ABD ve temsil ettiği Batı medeniyeti, 15. yüzyıldan beri, hep “öteki“ni denetim altına almak, sömürmek, kendine benzeterek çıkarlarının bekçiliğini yaptırmak için sürekli projeler üretip dayatan bir geleneğe sahiptir. Önce “Hristiyanlaştırıp kurtuluşlarına vesile olacakları” iddiası ile “misyonerlik projeleri“ni öne çıkararak güçsüz halkların topraklarını işgal edip, kaynaklarını talan edenler, daha sonra, “barbar toplumları uygarlaştırma” projelerinin kamuflajı altında, aynı işgal, istila, soykırım, işkence ve katliamlarını, sömürü ve talanlarını sürdürdüler. Şimdi de, “geri ve despot rejimleri demokratikleştirme, baskı altındaki halkları özgürleştirme” kamuflajı altında aynı emperyalist amaçlarını gerçekleştirmeye çalışıyorlar.
Amerikan tarihi de, uygulananları, uygulanmayanları ve kendisi açısından başarılı, başarısız olanları ile tam bir projeler mezarlığı görünümündedir. Kuruluşundan beri, hep başka medeniyetleri yok etmeye, başka toplumları kendi azgın değerleri ve emperyal çıkarları istikametinde dönüştürmeye yönelik projeler peşinde koşmuş ve bu azgın çıkar hırsı ile pek çok kavmin, güçsüz halkların topraklarını işgal ve istila edip, kaynaklarını talan ederek, vahşi soykırımların, büyük katliamların, tecavüz, işkence ve köleleştirmelerin altına imza atmıştır. Bütün bu projelerin, emperyal uygulamaların ortak amacı, hep farklı medeniyet ve kültürleri yok etmek, halklarını dönüştürüp kendi olmaktan çıkararak köleleştirmek, kaynaklarını ise talan etmek olmuştur. ABD bu serüveninde, Kızılderilileri, Afrikalı siyahi ırkı, Vietnamlıları, Korelileri ve daha pek çok güçsüz halkı işte bu tür projeler çerçevesinde soykırımlara, katliamlara ve büyük ıstıraplara muhatap kıldı, bu halkları açlık ve sefalete, kan ve gözyaşına mahkûm etme pahasına kaynaklarını çalarak, kendi insanının lükse dayalı azgın yaşantısına tahsis etti. Ve yeni işgalleri, soygunları, katliamları gerçekleştirmesini sağlayacak yüksek teknolojiye dayalı silah gücünü de yine bu çalıntı kaynaklarla finanse etti.
Şimdi de aynı emperyalist amaç uğruna “BOP” benzeri demokratikleştirme projeleri gündeme getirilerek, tüm insanlık alaya alınıyor, aptal yerine konuluyor, bütün bu tarihi gerçeklere rağmen dünyanın bir daha aldatılabileceği varsayılıyor. Üstelik söz konusu projenin ilk iki ayağını teşkil eden, Afganistan ve Irak’ın, yalan olduğu artık açıkça ortaya çıkmış iddialarla vahşice işgal edildiği ve buralarda, özgürleştirme adına sivil halka, kadınlara, çocuklara yapılan iğrenç ve ahlaksız saldırı, tecavüz, işkence ve katliamların inkâr edilemeyecek derecede belgelendiği bir süreçte, hâlâ “BOP” benzeri emperyal amaçlı projelerin insani amaçlarla gerçekleştirilmek istendiği iddialarına kanacak halkların çıkacağına inanılıyor olması, ya insanları ahmak kabul etmenin ya da rakipsiz silah gücünden kaynaklanan şımarıklığın, muhataplarını ciddiye almayan tek yanlı belirleyici olmanın sağladığı arsız ve azgın bir cüretkârlığın sonucudur.
Yaklaşık yüz yıl önce, 20. yy başlarında bölgemize de reva görülen bu sömürü ve katliam projelerinin, henüz acı hatırası hafızalarda tazeliğini korurken, üstelik ABD-İngiltere-İsrail çetesinin Irak ve Filistin halkına yaptıkları işkence ve katliamlar soykırım boyutlarında ve tüm vahşeti ile sürdürülürken, 21. yy başlarında Müslüman halkların aynı delikten bir daha ısırılacaklarını beklemek de, yine aynı ahlaksız cüretkârlığın ya da Müslüman halkları ahmak saymanın sonucudur.
A – Bölgenin, Projeye gerekçe kılınan ekonomik, kültürel, siyasal geriliğinin oluşumunda en büyük sorumluluk yine Batı’ya aittir
BOP’da, öncelikle bölge ülkelerinin fakirlik, gelir dağılımı adaletsizlikleri, işsizlik vb sorunlarla malül ekonomileri, eğitimsizlik ve kültürel gerilikle malül sosyal, kültürel durumları ile halkın siyasi katılımına kapalı siyasi sistemleri bakımından, insan hakları ve özgürlükler açısından geriliğine dair istatistiksel tespitler yapılmaktadır. Daha sonra da, bu halin bölge insanını şiddete yönlendirdiği iddiasıyla, Batı ülkelerinin güvenliği açısından bu coğrafyanın ve insanlarının Batı değerleri istikametinde dönüştürülmesini, bölgenin coğrafi, ekonomik, kültürel ve siyasi bakımdan yeniden dizayn edilmesini öngören bir mühendislik projesi gündeme getirilmektedir.
Halbuki, bölgenin ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi durumu ile ilgili olarak yapılan ve büyük ölçüde de doğruluk payı bulunan bu istatistiksel tespitlere yol açan geri ve despot sistemler tamamen Batı’nın ürünüdür ve Batı tarafından kurulup, bugüne kadar da onlar tarafından yaşatılmıştır.
1 – İslam alemindeki gerilemede, kendi iç çürümesine dayalı sebepler şüphesiz birincil derecede rol oynamıştır.
Şüphesiz, İslam aleminin kendi içinden çürümesi ve kaynaklardan koparak sahih din anlayışını büyük ölçüde yitirmesi sonucu düşülen bu zilletin meydana gelmesinde, birinci derecede ve öncelikli sorumluluk Müslümanlara aittir.
Ümeyye oğulları ile başlayan, siyasi alandaki, hilafetten saltanata doğru inhirafın önü alınamayıp, saltanatın kalıcılaşması ve bu sürecin muharref bir geleneği üretmesi sonucunda, özellikle hicri 6. ve 7. yüzyıldan itibaren ümmeti içten içe çürüten cahili sapmalar, sosyal çürümeyi hızlandırdı, düşünceyi donuklaştırdı ve Müslümanları giderek vahiy merkezli bir toplum olmaktan uzaklaştırdı. Bu süreçte üretilen “zalim sultana itaat”, yanlış “tevekkül” ve “kader” anlayışları toplumun zindeliğini, direniş azmini yok ederek, bu yanlış gidişe dur deme imkânlarını da ortadan kaldırdı. Sahih bir geleneğin olumlulukları, gelenekçiliğin ve giderek de muharref bir geleneğin çürütücü tesiriyle kuşatılmaya başlandı. Hint mistisizminin, Yunan felsefesinin ve Hıristiyan manastır kültürünün ürettiği pek çok hurafenin, İslam inanç ve düşüncesinin içine taşınması suretiyle, İslam dininin arılığını yok eden sapkın anlayışlara ulaşıldı. Allah’ın, Kur’an’da, akletmeyi, düşünmeyi, tefekkürü ve ilim tahsil etmeyi emretmesine rağmen, kurumsallaşmış tasavvufun, “aklı ve ilmi terk etmedikçe hakikate ulaşılamaz” yalanıyla, şeytanın ve zannın at oynattığı bir alan olan “keşf ve ilham” alanında uydurulan sahih olmayan bilgilere dayalı bir din anlayışını öne çıkarması bu büyük sapmanın en büyük sebebini teşkil etti.
Aklın ve iradenin devre dışı bırakılıp, Allah’ın yasakladığı “kör taklid“in ve “meyyit gibi teslimiyet”in esas alınması sonucunda dinde tahrifin ve sapkınlığın önü iyice açıldı. Egemen güçler tasavvuf şeyhlerini kendi iktidarlarına payanda kıldılar, şeyhler de milyonlarca insanı “rabıta” ve “meyyit gibi teslimiyet”le kendilerine bağladılar ve böylece İslam coğrafyasındaki halkları koyun gibi gütmek kolaylaştı. Halkların, sorgulama, itiraz ve direniş vasfı köreltildi. Akledebilen, düşünebilen, sorumluluklarının bilincinde olan halklar bu süreçte giderek sürüleştirildi. Din alanında kaynaktan beslenmeyen, önderlerden intikal eden yanlış bilgileri sorgulamadan taklit eden niteliksiz yığınlar ortaya çıktı.
Özellikle, “içtihat kapısını kapatan” taassubun sonucunda, düşünmenin, akletmenin ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek yeni fikir ve projelerin üretilmesinin önü iyice kesilince, yüzyıllar sonrasının toplumlarının sorunlarına yüzyıllar öncesinin fetvaları ile cevap verilmeye kalkışılmasının doğurduğu çözümsüzlük ve bunalımlar da bu bozulma sürecini hızlandıran bir katkı sağladı. Sonuç olarak, tarihten devralınan muhkem değerlerin ve tevhidi düşüncenin oluşturduğu sahih geleneğin yerini giderek, bozulmuş, vahiyle çelişen, tevhidî kökünden koparılmış değerlerin oluşturduğu muharref gelenek aldı. Bu gün gelinen noktada, artık toplumun ve Müslümanım diyenlerin önemli bir kısmını içine almış bulunan “geleneksel İslâm”, iyice bulanıklaşıp, tevhidi netliğini kaybetmiş, geleneğin ürettiği pek çok bid’at ve hurafe ile malûl eklektik bir “İslâm” anlayışını ifade etmektedir. Sultanların, egemenlerin halkı uyutup kolayca yönetmek için kullandıkları, “afyon” rolü oynayan din de, işte bu tevhidi kökünden koparılmış din anlayışıdır.
İşte bu muharref din anlayışı; İslam ümmetini, Kur’an’ın ve sahih din anlayışının hükmettiği izzetli günlerden giderek uzaklaştırdı, kolayca güdülebilen ve yönlendirilebilen, daha kolay sömürülen, sorgulama, itiraz ve direniş özelliklerini yitirdiği, düşünce üretiminin dumura uğradığı, tevhid ve adalet toplumu olma niteliğini ve zindeliğini kaybederek cahili toplumlar haline dönüştüğü bugünkü zelil durumlara sürükledi.
2 – İslam coğrafyasında bugün devam eden gerilik, daha çok Batı medeniyetinin adaletsizliğinden, sömürü ve zulümlerinden kaynaklanmaktadır
Batı sömürgeciliğinin İslam coğrafyasını teslim alması, sömürgeleştirdiği ümmetin çocuklarını ulus toplumlar halinde bölüp istediği gibi yönetmesi gibi musibetler, hep bu cahilleşme sürecinin yol açtığı sonuçlardır. Sömürgeci emperyalistler, İslam coğrafyasına istedikleri gibi tahakküm ederken, kendi elimizle tahrif ettiğimiz dinimizi bile, kendi “sağ” ya da “sol” ideolojilerine payanda olarak kullandılar. Bu süreçte, İslam coğrafyasının değişik yerlerinde, Müslümanlar kendilerini “sağcı”, “solcu” ya da “uluscu” olarak tanımlamaya yöneldiler. 19. ve 20. yüzyıldan itibaren, bazı Müslümanların ana kaynağa yönelerek, sahih bir İslam anlayışına ve tevhidi bilince ulaşmaları ile başlayan yanlış din anlayışlarını ve emperyalist ideolojileri sorgulama süreci, egemen küresel emperyalistleri ve yerli işbirlikçilerini korkutup, yeni tedbirler almaya sevk etti.
Emperyalist Batı medeniyeti adına İngiltere ve Fransa öncülüğünde 20. yy başlarından itibaren İslam coğrafyasını işgal eden Batılı güçler, 20. yüzyıl Ortadoğusu’nu emperyalist çıkarları istikametinde oluşturdular. 20. yüzyılın ortalarından itibaren, yani 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin de emperyal bir güç olarak bölgeye ağırlığını koyması ile 20. yy Ortadoğusu, ABD-İngiltere-Fransa başta olmak üzere emperyalist Batı’nın ürünü olarak ortaya çıktı. Bu Batılı güçler bölgedeki sömürge valilerini geri çekerken, sun’i ve sorunlu sınırlarla yerli Müslüman halkları uyduruk ulus devletlere böldüler ve başlarına kendi yetiştirdikleri işbirlikçi despotları egemen kıldılar. Üstelik bütün baskılara ve olumsuz şartlara rağmen Cezayir, Tunus, Mısır gibi bazı ülkelerde Müslüman halklar bedel ödeyerek, ciddi düşünsel ve eylemsel çabalar göstererek kendi kaderlerini belirleme iradesini ortaya koyduklarında, despot yönetimlerin yardımına yine bu zalim Batılı devletler yetişmiş, verdikleri çok yönlü desteklerle, yerli halkların iradesini çok kanlı bir biçimde bastırmalarını sağlamışlardır. Bu sebeple, 20. yüzyılda bölgede gerçekleştirilen tüm askeri darbelerin, faşist, ilkel ve despot tüm iktidarların arkasında ABD ve Batı yer almıştır. Bölgede yaşanan 8 büyük savaş ve çok sayıda iç savaşa hep Amerika sebep olmuştur. Bölgedeki Batı ve ABD egemenliğini sürdürebilmek amacıyla sürekli istikrarsızlaştırma politikaları takip edilmiştir. Bu sebeple bölgede yaşanan, ekonomik, siyasi, sosyal ve psikolojik tüm sorunların nedeni ABD ve Batı’dır.
Batılı emperyalistler, hakim kıldıkları işbirlikçiler aracılığı ile bölgeyi ve insanlarını denetim ve baskı altında tutarak, İslami eğitim ve kültürel gelişmelerini engelleyici tedbirleri aldılar. Müslümanların kaynaklara yönelerek, Kur’an merkezli sahih İslam’a ve kendi öz paradigmalarına göre kendilerini yeniden inşa etmelerinin önünü kestiler, hatta kendi öz yörüngesinde gelişmelerini engellemek amacıyla saptırıcı her türlü tedbirleri de aldılar. Bölgenin kaynaklarını çalarak, yerli halkları açlığa ve sefalete mahkum ettiler. Bölge halkları kendi kaynaklarını kendi gelişmesi, eğitimi, sağlığı, kültürü ve refahı için kullanmaktan mahrum bırakıldı. Büyük enerji kaynaklarının üzerinde yaşayan Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin nüfusunun yaklaşık yüzde 30’unun günde 2 dolarlık bir gelirle yetinmek zorunda bırakıldıkları, işsizliğin, fakirliğin, eğitimsizliğin, yoksulluğun ve yolsuzluğun had safhada yaşandığı adaletsiz sistemler oluşturuldu.
İnsanların ve halkların, kendilerini özgün paradigmaları çerçevesinde gerçekleştirebilmeleri için en çok gerekli şey olan özgürlüğün olmadığı, insan haklarının Batıcı despot yönetimlerce yaygın ve sürekli bir biçimde yok edildiği, insanların karınlarını doyurmaktan bile aciz durumlara mahkum edildiği bu sistemler bilinçli bir şekilde bizzat Batı tarafından oluşturulup korundu ve halen de korunmaktadır. Böylesine, özgürlükten, en temel insan haklarından yoksun baskıcı rejimler altındaki, yerli halkların, eğitim, sağlık, özgürlük ve ekmek gibi en temel ihtiyaçlarını gidermek için kullanılması gereken kaynaklarının, işbirlikçi yönetimlerce efendileri olan Batı’ya peşkeş çekildiği, fakirliğe mahkum toplumlarda, okumak, eğitim almak, düşünmek, üretmek ve ürettiklerini diğer insanlarla paylaşmak mümkün değildi. Karnı aç, eli kolu bağlı insanlardan bütün bunlar nasıl beklenebilirdi?
İsrail terör devletini işgal ve zulümle bölgenin bağrına saplayanlar ve yaklaşık bir asıra yakın zaman süresince bölge insanını kan ve gözyaşına mahkum edenler yine ABD ve Batılı emperyalistlerdi. Bölge halklarının özgürce, kendi kaderlerini belirlemelerini, özgürce düşünce üretmelerini, açıklamalarını ve uygulamalarını sürekli engelleyen hep aynı emperyalist Batılı devletler ve bölgeye, yerli halklara rağmen egemen kıldıkları işbirlikçi despot yönetimlerdi. Bütün bu olumsuz şartlara rağmen, bu haksızlıklara itiraz eden, direnen, çözüm arayan, düşünce ve proje üreten nice Müslüman âlim, aydın ve düşünür on yıllardır hapishanelerde zulüm görüyor, niceleri alçakça katledilip şehid edildiler, niceleri de sürekli takip ve baskı altında bulunuyorlar. Bütün bunların müsebbibi, kendi sebep olduğu bu kötü sonuçları üstelik yerli Müslüman halklara fatura edip, onları geri kalmakla suçlayıp aşağılayarak, bugün bölgeyi özgürleştirme yalanı ile ortaya çıkan sahtekâr Batılı devletlerin ve ABD’nin ta kendisidir. Bir asır önce de bu bölgeyi “barbar” ilan edip “uygarlaştırmaya” geldiklerini söylemişlerdi, ancak bir asırdır egemen oldukları bölgemizde bugün sözümona şikayetçi oldukları sonuçları oluşturdular, tüm bu gerilikleri, kaos, fakirlik, zulüm ve despotizmi inşa ettiler.
Bu sebeplerin doğal sonucu olarak ortaya çıkan bugünkü geri sonuçtan bölge halklarını sorumlu tutarak, bizzat Batı’nın yol açtığı bu sonucu sözümona düzeltmek adına 21. yüzyılda bölgeye bir daha müdahale edilmek ve bölge 21. yüzyılda da yine Batı tarafından ve yine Batı ve İsrail çıkarlarına uygun olarak yeniden dizayn edilmek istenmektedir. Bölge halklarını bu kötü sonuçtan sorumlu tutarak kotarılmak istenen projeler, son derece iğrenç bir yalana, alçakça bir ikiyüzlülüğe, sahtekârlığı zirveye çıkaran bir istismara dayanmakta ve en büyük ahlaksızlık olarak tarihe geçmektedir.
Diğer taraftan, Batı destekli despot yönetimlerin, kaynakları talan etmesi, halkına zulmetmesi, özgürlükleri yok etmesi ile oluşan olumsuzluklar, ıslah amaçlı İslami uyanış öbeklerini bunaltarak haklı tepkilerle şiddete yönelterek öz yörüngesinde gelişmesini engelledi. Batı destekli despot yönetimler böylece, Müslümanları şiddet sarmalına mahkum ederek, hem hedeflenen yeniden inşa ve ıslah çabalarında yoğunlaşmalarını, bu samimi yönelişin doğal seyrinde olgunlaşıp kendini bulmasını engellediler, hem de dayatılan bu kaotik ortamda kaçınılmaz bazı yanlışlara yönelterek, İslam imajının bozulmasına katkıda bulunacak zemini hazırladılar. Dolayısıyla bugün Batı’nın şikâyetçi olduğu şiddetin sebebi de yine Batı’nın bizzat kendisinin sömürü amacıyla yüz yıl boyunca kullandığı acımasız şiddet ve oluşturduğu zulüm ve sömürü bataklığıdır. Buna rağmen bugün Batı’nın muhatap olduğu şiddet, (ki bu; zulme, sömürüye ve emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesinin kullandığı haklı bir şiddettir), kendisinin ve işbirlikçilerinin bölge halklarına yaklaşık bir asırdır uygulayageldiği şiddete nazaran çok daha masum ve mazurdur.
B – BOP ve benzeri projeler iyi niyetli ve insani amaçlı değildir
Küresel emperyalistler, eğer samimi ve iyi niyetli olsalardı, yapacakları şey; öncelikle 20. yüzyıl Ortadoğusu’nu oluşturarak, despot yönetimleri destekleyip, acımasız zulümleri dayatarak ve kaynaklarını çalarak yerli halklara çektirdikleri ıstıraplar sebebiyle özür dilemek olacaktı. Daha sonra ise, egemen kılıp bugüne kadar destekledikleri despot yönetimlere verdikleri ekonomik, askeri, güvenlik ve siyasi boyutlu her türlü desteği hemen keserek, onları yalnızlaştırıp güçsüzleştirerek, halklarıyla başbaşa bırakmak olacaktı. Üstelik bu halklardan bir asırdır çaldıklarının hiç olmazsa bir kısmını iade ederek, sivil halkların örgütlenmesine, güçlenmesine ve kimliğini, kültür ve medeniyetini kendi öz yörüngesinde geliştirmesine, kendi kaderini kendisinin belirlemesine vesile olacak özgür vasatı ve diğer şartları, imkânları, uluslararası kuruluşları da devreye sokarak hazırlamak olacaktı. ABD ve işbirlikçilerinin, bölgedeki haksız ve hukuksuz varlığını hemen sona erdirip, işgali kaldırarak, bölge halkına ve haklarına saygılı gerçek bir barış gücüne yerini terk etmek olacaktı. Filistin halkına Batı desteğinde yaklaşık yarım asırdır vahşi bir soykırım uygulayan işgalci İsrail’e olan her türlü desteği kesmek, bununla da kalmayarak, bugüne kadar hiçbir BM kararına uymayan ve elinde çok miktarda kitle imha silahları da bulunan İsrail’e yaptırım uygulamak olacaktı. Kendi kaderini belirleme ve kendi öz vatanında, insanca, Müslümanca ve özgürce yaşama hakkı yaklaşık bir asırdır Batı destekli Siyonist katillerce gasbedilmiş Filistinlileri özgürleştirmek, bağımsız bir devlet olmalarının önündeki Batı destekli tüm engelleri kaldırmak olacaktı.
Halbuki tüm bunları yapmak yerine, sözde bölge halklarına özgürlük, demokrasi ve refah getirme iddiası taşıyan projenin görüşmelerine bile, bölgenin sabıkalı, işbirlikçi, despot yönetimleri davet edilip, halklara değil de yine onlara itibar edilmektedir. İsrail’in, kanlı vahşetini, hayvanlardan aşağı uygulamalarını, devlet terörünü, alçakça katliamlarını zirveye tırmandırdığı bu süreçte dahi, bir yandan bu proje görüşmeleri sürdürülürken bile, siyonistlerce ortaya konan bu vahşi uygulamalara ABD ve İngiltere tarafından cüretkârca sahip çıkılıp, arsızca destek verilmektedir. Üstelik aynı vahşet ABD ve İngiltere tarafından Afganistan ve Irak’ta da aynı yöntemler kullanılarak yaygınlaştırılmakta, sivil halka yönelik katliamlar, esirlere yönelik işkence ve tecavüzler en alçakça boyutlarda gerçekleştirilmekte ve ABD ve İsrail’in tüm bu vahşeti diğer Batı ülkeleri tarafından da arsızca seyredilmekte, ikiyüzlü tutumlar sergilenmekte, anlamsız ve cılız tepkilerle geçiştirilmektedir.
Bütün bunlar da, bu projelerin öyle insani amaçlarla değil, tam tersine tarihi tekerrür ettirecek yeni emperyalist amaçlarla hazırlandığını, dünya insanlarını ve bölge halklarını aldatmak amacıyla özgürleştirme kamuflajı içinde sunulduğunu ortaya koymaktadır. Tıpkı Afganistan ve Irak’ın özgürleştirildiği tarzda bütün bölge kuşatılmak istenmektedir. Bilindiği üzere, bu Batı geleneği aynı şekilde Somali’ye yönelik olarak da kullanılmıştı. Açlıktan ölen Somali halkına insani yardım götürmek iddiası ile kamufle edilen ve her zamanki gibi Türkiye’yi de kullanarak ABD önderliğinde gerçekleştirilen Somali’ye yönelik emperyalist operasyonda da, yerli İslami direniş öbekleri yok edilmek istenmiş ve çok kısa süre kalındığı halde 25 civarında da petrol kuyusu açılmıştı.
Tartışılan son projeler çerçevesinde gerçekleştirilen İslam coğrafyasına yönelik küresel kuşatma ile de, aslında, küresel korsanlar ve yerli işbirlikçileri, sömürü ve zulme dayalı sistemlerinin sonunu getirecek tevhidi bir uyanışın önünü kesmek istemektedirler. Bu sebeple, adeta İslam’ı alternatif olmaya zorlayan tarihi sürecin yönünü değiştirip, dünya insanlığının tek kurtuluş umudu olan İslâm’ı, alternatif olmaktan çıkarmak üzere çok yönlü tedbirler almaya yöneldiler. Bir yandan, ümmet içindeki tevhidi uyanış ve direniş öbeklerini, “terörist” diye damgalayıp şiddete dayalı terörist politikalarla yok etmek, diğer yandan da –gerek yerli ilahiyatçı akademisyen ve entellektüelleri kullanarak, gerekse kendi yetiştirdikleri müsteşrikleri seferber ederek– İslam dini adına egemen sistemle ve Batı medeniyeti ile uyumlu “protestanlaştırılmış“, sekülerleştirilmiş yeni bir İslam anlayışı, bir “modern İslam” üretmek istemektedirler. Bu yolla pek çok modern bid’at ve hurafe İslam içine taşınmakta, asırlardır zalim egemenlere itaati sağlamada önemli katkıları olan “geleneksel İslam“ın artık yetersiz kalmasıyla bu işlev, “modern İslam”la aşılmaya çalışılmaktadır. Bu amaçlara hizmet etmek üzere üretilen BOP ile ABD, İslam dünyasını küresel kapitalist sisteme dahil etmeye çalışıyor. Böylece bu sömürü sistemine itirazlar yükseltip en sahici alternatif olabilecek İslam pasifize edilmek, emperyalist ülkeler için “zararsız” hale getirilmek isteniyor. Tayyip Erdoğan’ın, işbirlikçiliğini yaptığı emperyalizme itiraz edip direnenleri “marjinal”likle suçlayıp, bu tür itirazların anlamsızlığına ve sonuç vermeyeceğine vurgu yapması da, aynı amaca yönelik pasifleştirme, ABD ve NATO’ya zararsız edilgen toplumlar oluşturma çabalarının bir parçası olarak görülmelidir. Sonuçta, modernleştirilip sekülerleştirilmek istenen Müslüman halklar, direnme azim ve inancını yitirmiş, zalimleriyle uzlaşmayı esas almış, kapitalist emperyalizmin piyasa sistemine eklemlenmiş, küresel sömürüye açık bir pazar haline dönüştürülmek isteniyor.
C – Hedef; bölgeyi denetim altına almak, ABD-İsrail çıkarlarına göre yeniden düzenlemek ve bunların dünya hegemonyası için kullanmaktır
Söz konusu proje, gerek kavramsal olarak, gerekse stratejik bir yaklaşım olarak ABD dış politikasındaki yerini, aslında daha 1990’ların ikinci yarısından itibaren almıştı. Komünist blokta meydana gelen çöküş ve dağılmanın ardından, artık dünyanın tek süper gücü olmanın sağladığı azgınlıkla, soğuk savaş döneminin küresel denge siyasetlerine de ihtiyaç duymadan, kapitalizmi ve Batı medeniyetini temsilen ABD dünyaya yeni bir düzen dayatma hakkını kendinde görmeye başladı. Dünyanın bilinen en zengin enerji yatakları üzerinde tam bir hegemonya kurma ve bu hegemonya savaşında karşısına küresel bir rakibin çıkmasını önleme stratejisini takip eden ABD, Ortadoğu’yu Kafkaslar üzerinden Orta Asya’ya bağlayan, Pakistan ve Afganistan’dan Fas’a uzanan bir hat ekseninde Avrasya’yı yeniden yapılandırmak için harekete geçmiş bulunuyor. Nihai amacının ise tüm dünyayı kuşatan bir “Amerikan imparatorluğu” kurmak olduğunu gizleme ihtiyacını da duymuyor.
İşte bu emperyalist hegemonya amacıyla yaklaşık on yıldır üzerinde çalışılan BOP, ABD-İngiliz-İsrail çetesinin 21. yy için en iddialı projeleri olma vasfını taşıyor. Bugün dünya siyaseti Ortadoğu-İslam coğrafyasına ve ABD ile AB’nin bölgeye yönelik projelerine kilitlenmiş durumda. ABD, AB, Rusya, Çin ve Türkiye’nin dış politikaları ve ABD-AB ilişkileri Ortadoğu’daki gelişmelere göre şekilleniyor. Emperyalist kapitalist Batı medeniyetinin silahlı gücü NATO’nun geleceği bile Ortadoğu’ya endekslenmiş bulunuyor. Yani özetle, büyük enerji kaynaklarının üzerinde oturan İslam coğrafyası ekseninde, dünyanın büyük güçleri, azgın bir paylaşım savaşı veriyorlar. On yıldan beri, dünyanın diğer güç odaklarını ve uluslararası kuruluşları dışlayarak, ciddiye almayarak tek yanlı bir dünya hegemonyası kurmaya çalışan ve bu amaçla İslam coğrafyasına büyük askeri güç yığan ABD, Afganistan ve Irak’ta zor durumda kalınca, ilk kez bu corafyayı ve kaynaklarını başka güçlerle de paylaşabileceği imajını veren yeni strateji arayışları içine girmiş bulunuyor. Bu sebeple BOP’u, G-8 ülkeleri ile işbirliği içinde yürütmeye ve amaca yönelik olarak “Yeni NATO” projesini öne çıkarmaya çalışıyor. Aslında bunları yaparken bile, paylaşmaktan daha çok, diğer güçleri de kendi hegemonya projesinin arkasına takılmaya çağırıyor.
“Yeni Dünya Düzeni”, “Yeni NATO”, “BOP” ya da yeni adıyla “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Girişimi (GOKAP)” vb sürekli isim değiştiren, bazı rötuşlarla sürekli yeni şartlara uydurulup yenilenen projelerin, aslında hepsi aynı emperyalist amaca hizmet etmekte, kapitalist emperyalizmin yeni şartlara göre kendisini yeniden üretmesinden, yeni şartlara uyarlamasından başka hiçbir anlam taşımamaktadır. Allah korusun, söz konusu proje başarıya ulaşırsa, bölgenin geleceği ipotek altına alınacak, İslam ümmetinin özyörüngesinde gelişmesi ve dünya insanlığının kurtuluş umudu olan vahyin mesajının muhataplarına sahih bir biçimde ulaşması bir daha engellenmiş olacaktır. Sonuçta İslam coğrafyası, 21. yüzyılda da esaret, fakirlik, kargaşa, horlanma, aşağılanma ve zillet içinde yaşamaya mahkum edilecektir.
Gerek Türkiye, gerekse Avrupa ülkeleri açısından, ABD’nin ahlaksız ve hukuksuz amaçları; vahşi ve alçakça uygulamalarıyla apaçık ortaya çıktığı, Afganistan, Irak ve Filistin’de yaşanan, işgal, katliam, tecavüz ve işkenceler insanlık tarihinin en iğrenç ve en kanlı sayfalarını oluşturduğu halde, hâlâ BOP ya da benzeri isimler altında ABD’nin insani amaçlar güdeceğine ve gerçekten bölge insanına “demokrasi” ve “özgürlük” getireceğine inanmak ahmaklıktan öte, çıkar amaçlı bir işbirlikçilikten başka bir anlam taşımayacaktır. Bölgeye “demokrasi” ve “özgürlük” getirme iddiası ile gelenler, sözümona çok insani projeleri görüşmek için yaptıkları toplantılar için müthiş güvenlik tedbirleri alıyorlar. Neden bu kadar korkuyorlar? Bölgeye insan haklarını ve özgürlükleri getirmeleri en fazla kendi işbirlikçileri olan despot yönetimleri rahatsız etmesi gerektiğine ve onlarla da hâlâ çok yakın olduklarına ve onlardan bir tehlike gelmeyeceğine göre bu kadar güvenlik tedbiri kime karşı alınıyor? Aslında tüm korkuları yerli mazlum halkların haklı tepkileridir. Özgürleştireceklerini iddia ettikleri yerli halkların tepkisinden bu kadar korkmaları bile, bu halklara Afganistan ve Irak’takinden farklı bir şey vadetmediklerinin ve bütün bunların hem kendilerince hem de yerli halklarca çok iyi biliniyor olduğunun delili olarak görülmelidir.
D – ABD öncülüğünde Batı medeniyeti, Müslüman halkları ezmek, kaynaklarını çalmak, İslam’ı dönüştürmek istemektedir
Hangi adı verirlerse versinler, komünizmin çöküşünden sonra, İslam’ı ve İslam dünyasını tehdit ve tehlike ilan eden Batı medeniyeti açısından ortaya atılan bölgemize yönelik bütün projelerin vazgeçilmez üç unsuru mutlaka kapsaması söz konusudur. Bunlardan birincisi, Batı ve NATO açısından tehdit olarak ilan edilen, İslami uyanışı, Kur’an’a yönelişi durdurmak, İslami, tevhidi bilinçlenmeyi engellemektir. Çünkü artık ömrünü tamamlamış, iç çürümesi had safhaya vardığı için çöküşe geçmiş, tükenmiş Batı medeniyetinin başka medeniyetlerle, özellikle de İslam medeniyeti ile eşit şartlarda yarışma takati kalmamıştır.
Batı’nın vahiyden kopup, zanna ve hevaya tabi olması sonucunda, ciddi bunalımlara yol açan serüveni, insanın tanımı ve konumunda da büyük sapmalara yol açmış, Batı insanının “yabancılaşma“sıyla, “insandışılaşma”sıyla sonuçlanmıştır. Bu sebeple Batı medeniyetinde insan, nesneler arasında garip bir “nesne” haline gelerek kendine yabancılaşmıştır. Makineye, teknolojiye, maddeye ve çıkara esir olan Batı’nın seküler insanı, insani değerlerden uzaklaşarak zalimleşmiştir.
Kendi seküler ve paganist kültür ve medeniyetini, ürettiği değerleri evrensel, çağdaş ve ileri olarak tanımlayan Batı, diğer kültür ve medeniyetlere ise hep çağdışı ve geri nitelemesiyle yaklaşmıştır. Kendi modern değerlerini dayattığı başka kültür ve medeniyetleri geri olarak niteleyince, “uygarlaştırmak” ya da “modernleştirmek” adı altında modern dışı kültürleri bastırma, zaptetme ve yok etme hakkını kendinde gören bir azgınlığa sürüklenmiştir. İşte Batı’nın kanlı ve uzun sömürgecilik tarihi, bir bakıma da modernizmin tarihi olarak hep başka kültür ve medeniyetlerin topraklarını işgal ve talan etmekle geçmiştir. Bu sömürgecilik tarihi, Batı’nın “öteki” olarak ifade ettiği düşmanlarının karşıtlığı üzerine kendini tanımlamaya ve onlardan çaldıklarıyla kendini ayakta tutmaya çalıştığı bir süreç olmuştur.
Batılı kapitalist ülkeler, işgal, sömürü ve soygunlarla elde ettikleri ayrıcalıklarını, azgın hırsların güdümündeki lüks yaşam tarzlarını, ne pahasına olursa olsun sürdürmek ve bunun için dünyanın fakir ve güçsüz halklarını (hele bu halklar dünyanın enerji haritasının üzerinde bulunuyorlarsa), soykırımlar, katliamlar ve işkencelerle yok etmek istiyorlar. İslam’ın, tevhid, adalet ve özgürlük eksenli mücadeleyle insan onurunu kurtarıp yüceltecek mesajının insanlığa ulaşmasını, insanlara şahsiyet ve şeref kazandırmasını, baskı ve zulümlerle engellemeye çalışıyorlar. Çünkü böylesine İslami bir bilinçlenmeyle uyanacak insanların, fıtratın yoluna, insani erdem ve değerlere dönüş yapmasının sömürü düzenlerinin ve emperyal projelerinin sonunu getireceğini çok iyi biliyorlar. İşte bu sebeple, insana onur ve şahsiyet kazandıracak, dürüst, adil, haklara riayetkâr ve ilahi hukuka bağlı insanı ortaya çıkaracak ve böylece dünyada adaletin hakimiyetini sağlayacak tek kurtarıcı mesajı ihtiva eden İslam ve bu mesajın taşıyıcısı Müslümanlar yok edilmek isteniyor.
Hegemonya ve sömürü hırsıyla, fakir ve güçsüz dünya halklarının kanlarına bulanmış, şirki, ifsadı esas almış, bunalımlı, tükenmiş, eşit ve özgür şartlarda yarışma takati kalmamış olan Batı medeniyeti dışında, “öteki” medeniyetlere yaşama hakkı verilmek istenmiyor. Özellikle de insanlığı bu çıkmaz sokaktan, Batı kültür paradigmasının ürettiği paganist seküler bataklıktan kurtaracak tek ve sahici mesaj olan İslam’ın alternatif olmaktan çıkarılması amacıyla sürekli projeler üretiliyor. Ve bu projeler yerli işbirlikçi yöneticilerin, aydınların ve işbirlikçi medyanın desteğinde bölgenin Müslüman halklarına zorla ve şiddet kullanılarak dayatılmak isteniyor. Bu amaçla Batı’nın seküler kültürü özellikle de kadın eksenli yoğun bir medya bombardımanı altında zihinlere zerk edilerek, Müslüman halklar inanç ve hayat tarzı bakımından çözülmeye, dönüştürülmeye çalışılacaktır. Nitekim, Musevi asıllı yazar Thomas Friedman’ın “kadının toplumu içeriden fethetmenin” önemli bir aracı olduğuna dikkat çekmesi ve yine Yahudi asıllı Bernard Lewis’in “Ortadoğu” adlı kitabında “bölgenin kaderini belirleyecek üç faktörden birinin kadın olduğuna”1 işaret etmesi ve hazırlanan bölge halklarını dönüştürme projelerinde “kadın meselesinin” özellikle de cinsellik ve açılma boyutuyla çok öne çıkarılması (Afganistan’ın kanlı işgalinden hemen sonra, getirildiği iddia edilen “özgürlüğün” ve sağlanan değişimin simgesi olarak, açılan ve televizyonda şarkı söyeleyen açık kadınların gösterilmesi örneğinde yaşandığı gibi) sekülerleştirmede, modernleştirmede kadına yüklenen önemli misyonu ortaya koymaktadır. Tıpkı T.C. sisteminin kurulmasından önce yeni sistemi kuracak Batıcı kadrolara “Kur’an’ı kapatın kadını açın” tavsiyesinde bulundukları gibi, bir yandan kadını açıp cinsel bir obje boyutuyla öne çıkarıp istismara yönelirken, diğer yandan Kur’an’ın anlaşılmasını engellemeye ya da anlamını tahrif ederek yanlış algılatmaya yönelik her türlü tedbiri almaya çalışacaklardır. Aslında küresel saldırı öncesi, Pakistan’da ve Türkiye’de gerçekleştirilen darbeler, yerel “28 Şubat”lar da bu küresel “28 Şubat”ın, İslam alemini ve İslam’ı denetim altına alıp zorla dönüştürme, itiraz edenleri ezme, tasfiye etme ve sindirme projelerinin öncüleri olarak planlanmıştı. İslam’a yönelik küresel saldırı, kuşatma, tasfiye etme ve dönüştürme projesi adım adım uygulamaya konmaktadır ve BOP da bunun en önemli adımı olarak gündeme getirilmiş bulunmaktadır. Bu proje ve uygulamalara muhatap kılınan, bölgenin mazlum Müslüman halkları, bir yandan silahlı saldırı ve işgallerle “sopa” politikaları uygulanarak ezilmekte, katledilmekte ve NATO’nun kanlı eli bölgeye uzatılarak tehdit edilmekte, diğer yandan da, BOP benzeri “havuç” projeler gündemleştirilerek, büyük maddi imkânlar seferber edilerek, vakıflar, dernekler, think-thank ve strateji enstitüleri harekete geçirilerek, İslam’da reform ve “ılımlı –radikal” İslam tartışmaları öne çıkarılarak, emperyalizme ve seküler değerlerine gönüllü teslim olmaya çağrılmaktadırlar. Sonuçta sopayla ya da havuçla, küresel emperyalizme, ABD-Batı ve İsrail’e teslim olmaya, akıde, değer, ilke ve kimliklerini değiştirmeye, kaynaklarını küresel korsanlara peşkeş çekmeye çağrılmaktadırlar. Yani bu “sopa ve havuç” politikaları ile Batı’nın seküler değerlerine göre “terbiye” edilmek istenen Müslüman halklar, “kırk katırla kırk satır” arasında tercihe zorlanmaktadırlar.
E – Bu proje ve İslam alemine yönelik küresel saldırı din eksenine oturtulmuştur
Anglo-Amerikan korsanların küresel istila projesi, amaçları ve araçları bakımından o kadar din eksenine oturtulmuştur ki, projenin içeriği, üslubu ve yöntemleri dini kavramlarla ortaya konmaktadır. ABD silahlı güçlerinin ardından işgal bölgelerine misyonerlerin akın etmesi de bundan kaynaklanmaktadır. “Medeniyetler çatışması” tezinin ortaya atılması, Bush’un Afganistan ve Irak saldırılarını “Haçlı Seferi” olarak nitelendirmesi de hep bu sebepledir. Tükenmiş, çürümüş, çöküşe geçmiş Batı medeniyetinin İslam’la normal şartlar altında mücadele etme niteliğinden ve entelektüel birikimden mahrum oluşu, abartılı ve kontrolsüz bir askeri güçle hasmını yok etmek yöntemine baş vurmasına yol açmıştır. “Medeniyetler çatışması” tezi ise, bu asimetrik güç gösterisini ve tek yanlı küresel saldırıyı, Batı medeniyetini İslam’la karşılıklı çatışma şeklinde sunarak kamufle etmek, tek taraflı küresel korsanlığa meşruiyet ve haklılık imajı oluşturmak amacıyla gündeme getirilmiştir.
Komünizmin çöküşü ve soğuk savaş döneminin sona ermesi üzerine, Samuel Huntington, kaleme aldığı meşhur tezinde, “Heterojen, çok kültürlü, etnik ve ırksal ayrıma dayalı iç dinamikleriyle ABD, bütünlüğünü koruyabilmek için düşmana diğer ülkelerden daha çok ihtiyaç duyuyor” tespitini yaptıktan sonra, “Soğuk savaş olmadan ABD ne yapacak?” sorusunu ortaya atmıştır. Amerikalıların, en baştan beri ulusal kimliklerini hep istenmeyen bir “öteki”nin üzerine, sırasıyla, III. Georg’un, Avrupa monarşilerinin, Avrupa emperyalizminin, faşizmin ve komünizmin karşıtlığı üzerine inşa ettiğini, bu sebeple bu sualin haklı olarak sorulduğunu ifade etmiştir. “Ortada sürekli kendi kimliğimizi şekillendirmemize yardımcı olan bir düşman olmuştur. Kime karşı olduğumuzu bilmez isek, kim olduğumuzu nasıl bileceğiz?”2 diyerek, yeni bir düşmana ihtiyaç olduğuna dikkat çekmiştir. Bu aslında utanç verici bir itiraftır. Demek ki, kendi ahlaki ve kültürel değerleri üzerinde ayakta duramayan, kendisi olamayan, kendi kimliğini kendi değerleri ile tanımlayıp yaşatamayan, bu sebeple mutlaka bir düşmanın karşıtı olarak kendisini tanımlamaya ihtiyaç duyan, sadece kaba kuvvete dayalı kof ve zelil bir medeniyetin doğurduğu kof, dengesiz, hasta bir toplum ve sistem söz konusudur. Bu durum, aslında Batı medeniyetinin ve bugünkü önderi ABD’nin çöküşe sürüklendiğini göstermektedir.
Huntington, ABD adına hareketle, dünya politikasının artık yeni bir evreye girdiğini ve bu evrede ideolojik ve ekonomik çatışmanın yerini kültürel ağırlıklı “medeniyetler çatışması”na bıraktığını iddia eden bir tez hazırlayarak, ABD sisteminin ayakta kalabilmesi için gerekli olduğuna inandığı yeni düşmanı, Çin’in Konfüçyanizmi’ni de katmaya çalışsa da, aslında esas olarak “İslam medeniyeti” olarak işaret etmiştir. Aynı emperyalist gücün emrinde bulunan Fukuyama ve Huntington, ürettikleri “tarihin sonu” ve “medeniyetler çatışması” tezleriyle, aslında Batı medeniyetinin, hegemonyasını sürdürmek için devreye soktuğu iki ayrı yüzünü teşkil ediyorlardı. Birinci tezin kabulü artık ABD ve Batı medeniyetinin gerilemeye, çökmeye yönelmesi anlamına geleceği için, ihtiyacı olan yeni düşmanı İslam olarak belirleyen yeni bir tez hemen ortaya atılıvermişti. Halbuki yaşanan, “medeniyetler arası bir çatışmadan” ziyade, Batı medeniyeti adına İslam aleminin kaynaklarını talan etmeye ve İslam medeniyetinin kendi öz yörüngesinde gelişmesini ve dünya insanlığı için alternatif olmasını engellemeye yönelik tek yanlı bir saldırıydı. Ve bu saldırı, asimetrik büyük bir silah gücüne dayalı olarak tek taraflı küresel bir kuşatmayı, İslam’ı kendi coğrafyasında boğmayı, kaynaklarına el koymayı, tam anlamıyla bir işgal ve istilayı amaçlıyordu.
Batı, siyasi ve ekonomik üstünlüğünü devam ettirebilmek amacıyla, kendi kültürel değerlerini geliştirip, insanlık için cazip hale getirmek yerine, başka medeniyetleri zaafa uğratmak ve onların kaynaklarını ele geçirmek üzere, gözü dönmüşçesine küresel vahşetleri gerçekleştirmeye yöneliyordu. Batı’yı böylesine saldırganlaştıran ise, Marksist paradigmanın çöküşünün gerçek sebebinin, sadece Marksist ekonomik yapılanmanın başarısızlığı olmadığı gerçeğiydi. Aslında hem Marksist hem de liberal paradigmanın arkasındaki ortak Batı felsefesi çökmüştü. Bu da her iki sistemi de üreten, akıl-bilim-ilerleme üçlüsüne dayalı modernist paradigmanın çöküşü demekti.3 İşte bu gerçeği görenler, sömürgeci ve soyguncu Batı medeniyetini biraz daha yaşatmanın suni teneffüsünü sağlayacak tezlerle son çırpınışlarını ortaya koymaktaydılar.
Bu tür tezlerin ve İslam alemine yönelik yok etme amaçlı projelerin arkasındaki isimlerin, B. Lewis, Z. Brzezinski, S. Huntington, P. Wollfovits, G. Fuller, M. Grosman gibi Yahudi kökenli Amerikan dış politikasını yönlendiren kadrolar ve stratejisyenler ile ABD’nin üst yönetimini bunların desteği ile ele geçirmiş aşırı, sapkın bir Hıristiyan tarikatına mensup faşistler (Evangelistler) olduğu da dikkatten uzak tutulmamalıdır. İşte bu tür paranoyak kadroların hazırladığı projelerle ve egemen oldukları dünya enformasyon ağı, emperyalizmin emrindeki uluslararası medya gücü de kullanılarak pompalanan güdümlü, yönlendirilmiş ve yalana dayalı enformasyonla, topyekün İslam dünyası emperyalist Batı’nın çıkarlarına göre ve Batı’nın seküler değerleri istikametinde yeniden inşa edilmeye çalışılmaktadır. Bu süreçte kendi öz değerlerinden koparılan Müslüman halklar, tarihine, dinine, öz kimliğine, özetle kendine yabancılaştırılmak istenmektedir.
ABD’ye egemen bu Hıristiyan ve Yahudi Siyonistlerin başlattığı küresel “Haçlı Seferi” işte böyle bir arka plana yaslanıyor. Kendilerine Yahudilerin önünü açacak ilahi bir misyon biçen Hıristiyan fundamentalistler bu Haçlı Seferi ile İsa’yı yeryüzüne döndürmeyi ve bir kıyamet savaşı çıkarmayı hedeflediklerini açıkça yazıp, söylüyorlar. 21. yüzyılın bu sebeple “dinler savaşı” yüzyılı olacağını iddia ediyorlar. Şaron’un Filistinlilere yönelik, giderek azgınlığı ve cüretkârlığı artan saldırı ve katliamları, Bush’un Afganistan ve Irak’ta sürdürdüğü aynı paraleldeki şiddet ve vahşet uygulamaları, Irak’tan Kudüs’e kadar bütün bölgeyi işgal ederek İsrail’e sunma stratejisi, bölgenin enerji ve su kaynaklarını ele geçirme savaşı, İslam coğrafyasını silahtan arındırarak, İsrail’e dikensiz gül bahçesi hazırlamaya ve İslam’ı yok etmeye yönelik tüm çalışmalar hep bu sapkın fundamentalist din anlayışından beslenmektedir. Üstelik bu dinsel arka planı cüretkârca ortaya koymaktan da hiç çekinmemektedirler. Daha yakın zamanda Bush ve Cheney’in seçim kampanyalarını yürüten organizasyonun başkanı Marc Racicot, Florida’da kampanya çalışanlarına gönderdiği mektupta Bush’u, “Terörizme karşı küresel haçlı seferinin lideri” ilan etti.4 İstihbarattan sorumlu Savunma Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı General Boykin ise Evangeliklerin dini törenlerinde sıkça ABD’nin “Hıristiyan bir devlet olarak şeytan ile savaştığını” ve bu anlamda “kutsal bir savaş”ın içinde olduğunu açıkça ifade etmektedir. Yine aynı general, bazı toplantılarda gösterdiği slaytlara yansıyan Usame Bin Ladin görüntüleri üzerine şunları söylüyordu: “Şeytan bizi bir Hıristiyan ordusu olarak yok etmek istiyor. Eğer bizler Hz. İsa adına birleşirsek ancak o zaman yenilebilirler.”5 İşte bu sapık kadro, ilahi emir olarak algıladıkları tüm aşırılıkları, katliamları, tecavüzleri, ahlaksız işkenceleri Müslüman halklar üzerinde bir ibadet anlayışı içinde rahatlıkla uygulayabilmenin ruh halini taşımaktadır. Din eksenli bu savaşla bir yandan Batı ve ABD için “öteki” olan İslam yok edilmeye çalışılırken, diğer yandan Müslüman halkların onuru ve şahsiyeti ile oynanmakta, bir bütün halinde İslam toplumu aşağılanmaktadır. Bütün bunlar bilinçli ve planlı bir biçimde yapılmaktadır. Amaç “öteki”ni ve “öteki”ne ait değerleri çok boyutlu bir linçle yok ederek yerine kendi değerlerini ikame etmektir. Nitekim hapishaneden mektup yazarak, yapılan işkence ve tecavüzleri ifşa eden Iraklı mazlum NUR da şunları yazmıştı: “Bunları, bize Arap veya Iraklı olduğumuz için yapmıyorlar. Bize kirletilmesi gereken Müslüman kadınlar, onurları kırılan Müslüman erkekler gözüyle bakıyorlar.” Yani tüm bu ahlaksız işkence ve tecavüzleri, sırf muhataplarının Müslüman kadın, çocuk ve erkekler olması sebebiyle yapan, sapık bir din anlayışı, gözü dönmüş şeytani bir fundamentalizmle karşı karşıya bulunuyoruz. Şeytanın dostları konumunu tercih etmiş bu Hıristiyan ve Yahudi sapıklar, azgın ve alçakça uygulamaları ile kendilerince, İslamiyet’i ve Müslüman halkları aşağılıyorlar, onurlarını ve direnme azimlerini yok etmenin sistematik yöntemlerine başvuruyorlar.
F – İslam alemini zihinsel dönüşüme uğratıp sekülerleştirme, kapitalizme uyumlu bir pazar haline getirme projesinde Türkiye’ye biçilen rol
Yukarıda ifade edilen sebeplerle BOP’un birinci başlığı bölge halklarını zihinsel bir dönüşüme zorlamaktır. Bu dönüşümle Müslüman zihinler Batı’nın emperyal amaçlarına uygun bir biçimde şekillendirilmek ve bölge halklarının, hayata, topluma, siyasete, hukuka, ekonomiye müdahale iddialarından vazgeçmiş, sadece vicdanlarda yaşayan bir duygu boyutuna indirgenmiş, emperyalistlere uyumlu/”ılımlı” bir “İslam”a inanmaları ve bu protestanlaştırılmış din çerçevesinde Batı kültür değerlerini benimsemeleri sağlanmak istenmektedir. Böylece hem emperyalizme itiraz eden, direnen tevhid ve adaleti ikame amaçlı sahih din anlayışı yozlaştırılmak ve protestanlaştırılan yeni dinle uzlaşma sağlanmak suretiyle direniş engellenecek, hem de bu sekülerleşme ile İslam dünyasını Batı malları için tam bir tüketici pazarı haline getirecek modernleştirme temin edilmiş olacaktır.
BOP’inde Türkiye’ye biçilen “model” olma rolü de daha ziyade bu dönüşümü sağlamaya yöneliktir. Türkiye’den bir yandan bu projenin bölge ülkelerine kabul ettirilmesine yönelik savaşta, NATO içinde ya da dışında, bugüne kadar olduğu gibi, askeri gücünü emperyalistlerin amaçları dorultusunda kullanması, diğer yandan, bununla çelişki oluştursa dahi, kendisinin de yaşadığı zorla modernleşmeye, sekülerleşmeye, kültür, medeniyet ve paradigma değişimine bölge ülkelerini ikna edici bir rol oynama (yani jakoben yöntemli Batılılaşmasını ihraç etme) ya da bu konuda model olma, örneklik teşkil etme misyonunu yerine getirmesi beklenmektedir. ABD yönetimlerinin akıl hocalarından, “medeniyetler çatışması” tezinin ilk fikir babalarından Yahudi kökenli Bernard Levis Müslümanları üç kısma ayırmaktadır: “1- Köktenci Müslümanlar, 2- İslam dünyası güçlenene kadar görünüş itibariyle veya taktiksel olarak ılımlı geleneksel Müslümanlar, 3- Batı’daki rasyonalist metodu alan modern Müslümanlar. Birinci akımla diyalog umudu olmadığından tek çözümün güç kullanmak olduğunu, ikinci akımın ise güven vermemekte olduğunu tespit ettikten sonra, sadece üçüncü akımla Batı’nın etkileşim kurmasının ve diyaloğa geçmesinin mümkün olduğunu beyan etmektedir. Hatta Batı’nın bu üçüncü akımı güçlendirici, geliştirici katkılarda bulunması gerektiği hatırlatılmaktadır.”6 RAND Corparation’ın hazırladığı “Sivil Demokratik İslam” başlıklı raporda ise, “Fundamentalistler ve gelenekseller arasında oluşabilecek bir yakınlık kesinlikle engellenmeli. Hatta birbirleriyle savaşmaları teşvik edilmeli. ABD ve Avrupa için güven telkin edenler sadece, kitleleri yönlendirmede Kur’an’ı sınırlandıran modernist Müslümanlardır. Bu grup desteklenmelidir. Fundamentalistler zayıflatılmalı ve yok edilmelidir” denilerek tam bir eylem planı sunulmaktadır.7 Bu amaçla Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı ile ve bazı uzlaşmacı, “modern İslam”, “ılımlı İslam” anlayışlarına sahip kesimlerle, entelektüellerle, akademisyenlerle, kimi muhafazakâr vakıf ve derneklerle irtibata geçilmiş, bu yolda harcanmak üzere ciddi bütçeler tahsis edilmiştir.
Projenin uygulama safhasında, başarıyı getirecek en önemli faktörler arasında, küresel emperyalizmin değerleriyle uyumlu ‘muhafazakar/dindar’ aydın çevreler gösteriliyor. Bu “dindar/muhafazakâr” kesimlerin ‘özel’ bir görev üstlendikleri anlaşılıyor. Bu çevrelerin, gönüllü sivil kuruluşların ABD desteğinde kimi toplantılar yapmaya başladıkları biliniyor. Projenin temel ideolojik hedefleri arasında yer alan “demokrasi-İslam”, “laiklik-İslam” uzlaşmasına yönelik öteden beri sürdürülen çalışmaların, uzlaşma ve “hoş görü” toplantılarının sonuncusu Washington’da Amerikan yönetiminin emperyalist politikalarına yön veren kimi stratejistyenlerin ev sahipliği ve katılımıyla gerçekleştirilmişti.
Türkiye’nin; İslam anlayışını bozarak, dini vicdanlara hapsederek sekülerleşmeyi, modernleşmeyi başarmış olması önemsenmekte ve bu örnek bütün bölgeye hakim kılınmak istenmektedir. Bu anlamda dayatılan “demokratikleşme” bile, yönetimlerin halk tarafından seçimle belirlenmesi anlamında kullanılan bir yöntemin uygulanmasından çok (nitekim bu anlamda İran’da gerçekleştirilen seçim yöntemini esas alan uygulamayı demokrasi olarak nitelendirmeyerek, onu da BOP çerçevesinde “demokratikleştireceklerini” ifade etmektedirler), felsefi ve ideolojik içeriği ile bir dünya görüşü ve hayat tarzı olarak tanımlanan, din ve kültürel paradigma değişimini zorunlu kılan bir proje olarak gündeme getirilmektedir. Bu anlamdaki “demokratikleştirme” ile aslında Müslüman zihinler ve toplumlar sekülerleştirilerek, Batı emperyalist sistemine uyumlu bir konuma doğru dönüştürülmek istenmektedir. Liberal demokrasinin günümüzde bütün toplumlara ihraç edilmeye çalışılması, serbest pazar ekonomisine uygun olarak, aslında onun kapitalizmin siyasal ideolojisi olmasındandır.8 Bu dönüştürme projesinin gerçek amacı, aslında İslam toplumlarını çözerek, sekülerleştirerek kapitalist pazarın dişlerine uyumlu bir tüketim toplumu haline getirmektir.
Bu amaca ulaşmak üzere, bölge halkları sosyal ve kültürel anlamda “modernleştirilmek“, siyasal anlamda felsefi içerikle ve hayat tarzı boyutunda “demokratikleştirilmek“, ekonomik olarak da “liberalize” edilerek kapitalist küresel pazara uyumlu hale getirilmek istenmektedir.
Bütün bunlara rağmen, bazı bölge aydınları ise, işbirlikçiliğe soyunarak ya da çaresizlik psikolojisi ile, “madem ki iç dinamiklerle özgürlüklere ulaşamıyoruz, hiç olmazsa dışarıdan dayatmayla olsun” diyebiliyorlar. Halbuki halkın iradesi ve mücadelesi ile bedeli ödenerek elde edilmeyen, hediye edilen özgürlükler, onları hediye eden yeni efendilerin insafına terk edilmiş olacaklardır. Ve bu sebeple, hediye edenlerce istenildiğinde tekrar kolayca geri alınabileceklerdir. Nitekim ABD başkanlarından Wilson, Pentagon’da yaptığı bir konuşmada açıkça şunları söylemiştir: “Bizim 3. dünya ülkelerine, İslam dünyasına demokrasi, insan hakları vs. götürmekteki esas gayemiz, gerçekte bu halkları ABD çıkarlarına göre eğitmek ve evcilleştirmektir.”9
G – BOP’un ekonomik ve Siyonist hedefleri
BOP’un ikinci temel unsuru ise, ekonomik sömürüye zemin hazırlamaktır. Başta ABD olmak üzere emperyalist Batı ülkelerinin, ekonomilerini ayakta tutabilmeleri ve mevcut refah seviyelerini sürdürebilmeleri için, ucuz ham maddeye, ucuz ve yeterli enerjiye, doğalgaza, petrole ve sonuçta ürettikleri malları pahalıya satıp büyük kârlar elde edecekleri geniş pazarlara ihtiyaçları vardır. Büyük Ortadoğu diye adlandırdıkları bölge ise, yüzde 70’lik petrol ve doğalgaz rezervleriyle ve tüketici geniş kitleleri barındırmasıyla tüm bunları karşılayacak, bütün bu ihtiyaçları açısından Batı için çok verimli ve çok büyük bir potansiyeli barındırmaktadır. ABD işte bu büyük potansiyeli hegemonyası altına alarak, hem kendi ihtiyaçlarını karşılama hem de kendisine rakip olma ihtimali olan diğer ülkeleri de elindeki bu güçle terbiye etme imkânına kavuşacaktır. Bu sebeple de bölgenin direngen unsurlarını, bu sömürüye karşı duran onurlu Müslümanları “terörist” diye damgalayıp yok etmeye çalışmakta, hegemonyasını ve sömürüsünü sorunsuz sürdürebilmek için İslam dinini, tevhid ve adaleti ikame mücadelesi veren direnişçi Müslümanları düşman ilan etmektedir.
İşte bu işbirlikçilerin ve yerel Batıcı yönetimlerin de desteği ile söz konusu proje çerçevesinde, bölge halkları dönüştürülmeye ve bölge ABD ve İsrail’in çıkarlarına göre yeniden dizayn edilmeye çalışılırken, bunun yanında bölgenin enerji ve su kaynakları, enerji nakil yolları da ele geçirilmek isteniyor. Siyonist yönlendirmeli ve sapkın din anlayışı eksenli haçlı seferleri ile İslam coğrafyası esir edilip, kaynakları talan edilerek, ABD-İsrail dünya imparatorluğu kurulmaya çalışılıyor. Bu hegemonya mücadelesinde ABD’ye rakip olabilecek, AB, Rusya ve Çin gibi diğer güçler de, dünyanın enerji haritasına hakimiyetin ve enerji nakil yollarını kontrol altına almanın sağladığı güçle baskı ve denetim altında tutulmak, terbiye edilmek isteniyor. Başta AB olmak üzere bu güçlerin de ABD’ye karşı ciddi bir tepkileri söz konusu olmuyor. Her biri bu pastadan alacağı payın hesabıyla ya suskun kalıyorlar ya da ikircikli cılız tepkilerin arkasında ciddi paylaşım pazarlıkları yapıyorlar.
ABD açısından projenin üçüncü temel unsuru ise, Filistinlileri katlederek ve topraklarını gasbederek kurdukları İsrail’in güvenliğini sağlamaktır. Gerek dünya, gerekse İslam alemi için çok temel bir sorun olan Filistin sorununu İsrail’in çıkarına uygun bir sonuca ulaştırmaktır. ABD’de yönetimlere hakim olan Yahudi lobilerinin ve Yahudi kökenli yöneticilerin, İslam coğrafyasına yönelik işgal ve istila projelerinin hazırlanmasında ve uygulamaya konmasında büyük rolü olduğu artık herkesçe bilinen bir gerçektir. Yahudi ve Hıristiyan Siyonistlerin yönetimindeki ABD bu projeyle, İsrail’in “Arz-ı Mev’ud” hayalini gerçekleştirmesine de katkıda bulunmak istemekte, Batı medeniyeti adına İsrail’i İslam coğrafyasına, bölgenin enerji ve su kaynaklarına hakim kılmayı, Doğu Akdeniz’den Basra Körfezi’ne kadar olan bütün bölgeyi İsrail’in inisiyatifine tahsis etmeyi de hedeflemektedir. Bölgeyi tanımlarken İslam ve Arap kimliği dışlanarak, “Büyük Ortadoğu” gibi İsrail’i rahatlatacak soyut bir isimlendirmenin öne çıkarılması bile projenin İsrail eksenli bir duyarlılıkla hazırlandığını göstermektedir. Amerikayı geçmişten bugüne yöneten bütün üst düzey yöneticilerin, özellikle de Başkanların fanatik Yahudi taraftarı oldukları ya da böyle davranmak mecburiyetini duydukları da bir vakıadır. Eski başkanlardan Jimy Carter, Sn Elizabeth Snegogu’nda yaptığı bir konuşmada şunları söylemişti; ” Biz Yahudilerle aynı kitaba ve aynı Tanrı’ya inanıyoruz, bundan dolayı bizm için İsrail’i korumak politik değil, dini ve ahlaki bir görevdir.” Yine eski Başkanlardan Wiliam Haur Taft ABD’yi “New İsrael” (yeni İsrail) olarak adlandırmıştı. B. Clinton’da Kanada’da, Toronto üniversitesinde yaptığı bir konuşmada İsrail için filistinliler’le göğüs göğüse çarpışmaya hazır olduğunu açıklamaktan çekinmemişti.10
Bütün bu arka planın bilinmesine rağmen, bu projeye destek vermek, ilgili ülkeler açısından, İslam dünyasının imanını, kimliğini, kültürünü ve bu anlamda şahsiyet kazandırıcı temel dinamiklerini yok etmeyi, ekonomik kaynaklarını talan etmeyi, İsrail’i bölgeye hakim kılmayı amaçlayan emperyal projeye “meşruiyet” kazandırmak, bölge halklarına ve İslama ihanet etmek anlamına gelecektir. Türkiye ise daha 28 Şubat sürecinden itibaren bölgeyi dönüştürme projesinin içinde yer aldı ve İran-Irak-Suriye’ye yönelik tecrit politikalarına destek vererek, Türk-İsrail eksenini oluşturup İslama karşı darbe yaparak ilk adımı attı. İslama karşı Anglo-Amerikan-İsrail cephesinde yerini aldı. Irak’ın işgalinden sonra bu sürecin kendisini de tehdit ettiğini fark edince yavaş yavaş da olsa tereddütlü davranmaya başladığı, sorgulamaya, cılız da olsa kimi itirazlar ortaya koymaya yöneldiği görülüyor.
H – BOP ve NATO ilişkisi
Bilindiği üzere “komünizm tehtidi” ortadan kalktıktan sonra, NATO yeni tehdit tanımlaması yapmış, Batı kapitalist sistemi için artık İslam’ın tehdit oluşturduğunu açıkça en yetkili ağızlardan ifade ederek, düşman rengini de kırmızı yerine “yeşil” olarak tespit etmişti. “Yeni NATO Stratejik Konsepti”inde, “Yeni Tehdit ve Riskler”; bölümünde 16 kategorinin başına kökten dincilik (İslamcılık) yerleştirilmişti. ABD emperyalizmi zorlandığı alanlarda, 11 Eylül sönrasında yaptığı gibi, NATO’yu devreye sokmaktadır. Başlangıçta BM’i aşağılayıp dışlayan ABD zorda kalınca BM ve NATO’yu devreye sokmaya diğer emperyalist devletleri bazı çıkarlar sağlayarak işin içine katmaya, ancak merkezi otoritesini de sürdürmeye çalışıyor. NATO’nun İstanbul zirvesinde de, ABD’nin Ortadoğuda saplandığı bataklıktan çıkması için NATO’nun nasıl kullanılacağı, bölge geneline yayılacak bir müdahalenin nasıl gerçekleştirileceği, ABD’nin İslamla savaşında, kapitalist emperyalizmin silahlı gücü NATO’nun üstleneceği rol ele alındı. BOP ile Türkiye’nin sadece “model ülke” değil, aynı zamanda emperyalist savaş aygıtının karargahı da yapılmak istenmektedir. Aslında şu “model ülke” tezi de, Amerika’nın Türkiye’yi İslam’a karşı kullanma stratejisinden başka bir şey değildir. Özellikle de NATO devreye sokularak kotarılmak istenen, hem Avrupa’yı ABD emperyalizminin arkasına tam anlamıyla takmak, hem de önemsenen bir bölge ülkesi olarak Türkiye’nin askeri gücünü devreye sokmaktır. Tayyip Erdoğan’ın, “Diyarbakır’ı Büyük Ortadoğu’nun yıldızı yapacağız” sözleri bölgenin emperyalizmin üssü haline getirileceği izlenimini uyandırmaktadır. BOP’ni gerçekleştirmek için, bir taraftan ekonomik finansmanı sağlamak üzere G-8 ülkeleri çıkar vadi ile harekete geçirilmekte, diğer taraftan iletişim teknolojisinin insan zihnini yeniden şekillendirme bakımından ulaştığı yeni imkânlarla medyaya önemli roller yüklenmekte, projenin askeri açıdan sorumluluğu ise NATO’ya verilmek istenmektedir. G-8 (Gangaster-8) dünya korsanları toplantısı, dünyanın güçsüz halklarının kaynaklarını çalmak amaçlı paylaşım toplantısı hüviyeti taşımaktadır. Bu tür toplantılarda küresel iktidar, kaynaklar ve pazarlar paylaşılıyor.
1 – “YENİ NATO”nun “yeni konsepti”yle İslam coğrafyası denetim altına alınmak isteniyor
Kapitalist emperyalizmin kanlı eli NATO da, konsept değişikliği yapılarak ve yeni düşmana göre yeniden tanımlanıp tahkim edilerek, bölgenin işbirlikçi devletleriyle de takviye edilerek bölgemize taşınmaya çalışılıyor. Bölgeye yönelik her türlü güç kullanımı Afganistan’da yapıldığı gibi NATO aracılığı ile BM’de kullanılarak sözüm ona uluslararası hukuk açısından meşrulaştırılmak isteniyor. Böylece zaten yeni konseptinde İslamı düşman ilan etmiş olan “Yeni NATO” İslam dünyasını kuşatma ve denetim altında tutan ve bu durumdan sorumlu olan bir konuma oturtulmak isteniyor. İstanbul zirvesinde tüm bu amaçlara yönelik ciddi adımlar atılmış, İslamı düşman ilan eden NATO tehdidi Türkiye’nin yardım ve yataklığı ile İslam coğrafyasının bağrına saplanmış bulunuyor.
1949 yılında, soğuk savaşın başlamasıyla kurulan Kuzey Atlantik İttifakı’nın resmi amacı Batı Avrupa ülkelerini olası bir SSCB saldırısına karşı korumaktı. Türkiye’nin de kısa zamanda dahil olduğu bu askeri ittifaka giren ülkeler, savunma sistemlerini ABD ordusuna endekslediler. Böylece NATO ülkeleri üzerinde ABD’nin stratejik ve siyasal ağırlığı kabul edildi. Hatta ABD çıkarlarının savunulması için bu ülkelerin içinde özel önlemler alınması, bu amaçla “Gladyo” tipi örgütler kurulması yoluna gidildi. NATO ve ABD aleyhtarı hareketler bu örgütlerin hedefi yapıldı. Bu gün ise, ne ‘Kuzey Atlantik’ olarak tanımlanabilecek ‘anlamlı’ bir bölge kaldı, ne de Bolşevik tehlikesi… Ama, Amerika, örgütün varlık nedeniyle hiç ilgisi olmadığı halde, NATO’yu, kuruluş amaçları ve ilkeleri bakımından meşruiyeti bulunmayan bir mecraya sürüklüyor, çerçevesini “neo-con”ların (Hristiyan-Siyonistlerin) çizdiği bir proje etrafında yeniden yapılandırmaya çalışıyor. “NATO, gerekçesini yitirdiği için dağılmalı” diyecek cesareti, korku ve çıkar hesabıyla hiçbir üye kendinde bulamıyor. Durum bu olunca, Amerika, NATO’yu, kuruluş amacıyla hiçbir şekilde bağdaşmayacak bir başka konsept etrafında toplama noktasında inisiyatif kullanarak, İslama yönelik küresel kuşatmanın jandarmalığını NATO’ya yükleme noktasında kolay sonuçlar alıyor. ABD, küresel işgal ve saldırılardaki kendi riskini azaltmak amacıyla, NATO’yu emperyal projelerinin maşası olarak kullanma hedefine doğru önemli ve tehlikeli adımlar atmayı sürdürüyor. İşte böylece, NATO’nun bir kendini-savunma örgütü olmaktan çıkıp, dünyanın nizamından sorumlu “müdahaleci” bir güç olması ve Amerikan payandası haline dönüşmesi süreci başlatılmış ve bunun İstanbul zirvesinde somutlaşması temin edilmiş bulunuyor.
Büyük Ortadoğu Projesi’nin hayata geçirilmesinin yol açacağı itirazları ve direnişleri bastıracak bir uluslararası jandarma gücü misyonunu yerine getirmesi amacına yönelik olarak NATO yeniden yapılandırılıyor. Bu konudaki görüşlerini, ABD yönetimine yakınlığıyla tanınan Thomas Friedman, bugün ortaya çıkan sonuçları öngörmüşcesine, daha 2003 yılında yazdığı bir yazısında ifade etmişti. 26 Ekim 2003 tarihli New York Times’daki yazısında Friedman, Irak, Mısır ve İsrail’in NATO’ya üye olmalarının bu sebeple gerekli olduğunu söylemişti. Ve bugün bu istikamette bölge için son derece tehlikeli adımlar atılıyor. Nitekim İsrail, “Akdeniz İşbirliği” adı altında doğrudan NATO şemsiyesi altına alınmış bulunuyor. En azından teorik anlamda, İslam ülkelerine yapılacak bir askeri operasyona İsrail’in de doğrudan iştirak etmesine imkan hazırlayan düzenlemeler yapılmış bulunuyor.
NATO, yeni konsepti ve İstanbul zirvesinde yeniden yapılandırılmış haliyle, artık Amerikan-İsrail emperyal politikalarının bir aracı olmaktan başka bir şey değildir. Bu şartlarda NATO üyeliğini sürdürmek de, ABD ve İsrail çıkarlarının bekçiliğini ve tetikçiliğini yapmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Türkiye ise, ABD tarafından ısrarla öne çıkarılmaya çalışılan “İslam aidiyetiyle” ve hükümeti teşkil edenlerin kendilerini İslam’a nispet ediyor olmalarıyla, İslam coğrafyasına yönelik emperyalist ve İslam düşmanı Haçlı saldırılarını meşrulaştırıcı bir işlev görmek ve bu İslam karşıtı savaşın İslam’a değil de “terörizme” karşı yapıldığı imajı oluşturmak üzere kullanılmaktadır. ABD’nin uluslar arası jandarmalığına soyunan bir örgütün üyesi olmak Türkiye’nin, hem kendi halkına, halkının kimliğine, dinine ve halkının çıkarlarına, hem de İslâm dünyası içindeki kendi konumuna zarar verecek derecede bölge halklarına düşmanlık anlamına gelmektedir. ABD-İsrail çıkarlarına hizmete adanmış, emperyalizmin işbirlikçisi konumundaki bir Türkiye, ne bölgenin Müslüman halkları nezdinde güvenilir bulunup sağlıklı diyaloglar geliştirebilir, ne de bir gün kendisini de vurması kaçınılmaz olan ABD-İsrail zulmüne karşı ciddi bir duruş sergileyebilir.
2 – NATO zirvesi sonuçları, ABD ve İsrail’i rahatlattı
Basında yer alan haberlere göre: “NATO İstanbul zirvesinde alınan en önemli kararlardan biri “İstanbul İşbirliği Girişimi” adı altında harekete geçirilen proje oldu. Akdeniz ülkeleriyle diyalogu geliştiren İttifak, başta Körfez ülkeleri olmak üzere Ortadoğu’ya “diyalog çağrısını” somutlaştırdı. Formüller ve telaffuz şekilleri farklı olsa da ABD ve İngiltere öncülüğünde gündeme taşınan Büyük Ortadoğu Projesinin “savunma ayağı” İstanbul’da oluşturulmaya başlandı. Kitle imha silahları ve uyguladığı devlet terörü bakımından bölgenin en büyük teröristi olan İsrail aleyhinde tek kelime edilmeyen sonuç bildirilerinde, “Terörizme ve kitle imha silahlarının yayılmasına karşı” ortak mücadeleyi öne çıkaran NATO’nun, bu çerçevede, İstanbul’da aldığı bazı ”teknik” kararlar da büyük önem taşıyor. NATO bünyesindeki “istihbarat teşkilatı”nın günün koşullarına uyarlanması, “yüksek teknoloji” kullanımı, müttefikler arası istihbarat alışverişi, “terör eylemleri” karşısında dayanışmanın somutlaştırılması, Akdeniz’deki NATO denetleme operasyonunun (Aktif Gayret-Active Endeavour) kapsamının ve yetenek gücünün genişletilmesi gibi konularda yeni ve ciddi adımlar atıldı. İttifakın siyasi kanadı, Kafkasya ve Orta Asya ülkeleriyle diyalogu geliştirmek yönünde de yeni adımlar attılar ve “ilgi yoğunlaştırdıkları” bu bölgelere özel temsilciler atadılar. “Yeni tehditlere karşı koyabilmek, savunma alanının küresel boyuta taşınmasının gereklerini yerine getirebilmek” amacıyla İttifakın askeri yeteneklerini geliştirmek konusunda mutabık kalan liderler, askeri kanada talimat verdiler ve çeşitli alanlarda yapılacak “kendini yenileme” çalışmalarına yeşil ışık yaktılar.” Böyle bir dönüşüm sonucunda NATO, artık ABD ve Avrupa ülkelerinin (tabii ki bunlardan ayrılamayacak olan İsrail’in) güvenliklerini ve uluslar arası çıkarlarını koruyan bir güvenlik örgütü olma yoluna hızla girmiş bulunuyor. “Medeniyetler çatışması projesi” tek yanlı küresel bir saldıganlıkla İslam’ı yok etme azmiyle adım adım yürürlüğe konuyor. Bu amaçla, İstanbul zirvesinde, “Batı dünyasının değerlerini tehdit eden her gelişme” NATO’nun görev kapsamına alınmış bulunuyor.
Türkiye hem bir NATO üyesi, hem AB üye adayı, hem de ABD ve İsrail’in stratejik ortağı olarak, çok yönlü kullanılmak üzere, özellikle İslam düşmanlığı üzerine bina edilen tüm bu emperyalist ilişki ağının merkezine doğru çekiliyor. ABD ve NATO’nun askeri üsleri Türkiye’de toplanıyor, mevcut üslere ilaveten yeni üsler talep ediliyor. Bir gün kendisini de vuracak bu emperyal projelere mutlaka karşı çıkması gereken Türkiye’nin siyasi yöneticileri ise, siyasi çıkarlarını, iktidar olma hırslarını, ahlaki ilkelerinin önüne alınca, kaçınılmaz olarak, uluslar arası güçlerin desteğini almak suretiyle hem iç dengeler bakımından hem de uluslar arası platformlarda meşruluklarını pekiştirme kaygısı ile, uzun vadede Amerika’nın NATO eliyle İslam coğrafyasına hakimiyet kurup çıkarları istikametinde dönüştürme projelerine payandalığa doğru kaymaktadırlar.
NATO’nun hem etkinlik alanının hem de misyonunun genişlemesi, ittifakın ağırlıklı söz sahibi ABD için çok önemliydi ve alınan karlar muvacehesinde ittifakın etki ve ilgi alanı, Amerikan’ın, İmparatorluk hegemonya alanı olarak yakından ilgilenip üsler oluşturduğu Kafkaslar, Balkanlar, Ortadoğu ve hatta Ortaasya’ya kadar yaygınlaştırıldı. Böylece ABD’nin doğrudan veya dolaylı bir biçimde içinde bulunduğu bütün kriz ve savaş bölgeleri Amerika’yı rahatlatacak şekilde NATO projeksiyonu içine alındı. Büyük Ortadoğu projesine paralel ifadelere ve bu anlamda Ortadoğu’ya yönelik diyalog çağrılarına NATO kararları içinde yer verilerek Amerika’nın bölgeye dair emperyal projelerine destek sağlanmış oldu. Bütün bunlar, Ortadoğu-Kafkaslar-Ortaasya hattında uygulamak istediği emperyal hegemonya projeleri açısından Amerika’yı büyük ölçüde rahtlatmış olmasının yanında, ayrıca krizin tarafı olan ülkeler üzerinde psikolojik baskı yaratarak ABD’nin konumunu ve yaptırım gücünü kuvvetlendirici bir etki de meydana getirmiştir.
“NATO artık Doğu-Batı çatışmasının değil, Kuzey-Güney çatışmasının aktörü olma yolunda ilerliyor. Her ne kadar Rusya tehlikesini gündeminden düşürmese ve Kafkaslar üzerinden Orta Asya’da yayılmayı ihmal etmese de, giderek “terör/şer güçleri” merkezli bir yapılanmaya yöneliyor”. Ve “terörist”, “düşman” konumuna da emperyalizme teslim olmayan, itiraz edip direnen, tevhid, adalet, özgürlük eksenli bağımsızlık savaşı veren onurlu Müslümanları oturtuyor. Müslümanların 21.yüzyılı da, tıpkı 20. yüzyıl gibi çalınarak, “küresel terör/İslamcı terör” saçmalıkları öne çıkarılarak, “demokratikleştirme” ve “kitle imha silahları tehditlerini önleme” benzeri kamuflaj malzemeleri kullanılarak İslam corafyası ele geçirilmeye ve köleleştirilmeye çalışılıyor. Müslüman ülkeleri silahsızlandırıp savunmasız bırakmayı hedefleyen çalışmalar sonucu, aynı konuda engellenmek yerine teşvik gören İsrail bölgede korkunç bir nükleer güç haline getiriliyor. Dünya, İslam’a ve onurlu Müslüman halklara karşı küresel bir savaşa kışkırtılıyor. Bizzat kendilerinden çalınan kaynaklarla oluşturulan büyük silah gücüyle Müslüman halklara kan kusturulurken, dünya imparatorluğu hayalleri kuruluyor.
Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya kadar bütün İslam coğrafyasına yönelik bu büyük tehdit oluşturulup, işgal, dönüştürme ve talan operasyonlarına hazırlanılırken, yani emperyal amaçlı bütün bu kararlar alınırken, AB ve diğer NATO ülkeleri, ciddi hiçbir tepki ve itiraz ortaya koyamıyorlar. Sadece paylaşımdan alacakları payı yükseltmeye çalışarak, son derece çirkin ve zelil tutumlar sergiliyorlar. Bunun önemli iki sebebi var. Birincisi hepsinin de aynı emperyalist kültürün ve insani erdemlere yabancılaşarak hayvandan aşağı düşmüş saldırgan bir medeniyetin müntesipleri olmaları ve bu sebeple de “insanlık onuru” ve “insan hakları” kavramlarını, çıkarlarının kamuflaj malzemesi konumuna indirgeyen bir çürümüşlüğü yaşamalarıdır. Bundan dolayı da, emperyal amaçların ve çıkarların politika belirlemede tek unsur olarak öne çıkmasıdır. İkinci sebep ise, işgal, saldırı ve sömürülerine muhatap olanların Müslüman halklar olması ve hepsinin de İslam’ı ortak düşman ilan etmiş bulunmalarıdır. Nitekim söz konusu olan İslam ve Müslümanlar ise, “küfür tek millettir” sözünün hep doğrulandığı, İslama ve Müslümanlara karşı hep “Haçlı ruhu” ile birlikte hareket etmeyi bir biçimde mutlaka temin ettikleri görülmektedir. Seküler batı kültürüne müntesip sol kesimin ve Kürt ulusalcıların davalarında hep TC devleti aleyhinde kararlar veren AİHM’nin ( ki bu kesimlerin haklarının korunması bakımından biz de bu kararları olumlu bulmaktayız) İslami içerikli davalarda, Müslümanlara yönelik en acımasız insan hakları ihlalleri hakkında bile hep Müslümanlar aleyhine ve TC devleti lehinde kararlar vermesi de işte hep bu önyargı ve İslamı tehdit olarak algılayan düşmanlık sebebiyledir.
I – Türkiye’ye biçilen rol
Bölge halklarını, özellikle de dini ve kültürel yönden zorla değiştirip, dönüştürmeyi amaçlayan ABD ve Batı, daha önce yine kendi yönlendirmeleri ile halkını bu anlamda zorla dönüştürüp seküler Batı kültür ve medeniyetini yerleştiren Türkiye’nin bu tecrübesinden yararlanmak istiyor. Bu amaçla Türkiye model olarak takdim edilip öne çıkarılmaya çalışılıyor. Bir yandan NATO üyesi tek bölge ülkesi olması ve geçmişte komünizme karşı cephe ülkesi olarak başarıyla kullanılması, diğer yandan bölgede uygulanmak istenen sekülerleştirme, batılılaştırma, kapitalist pazara eklemleme projelerini daha önce Batı desteğinde başarılı bir biçimde uygulamış bulunması Türkiye’nin örnek olarak gösterilmesini anlamlı kılmaktadır.
İslam’la savaşta, İslamı Batının çıkarlarına göre tahrif edip dönüştürmede, hayata müdahale ve siyasi iddiaları törpülenmiş, protestanlaştırılmış, camiye hapsedilmiş bir resmi din ortaya çıkarmada şiddete dayalı zorba politikalar ve jakoben materyalist-seküler eğitim programları uygulayarak sonuç almış, üstelik ABD ve topyekun Batının ve seküler değerlerinin bir parçası olmayı değişmez, değiştirilemez devlet politikası haline getirmiş bir Türkiye’nin işte bu tecrübesinden yararlanılmak isteniyor. Topyekun İslam aleminin de aynı dönüşüme zorlandığı bir süreçte, hem bu anlamda model olması, hem de gerek NATO içindeki işlevi, gerekse emperyalizmin bölgedeki stratejik müttefiki olması hasebiyle jandarma olarak kullanılmak istenmesi Türkiye’nin İslam karşıtı ve Batı yanlısı tercihleriyle uyumlu doğal bir sonuçtur.
Aslında bölgeye yönelik “demokratikleştirme” projesiyle amaçlanan da sadece, Batının çıkarına ve kültürüne dayalı yeni Türkiye’ler oluşturmaktan ibarettir. “Demokratikleştirme”den kasıt şüphesiz ki, halkın özgür iradesi ile kaderini tayin etmesi ve yöneticilerini özgürce seçmesi değildir. Çünkü bunun öncelikle emperyalistleri ürkütecek sonuçlara yol açacağı çok iyi bilinmektedir. Arzu edilen Türkiye örnekliğinde de olduğu gibi, göstermelik bir seçimle yetinip, ipleri yine Batı işbirlikçisi oligarşilere bırakmaktır. Halkın hiçbir isteğinin kanunlaşamadığı, egemen oligarşilerin ve efendileri emperyalist batının ise her istediğinin süratle kanunlaşabildiği ve batı çıkarlarının daha güçlü ve daha rafine yöntemlerle korunduğu Türkiye misali sistemler kurma projesi “Demokratikleştirme” kamuflajı altında ortaya atılmaktadır. “Demokratikleşme”den kastettikleri ve bölgeye hakim kılmak istedikleri şey, seküler bir hayat tarzı, modern bir dünya görüşü ve Batının yaşam felsefesidir. Bu sebeple, yöntem olarak “demokrasi” olarak nitelendirilebilecek, halkın genel ve serbest seçimlerle yöneticilerini seçebildiği İran’ın da “demokratikleştirilmesi” gerektiği ileri sürülebilmektedir.
Keza, Cezayir, Mısır ve Tunus gibi ülkelerde, büyük gelişme kaydederek güçlenen muhalefet ve halkın iradesi ile yöneticilerin belirlenmesi, uzun zamandan beri ve bugün ABD ve Batı tarafından engellenmektedir. Batı desteğinde oluşturulmuş bütün baskılara, çok boyutlu tüm olumsuz şartlara rağmen, halkın güçlü iradesinin yerli işbirlikçileri mağlubiyete sürüklemesi söz konusu olduğunda da, Batının bizzat müdahalesi ve yardımıyla, halka karşı konuşlandırılmış işbirlikçi ordulara darbeler yaptırılmış, halk iradeleri çok kanlı ve vahşi bir biçimde bastırılmıştır.
İşte bu ikiyüzlü ve ahlaksız Batı ve ABD, bugün Türkiye’yi model olarak öne çıkarıp, bölgeyi “demokratikleştirmek” istediklerini iddia ediyorlar. Hazırlanan sahte özgürleştirme projeleri çerçevesinde Türkiye, “yerel 28 Şubat” tecrübelerini “küresel 28 Şubat” projelerinin emrine vermeye hazırlanıyor. “Yerel 28 Şubat” süreçlerinde nasıl bu ülkenin mazlum Müslüman halkları 80 yıllık baskı ve zulümlerle zorla dininden, kültüründen, kimliğinden, köklerinden koparılıp sekülerleştirilerek batı değerlerine adaptasyonla terbiye edilmiş, modern kültüre uyumlu hale getirilmişse, şimdi de “küresel 28 Şubat” projeleri ile tüm İslam coğrafyası, Türkiye örnekliği öne çıkarılarak ve bu konuda tecrübeli TC silahlı gücü de jandarma olarak kullanılarak, aynı dönüşüme zorlanmak isteniyor. Tarihin son derece sarsıcı gelişmelerine kısacık hayatımızda tanıklık yapmaktayız. “Yerel 28 Şubat”ın mağdurlarının (!) eliyle ve yardımıyla, tüm İslam coğrafyasına kan kusturacak “küresel 28 Şubat“ların inşa edildiğine, ülkemiz adına utanç duyarak tanıklık yapıyoruz. Ve üstelik bu büyük veballerin altına imza atanlar, bu yaptıklarını son derece olumlu görebilmekte, bu büyük zulme karşı onurlu bir itiraz ve duruş sergileyenleri ise, terk edilmesi gereken “marjinal” tavırlar takınmakla suçlayabilmektedirler.
Bu sebeple ülkemizi yönetenleri uyarıyoruz. Siyasi çıkarlarınız uğruna, mutlaka bir gün sizi de vuracak olan emperyal bir gücü bölgeye çekerek, zulüm projelerine yardım ve yataklık yaparak, kendi ülkenize ve bölge halkına ihanet etmeyin. Geriye dönüp baktığınızda utanarak hatırlayacağınız, tarih önünde ve Allah’ın huzurunda hesabını veremeyeceğiniz büyük yanlışların altına imza atmayın. Amerika’dan değil Allah’ın azabından korkun.
İ – SONUÇ
Emperyalist Batı devletleri ve ABD’nin, “Büyük Ortadoğu” ya da başka isimlerle adlandırıp, bir asrı aşkın zamandır emperyal projelerle sık sık müdahale ettikleri bölge bizim bölgemizdir. İslama ve Müslümanlara ait bu coğrafyaya kimse yeni projeler dayatmaya kalkmamalıdır. Bölgemizin ve kendimizin kaderini biz Müslüman halklar özgür iradelerimizle belirleyebilmeliyiz. Kaderimiz üzerine söz söyleme ve proje üretme hakkı sadece bize ait olmalıdır. Emperyal amaçlarla sık sık bölgemize müdahale ederek, “Haçlı Seferleri” düzenleyerek Müslüman halklarımıza kan ve gözyaşını bulanmış ıstıraplı dönemler yaşatan emperyalist devletlerin ve en çok da terörist katil İsrail’in hamisi, teşvikçisi ABD’nin bizim kaderimiz üzerine tek söz söyleme hakkı olamaz, bedeli neyse ödemeliyiz, ancak buna asla müsaade etmemeliyiz. Yine Batı paradigmasının ürettiği kapitalizm ve faşizm kadar kanlı komünizmin çöküşünden sonra İslamı açıkça düşman ilan etmiş bulunan NATO’nun ve emperyalist müttefiklerin bölgemizde ve ülkemizde ne işleri var? Buna asla fırsat vermemeli, mutlaka itirazımızı yükseltmeliyiz. Bizi ve canımızdan aziz olan İslamı düşman sayıp, yıllarca ve halen bize zulmeden despot yönetimlere ve darbecilere destek verenler mi bizi özgürleştirecekler?
Bölgemizde 20. yüzyıla kadar olanlardan şüphesiz bizim ümmetimiz sorumludur. Hata ettik, yanlış tercihlerimizle, kaynaklardan ve sahih gelenekten kopup, muharref geleneğe savrularak kendimize zulmettik. Düşüncenin, akletmenin, fıkhetmenin, tefekkürün, tedebbürün önünü tıkayıp, içtihat kapısını kapattık. Bid’at ve hurafelerle dolu geleneği taklit ederek, Allah’ın vahyi yerine atalar dinine tabi olduk. Tevhid ve adaleti terk ettik. Zalim sultanlara kör itaati din saydık. Yanlış tevekkül ve saptırılmış kader anlayışları ile zulme rıza gösterdik ve sonuçta zillete sürüklendik.
Ancak bütün bunlara rağmen 20. yüzyıldan itibaren tecdit, ihya ve ıslah çabaları gündeme gelmeye, tekrar Kur’an’a ve Rasulullah’ın sahih sünnetine, güzel örnekliğine yönelmeye başladık. İslamın sahih çizgisinde kendimizi, aklımızı, imanımızı, şahsiyetimizi, kimliğimizi ve ümmetimizi yeniden inşa etme çabalarımız yaygınlaşma eğilimine girdi. Bu sefer de emperyalist Batı medeniyetinin azgın ve vahşi saldırısına muhatap olduk. Onların kurdukları işbirlikçi dikta yönetimlerinin ve onların batıcı silahlı güçlerinin baskısı altında kendi kaderimizi belirleme hakkımızdan mahrum edildik. Kendi öz yörüngemizde gelişmemizi tamamlamamıza, ümmetimize yeniden izzet ve onur kazandıracak Kur’ani inşa çabalarımıza büyük zulüm ve katliamlarla bizzat batılı devletler engel oldular.
İşte şimdi bu zulümlerini ve ikiyüzlülüklerini de haykırarak yeniden ifade ediyoruz ki; kimse bize yeni zulüm projeleri dayatmamalı. Emperyalist devletler ABD ve Avrupa, yerli işbirlikçilerini de alıp bölgemizi terk etmelidirler. Gölge etmesinler başka ihsan istemiyoruz. İlla bir şey yapmak istiyorlarsa, öncelikle, bir asırdır bizzat kendilerinin ve destek verdikleri işbirlikçilerinin gerçekleştirdikleri zulümler sebebiyle Müslüman halklardan özür dilemelidirler. İkinci olarak, despot yönetimlere verdikleri desteği derhal durdurmalı ve bu yönetimleri ya bölgeden uzaklaştırmalı ya da halklarıyla başbaşa bırakmalıdırlar. Üçüncü olarak da, bölge halklarını sefalete ve açlığa mahkum ederek çaldıkları kaynakların hiç olmazsa bir kısmını bu halklara geri vererek, kendilerini yeniden inşa çabalarına katkıda bulunmalıdırlar. Ancak bütün bu erdemli tavırlar batı ahlakı ile bağdaşmayacağı için, onlardan bu erdemli tavırları beklemek beyhude olur. Yeni zulümleri ve yeni emperyalist projeleri dayatmaktan vazgeçsinler ve bölge halkının kendi dinamikleri ile kaderini belirlemesine müdahale etmesinler yeter.
Bize düşen ise, emperyalistlerin yok etmek ve dönüştürmek için sürekli yeni projeler hazırladıkları İslami kimliğimize ve değerlerimize ısrarla ve ihlasla sarılmaktır. Bireyden ümmete Kur’an merkezli yeniden inşa hareketini ısrarla ve tavize yanaşmadan sürdürmektir. Her şeye ve her şarta rağmen Kur’an neslini inşa çabalarımızı, istikrarlı, sürekli, planlı, disiplinli ve ilkeli projeler çerçevesinde yaygınlaştırmaktır. Kısa sürede sonuç almaya değil, zorluklardan yılmayan, bıkmayan, yorulmayan bir mücadele azmine endeksli uzun soluklu yürüyüşlere hazır olmaktır.
İnsanlığın muhtaç olduğu, tevhid, adalet, özgürlük eksenli, insanlık onurunun korunduğu nizam, tüm dünya insanlığını aydınlatmaya yine Ortadoğu’dan başlayacaktır. Yeter ki, biz Müslümanlar, sahip olduğumuz değerlerin bilincine vararak, doğru, güzel, şahsiyetli, adil ve güvenilir bir temsili gerçekleştirebilelim.
Bizim ömrümüz içinde ciddi sonuçlar alınamasa da, bu yolda onurlu bir duruşu ve ısrarlı bir yürüyüşü örnekleyerek, hiç olmazsa gelecek nesillere sahih bir din anlayışını ve doğru, ihlaslı, ilkeli bir mücadele geleneğini, samimi bir imanın sorumluluk bilincini, kulluk eksenli bir hayat tasavvuru çerçevesinde ümmeti yeniden inşa etme sürecini miras olarak bırakabilmenin sorumluluğunu mutlaka yerine getirmeliyiz.
Küresel kuşatmayı, küresel bir itirazı yükselterek, küresel bir sorumluluğu omuzlayarak, küresel ittifakları üreterek aşabiliriz. Bu amaca yönelik sahici projeleri, tevhid, adalet ve özgürlük ekseninde üretmeyi ve muhtaç olan tüm insanlığa Kur’an’ın kurtarıcı, diriltici ve karanlıktan aydınlığa çıkarcı mesajını ihlasla taşımalıyız. Peygamberimizin bize şahitliğini örnek alarak karanlıktaki tüm insanlara vahyin şahitliğini yapacak güzel örneklerin sayısını arttırmalıyız.
Medeniyetlerin iç çürüme ile intihar ederek yok olmaları da, yeniden inşa edilmeleri de çok uzun soluklu ve fedakârca mücadeleleri gerektirmektedir. Bizler de öncelikle İslam medeniyetini yeniden üretecek İslam toplumunu inşa etme sorumluluğumuzu yerine getirmeliyiz. Ümmeti vahiyle yeniden inşa etmenin projelerini üreterek, her şarta rağmen Nuh (as) misali tevhid gemimizi inşa etmeyi ısrarla sürdürmeli, bu anlamda yolu açmalı ve sürekli yeni umutlar yeşertmeliyiz.
Sonuç olarak; bu küresel vahşet karşısında, İslam dünyasına ve tüm mazlum halklara düşen sorumluluk, Hak, adalet ve özgürlükleri için harekete geçmektir. Bu küresel zulme, küresel kuşatmaya karşı onurlu bir küresel itirazı yükseltmektir. Hatta bu itirazı giderek bir direniş hattına ve bir “küresel intifada”ya dönüştürmektir. Dünya çapında yaygınlaşan “küresel itiraz“, derinlik ve nitelik kazanarak, küresel emperyalizme karşı “küresel intifada”ya dönüşebilirse, işte o zaman emperyalist katiller kaçacak yer arayacaklardır. Bu azgın ve sınır tanımaz saldırganlığı ortaya koyan ABD hegemonyası, Toynbee‘nin, “medeniyetler intihar ederek yok olurlar, ama cinayete kurban gitmezler” sözünün doğruluğunu ispat etmek istercesine intihara teşebbüs etmiş bulunmaktadır. Gerçekten de ABD, daha 1976 yılında “Nihai Düşüş” adlı eserinde, Sovyetler Birliği için “Çöküşü kaçınılmaz” diye yazmasıyla ünlü Fransız bilim adamı Emmanuel Todd’un “İmparatorluktan Sonra” adlı yeni eserinde, bu sefer de ABD için ” (aslında temsilcisi olduğu tüm Batı medeniyeti için de anlayabiliriz) “ABD yolun sonunda”11 tespitini doğrulayacak bir gidişat içinde debelenmektedir. Bu intiharı, bu çöküşü çabuklaştırmanın yolu, küresel itirazı yoğunlaştırıp, küresel direnişe dönüştürmekten ve İslam ümmetini vahyin ölçüleriyle yeniden inşa etme çabalarına, süreklilik, nitelik, derinlik ve hız kazandırmaktan geçmektedir. Sorumluluk bilinci olan her Müslüman’a ve erdemli her insana düşen görev, AKP iktidarının bu azgın küresel korsanın ömrünü uzatmaya yönelik desteğinin tersini yapmak, bu küresel zalimin yok oluşunu, çöküşünü, intiharını hızlandıracak katkılarda bulunmaktır.
Dipnotlar:
1- Zeynep Göğüş, Hürriyet Gazetesi, 19.6.2004
2- Samuel Hantington, Medeniyetler Çatışması, Derleyen : Murat Yılmaz, Vadi Yayınları, Ankara-1995, Sh.128,159
3- Ahmet Davudoğlu’ndan alıntı yapan Sami Şener, “Medeniyetler Arası Çatışma Teorileri ve Tarihin Sonu Üzerine”, Medeniyetler Çatışması, age, Sh. 435
4- İbrahim Karagül, Yeni Şafak Gazetesi, 20. Nisan 2004
5- Sedat Laçiner, Zaman Gazetesi
6- Haşim Salih, Radikal Gazetesi, 6 Nisan 2004, (Londra’da yayınlanan Şark-ül Evsat Gazetesi’nden alıntı)
7- İbrahim Karagül, İktibas Dergisi, sayı 306, Haziran 2004
8- Abdurrahman Arslan, İktibas Dergisi, s. 306, Haziran 2004
9- Lütfü Özşahin, Yeni Şafak Gazetesi, 27 Nisan 2004
10- Lütfü Özşahin, a.g.m.
11- Fehmi Koru, “İmparatorluğun sonu mu?”, Yeni Şafak Gazetesi, 24.04.2004