendi mensuplarını kendi dinlerine göre eğitmelerine ve kendi kültürel faaliyetlerine dair temel hak ve özgürlüklerinin güvencesi olmak.

3 – Ümmetin, yönetimleri özgürce seçip, denetleyebileceği ve zulme sapanları azledebileceği siyasal sistemin hukuki temellerini oluşturmak. İslami sistemde, yasa yapmada ve hükmetmede esas alınacak hukukun ilahi hukuk olması ve egemenliğin tek hukuki dayanağını teşkil etmesi anlamında “hâkimiyet Allah’ındır”. Vahyi esas alarak yapılacak ikincil derecedeki yasaları yapmak ve toplumu Allah’ın hükümleri çerçevesinde kalarak adaletle yönetmek üzere yönetici kadroları seçmek, denetlemek ve adaletsizliği ya da başarısızlığı sebebiyle bu kadroları gerektiğinde azletmek yetkisi ise halka, ümmete aittir.

4 – Ekonomide her türlü sömürüyü ve emeğin hakkının gasp edilmesini önleyici, emeğe değil spekülasyona, rüşvet, yolsuzluk, karaborsa ve ihtikâra dayalı haksız kazancı ve sömürü aracı olan faizi gayri meşru sayıp yasaklayıcı, meşru kazanç kapısı alışverişte ise ölçü ve tartının tam yapılmasını, insanların aldatılmamasını sağlayıcı, servetin belli ellerde toplanmasını önleyip sosyal adaleti tesis edici… vb tedbirleri almak. Toplumun ihtiyacı olan alt yapı yatırımlarını, sağlık, ulaşım, iletişim vb hizmetleri finanse etmek üzere adil bir usulle vergi toplamak ve amaca uygun olarak harcamak.

5 – Medeni ve şahsi hukuk bazında her dini sosyal kesime kendi alanında özerklik tanımanın yanında, ceza hukuku alanındaki ihtilafları çözmek ve temel hakları korumak amacıyla bütün toplumu ilgilendiren adaleti sağlayıcı yargısal hizmet sunacak adalet mekanizmasını kurmak ve işletmek.

6 – Toplumdaki sosyal dengenin korunması, yoksulluğun, gelir dağılımı adaletsizliklerinin giderilmesi ve toplumda sosyal adaletin temini konusunda tedbirler almak, bu amaca uygun politikalar oluşturmak, zekatı toplayıp vahyin öngördüğü hedeflere dağıtmak.

7 – Toplumsal kültürel, sosyal, ahlaki yozlaşmayı, doğa ve çevredeki doğal dengenin bozulup kirletilmesini engellemeye ve fesadı giderip ıslahı sağlamaya yönelik tedbirleri almak, ekini ve nesli koruyucu politikalar üretip uygulamak.

8 –“Emri bi’l maruf ve nehyi an’il münker” konsunda vahyin yönetime yüklediği sorumluluğun gereğini yerine getirmek üzere gerekli mekanizmayı oluşturmak ve bu sorumluluğun yerine getirilmesini sağlamak.

9 –Uluslar arası ilişkilerde Müslümanların, İslam’ın ve tüm insanlığın maslahatına uygun insani ve İslami politikalar üretip uygulamak, uluslararası alanda da adaletin tesisi, barışın sağlanması, dış ve iç güvenliğin sağlanması için silahlı güç oluşturmak, gerektiğinde savaş ve barış yapmak.

Bir çırpıda aklıma gelenler işte bunlar. Belki birkaç unsur daha ilave edilebilse de İslami devletin işlevleri üç aşağı beş yukarı bunlardır diyebiliriz. Bütün bunların vahyi delillerini, inşaallah daha sonraki bölümlerde kapsamlı biçimde ele almaya çalışacağım. Ancak şimdilik şu soruları sormakla yetinelim:

İslam’dan, tevhidden, vahiyden soyutlanmış, bütün dinlere eşit uzaklıkta olması istenen, laiklik-İslam sentezine dayalı devlet ya da kamu alanını bütün dinlerin müntesiplerince yapılan laik hukukla düzenleyen devlet yahut da vahyi esas almayan “Adalet devleti” bütün bu sorumlulukları nasıl yerine getirecektir?

Adaleti sağlayacak siyaset vahye dayanmıyorsa, kamu alanını düzenleyen hukukun kaynağında Allah yok ise, bu en büyük adaletsizlikle adalet sağlanabilir mi?

Devletin en önemli görevi olan temel hakların referans kaynağı nedir? Bütün insanların Rabbinin vazettiği İlahi hukuk mu, yoksa insan hevası, zannı ve kirlenmiş seküler akıl mı? İnsan haklarının ölçüsünü ve hududunu kim belirleyecektir? Yüce Allah mı, insan mı? Hakların belirleyicisi, tüm insanları yaratıp onlara imtihan için gerekli olan bütün hak ve özgürlülüklerini lütfeden Allah mıdır, yoksa zina ve eşcinselliği de hak kabul eden seküler insan hakları beyannamesini ilan eden BM midir?

Ahlaki yozlaşmayı ve ifsadı önlemekle sorumlu devlet laik devletse, bizatihi ifsadın kaynağı olmayacak mıdır? Islahla, “emri bil maruf ve nehyi anil münker”le görevli yöneticilerin bu sorumluluğu hakkıyla yerine getirebilmeleri için, bu kavramların içeriğini, maruf ve münkerin ne olduğunu kim ve hangi kaynağa, hangi otoriteye dayanarak belirleyecektir?

Ceza hukukunu uygulamak, ekonomik ve sosyal dengeleri korumak ve bu alanlarda adaleti sağlamakla görevli devlet, bu düzenleme ve uygulamalarında hangi hukuk kaynağını ve hangi otoritenin belirleyiciliğini esas alacaktır?

İnsanın tanımı, konumu ile hakkın, hukukun, adaletin ne olduğu konusunda doğru ve Rabbin bildirdiği vahyî bilgiye uygun bir tespit yapamayanların, insana yönelik yasa, hak, hukuk ve yönetimde isabetli kararlar almaları ve sahici adaleti tesis etmeleri mümkün müdür? İnsanın hayvandan geldiğine inanan, ya da sekülerizmde her insanı, Hıristiyanlıkta ise İsa’yı ve Ruhbanı ilah konumuna oturtan, bu sebeple insanı doğru tanımayan ve hak ettiği yere konumlandırmayan ve yaratılış hakikatinden, dünyada bulunuş gayesinden haberdar olamayan, böylece kendini ve Rabbini hakkıyla takdir edemeyerek yabancılaşan insanların, bu önyargılarla kirlenmiş zihin ve sapkın psikolojilerle hemcinslerine ve doğaya adaletle muameleyi düşünebilmeleri ve bu konuda isabetli uygulamalar yapabilmeleri mümkün müdür?

Bir düşünce üretimi veya amelin, seküler/dünyevi, profan/din dışı olmaktan kurtulabilmesi, ilahi vahye uygun bir ibadet hüviyeti kazanabilmesi için en az iki şartın gerçekleşmesi gerekir: Birincisi, iç dünyada kalan boyutu olup, bir imanın gereği olarak ve sadece Allah’ı razı etmek niyetiyle yapılmış olması; ikincisi ise, zahire de yansıyan boyutuyla Allah’ın emir ve yasaklarına uygun olması, vahyin ölçülerini esas alması, hududullah içinde kalması, İlahi hudutları aşmamasıdır. İşte ancak bu şartlar gerçekleştiğinde, siyaset, devlet, adalet, ekonomi, hukuk alanında üretilen düşünce, proje ve yapılan uygulamalar vahye uygun, Allah’ın rızasını kazandıracak ibadet vasfını kazanarak, sekülerlikten kurtulacaktır. Mesela sırf sağlıklı bir toplum oluşturmaya yönelik bir proje üretilse ve bu amaçla da alkol, uyuşturucu, kumar gibi kötülükler yasaklansa, amaç Allah rızası olmadığı gibi, bu kötülükler de Yaratıcı bunları haram kıldığı için değil de sırf sağlığa zararlı oldukları gerekçesiyle yasaklanmış olduğu için bu proje, İlahi rızayı kazandırmayan, ibadet niteliği de olmayan seküler bir proje olacaktır.

İnsanın arzdaki hilafetinin ve yüklendiği emanetin bilincine sahip olmayan, dünyanın geçici bir imtihan alanı olduğuna dair imanı, ahiret ve hesap inancı, kaygısı ve bilinci bulunmayan, yani Rabbine isyan halinde olan yöneticilerin Allah’ın kullarına ve doğaya yönelik sorumluluklarını adaletle yerine getirmeleri beklenebilir mi?

İlginizi çekebilir

Şehid Âlim Şeyh Said’e, Türkçü, Atatürkçü, Laik Zihniyetleri ve Kirli Dilleriyle ‘Hain’ Diyenler, İslâm’la Hükmedilmesine ve Ümmetçiliğe Karşı Çıkıp İslam Kardeşliğini Yok Ederek En Büyük Bölücülüğü Yapan Gerçek HAİNLER Değil midir?

Yazıklar olsun bu büyük zulüm ve adaletsizliği temsil edip ülkeye ve halklarına ABD, NATO ve İsrail ile kol kola bunca kötülüğü yaptıkları halde hâlâ utanmadan bu milleti sevdiklerini ve vatanın bölünmesine karşı olduklarını söyleyerek bu kadar ikiyüzlü davrananlara?